Hak, hakikaten var olan, varlığı hiç değişmeden duran, ezelî ve ebedî olarak var olan demektir.
Allah’ın varlığını ve birliğini ispat eden en büyük dört delilden birisi de insan ve mahiyetidir. İnsanın bedeni, ruhu, duygu ve latifeleri incelendiğinde -ki bunların tamamına enfüsi âlem denilmektedir- Allah’ın varlığı ve birliği açıkça görülür. İnsan mahiyet itibarı ile Allah’ın bütün isimlerine mazhardır. Bu aynada her bir isim kendi mana ve hükmü ile parlak bir şekilde tecellî ediyor.
Hakîm ismi ise hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerinde yapan ve her eşyaya sayısız fayda ve hikmetler takan ve her şeyi en ince teferruatına kadar hesaplı ve güzel yapan demektir.
Hakkın zıddı batıldır. İnsana bu kadar ehemmiyet veren Cenab-ı Hakk’ın onu dirilmemek üzere yokluğa mahkum etmesi düşünülemez. Hak ve Hakim isimleri buna müsaade etmezler.Allah’ın bütün sıfatları gibi rububiyeti de mutlaktır. İlâhî sıfatlar hakkında “mutlak” kelimesi, kayıtlanamayan, icraatına engel olunamayan manasına gelir. Allah’ın rububiyeti de mutlaktır. Yani O her şeyi dilediği gibi terbiye eder. Buna engel olabilecek bir başka kudret, bir başka irade düşünülemez.
Fatiha Sûresinde Allah’ın “Rabbü’l-âlemîn” olduğu bildirilir. “Rububiyet-i âmme” ifadesi bu âyeti hatırlatır. Bu terbiyeye karşı en ehemmiyetli abd insandır. Yani, bu terbiyeler evvela insana bakar. Güneşten Aya, meyvelerden sebzelere, atın çevikliğinden, arının bal yapmasına, koyunun sütünden, tavuğun yumurtasına kadar bütün terbiye fiilleri evvela insana bakmaktadır. “En ehemmiyetli” ifadesi bu evleviyeti ders verir.
İnsan bu âlemden ve içindekilerden en mükemmel şekilde nasıl faydalanabilecekse, bütün bu varlıklar ona göre yaratılmışlardır. “Karşı” kelimesi de bu manayı ders verir.
Abd kelimesinin de hususî bir ehemmiyeti vardır. Bu “abd” kelimesi rububiyete ve “Rab” ismine bakar. Bütün âlemlerde hükmeden bu “rububiyet” tecellilerini hayretle ve hamd ile tefekkür edenler “ubudiyet” vazifelerini yerine getirir ve “abd” olurlar. Etmeyenler insanlıklarını kaybeder ve hayvandan daha aşağı düşerler.Bütün âlemlerin Rabbi olan Allah, sayısız mahlûkatı içerisinde insanlarla konuşuyor, onlara emir ve yasaklarını öğretiyor. Rızasına ermeleri için neler yapmaları gerektiğini bildiriyor. İnsan gibi âciz, zayıf bir varlığı Allah’a muhatap olma derecesine çıkarıyor.
Kur’an'ın bu manada en birinci muhatabı insan olduğu gibi, kâinat kitabının da yine en birinci muhatabı insandır. Cenâb-ı Hak kudret kelimeleri olan mahlûkat ile de insanla konuşuyor. Bu şerefe mazhar olan insan, bu hitaplara karşı ibadet, şükür ve tefekkür vazifelerini yapmakla mükellef kılınıyor.Otuz Üçüncü Sözün “İnsan Penceresi”nde şu hârika tespite yer verilir:
“...Nasıl esmâda bir ism-i âzam var, öyle de o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.”(1)
İsm-i âzam bütün İlâhî isimleri içine alır. İnsan da kâinatta tecellî eden bütün isimlere ayna olmakla nakş-ı âzam olmuştur.
İnsan, ism-i âzama mazhar olduğu gibi, her ismin de “ism-i a'zamlık mertebesinin tecellisine mazhar”dır. Yani, her ismin en ileri, en mükemmel tecellisi insanda görülür:
“Muhyî” ismine bakalım, hayat sahipleri içinde insandan mükemmeli yoktur.
