Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Dokuzuncu Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:03    Güncellendi: 21.02.2025 22:03

Dokuzuncu Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat hakkında özet bilgi verir misiniz?

Üstadımız bu hakikatte ism-i Muhyinin tecellisi ile ahirete bir pencere açmıştır. Her yerde Saltanat-ı Rububiyetin ahireti iktizasından ve vaad-i İlahiyenin ahireti gerektirmesinden bahsetmiştir.

Görüyoruz ki, şu âlemin sahibi olan zat, her asırda, her senede hatta her günde, bu dar ve fâni zemin yüzünde, öldükten sonra dirilmenin pek çok emsalini ve numunelerini icad ediyor. Mesela:

Bahar mevsiminde görüyoruz ki, beş altı gün zarfında, küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan üç yüz binden fazla nev tekrar diriltiliyor, kışın ölen mahluklara tekrar hayat veriliyor. Bütün ağaçların ve otların kökleri ve bir kısım hayvanlar aynen ihya edilip iade ediliyor. Bir kısmı ise neredeyse ayniyet derecesinde bir misliyet ile icad ediliyor. Yaratılan o mahluklar, neredeyse bir önceki kışta ölen mahlukların aynısı oluyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki, bu işleri yapan zata bir şey ağır gelebilsin, semavat ve arzı bir tek emri ile yaratamasın, insanı bir sayha ile haşredemesin? Hâşâ!

Burada üç misal verilmektedir;

* Mucizekâr bir katibin üç yüz bin kitabı bir saatte bir tek sayfada yazdığını gördüğümüzde, bu kitaplardan sadece bir tanesini bir dakika içerisinde yazacağına şüphemiz kalmadığı gibi, bu dünyada bir baharda üç yüz bin nevin kitabını yazan İlahi kudrete, haşirde insan nevini nasıl ihya edecek denilir mi? 

* Veyahut bir mucizekâr sultan düşünelim ki, bu sultan kendi iktidarını göstermek için bir işaretiyle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirirse, elbette büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zatın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmişse, bunu bir işaretle kaldırabilir. 

Aynen bu misal gibi, Zat-ı Zülcelâl de misafirlerini ahiret yurduna ve cennet bahçelerine davet ediyor. Bu dünya ise misafirlerin yolunu kapatmış bir taştır. Elbette bu dünya taşını bir işaretle kaldırıp yerine ahireti kuracaktır. 

* Veyahut bir zatın, bir günde büyük bir orduyu teşkil ettiğini görsen, elbette istirahat için dağılmış orduyu bir boru sesiyle tekrar toplayabilir. 

Aynen bu misal gibi, her bir insan bir taburdur. Atom ve zerreler ise bu taburun askerleridir. Elbette ölüm vaktinde birbirlerinden ayrılmış bu zerreleri İsrafil (a.s)'ın suruyla tekrar toplaması Ona ağır gelmez. 

Şimdi bak, Kur’an-ı Azim bahsettiğimiz hakikate dair ne diyor:

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum, 30/50)



2. Dokuzuncu Hakikat'te, Bab-ı İhya ve İmate’nin İsm-i Kayyum’la münasebetini izah eder misiniz?

İhya; hayat verme; imate ise ölümü verme fiilidir. Bu İlâhî fiillerin icra edilmesiyle Muhyi (hayatı veren) ve Mümit (ölümü veren) isimleri tecelli eder. Yeryüzünde hayat sahiplerinin yaratılmasıyla birlikte Rezzâk, Rahmân, Rahîm, Şâfi gibi nice isimler de tecelli ederler. Cenâb-ı Hakk’ın cemal ve kemaline ayna olan bu canlı varlıklar, bu kâinatın yaratılışına sebep oldukları gibi, devam etmesine, ayakta durmasına da sebeptirler. Buna göre, Kayyum ismiyle Muhyi ismi arasında yakın bir alâka vardır.

Beden ruhla kıyam bulduğu ve devam ettiği gibi, bu âlemin ayakta durması, varlığını devam ettirmesi de hayata hizmeti içindir. Şu muhteşem kâinat milyonlarca sene sadece bitkilere hizmet etmiş, o günkü ağaçların, çiçeklerin yarı canlı dediğimiz noksan hayatları bile âlemin devamına sebep olabilmiştir. Daha sonra hayvanlar, en sonunda da insanlar yaratılmıştır.

İnsanın yaratılmasıyla yeryüzündeki hayat kemalini bulmuştur. Ahirete tarla olarak yaratılan dünya, insanların iman ve küfürleriyle, ibadet ve isyanlarıyla, adalet ve zulümleriyle ahiret âlemine sürekli olarak mahsul göndermiştir. İmtihan süresi dolan insanlar imate (ölümü verme) fiiliyle bu dünyadan berzah âlemine sevk edilmişler yerlerine yeni insanlar aynı salona alınmışlar, aynı imtihana tâbi tutulmuşlardır. Kâinat bu imtihan süresi tamamlanıncaya kadar “Kayyum” isminin tecellisiyle ayakta duracak, dünya cennet ve cehennem meyveleri vermeye devam edecektir.

“... Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.”(1)

(1) bk. Lem’alar, Otuzuncu Lem'a, Beşinci Nükte.



3. "Üç yüz binden ziyade enva-ı mahlûkatı haşr ve neşredip kudretini gösteren" ifadesinden şöyle bir soru akla geliyor: Dünyevî haşr ve neşr ile kıyametteki haşr ve neşr arasında fark var mıdır?

