Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Onuncu Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:04    Güncellendi: 21.02.2025 22:04

Onuncu Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Onuncu Hakikat'te, "Bâb-ı Hikmet, İnâyet, Rahmet, Adalettir. İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir." deniyor; biraz açar mısınız? İkinci ve Üçüncü hakikatler da anlatılıyor. Neden burada hepsi beraber tekrar anlatılıyor?

İkinci Hakikat'te Kerem ve Rahmet anlatılmakta, sonrasında da İsm-i Kerim ve Rahim'e intikal edilmektedir. Kâinatta nihayetsiz bir kerem ve rahmet tecellisinin varlığı ortaya konmaktadır. Fakat böyle bir kerem ve rahmet; ikram ve merhamet etmek istediği gibi, bu iki şe'nin karşısında Allah'ın gayret ve izzetinin de olduğu özellikle vurgulanır. Elbette kerem ve rahmeti edepsizlikle karşılayanların, izzet ve gayret-i İlahiyenin tecellisi olan azap ve cezayla muhatap olacaklarının izahı yapılmaktadır. Yani kerem ve rahmet müstakil değil, karşısında izzet ve gayret vardır. Yani "güzelliği verdiği gibi azabı da verecektir" vurgusu yapılmaktadır. 

Üçüncü Hakikat'te İsm-i Hakim ve Âdil'in tecellisi anlatılmakta, bu hikmet ve adalete karşı, küfür ve tuğyanla karşılık veren edepsizlerin de te'dip edileceğinin dersi işlenmektedir. Yani bu bahsin baştan sonuna kadar Hikmet ve Adaletin müstakil olarak hep müspet ve mükâfat anlamında değil, ayrıca hikmet ve adaletin menfi yani azaplandırma yönü de beraber işlenmektedir. 

Onuncu Hakikat'te ise, hikmet, inayet, rahmet ve adaletin kâinatın her tarafında mükemmelen tecelli ettiğinden bahsedilmektedir. Elbette bu hikmetin hikmet olması ve abesiyete inkılap etmemesi için, ahiretin olması ve bu hikmetli tecellilerin daha mükemmelen devam etmesine bağlı olduğu vurgulanır. Aynı şekilde inayetin inayet olması, rahmetin rahmet olması, adaletin adalet olup zulme inkılap etmemesi için bu diyardan başka bir alemde tekrar tecelli etmesi gerekir.

Yani bu Onuncu Hakikat müspet tecellilerinin yanında, azap ve ceza konularını işlemez. Sadece bu tecelliler, şayet ahiret olmazsa zıtlarına inkılap edeceğinin vurgusunu işler. Evet, ahiret olmazsa hikmet abesiyete, inayet ve rahmet alaya, adalet ise zulme, yani zıtlarına inkılap edeceğinin izahı yapılıyor.

Sadece insanın adaletle aklına gelebilecek bir mukadder suale de haşiyede izahat veriliyor. Bu izah Üçüncü Hakikat'teki manaya zarar vermez. Çünkü asıl anlatılmak istenen adaletin azaplandırma hali değil, akla gelebilecek soruya saded harici cevap vermektir. 

Onuncu Hakikat’te her şeyi kuşatan bir hikmet, inayet, rahmet ve adaletiHakîm, Kerîm, Âdil ve Rahîm isimlerinin ahirete olan işaretleri izah ediliyor.

Hakîm: Hikmetle tasarruf eden, bütün iş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan demektir. Allah, bu isminin muktezası olarak, bütün kâinatı ve mahlukatı hikmetli ve faydalı olarak yaratmıştır. Bir ağaca dalları ve çiçekleri adedince menfaat ve faydalar takmıştır. Bir azaya yüzlerce vazife ve hikmetler takarak “Hakîm” isminin manasını ve tecellisini şuur sahiplerine izhar ve ilan etmiştir.

Sonsuz hikmeti, eserleri ile sabit olan Allah’ın, ahireti getirmemesi, insanları yokluk ve hiçlik kuyusuna atması Hakîm ismi ile bağdaşmaz. Yani “Hakîm” ismi ve hikmet manası ahiretin varlığını iktiza edip istiyor. Ahiret olmazsa her şey hikmetsiz olur. Allah ise hikmetsiz iş yapmaktan mukaddes ve münezzehtir.

Dünya, ahiretin bir vitrini ve numunesidir. Allah’ın isim ve sıfatlarına işaret ediyor, ama tam mazhar olamıyor. Hâlbuki bütün isim ve sıfatlar sonsuz olarak tecelli etmek ister ki, bu da ancak ebedî olan ahirette tahakkuk edecektir. Mesela, insanın kalbine beka duygusunu verip, bu duyguyu tatmin edecek olan sonsuz bir âlemi icad etmemek, Allah’ın sonsuz hikmeti ile bağdaşmaz. Öyle ise Hakîm ismi ahiretin varlığını iktiza ediyor.

Gözü verip, gözün göreceği manzaraları yaratmamak nasıl hikmetsizlik ise, gözün yok olmaya ve hiçliğe mahkûm olması da aynı derecede hikmetsizlik olur. Hikmete uygun olan ise, gözün cennette ebedî manzaraları, ebedî olarak seyretmesidir.

Allah’ın “Adl” ismi de kâinattaki sonsuz tecellilerle hem Allah’ın varlığını hem de ahiretin varlığını ispat eder. Zira bu dünyada mazlum hakkını almadan, zalim de cezasını çekmeden ölüp gidiyorlar. Hâlbuki sonsuz adalet bu haksızlığa müsaade etmez. Demek ki bunların hesabının görüleceği başka bir diyar vardır. Yani Allah’ın sonsuz adaleti ahiretsiz olmaz. Demek Adl ismi varsa, ahiret de var demektir.

Bu şekilde, her bir isim ve sıfat ahiretin varlığını iktiza ediyor. Aynı bakış açılarını rahmet ve inayete de  tatbik edebiliriz.



2. "Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelal'in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler, bâki makamlar, mukim mahluklar bulunmayıp..." cümlesinde, âlem-i mülk ve melekutun, ahiretle ve ebedî hayatla ilgisini açar mısınız?

“Her şeyin, içine melekût, dışına da mülk denir...(1)

Buna göre insanın görünen bedeni mülk, görünmeyen iç organları melekût sayılabileceği gibi, bedenine mülk, ruhuna da melekût denilebilir.