“Rezzak” ismine bakalım, canlılar içinde insandan daha çeşitli ve mükemmel rızıklarla beslenen yoktur.
“Kerim” ismine bakalım; İlahî ikramlara insandan daha fazla mazhar olan bir canlı yoktur.
İnsan; mahiyeti ve kabiliyetleri itibariyle en mükemmel varlıktır. Ahsen-i takvim bu mânâyı ders verir. Ahsen-i takvime “İnsan en güzel surette yaratılmıştır.” diye mânâ verilirken şu noktanın unutulmaması gerekir:
Beden ruhun hanesidir. O halde “en güzel, en mükemmel” mânâlarını insanın ruhunda aramak gerekir. Ruh ahsen (en güzel) olduğu için hanesi de en güzel yaratılmıştır. Arıya kovan, tavuğa kümes, sultana saray yapılır.
Ve insan da diğer bütün varlıklar gibi Allah’ın bir kudret mu’cizesidir. Mu’ciz, aciz bırakan demektir. Allah’ın yarattığı bir çiçek de mu’cizedir, bir böcek de, bir yıldız da. Bunlar içinde “en güzel bir mu'cize-i kudret…” insandır.
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.
Bu kâinat rahmetle var edildiği gibi, yine rahmetle insana göre tanzim edilmiş, insan meyvesi verecek şekilde programlanmıştır. Bitkiler ve hayvanlar âleminden sonra yaratılan insan, çevresindeki her şeyin kendisine faydalı olduğunu idrak etmiş, neye baksa ruhunda bir şükür duygusu, bir hayret ifadesi belirmiştir.
Bu rahmetleri, bu ihsanları tartması ve tanıması için kendisine maddî ve manevî cihazlar takılmıştır. Göz ile renkler ve şekiller âlemini tartmış, diliyle tatlar âlemini, kulağıyla sesler dünyasını tanımıştır. Aklıyla eşyanın vazifelerini ve insana olan faydalarını tetkik etmiş, inceden inceye araştırmış ve bulmuştur.
Bütün bu tatmalar ve tanımalar insan kalbinde o rahmet sahibine karşı şükür ve ibadet manalarını canlandırmıştır.
Bir risalede, insan “merkezî bir nakşa” benzetilir. Bir halının ortasındaki nakış, halının her tarafından uzanan iplerle dokunduğu gibi, insan da bütün bir kâinattaki esmâ tecellilerinin merkezi olmuş, bütün elementler onun imdadına koşmuş, bütün âlemler onda temsil edilmişlerdir. Hafızasıyla levh-i mahfuza, hayaliyle misâl âlemine, bedeninde kaynaşan hissiyatıyla kâinatı dolduran melekler âlemine numune olmuştur.
Merkezî nakşın bütün halıya muhtaç olması gibi, insan da bütün bir kâinata muhtaçtır. Bu ihtiyaç onun mahiyetine İlâhî rahmet ve hikmetle konulmuştur. Zira bu ihtiyaç, mahlûkatı insanın hizmetine koşturmuş, onu arza halife yapmıştır.
Fenâ; “fâni olmak, bu dünyada geçici bir süre için kalmak” demektir. İnsan ruhunda ebediyet arzusu vardır ve insan bu hayatın fâni oluşundan elem çekmektedir. Diğer bütün canlıların ölümden haberleri yokken, insanın bundan haberdar olması, onun ebede namzet olduğunun ayrı bir delilidir.
Kabir ile başlayan ebedî hayat için hazırlık yapmanın ilk adımı, ölümü bilmektir. Hayvanların ebedî âlem için çalışmaları söz konusu değildir. Onlar, kendi yaratılışlarına konulan vazifeleri noksansız yapmakla, daima ibadet üzeredirler. Ölümü ve âhireti bilmekle yapacakları fazla bir şey yoktur. Bundan dolayı, onların ölümü bilmeleri kendileri için sadece azap olmaktan öte bir işe yaramaz. Hakîm olan Allah bu yüzden onlara ölümlerini bildirmemiştir.