Haşir Risalesi'nin yazılmasına esas olan âyet-i kerimede,(bk. Rum, 30/50) arzı ölümünden sonra tekrar dirilten İlâhî rahmete ve kudrete dikkatimiz çekilir. Üstad'ın bu ifadesi söz konusu âyetin bir tefsiri mahiyetindedir. Güz mevsiminde ölen yüz binlerce tür hayvan ve bitkinin baharda yeniden yaratılmaları, insanların haşrine de delil olarak sunulmuştur.

Bu haşir ve neşirler âhiretteki haşirden haber vermekle birlikte, aralarında büyük fark da vardır. “Dünya dâr-ül hikmet, âhiret dâr-ül kudret olduğundan” bu dünyadaki haşirler zaman içinde ve kademeli olarak gerçekleşir; âhirette ise dirilme ve mahşer meydanında toplanma bir anda tahakkuk edecektir.

"Göklerin ve yerin gizliliklerini bilmek Allah’a mahsustur. O anın (kıyâmetin) gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar yahut ondan da yakındır. Şüphesiz ki Allah’ın kudreti her şeye yeter." (Nahl,  16/77)

“Ondan daha yakın olmaya” tefsir âlimleri “gözün bir tarafa kayması kolaylığında” şeklinde mana vermişlerdir.



4. "Ve o haşr ü neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini göster..." İhtilattan kasıt nedir? Biyoloji okuyan arkadaşa kabul ettiremiyoruz, zaten o çekirdeğin içinde o program var diyor?

"İhtilat" kelime olarak karışık olma, karışıklık, iç içe girmek gibi manalara geliyor. Yeryüzü tarlasına ekilen birbirinden farklı bütün çekirdeklerin ve tohumların neticeleri, hiçbir karışıklık olmadan hedeflerine ulaşırlar. Hiçbir bitkinin ne şekli ne de herhangi bir özelliği diğeriyle karışmaz. Hiçbir ağaçta bir başka ağacın bir tek yaprağını dahi bulamayız. Bu karışıklığın birçok yönleri var. Fiziki anlamda her şeyin iç içe olması, formül ve kuralların birbirine çok yakın olması. Zıt şeylerin birleşmesi hep bu ihtilat kavramı içindedir.

Bütün bu harika işler ve imtiyaz ve tefrikler, elbette bir program dahilinde olmaktalar. Ama bu programı yazan bu işleri çekip çeviren İlahi ilim, irade ve kudreti görmemek körlük olur. Tıpkı bir yazılımı kabul edip, yazılım mühendisini kabul etmemek gibi. 

Yazılım mühendisi; bankacılık, otomotiv, telekomünikasyon vb. sektörler olmak üzere her alanda kullanılan bilgisayar sistemlerinin, yazılım tasarımını hazırlayan ve sisteme entegre edip uygulamasını yapan kişidir.

Yeryüzünde yaşayan her bir canlı ve biyolojik varlık, mükemmel bir yazılım ve harika bir programdır. Peki bu yazılım ve programın mühendisi kimdir? Kör sağır ve dilsiz tabiat mı serseri tesadüf mü? Yoksa sonsuz ilim irade ve kudret sahibi Allah mı?



5. "Beşeri şecere-i kâinatın en cami, en nazik ve en nazenin ve en nazdar ve en niyazdar meyvesi olarak yaratıp" ifadesinde geçen sıfatların diğer mahlukatla mukayesesini yapabilir misiniz?

Cenâb-ı Hak, rububiyetini, yani tedbir ve terbiye ediciliğini, kâinat sayfasında isim ve sıfatları vasıtasıyla gösteriyor. Allah, bin bir ismini kâinat sarayında tecelli ettirdiği gibi, bütün esmâsını okuyup arz-ı ubudiyet edecek bir mahlûkunu da kâinata bir meyve ve bir netice olarak yaratmıştır. İşte bu kâinat ağacının meyvesi ve neticesi insandır. Yani, Cenab-ı Hak, kâinat ağacını insanı meyve verecek şekilde terbiye etmiştir.

İnsanın “en câmi’ meyve” oluşu, bütün esmâya mazhar olması manasınadır. Onu diğer varlıklardan ayıran en ehemmiyetli bir özelliği, bu yaratılışının farkında olması, bunu bilmesidir.

Allah, insanı, isim ve sıfatlarının tecellilerini tartıp tadacak bir mahiyette yaratmıştır. Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhar olmak noktasında insan, kâinat içinde en liyakatli ve en câmi’ bir ayna hükmündedir.

Allah kâinat ağacını insan için, insanı da ibadet ve kulluğu için yaratmıştır. Böyle olunca, Allah’ın insanı kendine muhatap yapıp onunla konuşmaması düşünülemez.

İnsanın nazik ve nazenin olması ise, bütün kâinatın insana hizmet ve itaat ettirilmesine kinayedir. Bunun sayılamayacak kadar çok misalleri vardır. Mesela, en rahat seyahat vasıtası olan uçakta bile insanlar motorların gürültüsünü belli bir ölçüde duyar ve yanındakilerle çok rahat konuşamazlar. Dünya kendi etrafında saatte 1.670 km, Güneş'in etrafında ise saatte 108.000 km. hızla döndüğü halde yolcularını hiç rahatsız etmez; ne ses çıkarır, ne de sarsıntı yapar. Bu, insanın nazik, nazenin, nazdar olmasındandır. Aynı rahatlık diğer canlılar için de söz konusudur, ama onlar bu seyahatin farkında bile değildirler.