Kâinatın şu görünen kısmı âlem-i şehadet diye adlandırılır. Görünmeyen kısmı ise âlem-i gaybdır. Buna göre, madde âlemine âlem-i şehadet; melekler, levh-i mahfuz, arş gibi görünmeyen âlemlere ise gayb âlemi denilebilmektedir.

Şehadet âlemi mülk âlemidir, gayb âlemi ise melekût âlemi.

Diğer taraftan, zâtında gözle görülse bile, şu anda bize görünmeyen âhiret âlemindeki menziller de melekût ifadesi içinde değerlendirilebilir. Nitekim bu cümlede böyle kullanılmıştır.

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Hubab.



3. "O Zât-ı Hakîm, insanı, bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatap ve cami bir ayine yapıp..." Burada bütün insanlar mı; yoksa bir grup veya hususî bir zât mı nazara veriliyor?

Otuz Birinci Pencere olan İnsan Penceresinde, insanın üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye ayna olduğu anlatılır. Bu üç cihet birden nazara alındığında, insanın bütün isimlere ayna olduğu anlaşılır. Burada kastedilen bütün insanlardır.

İnsanın bu câmi’ mahiyetiyle “küllî muhatab olması” arasında yakın alâka vardır. Cansız eşya, görmediği ve işitmediği için Güneş'e ve havaya muhatap olamıyor. Olamayınca da onda Basîr ve Semi’ isimleri tecelli etmiyor.

Canlılar acıkıyorlar da onlarda “Rezzak” ismi tecelli ediyor, hastalanıyorlar da onlarda “Şâfi” ismi tecelli ediyor.

İnsan, bütün isimlerin tecellilerine muhtaç olmakla hem şu kâinattaki her şeye hem de Allah kelamına en küllî muhatap oluyor:

“Allah Rahmân'dır” kelamına, rahmete muhtaç olmasıyla muhatap oluyor. 

“Allah Ğaffar'dır” kelamına, nefsine uyarak günah işlediğinde tövbe etmekle muhatap oluyor.

Cennetle ilgili teşvik ayetlerine de cehennemle ilgili tehdit ayetlerine de en ileri manada insan muhataptır. Çünkü hem saadetten hem de azaptan anlamaktadır.

Bu ve benzeri tecellilerde bütün insanlar ortak olmakla birlikte, bir de insanın kendi iradesini doğru yolda kullanmakla mazhar olduğu isimler vardır. İnsanlar arasındaki derece farkları da bu tecellilerdedir.

Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal'da geçen şu cümle bize bu dersi verir:

“...Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esmâ-i hüsnanın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi' olmağa çalış...”

Bir misal verelim:

Her insanın bütün organları ve ruh dünyası İlâhî ilimle tanzim edilmiştir. Bu yönüyle her insan “Alîm”  ismine mazhardır. Bir de ilim tahsil eden kişilerin bu isme mazhariyetleri vardır ki, bu ancak çalışmakla olur. Söz konusu cümlede geçen “çalış” ifadesi, bu gibi tecellilerin bir niyet, bir irade ve bir gayretle olabileceğini ders vermektedir. (bk. Sözler, On Birinci Söz.)

4. "Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevi bekasını gaye yapsın ve bunları âlem-i manaya çekirdekler ve âlem-i âhirete mezra yapmasın..." İzah eder misiniz?

"Hem hiç makul müdür ki, hattâ çekirdek kadar her bir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara, dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin? Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın? Ve bunları âlem-i manaya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın, ta hakikî ve lâyık gayelerini versinler? Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın; onların yüzünü âlem-i manaya, âlem-i âhirete çevirmesin, ta asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin?"(1)

Bu paragrafta; sonsuz hikmeti, eserleri ile sabit olan Allah’ın, âhireti getirmeyip, insanları yokluk ve hiçlik kuyusuna atmasının, “Hakîm” ismine zıt olacağına ve hikmete muvafık düşmeyeceğine dikkat çekiliyor. Hakim ismi âhiretin varlığını iktiza eder.

Hakim, Kerim, Rahim, Adl isimlerine de bu nazarla bakarsak her şeyi hikmet, lütuf, şefkat ve adaletle yaratan Allah, âhireti getirmemekle hikmetsiz iş yapmaz. O, bundan mukaddes ve münezzehtir.

Bütün eşyaya nice hikmetler takılmıştır. Eşyanın ve mahlûkatın dünyaya bakan ciheti çok azdır. Şayet âhiret olmazsa mevcudattaki hikmetler manasız, faydasız ve abes olacaktır.

Birinci soruda da benzer hakikatler ifade edildi. Burada ilave olarak mevcudatın “âlem-i manaya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa” olduğu hakikati ders veriliyor. Ayetle sabit olduğu gibi her varlık  Allah’ı tesbih ve O’na hamd etmektedir. Bu tesbih ve hamdler mana alemindendir.

Aynı şekilde, her varlıkta tecelli eden isim ve sıfatlar da o varlığı mana alemine hizmet ettirmiş olur.

Bu kainat fabrikasının her şeyi böylece mana alemine hizmet ettiği gibi bu fabrikanın mahsulleri olan insanlar da imanlarıyla, salahat ve takvalarıyla, güzel ahlaklarıyla cennette saadet meyveleri vereceklerdir. Aksi yolda gidenler ise küfür ve isyanlarıyla cehenneme ehil olacaklardır.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat.



5. "İnsanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin…” cümlesinde, başa yüklenen vazifeler ile içindeki havassa yüklenen vazifeler neler olabilir? Misaller verebilir misiniz?

Mesnevî-i Nuriye’den konumuza ışık tutacak bir cümle nakledelim:

“Hattâ insanın başında, insanın muvazzaf olduğu vazifeleri görmek için her vazifeye göre birer tırnak kadar maddî bir şeyin bulunması îcabetseydi, bir başın Cebel-i Tur büyüklüğünde olması lâzım gelirdi ki, ashab-ı vezaife yer olsun.”(1)

Buradaki “baş” kelimesi, kafatasını değil beyni hatırlatır. Beyin de aklın tezgâhıdır ve aklı temsil eder.