Eğer ebedî hayat olmazsa, insanın da ölümünü bilmesinin bir manası kalmaz. Her işi, her sözü ve her hali âhiret hesabına -sevap yahut günah- meyveleri veren insanın, ölümünü bilmesi kendisi için büyük bir rahmettir. Allah Resulünün,
اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikredin (çokça hatırlayın).”(1)
hadis-i şerifleri bu noktada çok manalıdır.
Canlılar içinde insan en nazik ve nazlı misafir. Üzerinde seyahat ettiği dünyadan, kanını temizleyen havaya, yolunu gösteren ışığa, hücrelerini değiştiren gıdaya kadar her şey vazifesini yaparken, onu rahatsız etmemeye, sanki âzamî derecede dikkat gösteriyorlar. Ne dünyanın hem kendi etrafında hem de Güneş etrafındaki o haşmetli dönmelerinden rahatsız oluyoruz ne de her saniyede milyonlarca hücremizin değişmesinden haberimiz oluyor.
İnsan, her şeye muhtaç yaratıldığı için her şey ona hizmet ediyor. Diğer hayvanların bir kısmı güç ve kuvvetleriyle, bir kısmı eti ve sütüyle, başkaları balıyla, ipeğiyle onun nazıyla oynuyor, o arzın halifesini memnun etmeye çalışıyorlar...
Arzın halifesi olan bu nazlı misafir, bir yönüyle diğer canlılardan çok daha elemli. Kendisine akıl verildiği için dünün elemini çekiyor, yarının endişesini taşıyor. Sadece kendi derdiyle dertlenmekle kalmıyor, bütün sevdiklerinin hatta bütün bir insanlık âleminin dertlerini yükleniyor. O, sadece bu dünya için yaratılmadığından bu dertlere muhatap olmuş. Zira bütün bunlar onun için ayrı birer terakki vesilesi:
Fakirin imdadına koşmakla sevap kazanıyor, hastaları ziyaret etmekle sevap kazanıyor; sıkıntılı insanların dertlerini paylaşmakla sevap kazanıyor.
O böyle binler çeşit sevaplar kazanırken, diğer canlılar bütün bu dertlerden azade, sakin ve çilesiz bir hayat sürüyorlar. Ama makamlarında da bir yükselme olmuyor.
İnsan istidadının yüksekliğinin en güzel işareti, “yer, gök, dağların yüklenemediği emaneti insanın yüklenmesi”dir. Bu istidat onu Allah’a muhatap ediyor. Bu istidat ona marifet sahasında akıl almaz dereceler kazandırabiliyor. Yine bu istidat onu arzın halifesi yapıyor, kâinat kitabını en iyi okuyan ve ondan en çok faydalanan canlı olmasını temin ediyor. Mesnevî-i Nuriye'de geçen şu cümle, onun istidadındaki genişliğin ayrı bir işareti:
“... öyle bir fiilin mahsulüdür ki istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.”(1)
Her canlının belli vazifesi varken ve bir ömür boyu sadece onunla meşgul olurken, insan ne isterse onu yapabiliyor. Bu kadar çeşitli meslekler, bu kadar farklı ilim dalları, öte yandan bu kadar farklı inançlar, ayrı felsefî görüşler, değişik rezalet çeşitleri hep insan istidadının mahsulleridir. Bir kısmı ebedî saadet meyvelerini, diğerleri ebedî cehennem azaplarını netice veriyor.
İnsan hakkındaki bu birbirinden güzel tespitler yapıldıktan sonra şu neticeye varılıyor:
"Cenâb-ı Hak (insanı, bu sûrette),..., mahiyette yaratsın da onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir dâr-ı ebedîye göndermeyip, hakikat-ı insaniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin.”(2)
Böyle üstün bir mahlûkunu ölümle hiçliğe gömmeye O’nun sonsuz rahmeti de hikmeti de müsaade etmez. Allah’ın bütün sıfatları ve isimleri gibi Hak ismi de haktır, bu batıl yol O’nun hakkaniyetiyle bağdaşmaz.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
(2) bk. Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat.