Nazlı ve nazdar olmak, sadece dünya seyahatinin rahatlığıyla sınırlı değildir. Mesela, bir hayvan ağzını yerlere sürterek rızkını toplarken, insan sofraya oturarak yemeğini yer. Yine, hayvan rızkını olduğu gibi alırken, insan onları pişirir, çeşitli nimetleri bir araya getirir, farklı lezzetler elde eder.

Nefes alırken kanımız temizlenir de hiç farkına varmayız. Ama halımızı temizleyen robotun gürültüsünden rahatsız oluruz.

Elbisemizi değiştirirken az da olsa bir kuvvet sarf ettiğimiz halde, trilyonlarca hücremizin sürekli değişmesinin farkında bile olmayız. Saçlarımızın ve tırnaklarımızın uzamasıyla bedenimizdeki bu değişimlere dikkatimiz çekilir ve şükür borcumuz hatırlatılır. 

İnsanın nazlı olmasının en büyük bir nişânesi de kendisi gibi dünyaya misafir olarak gelen ve onun hizmetine verilen hayvanları dilediğinde kesip yiyebilmesidir.

Bir misafirin ev sahibinin yanındaki hatırının bir ölçüsü de sofrasına dizilen yemeklerdir. İnsan ise misafir yiyen kıymetli bir misafir gibidir...

6. "Beş altı gün zarfında küçük ve büyük hayvanat ve nebatat,.." cümlesine göre; Üstad hâdisenin kısalığına işareten mi beş altı gün demiş, yoksa gerçekten beş altı gün sürüyor mu? Bir de hayvanatın haşr ü neşrine misal verir misiniz?

"On sekiz bin âlem, yedi sema, beş altı hafta" gibi tâbirler sembolik tabirlerdir. Her rakam kendi konu bütünlüğü içinde bir mana ifade eder.

Meselâ, "on sekiz bin âlem" tâbiri âlemlerin çokluğuna bir nişane olduğu gibi, "beş altı hafta" tâbiri de konu bütünlüğü açısından zamanın kısalığına ve azlığına bir nişane ve kinayedir. Yani altı hafta insanlar açısından bakılacak olursa çok kısa bir süredir. Zira bütün canlıların altı haftada inşa ve ihya edilmesi hakikaten mucizevî bir durumdur.

Def’î ve ânî bir şekilde değil de beş altı hafta müddetinde yaratılmasını da şöyle bir temsil nazarı ile bakabiliriz:

Üstad’ımız yaratılışı iki farklı şekliyle ele alıyor: İbda ve inşâ.

İbda, bir şeyin zamansız olarak hemen meydana gelmesidir. Meleklerin ve ruhların yaratılmaları ibda iledir. "Ol!.." emri denilince, öncelikle ibda şeklindeki yaratılış akla geliyor.

İnşâ ise, şu âlemin altı devrede yaratılması gibi, birçok mahlûkun bir anda değil, safhalar halinde yaratılmalarıdır. Çekirdeğin ağaç, yumurtanın kuş, nutfenin insan olması zaman içerisinde ve birçok devrelerden geçerek tahakkuk eder.

İnsan bir meyve fidanını diker, onun ağaç olması “Ol!” emriyle gerçekleşir. O ağacın başındaki meyveler de yine “Ol!” emriyle olurlar. Yani, Allah’ın dilemesi ve kudreti ile varlık sahasına çıkarlar. O meyve yenildiğinde yine “Ol!” emriyle kan olur, et olur, saç olur, tırnak olur.

Yani, inşâ tarzındaki yaratılışta da “kün” emri söz konusudur. Şu farkla ki, inşâda bu emir, sanki yaratılışın her safhası hatta her anı için verilmektedir. İnsanı misal alırsak, nutfeye “alaka ol” emri, alakaya “mudga ol” emri,…, verilmekte, böylece dokuz aylık dönemde o nutfe nice “ol” emirleri alarak sonunda insan olmaktadır.



7. "Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihyâ edip iade ediyor." Hayvanların dirilmesi nasıl oluyor? Burada kastedilen, kış uykusundan uyanmaları mı?

Hayvanların dirilmesi ayniyet ile değil, misliyet ile oluyor. Meselâ, bahar mevsiminde yaratılan sinekler kışın ölüyor, ertesi sene yine ayniyete yakın bir misliyet ile sinekler yeniden icat ediliyorlar.

“Bir kısım hayvanları aynen ihyâ” ifadesi, köklerin kışın faaliyet göstermeyip baharda canlanmaları ve iş görmeleri gibi, bir kısım hayvanların da kış uykusuna yatıp daha sonra uyanmalarına işaret edilmektedir.

Ayniyet, bir canlının aynı ile yeniden dirilmesini ifade eder; bu da ancak haşirde yeniden yaratılma ile tahakkuk edecektir. Dünyada bir canlın ölüp tekrar aynen dirilmesi söz konusu değildir.

8. "Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet sûretinde icad etmesi" ne anlama geliyor? Bununla kimler kastediliyor? Ayrıca insanların haşirde ihyası; ayniyle mi, misliyle mi olacak?

Kışın kurumuş köklerin ve dalların baharda canlanmaları aynen dirilmedir. Yaprakların, çiçeklerin ve meyvelerin yeniden yaratılmaları ise aynen değildir, geçen bahardakilerin mislidirler, ama bu misliyet öncekilerle o kadar büyük bir benzerlik gösterir ki, sanki “ayniyet derecesinde” gibidir.