Aklın vazifesi tefekkür etmek, istidlalde bulunmak, eserden müessire, nakıştan manaya, nimetten in’ama intikal etmek ve Allah’ın varlığına ve birliğine hem insan bedeninde hem de kâinatta sergilenen delilleri güzelce değerlendirmek, iman ve marifet sahasında mertebeler katetmektir. Bu aslî vazifesi yanında aklın bir diğer vazifesi de bu kâinat kitabını fenlerin gözüyle inceleyip insanlık için faydalı bilgiler elde etmek, güzel şeyler bulup çıkarmaktır. Ayrıca dünyada kendisine lazım olacak her türlü şeyi anlamak ve tedbir almaktır.

Ruh terkip değildir, basittir. Dolayısıyla, “ruh, kalp ve akıl”, bedenin organları gibi müstakil varlıklar değildirler. Bazı ifadelerde, hisler vicdana bağlanır, bazısında kalbe, bazısında da akla. Bunlarda bir tezat söz konusu olmaz.

Ruh, terkip olmadığı için “havassı” yani hisleri akla da vicdana da kalbe de verebiliriz. Akıl, bu hisleri tanır ve en güzel şekilde kullanmaya çalışır. Vicdan bu hislerin varlığını bizzat yaşayarak bilir. Kalp bu hislerle sever, korkar, endişe eder.

İnsanın havassının yani his dünyasının pek çok vazifesi vardır. Bunların yerinde kullanılması insan için büyük bir terakki ve tekâmül vesilesidir.

Sevgi, korku, şefkat, endişe, merak gibi hisler, eğer yaratılış gayeleri istikametinde kullanılırsa, insanı hem bu dünyada hem de âhirette mesut ederler.

Bu binlerce hissiyattan sadece bir örnek verelim:

Her insanda “istikbali endişe etme” hissi vardır. İnsan bu hissini sadece dünya istikbalini endişe etmesinde kullanırsa, “yarın ne kazanıp ne kaybedeceğine” sarf ederse, bu kıymetli hissi sadece dünya menfaatlerinde kullanmış olur. Hâlbuki, asıl endişe edilecek şey, insanın bu fâni dünyadan ebediyet ülkesine imanla göçüp göçmeyeceğidir. Ruhu bu endişe ile dolu olan bir mü’min, elinden geldiğince güzel ameller işler ve yine büyük bir hassasiyetle günahlardan ve isyanlardan uzak durur.

Bu hissin bir başka kullanma sahası, kendi aile fertlerinden topyekûn insanlara kadar, bu zamanın imansızlık ve sefahet tehlikelerini dert edinmek, bu büyük felakete düşülmemesi için neler yapmak gerektiğine kafa yormaktır. Böyle bir endişe, sahibini manen terakki ettirir, bir şeyler yapabildiği takdirde de onun sevabını ayrıca kazanır.

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.



6. "Hayr-ı mutlaktan hayır gelir. Cemil-i Mutlaktan güzellik gelir. Hakîm-i Mutlaktan abes bir şey gelmez." İzah eder misiniz?

Allah mutlak hayır sahibidir, ondan en ufak bir şer çıkmaz. Allah, mutlak güzellik sahibidir, ondan asla çirkin bir şey sadır olmaz. Yine Allah mutlak hikmet sahibidir, ondan boş ve anlamsız bir iş meydana gelmez.  

"Mutlak" ifadesi ucu ve sınırı olmayan anlamına geliyor. Bu durumda Allah’ın güzelliğinin, hikmet ve hayrının bir sınırı, bir ucu, bittiği ve tükendiği bir nokta yoktur. Bu noktadan bakıldığında, bu sınırsız sıfatların zıtları tarafından müdaheleye uğrayıp sınırsızlığının ihlal edilmesi teknik anlamda yani mantıken mümkün değildir.



7. "Evet, her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı iptilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek..." Devamıyla izah eder misiniz?

"Evet, her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı iptilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde intizamca, acaipçe, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer."(1)

Kâinatı, dünyayı ve insanı yoktan var eden ve her yüz yılda yeni bir nesli yoktan yaratan Allah, kıyametten sonra insanı yeniden diriltecek ve ebedî âlemi kuracaktır. Bunda şüphesi olan ve evhama kapılanlar için “Allah’ın bu dünyada yaptıklarının, ahireti de yapacağının isbatı” olduğu nazara veriliyor.

“Dünü getiren yarını getirdiği gibi, maziyi icad eden o Zât-ı Kadîr, istikbali dahi icad eder. Dünyayı yapan o Sâni-i Hakîm, âhireti de yapar.”(2)

Hayalen tarihe binip Hz. Âdem’den (as) bu yana yaratılan hayvanları ve insanları nazara alalım. Allah her sene bitkiler, sinekler, böcekler aleminde ve her asırda insanlık aleminde ölümden sonra dirilişin sonsuz misallerini sergilemiştir. Bu kadar haşir ve neşirleri icra eden Allah -hâşâ- "Kıyametten sonra bu kâinatı yeniden yaratıp inşâ edebilir mi?" diye şüphe ve evhama kapılmak, aklı başında olan insanın işi değildir.

“Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun? Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her senede bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir.”(3)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat.
(2) bk. 
Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.
(3) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.



8. Rahmet, inayet, adalet, hikmet, iktisat ve nezafetin ahirete nasıl işaret ettiklerini, somut örneklerle ayrıntılı anlatır mısınız?

“Adl” ve “Müntakim” gibi isimler, kâfirleri ve âsileri cezalandırmayı iktiza eder. Lâkin “Halim” ve “Rahman” gibi isimler onların cezalarını tehir eder. Tövbe etmeleri için onlara mühlet verilir.

Yine Allah’ın “Rahman” ve “Rahim” isimleri cennet ve cehennemin varlığını iktiza ediyor. Zira insanların ve diğer mahlûkların ebedî olarak yokluk kuyusuna atılması Allah’ın nihayetsiz şefkatine, merhametine, inayet ve hikmetine zıddır.

Bir şeyi bir maksat için yaratıp, o maksada erişmeden yok etmek israf olur. Kâinatın ve mahlûkatın yaratılış gayesi âhiret içindir. Eğer âhiret olmazsa kâinat tümüyle israf olmuş olur ki, bu da iktisada zıddır. Allah abes iş yapmaktan ve israf etmekten münezzehtir. 