Emanet; “eminlik”, “birisine koruması için bırakılan şey.” demektir. Emanetle alâkalı âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onlar onu yüklenmeğe yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor.” (Ahzab, 33/72)
Tefsir âlimleri emanet için, “dinî tekliflerin tamamı”, “farzlar”, “İslâm’ın emirleri”, “insana ihsan edilen her nimet”, “arza halife olma kabiliyeti.” gibi manalar vermişler.
Bediüzzaman Hazretleri, Otuzuncu Söz olan “Ene” bahsinde bunların tamamını “müteaddit vücuh” (çeşitli yönler, farklı cihetler) olarak kabul ettiğini ifade etmekle birlikte, bu “müteaddit vücuhundan” birisinin de “ene” olduğunu ifade ediyor.
“Ene” denilince, insan mahiyeti, ona takılan çok geniş ve yüksek kabiliyetler akla gelir. Konunun şu ayet-i kerimeyle de yakın alâkası vardır:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 51/56)
Âyet-i kerimede geçen “ibadet” kelimesine bazı âlimlerimiz “marifet” manasını vermişler, Bediüzzaman Hazretleri de bu manaya iştirak etmiştir.
İnsanın yaratılış gayesi ibadet ve marifet olduğu için, kalp âlemi, ruh dünyası da buna göre şekillendirilmiştir. Yani, insan, Allah’ın kudretini tanıması için kudret sıfatına sahip olmuş, irade sıfatını bilsin diye iradeye kavuşmuş, O’nun ilim, görme, işitme gibi sıfatlarını tanıması için kendisinde bu sıfatlar yaratılmıştır. Ve insan bu sıfatlara sahip olduğunu bilmektedir.
Güneş de gezegenlerini çevirir ama ben kuvvetimle bu işi yapıyorum deme durumunda değildir. Böyle olunca Allah’ın kudret sıfatını bilme noktasında insan o küçücük kudretiyle Güneşi gerilerde bırakır. Zira, “Ben nasıl şu taşı kudretimle kaldırıyorsam, Cenab-ı Hak da semayı öyle direksiz durduruyor; sayısız yıldızları sevk ve idare ediyor.” diyebilmektedir.
Keza, insanın his dünyasında da İlâhî marifete açılan nice kapılar vardır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İnsan Penceresinin son kısmında şöyle buyurur:
“Hayatta hissiyat sûretinde kaynayan memzuç nakışlar; pekçok esmâ ve şuunat-ı zâtiyeye işaret eder. Gayet parlak bir sûrette Hayy-ı Kayyum'un şuunat-ı zâtiyesine âyinedarlık eder.”(1)
İşte, insanın sıfatlarından his dünyasına kadar her şeyi, onun Allah’ı tanıması için bir delildir, marifet nuruna açılan bir penceredir. Ve “emanet”, insanın böyle bir fıtratla dünyaya gönderilmesidir. Bu mânâ yazımıza konu olan parçada çok açık bir şekilde ortaya konmuştur.
Enenin ve yüklendiği emanetin iyi anlaşılması ve doğru değerlendirilmesi konusunda şu parça şifre vazifesi yapabilir:
“Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz'î ölçüleriyle, san'atçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip;..”(2)
Buna göre, emanet-i kübra, insanın kendi mahiyetine takılan “küçücük cüz'î ölçüleriyle, san'atçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilmesidir.”
Bu mânânın geniş açıklaması Ene bahsinde yapılmıştır. Hülâsa olarak arz edeyim:
- İnsan bir eser yapmak istediğinde, önce iç âleminde bir arzu, bir meyil uyanır (şe’n).
- Sonra, onu yapmaya karar verir (irade sıfatı).
- Bu kararla birlikte ortaya koyacağı eserin en ince teferruatına kadar planlamasını yapar (kader).
- Bu planlamayı ilim ve hikmetle gerçekleştirir (ilim sıfatı)
- Daha sonra o işi yapmaya başlar (kudret).
İşte insan kendisine verilen bu kabiliyeti yerinde kullanarak şöyle düşünür:
Cenâb-ı Hak bu âlemi yaratmak istedi. "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlûkatı yarattım."(3).