Ayette haber verildiği gibi,(bk. Rum, 30/50) Allah yeryüzünü ölümünden sonra her bahar mevsiminde yeniden diriltmekte, bazı varlıkları ayniyle bazılarını ise ayniyet derecesinde bir misliyetle yeniden hayata kavuşturmaktadır. Milyonları aşan bu bitki ve hayvan türlerini yeniden yaratan ve hayatlandıran bir kudret, insan nev’ini de haşirde yeniden diriltecektir. 

Üstad Hazretleri insanın bir ferdinin bir nev’ hükmünde olduğunu bildiriyor. Ölümle beden hanelerini terk eden insanlar, haşirde, “neş’e-i uhra” denilen yeni bir yaratılışla bedenlerine tekrar kavuşacaklar. Ehl-i cennet bu ikinci yaratılışla “ihtiyarlama, hastalanma, yorulma ve benzeri bütün noksanlıklardan kurtulmuş olarak” ebedî saadete ereceklerdir.

Bu dirilme ayniyle olacaktır. Zira insanda esas olan ruhtur. Ruh ise zaten ölmüş değildir. Kabirde ameline göre ya cennet lezzetlerinin yahut cehennem azabının numunelerini tatmakla meşguldür.  

Ruh zaten ölmediğine göre, ahirette dirilecek olan bedendir. Bu bedenler şeklen dünyadakilerin misli gibi görünseler de, aralarında büyük farklıklar vardır. Bu yeni bedenler ebedî âleme münasip olarak yaratılmışlardır. 

Cennette ruhlar bedenlere galip olacak, bir kişi bir anda birçok yerde bulunabilecek, birbirinden farklı birçok zevkleri birlikte tadabilecek, farklı sohbetlere katılabilecektir.

Allah Resulü’nün (asm) tarifi üzere, “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, beşer aklının idrak edemeyeceği” o cennet hayatının insanları da bu tarife uygun olarak bambaşka bir keyfiyette olacaklardır. Öyle ki, bu dünyadaki bedenler, o âlemdekilere göre “gölge” gibi zayıf ve geri kalacaklardır.

“Madem, fünunun ittifakıyla ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlûkat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Ve insanın bir ferdî, sair hayvânâtın bir nev'i hükmündedir. Elbette, kat'î bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde, beşerin her bir ferdi aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.(1)

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem’a, Dördüncü Nota.



9. "Acaba, muciznümâ bir kâtip bulunsa, hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş..." Burayı devamıyla izah eder misiniz?

"Acaba, muciznümâ bir kâtip bulunsa, hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı tek bir sayfada, karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette, bir saatte yazarsa; birisi sana dese, 'Şu kâtip, kendi telif ettiği, senin suya düşmüş olan kitabını yeniden, bir dakika zarfında hafızasından yazacak.'; sen diyebilir misin ki, 'Yapamaz ve inanmam?'..."(1)

Bu paragrafta çok zor bir işi yapan birisine, "O işten daha hafifini yapabilir mi?" demenin ne kadar mantık dışı ve akıldan uzak olduğu ifade ediliyor. Zoru yapan ondan daha kolayını haydi haydi yapar.

Mesnevî-i Şerif gibi bir şaheseri kaleme alan Mevlâna Hazretlerine, "Acaba bir iki beyit yazabilir mi?” diye şüphe ile yaklaşmak ahmaklık alametidir.

Allah, kâinatta nice yaratmalar ile sonsuz kudretini ispatlamışken, ondan daha hafif olan "ikinci dirilişi" acaba yapabilir mi diye şüphe içine düşmek akıl dışıdır. Paragraftaki kitap ve harf misali bu manayı akla yaklaştırmak için verilmiştir. 

"İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik ki (yeniden yaratamayalım)? Doğrusu onlar, yeniden yaratılış konusunda şüphe içindedirler." (Kaf, 50/15)

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat.



10. "Bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün hâlde..." ifadesini izah eder misiniz?

"Veyahut bir sultan-ı mucizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için, bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde, sonra görsen ki, büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zatın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese, 'O zât, bir işaretle, o taşı, ne kadar büyük olursa olsun, kaldıracak veya dağıtacak; misafirlerini yolda bırakmayacak.' Sen desen ki, 'Kaldırmaz veya kaldıramaz.'..." (Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat)

Bir işareti ile dağları kaldıran, memleketleri değiştiren, denizleri karaya çeviren güçlü bir sultan görsen, sonra "Acaba bu sultan yolumu engelleyen şu küçük kayayı kaldırabilir mi?" diye bir endişeye kapılmak ya da şüpheye düşmek akıl ve mantık ile izah edilebilir mi? 

Yani mantık açısından bakıldığında çok ağır bir işi çok kolay bir şekilde yapan birisi için, daha hafif bir işi yapmak zor gelmez. Bu mantık “yaptıkları yapacaklarının teminatı” şeklinde ifade ediliyor. Faraza koca bir dağı eline alıp topaç gibi çeviren bir kudrete, şu küçük çakıl taşını kaldırıp topaç gibi çevirebilir mi demek akıllılık olmaz. 

İnsanların öldükten sonra yeniden diriltilmeleri, ilk ve yoktan yaratılmaları yanında daha basit iken, "Acaba Allah, insanları öldükten sonra tekrar haşr edebilir mi?" diye bir şüphe içine düşmek bir mantık ve akıl zafiyetidir. 