Meselâ, bitki ve hayvanların maddî kalıpları bu dünya hayatında toprak olmuş olsa bile, o kalıpları teşkil eden zerreler yok olmuyor, kaybolmuyorlar. Bunu iktisat ve hikmet-i İlahî iktiza eder.

Nihayetsiz inayet ve kerem sahibi olan Allah’ın mahlûkatını, hususen en mükemmel meyve olan insanı yokluk kuyusuna atması inayet ve kerem ile bağdaşmaz. Allah böyle yapmaktan münezzehtir.

Hülâsa, kâinattaki hikmet, adâlet, lütuf ve şefkat âhiretin vücudunu kat’î olarak iktiza ederler. Diğer isimler gibi, bu isimlerin de dünyadaki tecellileri deryadan bir damla kadardır, çok cüz’î bir tecellidir. Bunun için ebedî bir âlem lâzım ki, bu isimler kemaliyle tecellî etsin.

Ve esmâ ve sıfâtın her birisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ı kemâl ve muhabbet  var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki, cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimet bir katresidir.”(1)

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.



9. "Ziya, hava, su ve toprak gibi, kuvvetli ve şümullü dört anasır-ı esasiye olan; hikmet, adalet, inayet ve merhametin hakikatleri" Maddî unsurların, manevî unsurlarla münasebeti nasıldır?

Burada yapılan benzetme kanaatimizce şu yöndedir:

Kâinatta yüzü aşkın element olmakla birlikte, bu âlemdeki icraatlarda en çok göze çarpan unsurlar hava, ziya, su ve topraktır. Bütün canlılar esas olarak bunlardan inşâ edilmişlerdir. Bu unsurların ortak hususiyetleri “kuvvetli ve şümullü” şeklinde ifade ediliyor. Her element, her canlıda bulunmayabilir, ama bu dört unsur bütün canlıları ihata etmiş, kaplamış, içine almıştır.

Aynen bu misal gibi, Cenâb-ı Hakk’ın hadis-i şerifte doksan dokuz ismi, Cevşen-i Kebir'de bin bir ismi zikredilmekle birlikte, bütün bu isimlerin tecellileri “hikmet” ve “adâlet” üzeredir; canlılar için bir “inayettir”  ve bu inayet İlâhî “merhametten” doğmaktadır. Yani, isim ve sıfatların tecellî etmeleri için, öncelikle, İlâhî hikmetin o tecelliyi gerektirmesi icap ediyor. Hikmetli yaratılışın ilk göze çarpan yönü ise adâlettir. Yani her hak sahibine hakkını vermek, her varlığı en güzel şekilde teçhiz etmektir. Bu varlıklar henüz ortada yokken, isimlerinden bile söz edilmezken, onların bu şekilde hikmetli ve nizamlı yaratılmaları ancak Allah’ın inayetiyle olmuştur. Ve bu inayet de rahmet ve merhametten gelmektedir.

Sualin bir başka yönüne de kısaca temas edelim. Hikmet ile ziya arasında, aynı şekilde adâlet ile hava v.s. arasında bir münasebet kurmaya lüzum olmadığını düşünüyorum. Çünkü meselâ “ziya” kelimesi hikmet için kullanılabileceği gibi, adâlet için de kullanılabilir. Birincisinde “abesiyet, faydasızlık” karanlığa benzetilmiş, hikmet ve fayda ise ziya olmuşlardır. İkincisinde ise “zulüm” karanlığa benzetilir, adâlet ise ziya olur.

Külliyat’ta geçen şu ifadeler de bunu teyid etmektedir:

“İşte hikmet dahi bir ziyadır. Rahmet-i muhita bir ziyadır. Tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelî'nin şualarıdırlar...”(1)

(1) bk. Lem’alar, Otuzuncu Lem'a, Birinci Nükte.



10. "Şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inayet..." Buradaki "inayet" ne olabilir?

"İnayet" kelime olarak yardım, lütuf, medet etmek manalarına geliyor. Bu cümledeki manası ise, eşyanın insana bakan menfaat ve maslahatları ve insanın kendi enfüsî âleminde mazhar olduğu İlahi lütuf ve ihsanların tamamıdır.

“Nefsimizde müşahede ettiğimiz inayet” denilince hem ruhumuzun bütün latife ve duygularına, hem de bedenimizin bütün organ ve hücrelerine takılan nimet ve ihsanlar anlaşılır.

"Ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inayetler" denilince de havadan, sudan Güneşe kadar her türlü haricî nimetler anlaşılır.

Evet, Allah insana hem kendi enfüsî aleminde hem de haricî âlemde sayısız nimet ve lütuflarda bulunmuştur. Bütün bu nimet ve lütufların hepsi inayettir. Yani hepsi sırf Allah’ın lütuf ve ihsanıdır, insan irade ve kudretinin bu nimetlerin vücudunda hiçbir hissesi yoktur. Gözlerimiz de inayettir Güneş de. Keza, ciğerimiz de inayettir hava da...

11. "Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır." Bu dünyadaki hak sahipleri kimlerdir, izah eder misiniz?

Her hak sahibine hakkının verilmiş olması, her şeyin mahiyetinin gerektirdiği her şeyin kendisine eksiksiz ihsan edilmiş olduğu demektir.

Şayet Allah, koyuna aslan ruhu, aslana da koyun bedeni vermiş olsa idi, bu adâlete zıt olurdu. Yani hak sahibi hakkını almamış olurdu.

Müsbet adaletin kainat dolusu delilleri, menfi adaletin tahakkukunu da açıkça ispat etmiş oluyor. Yani, böyle bir adâletin mazlumların hakkını ihmal etmesi ve zalimleri cezalandırmaması mümkün değildir. Elbette bu imtihan dünyasında elde edilemeyen haklar âhirette tam olarak alınacaktır. Bundan şüphe etmek kâinatın her tarafında tecellî eden adâletten şüphe etmek manasına gelir ki, bu da evhamdan başka bir şey değildir.

12. Allah'ın Mukaddir isminin Adil ismiyle ve bu isimlerin matematik ve geometri ile olan alakasını açıklar mısınız?

Mukaddir: Kelime olarak takdir eden demektir. Istılahta ise bütün mahlûkatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan Allah (C.C.) demektir.

Mukaddir ismi adaletin birinci şıkkı olan “hak sahibine hakkını vermek”le yakın alakalıdır.