Ezelden ebede, yaratacağı bütün mahlûkları bütün halleriyle, sıfatlarıyla, husûsiyetleriyle takdir etti. Ve bu âlemi yaratmayı irade buyurdu. Sıfatlarını ve isimlerini tecellî ettirmekle de bu kâinatı yarattı.
İşte insan böyle düşünmekle ve bu mukayeseyi yapmakla emaneti yerine getirmiş, istidadını yerinde kullanmış olur. Böyle yapmayıp, kendisine verilen o mükemmel sermayeyi, Rabbini hiç düşünmeden sadece dünya için, heva ve heves yolunda harcasa, hatta bu uğurda nice haramlara girse o zaman çok zalim ve çok cahil olur.
Âyette geçen zalimliği Altıncı Söz'deki şu ifade güzelce açıklar:
“En kıymetdâr aletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.”
Böyle yapmak aynı zamanda büyük bir cehalettir de.
Emaneti göklerin, yerin ve dağların niçin yüklenmediklerini, “insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip” ifadesi güzelce açıklar. Demek oluyor ki, insan emanet yükünü yüklenecek bir istidada, bir kabiliyete sahip olduğu için bu yükü yüklenmiştir. Bu istidat yerde, göklerde, dağlarda olmadığı için söz konusu yükü yüklenememişlerdir.
Âyet-i kerimeden alacağımız en büyük ders, bize ihsan edilen “istidadın”, yerden, göklerden ve dağlardan daha ileri, daha büyük, daha yüksek olduğudur. Bunun şükrünü yerine getirmeli ve istidadımızı marifette kullanmaya çalışmalıyız. Fâni dünyanın geçici ve küçük işlerinde boğulmamalıyız.
Yerin, göklerin ve dağların bu yükü yüklenmemeleri ise bir itiraz, bir kabulsüzlük olarak değerlendirilemez. Onlar Allah’ın itaatkâr mahlûklarıdırlar. Emri yerine getirmeme gibi bir iradeleri de söz konusu değildir. Bu mânâya işaret olmak üzere âyet-i kerimede emanetin bu varlıklara “arz” edildiği kaydedilir. Arz etmekte “Siz bu işi yapabilir misiniz, buna gücünüz yeter mi?” diye bir sual vardır. Bu teklifin mahiyetini bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki, bu varlıklar bu yükü kaldıracak istidada sahip değildirler, onun için emaneti insan yüklenmiş ve bu muhteşem mahlûklar da o insanın emrine, hizmetine verilmişlerdir.
Kur’an'da ve hadislerde Allah’ın cansız varlıklarla konuşmaları geçmektedir. Nuh tufanında arza, semaya verilen emirler, İbrahîm aleyhisselamı yakmaması için ateşe verilen emir bunun en açık misalleridir. Bir hadis-i şerifte de Cenâb-ı Hakk’ın dünyaya şöyle hitap ettiği haber verilir:
“Ey dünya bana hizmet edene sen de hizmet et. Sana hizmet edeni de istihdam et (hizmetinde çalıştır).”(4)
Bu konuda “Risale-i Nur'dan Kelimeler Cümleler” kitabında geçen şu misali aynen vererek konuyu tamamlayalım.
“Emanetle ilgili âyet-i kerimede emanetin göklere, yere ve dağlara 'teklif' değil, 'arz' edildiğinden bahsedilir. Teklif edilseydi reddetmeleri düşünülemezdi. Arz etmekte bir başka mânâ vardır. Hani bir padişah, huzuruna çağırdığı bir memuruna 'Sen kâtiplik yapabilir misin?' diyebilir. O memur, padişahından özür dileyerek, 'Maalesef benim okuma yazmam yok; olsaydı emrinizi bin can ile yerine getirirdim.' der. Bu söz, 'Bana bir su getir.' demeye benzemez. Suyu her memur getirir, ama kâtipliği herkes yapamaz.”(5)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.
(2) bk. age., Onuncu Söz, On Birinci Hakikat.
(3) bk. Hadis-i kudsi, Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132.
(4) bk. Ebu Nuaym, el-Hilye, 3/194.
(5) bk. EMANET.
Tanzimat memuru, “nizama koymakla vazifeli memur” demektir. İnsan bir yönüyle de “bir nevi tanzimat memurudur.”