Zoru yapan ondan daha kolay olanı zaten yapar, ağır bir yükü kaldıran ondan daha hafif olan yükü haydi haydi kaldırır, hiçten ve yoktan yeni bir ordu kuran bir komutan için istirahat için dağılmış askerleri toplamak daha basittir. 

Her canlıyı hiçten ve yoktan var eden, hatta bir canlının hayatını devam ettirmek için koca kâinatı bir fabrika gibi işlettiren bir ilahi kudrete, ölmüş bir insanı yeniden diriltmek çocuk oyuncağı gibi basit ve kolay gelir.

İlave bilgi için tıklayınız:

ONUNCU SÖZ, DOKUZUNCU HAKİKATİ ÖZETLER MİSİNİZ?



11. "Arzın sahifesinde üç yüz binden ziyade envaı kudret ve kader kalemiyle, ahsen-i sûret üzere yazar." cümlesinde kastedilen kimlerdir? Eğer kastedilen bütün mahlûkat ise; insanın ahsen-i takvimde yaratılmasıyla nasıl bağdaştırabiliriz?

“Ahsen-i sûretle yazma ve yaratma” ifadesi, diğer canlılar için de kullanılabilir. İmam-ı Gazzalî Hazretlerinin “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” buyurması, bunun açık delilidir. Yani her varlık kendi mahiyetine göre en güzel şekilde yaratılmıştır.

Bu hakikatin misalleri saymakla bitmez. Sadece bir bir misalle iktifa edelim:

Tavuğun uçmaması, kuşlara göre bir noksanlık gibi görünür, ama tavuğun güzelliği uçmayışındadır. Uçsaydı o da bir başka cins kuş olurdu ve “insanlara hizmet etme” gibi üstün bir şereften mahrum kalırdı.

Her varlık en güzel şekilde yaratılmıştır. Çünkü her varlık esmâ-i hüsnanın nakışlarından, tecellilerinden meydana gelir. İlâhî isimlerin hepsi güzel olduğu gibi, onların aynaları olan mahlûklar da güzeldirler. Ancak, bu güzeller içinde insanın ayrı bir yeri vardır. O, Kur’an-ı Kerim'de “ahsen-i takvim” diye sözü edilen en ileri mertebede bir mahlûktur. Bütün İlâhî isimlere ve her ismin de âzamî mertebesine mazhardır. Kabiliyeti, istidatı çok geniş, çok yüksek ve çok derindir. Öyle ki Risalelerde “İnsanın bir ferdi sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir.” buyrulmuştur. Yani iki insan arasındaki fark iki tür arasındaki fark kadar olabilmektedir.

12. "Bir ağacın ruh programını, bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder, denilir mi?" İzah eder misiniz?

Bu paragrafta asıl nazar-ı dikkate takdim edilmek istenen nokta, "Bize göre daha ağır ve büyük işleri, rahatlıkla yapan bir Zât’ın, bu işlerden daha hafif ve basit olan işleri yapabilir mi?" sualinin yersiz ve manasız olduğudur.

Koca ağacın bütün özelliklerini küçük bir çekirdeğin içine derceden bir kudrete, "Vefat etmiş bir insanın ruhunu nasıl muhafaza edebilir?" diye endişe etmek veya şüpheye düşmek akıl dışıdır.

Dünyayı sapan taşı gibi döndüren bir kudrete, bu dünyayı bozup dağıttıktan sonra, tekrar ikinci defa inşâ edebilir mi, demek de mâkul değildir. Zira Allah, öldükten sonra dirilme hâdisesinin her bahar mevsiminde milyonlarca numûnesini bize gösteriyor. Böyle bir Zât, "Acaba kıyametten sonra haşri yapabilir mi?", demek son derece yersizdir.

Yoktan ordu teşkil ettirmiş bir kumandana, “İstirahat için dağılmış taburu toplayabilir mi?” demek, mantıkla ve akılla bağdaşmaz. Aynı şekilde insanı yoktan ve hiçten var eden Allah hakkında, “Bedenler öldükten ve çürüdükten sonra, insana tekrar yeni bir ceset verebilir mi?” demek de mantık ve akıl ile izah edilemez.

Bitkilerin ruhu ferdî değil, nev’îdir. Meselâ, elma türünün programı, DNA’sı bir nevi onların ruhu gibidir. Yoksa her bir elmanın ya da portakalın insan ve hayvanda olduğu gibi ayrı bir ruhu vardır, denilmiyor.

Yani kanun-u teşekkül, program, DNA gibi fıtrî hâsiyetleri Üstadımız nebatatta küllî bir ruh olarak değerlendiriyor. Yoksa her bir bitki ruh sahibidir, demiyor.

İfade şu şekilde geçmektedir:

"DÖRDÜNCÜ MENBA: Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibarıyla ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî vücud-u haricî giyseydi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde, ölmeyerek bâki kalır."

"İşte, madem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle beka ile devam ile alâkadardır. Elbette, ruh-u insanî, değil yalnız beka ile belki ebedü'l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.



13. "Küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadir..." Sapan taşı benzetmesini açar mısınız?

Sapandan çıkan taş nasıl çok hızlı bir şekilde dönerek ve merkezden aldığı güç ile gidiyor ise, Dünya da aynı bunun gibi çok hızlı bir şekilde intizamlı olarak, şaşmadan dönerek bir hedefe gidiyor. “Bu koca dünyayı sapan taşı gibi hızlı götüren kudreti hiçbir iş aciz bırakamaz.” hakikati aklın tefekkürüne havale ediliyor. (Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki dönüş hızı saatte 1670 kmdir.)