Cenab-ı Hak göze görme vazifesini takdir ettiği gibi, o vazifeyi yapması için gerekli ışığı da bütün özellikleriyle takdir etmiştir.

"Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak! Gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner." (Mülk, 67/3)

Bütün canlıların bütün organlarının şekilleri, büyüklükleri, yerleri ve özellikleri en güzel şekilde takdir edildiği gibi, yüryüzünde kara ve denizlerin büyüklüklerinden elementlerin miktarına kadar her şey yine hikmetle takdir edilmiştir. Bütün elementler âdil bir şekilde takdir ve tanzim edilmiştir. Şayet herhangi bir element bütün dünya yüzünü kaplasa idi, hem hayat olmaz, hem de diğer elementler varlık sahasına çıkamazlardı.

Bu açıdan bakıldığında kâinatın umumunda mükemmel bir ölçünün ve adâletin olduğu görülür. Her şeyin bütün lavazımatı en hassas ölçülerla takdir edilmiş ve ona göre yaratılmıştır.

İşte matematik ve geometri bu adaletin bir şıkkı, bir şubesi, bir yan unsurudur. Zira bütün ölçü ve ahenkler matematik ve geometri ile ilgili ve onun üzerine bina edilmiştir. Mesela, kulağın yüze orantısı matematik ile ilgilidir. Burnun yüz üzerindeki hacmi altın oran ile alakalıdır. Her iki ayağın müsavi olması bir matematiksel orantı ile ilgilidir vs. Yani adalet ve denge matematik ile hesaplanır ve onunla oluşturulur.



13. Adaletin menfi olan kısmına verilen misallerde; “Ad ve Semud kavminden tut, şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i tedip ve taziyane-i tazib" ibaresi geçiyor. Bu tokatların İlâhî bir ceza olduğu insanlarca neden idrak edilemiyor?

Kur’an-ı Kerim'de âsi kavimlere gelen belalar nazara verilmekle, o kahrın tecellisine sebep olan hallerden müminlerin çekinmeleri emredilmiş oluyor. Bu ilâhî tokatların birine ahlâksızlık, bir diğerine peygamberlerine zulmetme, bir başkasına ölçü ve tartıda hile yapma,…  ile sebep olmuşlardır.  Bu, çok müessir bir sakındırma yoludur.

Üstad Hazretleri Lemeât adlı eserinde, Cihan Harbinin bütün beşere gelen bir semavî tokat olduğunu kaydeder ve bu tokatın sebebini de “beşerin Nemrudane inadı,” “maddîyyunluktan gelen dalâlet-i fikrî,”  “hürriyet-i hayvanî,” “hevanın istibdadı” olarak açıklar.

Kastamonu Lahikası'nda ise bu konuda şu sebeplere yer verilir:

“Dünyayı dine tercih etmek ve nev-i beşeri yoldan çıkarmak” , “Cebbar, mağrur ehl-i dalaletin tadlil ve idlâlleri”, “ medeniyetin seyyiatı ve sefaheti ve dinsizliği.”

Bizim, şu zamanda gelen belâ ve musibetlerin sebebini bilmemiz ve insanların bu belâlara hangi fiilleriyle layık olduklarını tahmin etmemiz zordur. Bazı musibetler bazı kavimler için kahır iken, bazıları için bir uyarma, bir İlâhî ikaz olabilir. Biz bunun ayırımını yapma durumunda değiliz. Kaderin bu ince sırları ilm-i ledün denilen gaybî bilgilere girer. Hz. Musa (as.) gibi büyük bir peygamberin bile bu ilmi öğrenmek için Hz. Hızır’la arkadaşlık yaptıkları Kur’an-ı Kerim'de anlatılır.

“Bu tokatların İlâhî bir ceza olduğu insanlarca neden idrak edilemiyor?” sualinin cevabı, İkinci Lem’ada “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.” hakikatinin izahında geçmiştir. Cehennem azabını netice verecek bir günah işleyen kişi, eğer istiğfar etmez ve hatasından dönmezse, cehennemin olmamasını temenni eder. Şeytan, bu temenniyi çok iyi kullanarak o kişiye cehennemi inkâr ettirecek duruma getirir.

Burada da benzer bir durum söz konusu. Gelen musibetin ilâhî bir ceza olduğunu kabul etmeye nefisler yanaşmaz. Çünkü o takdirde, hem kendi suçlarını kabul etmiş olacaklar, hem de akıbetlerinin cehennem azabı olduğunu anlayacaklardır. Böyle bir halde, tövbe etmek ise nefse çok zor gelir. En kolay yol olarak, o musibetin bir tabiat hâdisesi yahut bir başka sebeple olduğuna inanıp konu üzerinde düşünmemeyi tercih ediyorlar.

14. Sofestâîler her şeyi inkar ediyor, haşa Allah'ın sefih bir oyuncu olduğunu mu iddia etmeyecek ya da ahireti reddetmeyecek? Bunların tasavvuruna kolay kolay yanaşamadığı nedir?

"...Şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef’âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini -haşa, sümme haşa- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lazım gelir ki, nihayetsiz muhal bir inkılâb-ı hakaiktir. Hatta, her şeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestâîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar." (Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat)

Yani -haşa- Allah’ın sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğu düşüncesine Sofestailer bile yanaşmaz denilerek bu düşüncenin ne kadar akıl dışı ne kadar mantık dışı olduğu vurgulanıyor. 

En ahmak adam ve en ahmak düşünce akımı bile Allah’ın sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğu düşüncesine hükmedemez denilmek isteniyor. Ondandır ki, böyle bir Allah inancı onlara absürd geldiği için hem Allah'ı hem kainatı hem de kendilerini inkâra kadar gidebiliyorlar. 

Küfür iki çeşittir: 

Adem-i kabul: İman hakikatlerine karşı lakayt kalmak. Hakikatleri, düşünmeden, kafa yormaksızın inkâr etmektir.

Kabul-u adem: Gerçek olmayan bir fikri yahut inancı kabul etmek, hakikatin zıddına inanmak ve bunu dava etmektir.

Sofestailerin Allah’ı ve kâinatı inkâr etmeleri adem-i kabul iledir. Bir önerme, bir düşünce geliştirme ve bir delil getirme şeklinde değildir. 