Sapan taşı, meseleyi daha iyi anlayabilmemiz için bir teşbih bir mecazdır. İnsanın, elindeki sapan ile taşı fırlatması, insana nasıl kolay ve yönünü, hızını, hedefini belirlemeye imkan veriyorsa Dünya, Güneş ve galaksileri o taştan daha hızlı ve çok kolay bir şekilde döndürmek ve bir hedefe hızlıca götürmek de Allah’ın kudretine o kadar kolaydır, mesajı veriliyor.

Bazen de Güneş merkez, Dünya ve küreler de ona bağlı ve ondan güç ve komut alan bir şekilde sapan taşı benzetmesi yapılmıştır. 

Sapan taşı benzetmesinin geçtiği diğer yerlere de baktığımızda, kullanıldığı yere göre az bir değişik manalara da gelebildiği görülmektedir. Şöyle ki;

"Ve Küre-i Arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi?"(1) Küremizi sapan taşı gibi kolay çevirmek...

"Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi?"(2) Burada da küremizi müntazam ve döndürerek hareket ettirmek..  

"Biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyârât yıldızları ona bağlayacak..." (3) Burada küremizin ve seyyarelerin güneşe bağlı hareket ettirilmesine misal verilmiş....

Ve o müthiş azîm küreleri sapan taşları misillü ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâlin..."(4) Burada da seyyarelerin Güneş'in etrafında döndürülmesi manası verilmiş...

"...cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyareleri güneşle bağlamış; ..."(5) Yine burada Güneş'e bağlı olarak hareket etmesi olarak mana kazanmıştır. 

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat.
(2) bk. age., Otuz Birinci Söz, İkinci Esas.
(3) bk. age., Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkıf.
(4) bk. age.
(5) bk. age., Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.



14. "Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktazi ise, her şeydir." İzah eder misiniz?

Öldükten sonra dirilme için hiçbir engel hiçbir mâni bulunmuyor. Zira bu dirilişi yapacak olan Allah’ın kudreti sonsuz, vaadi kesin ve ahiretin inşasını gerekli kılan gerekçeler çok fazla. Bütün bunlar bir araya geldikten sonra haşrin önünde bir engel bir mâni kalmıyor ki inkâr etmekte inat ve ısrar edelim. 

Allah’ın her bir ismi ayrı ayrı ahiretin yaratılmasını gerekli kılan güçlü bir faktör oluyor. Mesela, dünya hayatında zulme uğrayan bir mazlumun ahını ve hakkını almadan dirilmemek üzere ölüp gitmesi hiç adil değildir.

Keza zalimin de ceza görmeden dirilmemek üzere ölüp gitmesi yine ilahi adaletle bağdaşmaz. İlahi adalet mazluma hakkını vermeyi zalime haddini bildirmeyi gerektirir. Dünyada bu tahakkuk etmediğine göre, demek bir büyük mahkeme kurulacak demektir.



15. "Beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan..." Dünya için neden "beşik ve gemi" kelimeleri kullanılmış olabilir?

"Evet, mahşer-i acaip olan şu koca arzı, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihyâ eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyyârâtı meleklerine tayyare yapan bir Zât'ın, bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyeti, elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz."(1)

Nebe Suresinin 6. Ayetinde “Biz yeryüzünü bir beşik yapmadık mı?” buyrulur. (Bazı meallerde ise beşik yerine “döşek” denilmiştir.) Üstadımız burada beşik manasını tercih etmiş oluyor.

Dünya, canlıları üzerinde hem besleyen, hem de rahat ettiren bir beşik gibidir. Beşik teşbihi; bebeğin beşikte nazlı bir şekilde gelişip büyümesi gibi, insanın da bu dünyada nazlı bir şekilde beslenip büyütüldüğüne işaret ediyor.

Gemide de benzer bir mana var. Evet, dünya, feza denizinde insanı seyahat ettiren bir gemi gibidir. Bu geminin rotası ebedî alemdir, âhiret hayatıdır. İnsan bu dünya gemisi ile o maksada yürüyor.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat.



16. Allah'ın, seyyaratı meleklerine tayyare yapmasının, haşirle ne gibi bir alâkası vardır?

Burada Allah’ın rububiyet ve hâkimiyetinin, âhiret âleminin vukuuna bir delil olduğu izah ediliyor. Yani; Allah’ın sonsuz rububiyet ve hâkimiyeti, âhiretin varlığını ispat eden mühim iki esastır. Şu geçici dünyada ve kâinatın tamamında mükemmel tecellisi görünen rububiyet ve hâkimiyet, elbette daimî ve ebedî bir şekilde tecellî etmek isterler. Bu da ancak ebedî bir âlemin kurulması ile mümkündür.

Üstad, önce Allah’ın rububiyet ve hâkimiyetinin kâinattaki eserlerini ve sanatlarını gösteriyor, sonra da âhiretin varlığını ispat ediyor.

Allah’ın o koca galaksileri meleklere binek ve tayyare yapması ise; rububiyet ve hâkimiyetin bir tecellisi ve bir eseridir. Dünyamızdan milyonlarca kat daha büyük olan gezegenlerin meleklere basit bir binek olmasıyla, Allah’ın rububiyet ve hâkimiyetinin ne kadar azametli ve haşmetli olduğu nazara veriliyor. Böyle bir rububiyet ve hâkimiyet elbette geçici dünya ile iktifa etmez, daimî ve ebedî bir âlemin vücudunu gerektirir.