Adem-i kabul, yani kabulsüzlük, iman hakikatlerini düşünmeden yaşamak ve inkâra sapmak. Bazı insanlar vardır, ne gökyüzünü düşünmeye değer bulurlar ne yeryüzünü ne de içindeki garip, bedi ve harika eserleri. Bu adamlar, ölümü düşünmeden yaşamayı, kendilerini ve kâinatı unutmayı, zevk ve menfaatten başka bir şey düşünmeyip günlerini gün etmeyi, başka her şeyi lüzumsuz, manasız bulmayı hayatlarının değişmez prensibi kabul etmişlerdir.

Nefsanî arzularının esiri eden böyle bir hayat tarzı, bu adamların iman hakikatleri üzerinde düşünmelerine, kafa yormalarına engel olur ve hidayetlerine perde çeker. İşte bu kesimin itikadı ve küfrü “adem-i kabul” olarak isimlendiriliyor. Bu inkâr kolaydır ve inkârcıların çoğu bu gruba girer ve bu yolda giderler.

Demek Sofestâîler bir an akıl ve mantık içine girmiş olsalar Allah’ın sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğu düşüncesini asla kabul etmezler anlamında böyle bir ifade kullanılıyor. Yoksa Sofestâîlerin böyle bir düşünceden haberleri bile yok. 

Özetle Üstad'ımız burada "aklı başında mantık dairesinde hareket eden kim olursa olsun böyle mantık dışı bir hükme gitmez" demek istiyor ve bunu en alt perdeden örnekleme ile izah ediyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Risale-i Nur'da sofistik düşünceye karşı cevap var mıdır?  



15. "Azametli ihtifalat ve büyük tecelliyat ile ... muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından" ne demektir?

"Elhasıl: Şu görünen şuûnat, dünyadaki vüs’atli içtimaat-ı hayatiye ve süratli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait, bu dünya-yı fânide, kısa bir zamanda, malumumuz olan semerât-ı cüz’iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak, bir büyük dağa bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz’iye vermeye benzer ki, hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez." (Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat)

İnsanın ve hayvanların bu dünya hayatında istifade ve faydaları çok cüzi, anlık ve fâni. Ama kâinattaki işler, toplanmalar, dağılmalar, hâlden hâle geçmeler, değişim ve başkalaşımlar çok büyük çok azametli ve çok hikmetli. 

Yani kâinatta sergilenen bütün bu masraf ve nümayişler insan ve hayvanların cüzi, anlık ve fâni fayda ve zevklerine tahsis edilemez, onlara bağlanamaz. Bu büyük masraf ve nümayişte başka bir mana olması lazım ki, hikmet yerini bulsun manalar yerine otursun. 

Küçük bir taşa dağ kadar hikmet ve gaye yüklemek, koca dağa küçük bir taş gibi vazife ve hikmet takmak akıl ve mantıkla bağdaşmaz. Bunun arkasında başka bir incelik olmak zorundadır. 

Kâinattaki bu muazzam toplanma ve dağılmalar -ki bahar mevsimi bunun küçük bir numunesidir- büyük bir gayeye büyük bir hikmete işaret ediyor, o gaye ve hikmet de ahiret hayatıdır. Şayet ahireti inkâr edersen kâinattaki bu muazzam sergi ve nümayiş, sadece insan ve hayvanın cüzi, anlık ve fâni fayda ve zevklerine kâfi gelmez. Yoksa anlamsız ve hikmetsiz olur. Yirmi otuz kişi için yüz bin kişilik şehir kurmak nasıl hikmet dışı ise, kâinattaki bu muazzam mana ve hikmetler de ahiretsiz olduğunda, ondan daha manasız ve hikmet dışıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Demek bu ihtifâlât; bir saadet-i uzma, bir mahkeme-i kübra, bilmediğimiz bir ulvi gaye içindir." cümlesini izah eder misiniz?



16. "Gözleri Esma-i Kudsiyeye dikkat ediyor... Özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor." İzah eder misiniz?

"Demek, şu mevcudat ve şuûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, katiyen şehadet eder ki, bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir; münasip meyveleri orada veriyor. Ve gözleri Esmâ-i Kudsiyeye dikkat ediyor. Gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, ahirette mahsul alıyor." (Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat)

Her bir ilahi isim mana ve tecelli noktasından birer âlemdir. 

Mesela, tecelli noktasından kainat bir rızık âlemi, bir iaşe mahalli ve bir erzak deposu gibidir. Bu âlemin, bu mahallin ve bu deponun baş direktörü ise Rezzak ismidir. 

Yine tecelli noktasından bütün dünya bir şifahane, bir eczane ve bir ilaç deposu hükmündedir. Şafi ismi ise bu şifahanenin, bu eczanenin baş aktörüdür... Bunun gibi diğer isimleri de bu şekilde düşünebiliriz. 

Kâinat ilahi isimler adadince iç içe geçmiş âlemlerden oluşan bir külli âlem oluyor. Her bir ilahi isim mana olarak bir âlemdir ve tecelli ettiğinde kendi manasını icra eden özel bir âlemin teşekkülünü sağlıyor. 

“Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor.”

Dünya hayatı tarla, gaybi âlemler ise bu tarlanın mahsullerinin toplandığı bir merkez ve depo mesabesinde oluyor. Burada ibadet edip amel ederiz, bu ibadet ve ameller gaybi âlemlerde farklı farklı şekillerde tezahür edip inkişaf eder. 

Mesela, burada namaz kılarız, bu namaz kabirde nur, mahşerde şefaaat, sıratta burak, cennette nimet, âlem-i misalde güzel bir levha ve manzara şeklinde tezahür eder.



17. "O harika-i san’at ve manzume-i rahmet olan her bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise, o binler hikmetlerinden bir tek hikmettir ki, vazifesi biter, manasını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir." İzahı?

Allah, her bir varlığa sayısız hikmet ve gayeler takmıştır. Öyle ki bir çekirdeğe ağaç kadar hikmet ve gayeler vermiştir. Ağacın bütün planının o çekirdekte kader kalemiyle yazılması İlahi bir sanattır ve Alîm, Hakîm, Mukaddir gibi birçok esmanın tecelligâhıdır.

Çekirdeğin açılması Fettah ismini gösterir. Büyümesi, o yumuşak çekirdeğin sert ağaca inkılap etmesi, o sert ağaçtan yumuşak meyvelerin süzülmesi, o meyvelerin en güzel şekilde ambalajlanması, daha sonra meyvelerin yeniden süzülüp içlerinde çekirdeklerin teşekkülü ve çok sert kabuklu çekirdeklerden yine yumuşak özlerin süzülmesi her biri İlahî kudret mucizesidir. Ve ayrı ayrı çok esmanın tecellilerini sergiler.

Bu icraatlardaki cemal tecellilerini Cenab-ı Hak bizzat müşahede ettiği gibi, seyirci mahlukatı olan meleklere de gösterir. İnsanlar da bu tecellilerden bir kısmına vakıf olur ve tefekkür ederler. İşte bir meyve bu kadar çok vazifeyi gördükten sonra insanlara rızık olmakla da son bir vazife daha üslenerek Rezzak ismine ayna olur ve Üstadımızın tabiriyle midede defnolur.

Eşyanın böyle sayısız hikmet ve gayeler ile donatılması, Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olmalarından dolayıdır. Bu yüzden her bir şey Allah’ın bir veya birçok ismine ayna olup, o isimleri bize okutmaktadır.

18. "İnsan istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, ahirette mahsul alıyor.” cümlesini izah eder misiniz?

İnsan Penceresinde, insanın “nakş-ı âzam” olduğu ifade edilir. İsm-i âzam bütün esmayı ihtiva ettiği gibi insanda da bütün İlâhî isimlerin nakışları, cilveleri ve tecellileri olduğu nazara verilir. İnsanın “ahsen-i takvimde” yaratılmasının bir yönü de budur. Bu tecelliler insan istidadının mükemmelliğini, camiiyetini netice vermiştir.

İnsan, bu mükemmel ve çok yönlü istidadı ile hem dünya hayatında binlerce farklı ilimler öğrenir, sanatlar icra eder hem de âhiret namına büyük kârlar elde edebilir. 

İnsan, bu dünya hayatında çok yönlü bir imtihana tabi tutulmaktadır. “Dünya âhiretin tarlası” olduğundan, insan bu dünyada bir ömür boyu âhirete mahsul göndermektedir. İman ve salih ameller cennet mahsulleri, küfür ve isyanlar ise cehennem mahsulleri vermektedir.

Konuşmamız, dinlememiz, seyretmemiz, düşünmemiz, hatta hayal etmemiz, ya cennet veya cehennem tohumudur. Bunlar bu dünyada ekilirler, mahsuller ise âhirette alınır.

İnsanın his dünyası da çok mahsuller veren muhteşem bir tarladır. Sevgi, korku, şefkat, endişe, merak gibi hisler eğer yaratılış gayeleri yönünde kullanılırsa, nice sevap meyveleri verirler.

Sadece bir misal:

Her insanda “endişe” hissi vardır. İnsan bu hissini sadece dünya menfaatlerinde kullandığında o büyük sermayeyi zâyi etmiş olur. Hâlbuki asıl endişe edilecek şey, insanın bu fâni dünyadan ebediyet ülkesine imanla göçüp göçmeyeceğidir.

Bu hissin bir başka kullanma sahası, bütün bir insanlık âleminin maruz kaldığı imansızlık ve ahlâksızlık tehlikesini dert edinmektir. Böyle bir endişe, sahibini manen çok terakki ettirir. Bir şeyler yapabildiği takdirde ise onun sevabını ayrıca alır.

Mahşer meydanı insanların toplanma meydanı olduğu gibi, amellerin de sergilenme meydanıdır.  

Şu var ki, henüz âhiret gelmeden de bu ekimler “âlem-i misalde, "levh-i mahfuz"da, amel defterlerinde, hafızalarda” kaydedilmekle, bir bakıma mahsul vermeye başlamış olurlar. Mahşer meydanı insanların toplanma meydanı olduğu gibi, bu amellerin de ortaya konulma meydanıdır.

İnsan ölümü tatmakla toprağa gömülür ve bir bakıma ekilir.

Güz mevsiminde ekilen tohumlar, bahar haşriyle çok terakki etmiş olarak dirildikleri gibi, bu dünyada ekilen insanlar da haşir meydanına “neş’e-i uhra” tabir edilen yeni bir yaratılışla, dünyadakine nisbetle çok terakki etmiş olarak çıkacaklardır. Ruh aynı ruhtur ve zaten bâkidir. Salih amellerle terakki etse de mahiyeti yine aynıdır. Beden ise bu fâni dünyadakiyle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir terakkiye mazhar olarak, ebedî hayata layık bir şekilde yeniden yaratılacaktır.

“İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da Âlem-i Berzah'ta, elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir.”(1)

(1) bk. Mektûbat, Birinci Mektup.



19. "Mucizat-ı kudretin en antikaları, en harikaları, en nazeninleridirler." Antika manasını izah eder misiniz?

"Sual: Eğer dense, 'Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?' "

"Elcevap: Çünkü onlar hem mucizât-ı kudretin en antikaları, en harikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler." (Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat, Haşiye)

Antika, genel anlamda eski ve değerli eşyaları ifade ederken, bir eserin bir sanatın çok değerli ve çok pahalı olmasını da ifade eder. Antika burada ilahi eserlerin benzersiz, eşsiz, sanatlı, kıymetli ve taklidi kabil olmadığını ifade ediyor. 

Çekirdek, çiçek ve meyve her açıdan çok değerli, pahalı ve sanatlı birer ilahi antikalardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Bu kâinat hadsiz antika ve acip ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş." İzah eder misiniz?



20. "Ehl-i tabiat, ehl-i dalalet, ehl-i felsefenin çiçek, çekirdek ve meyvelerdeki kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları..." Halbuki fen bilimcileri, bütün bunları kromozomlara kadar inceleyip, tetkik edip, klonlama dahi yapıyorlar. İzah?

Bu sualin en güzel cevabı, Kur’an’ın ilk âyeti olan “Oku!” emridir. Kur’an nazil olmadan önce de sema vardı, yeryüzü vardı, insanlar, hayvanlar, bitkiler vardı. Ama o cahiliyet asrının insanları bunların hiçbirini okuyamadıklarından hem kendilerini hem de bu varlık âlemini putların yarattıklarına inanıyorlardı. Allah, o Sevgili Habib’ine (asm) “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak, 96/1) diye buyurdu. O’na bütün varlık âlemini okuttu ve eşyanın hakikatini tâlim ederek Onu bütün insanlık âlemine peygamber, mürşit, muallim yaptı.