17. "Geçici, devamsız, bikarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nakıs, tekemmülsüz umur-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz." Burayı bilhassa "tekemmülsüz umur-u dünya" ile izah eder misiniz?

"Evet, mahşer-i acaip olan şu koca arzı, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihyâ eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lamba eden, seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir Zat'ın, bu derece muhteşem ve sermedî Rububiyeti ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti, elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bikarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nakıs, tekemmülsüz umar-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, ona şayeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı ahar var, başka baki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder." (Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat)

"Tekemmülsüz umur-u dünya" ile kastedilen şey, ahiret hayatı olmaksızın dünya hayatının geçici, temelsiz ve esassız olduğudur. Yani ikinci ve daimi bir hayat olmadığında dünya hayatı gayet anlamsız, temelsiz ve abes bir duruma düşüyor. 

Mesela, dünya hayatında çalışmak, çabalamak, gelişmek ve geliştirmek kısacık altmış sene için değmez, anlamsız ve temelsizdir. Bu durumda insanın içinde tekemmül etmeye karşı bir motive, bir tetikleyici ve teşvik edici bir faktör kalmıyor. 

Bu insan açısından böyle, bir de ilahi isimler açısından meseleye bakacak olursak, yine ahiret hayatı olmaksızın şu kısa ve fani dünyada ilahi isimler tam manası ile tezahür ve tecelli edemiyor. Her bir isim tecelli anlamında tekâmülünü tamamlamak için (manasını tam göstermek için) daimi ve kararlı bir hayatın ve mekânın olmasını istiyor; bu da ancak ahiret hayatı ile mümkündür.  

Mesela, Adl ismi bu dünya hayatında tam tekemmül ile tecelli etmiyor, zira mazlum hakkını almadan zalim de ceza görmeden eşit bir şekilde ölüp gidiyorlar; demek ikinci bir mahkeme ikinci bir hayat var ki orada tekemmül ile tecelli edecek. 

Özetle dünya hayatı ve dünyevi umurlar, ilahi isimlerin tekemmül ile tecelli etmeleri için uygun bir zemin değildirler. Bu isimlerin tekemmül ile tecelli etmeleri ancak istikrarlı ve daimi olan ahiret hayatında mümkün olacaktır.



18. Zâhirden Hakikate geçen ve Allah’ın kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-u münevvere aktabı ve bütün ukûl-u nuraniye erbabı olanlar kimlerdir?

Ervah-ı neyyire ashabı “peygamberler”, kulûb-u münevvere aktabı “evliyalar”ukûl-u nuraniye erbabı ise asfiyalar, alimler, muhakkiklerdir.” 

Şu var ki, bu sıfatlandırmalar kesin hatlarla birbirinden ayrılmazlar.

Peygamberlerin ruhları neyyire (nurlanmış) olduğu gibi, kalpleri de münevveredir, akılları da nuranîdir.

Evliya, Allah’ın veli kulları, sevgili kulları demek olduğundan, bütün peygamberler bu noktada birer velidirler, ancak bütün velilerden üstündürler.

Muhakkik denilen, taklitten öteye geçmiş, meseleleri tahkik edip inceleyerek, derinliklerine nüfuz eden İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi zâtlar aynı zamanda evliyadandırlar. Ancak her veli, muhakkik olmayabilir.

Takva dairesinde yaşayan, ruhsatla değil azimetle amel eden, sünnet-i seniyeye elden geldiğince uymaya büyük ihtimam gösteren, nafile ibadetlerde çok ileri giden birçok kişi, ilim yönünden fazla ileri olmasalar da bu üstün vasıflarıyla Allah’ın veli kulları arasına girerler. Ancak bunlardan bir imanî veya İslamî meselenin izahı istenilse âciz kalabilirler; zira muhakkik bir âlim değildirler. 

Demek oluyor ki, her veli tahkik ehli olmayabilir, ama muhakkik ve asfiya derecesinde olan büyük zâtlar aynı zamanda büyük birer velidirler...



19. "Hulfü’l-vaad ise, hem zillet, hem tezellüldür." cümlesini izah eder misiniz?

Hulfü'l-vaad, ıstılahî olarak ahdinden dönmek, verdiği sözü yerine getirmemek manasına geliyor. Meşru bir sebebi olmadığı halde verdiği sözü yerine getirmemek ise, insanlar nezdinde kötü bir davranıştır.

Bir vaadi yerine getirmemenin iki temel sebebi olabilir. Birisi o vaad ettiği şeyi yapmaya ilmi kifayet etmez, diğeri ise onu yerine getirmeye gücü yetmez.

Nihayetsiz ilim ve kudret sahibi olan Allah için bu düşünülemez. Cenâb-ı Hak, dünyayı yaratmayı bildiği gibi âhireti yaratmayı da bilir. Keza, dünyayı yaratmaya gücü yettiği gibi âhireti yaratmaya da yeter. O halde, vaad ettiği âhireti mutlaka yaratacaktır ve yaratmıştır.

20. "İstidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salâh ve hayrı kabule liyâkati kalmaz." cümlesini açıklar mısınız? "Küfrün adem-i affını iktiza eder." Küfrün neden affa liyakatı yoktur? Kalblerin mühürlenmesi böyle mi olmaktadır?

Burada nazara verilen, küfr-ü mutlaktır. Mutlak küfre giren birisinin fıtratı tahrip olduğu için, yılan gibi zehirlemekten lezzet alır. Ve yine Üstâd'ın ifadesiyle, "Şeytanlaşmış bir insana inkılâp eder." 

"İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakk'ın hayvânâtından bir nevi hâbislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imârâtı için halk etmiştir. Mümin ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehâk oldukları cehenneme teslim eder."(1)

Kalplerin mühürlenmesi, küfür ve isyana müptelâ olan kalplerin, imanı kabul edemez hale gelmeleri demektir.

Allah Resulü (asm) buyururlar ki:

“Her günah ile kalpte bir siyah nokta meydana gelir.”

Şirk ise en büyük günahtır:

“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.”  (Nisâ, 4/48)

Bu hâdis-i şerif'ten ve âyet-i kerîmeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir insan, şirki dâva eder ve bu hususta mü'minlerle mücâdeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da kesafet peyda eder ve genişlenir. Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi âdeta imkânsız hale gelir. Üstad'ın ifadesiyle, “Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz.”

İşte sözü edilen ayet-i kerime, Allah Resûlüne (asm) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuş ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir.

İşte kendilerine hidâyet kapısı kapananlar, bu noktaya varan bedbâht gruptur. Yoksa günah işleyen yahut zulmeden her kişi için hidâyet kapısının kapanması söz konusu değildir. Aksi halde, Asr-ı Sâadet'te, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!.

Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir. Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak, şirki dava ederek, küfürde ısrar ederek düşmüşlerdir.

Risale-i Nur Külliyatı'nda küfür iki kısımda incelenir: “Âdem-i kabul ve kabul-ü âdem.” 

“Âdem-i kabul”  için, “Bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilane bir hükümsüzlüktür” denilir. 

“Kabul-ü âdem”de ise, küfrü dâva etmek ve bâtıl itikâdını ispata çalışmak söz konusudur. Bu ikinci grup, küfür cephesinde yer alarak, iman ehliyle mücâdele ederler. İşte kalp mühürlenmesi, ekseriyetle bu grup için söz konusudur.

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a Altıncı Nota.



21. "Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma kuvvetindedirler." İzah eder misiniz, "tevatür" ve "icma" ne demektir, farkları nedir?

"Şahitler, muhbirler ise, mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları halde, kemâl-i ittifakla şu meselenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler. Keyfiyetçe icmâ kuvvetindedirler. Mevkice her biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i ispattırlar. Halbuki bir fende veya bir san'atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalara müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ, Ramazan hilâlinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar."(1)

Tevatür: Yalanda ittifakları muhal olan bir cemaate dayanan ve içinde yalan ihtimali olmayan kuvvetli haberin, yine yalana ittifakı olmayan bir cemaate aktarılması manasına geliyor. Malumdur ki; üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı hâdiseyi söyleseler, o hâdise kesinlik kazanır ve o hâdise hakkında şek ve şüphe edilmez.

Hayatlarında en ufak bir yalana dahi tenezzül etmemiş yüz yirmi dört bin peygamberin,  "Öldükten sonra sonsuz bir hayat olacaktır." demeleri kuvvetli bir tevatürdür.

İcma; bir konuda fikir birliğine varmak manasına geliyor. Ya da bir mesele üzerinde âlimlerin ittihat ve ittifak etmesidir.

İcmanın tevatürden farkı, icmada “ittihat ve ittifak edenlerin aynı zamanda ve aynı mekânda olmalarıdır”. Hâlbuki binlerce peygamber ve evliyalar ayrı zamanlarda ayrı mekânlarda yaşamışlar. Lakin inanç ve itikatlarının birlik ve beraberliği o kadar sağlam ve aynı ki, sanki icmada olduğu gibi aynı mekânda aynı zamanda birlikte olmuşlar ve ittifakla üzerinde uzlaşmaya varmışlar, demektir.

Üstad Hazretleri bu inceliği "keyfiyetçe icma" şeklinde tasvir ediyor. Şayet onların itikat ve ittifak ettiği şeyler batıl olmuş olsa idi, bu kesret ve keyfiyet birliği mümkün olmazdı. Çünkü aslı olmayan batıl bir şey üstünde o kadar zeki ve fâzıl insanların ittifak ve ittihat etmesi, gerçekten muhal ender muhaldir.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat.



22. "Dünya bir mezraadır. Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. Cennet, cehennem ise birer mahzendir." İzah eder misiniz?

Dünya bir tarla, insan ise bu tarlayı eken bir çiftçi, mahşer tarladan çıkan mahsulatın işlemden ve süzgeçten geçirildiği bir harman yeri, cennet ve cehennem ise mahsulatın tüketilmek için depolandığı bir mahzen hükmündedir. 

Evet, insan bu dünyada eker, karşılığını ise ahirette görür. İnsan bu dünya hayatında iman eder, ibadetlerini yapar, mükafatını ise cennette görür.

Yine insan bu dünyada inkâr eder, ibadetleri terk eder cezasını ise cehennemde çeker. Tarlada ektiğimiz tohumların meyvesinden başka meyve almadığımız bir vakıadır. Dünya hayatı da insanın ebed yolculuğunun ne şekilde olacağını, şekilleneceğini ve nasıl sonuçlanacağını belirleyen hayati öneme sahip bir aşamadır. 

Sonsuz cennet de ebedi cehennem de bu dünya hayatında kazanılıyor. Bu nedenle akıllı bir adamın dünyaya bakışını şu cümle güzelce özetlemektedir:

“Hem (dünya) bir mezraadır. Ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrafatını at, ehemmiyet verme."(1)