Külliyat’da “mânâ-yı harfî” ve “mânâ-yı ismî” ifadeleri geçer. Birincisi, bir varlığı Allah’ın eseri, sanatı, hikmet ve rahmetinin tecellisi olarak seyretmek, ona Allah namına bakmaktır. İkincisi ise, aynı eseri yaratıcıyı hiç düşünmeden tetkik etmek, seyretmek, öğrenmektir. Bir ilim adamı bu birinci sahaya geçemeyip sadece ikinci dairede kalmışsa Üstadımızın ifadesiyle, “Binler fünunu bilse de cehl-i mürekkeble bir echeldir.”

Bu hükmün devamında şu açıklama gelir:

“...Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen her şey, nefsindeki renkler ile boyalanır.”(1)

On İkinci Söz'de verilen Kur’an örneği de bu sualin en güzel bir cevabıdır: Kur’anın Allah kelamı olduğunu bilmeden ve düşünmeden sadece ondaki harflerin özellikleri üzerinde duran ecnebi feylesof ile harflerin nakışlarına ikinci derecede nazar edip o Allah kelamındaki hükümleri açıklayan Müslüman âlimin mukayesesi, bugün için de aynen geçerlidir. Kâinat kitabını Allah’ın eseri olarak bilmeyen ilim adamlarının, ondaki incelikleri keşfetmeleri kendilerine manen fazla bir şey kazandırmaz. Dünyadaki çalışmalarının karşılığını yine dünyada alırlar, o kadar.

İman etmedikçe, kendilerini ve bu âlemi Allah’ın eseri olarak bilmedikçe fen sahasındaki bilgileri onların cennete gitmeleri için asla kâfi gelmez. Çünkü cennet imanın meyvesidir. İman etmeyen bir kişinin o inanmadığı cennete götürülmesi düşünülemez.

“İman bir manevî tuba-ı cennet çekirdeği taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u cehennem tohumu saklıyor.”(2) 

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.
(2) bk. age., İkinci Söz.



21. "Temsilde kusur yoktur; şu ahval, taklit ve temsil için teşkil ve tertip edilen ahvale benzer." Ne demektir?

"Madem bu fâni eşya başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî manalar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur. Demek bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka maksat var. Temsilde kusur yoktur; şu ahval, taklit ve temsil için teşkil ve tertip edilen ahvale benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor; ta suretler alınsın, terkip edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki, suretler alınıp terkip edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfz edilsin; ta, bir mecma-ı ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i azamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek, hadis-i şerifte, 'Dünya ahiret mezraasıdır.' diye, bu hakikatı ifade ediyor." (Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat)

Dünyada olan ve meydana gelen bütün hâller ve oluşumlar, ebedi hayata malzeme hükmüne geçiyor. Burada alınan geçici manzaralar, ebedi ve sermedi manzaralara sermaye hükmüne geçiyor. Buradaki olaylar ahirette insanlara sinema şeridi hükmüne geçecek ve seyrettirilecek. Özellikle bizimle ve sevdiklerimizle ilgili bütün manzaralar ahirette bizi memnun eden ve sevindiren birer manzara olacak, karşılıklı iskemlelerde birbirimize bunları göstererek memnun edileceğiz inşallah. 

Ayrıca temsil ile mesele daha da açıklığa kavuşturuluyor. Çünkü haşir meselesi ince ve çetin bir konu olduğu için herkes aklı ile bu ince manaları ölçüp tartamıyor. Bu sebeple temsil ve örneklendirmeler ile bu mesele tekit ve teyit ediliyor. 

Taklit ve temsil ifade ve değerlendirmelerinde geçen dünyada yapılan haşir ve neşirlerle ilgili hikâyeler, asıl haşir ve neşrin taklidi ve benzeri olduğuna ima ediyor. Yani bahar mevsimindeki hayat ve mevt içinde yuvarlanmalar ve toplanıp dağılmalar, asıl ahiretteki büyük dirilişin provası, taklidi ve temsili oluyorlar. 

Bir baharda yoktan icat edilen canlıların vaziyeti mahşerde ihya edilecek insanların vaziyetlerinin bir taklidi bir temsilidir.



22. Onuncu Hakikat'in sonunda, “mecma-i ekberde muhasebenin görünmesi ve meşher-i azamda gösterilmesi” tabirleri kullanılıyor. Bu ifadeleri nasıl anlamalıyız?

Bütün insanlar mahşer meydanında bütün amellerinden hesaba çekilecekler. Zilzal sûresinde geçen,

“Her kim zerre miskal hayır işlemişse onu görür. Ve her kim zerre miskal şer işlemişse onu görür.” (Zilzal, 99/7 ve 8)

mealindeki ayetlere göre, herkes orada amel defterini görecek ve onda bütün amellerinin eksiksiz yazıldığını müşahede edecektir.

“Meşher-i âzamda gösterilme” ifadesi, öncelikle insanların kendi amellerini en ince teferruatına kadar görmelerini ders vermekle birlikte, bu insanların mahşer meydanını çepeçevre sarmış bulunan melekler âlemine gösterilmeleri manasını da taşımaktadır.



23. "Ecel ve kabir insanı beklediği gibi, cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor." İzah eder misiniz?

Cenneti de cehennemi de anlamlı kılan insandır. Çünkü cennet insanların ebedi mükâfat göreceği cehennem de cezalandırılacağı bir mekândır; her ikisinin inşa edilme gerekçesi de insandır. Bu sebeple cennet ve cehennem, insanların oraya girmeleri ile tamam olacak ve kemalini bulacağı mekânlardır.

Bu sebeple gerek cennet gerekse cehennem hâl dili ile insanı bekliyor, insanı gözlüyor ve insanın gelmelerini dört gözle bekliyor denilebilir. Ecel ve kabir ise cennet ve cehennem yolunda kurulmuş iki kapı ve menzil oluyor. Bu iki kapı ve odadan geçilmeden cennet ve cehenneme geçilemiyor.