Cenâb-ı Hak, ormanlardaki sayısız ağacı kendi iradesiyle en güzel şekilde yetiştirdiği gibi, şehirlerdeki bağ ve bahçelerin tanzimini de insana bırakmıştır. İnsan bu tanzimi yapmakla, kâinattaki mükemmel nizama ayak uydurur ve bu nizamı kuran Allah’ın tanzimle alâkalı “Nâzım” ve “Mukaddir” gibi isimlerine de ayna olur.
Keza, milyonları aşkın hayvan türünü rahmetiyle, hikmetiyle tanzim eden, onların rızıklarını en güzel şekilde veren Allah, insanlara faydası dokunacak birkaç tür hayvanın (koyun, keçi, inek, öküz, at, tavuk, arı gibi) idaresini de insana bırakmıştır. İnsan, bazı hayvanlarla da bir zevk, bir eğlence olarak ilgilenir. Bunun en güzel misali evimizde beslediğimiz birkaç kuş ile birkaç balık… Onların beslenmeleri ve idareleri için ne kadar tedbirlere başvurur, ne kadar zahmet çekeriz.
İnsan, bu birkaç tür hayvanın ihtiyaçlarını bir derece gidermekle, bütün hayvanlar âlemini tanzim eden İlâhî isimlere, dar bir dairede de olsa, mazhar olmakla şereflenir.
Yeryüzü tarlasında hangi mahsulün, hangi beldede, ne kadar ekilmesi ve yetiştirilmesi gerektiği konusunda insan, arzın halifesi olarak, yetkili kılınmıştır. Bir sene buğday ektiği tarlasını ertesi yıl bir başka bitkiye tahsis edebilmektedir.
İnsan, dilediği bölgeleri ağaçlandırarak orman haline getirebilmekte, dilediği ormanları da ortadan kaldırıp arsa yapmakta, üzerine binalar dikmektedir.
İnsandan başka hiçbir canlıya yeryüzünde bu derece tasarruf etme yetkisi verilmemiştir.
Bu ve benzeri birçok konuda, insan kendi cüz’î iradesini kullanabilmekte, arzı bir bakıma tanzim etmektedir.
“Tanzimat memuru olmayı” mecazî olarak da düşünebiliriz. Buna göre, Cenâb-ı Hakk’ın bu kâinattaki her şeyi insana göre tanzim etmiş olduğu hakikatine varırız. Dünyanın süratinden, eğiminden, atmosferin kalınlığına, Güneş'in ışığına kadar her şey insanın ihtiyaçlarını en mükemmel manada görecek şekilde yaratılmış, tanzim edilmişlerdir...Ormandan ağaç keserek ev yapan bir çiftçi, ağacın tesbihatına son vermiş demektir. Aynı şekilde, bir koyunu kesip yiyen kişi de onun tesbihatına müdahale etmiş olur. Veya bir çiftlikte küçük baş hayvancılık yapan kişi, orada o tarz hayvanların lisan-ı hâl ile yaptıkları tesbihatı ve ibadeti -âdeta- takdir etmiştir. Bir zaman sonra aynı çiftlikte kanatlı hayvanların üretimine karar verdiğinde, o hayvanların tesbihat ve esma-i İlahiye noktasında yaptığı ayinedarlığa karışmış olur. Böyle bir yetki sadece insana verilmiştir. Bu durum hem şereftir hem de mesuliyettir.
Şu var ki, bu müdahale insan için geniş bir selahiyet ve büyük bir şeref olmakla birlikte, hesapsız kalacak da değildir.
İnsan bir gecekonduyu sökerse, onun yerine mükemmel bir apartman oturtacak demektir. Apartmanı söküp gecekondu yapmak yahut hiçbir şey yapmayıp faydasız arsa haline getirmek akıl kârı değildir.
Mahlûkatın tesbihlerine müdahale eden insan, kendisi bu tesbihi onlardan çok daha ileri derecede yapma istidadında olduğu için, bu yetkiye sahip kılınmıştır. Koyunu kesip yiyen insan, koyunun yapamadığı çok ileri seviyede bir tesbih yapacaktır ki, bu müdahale hikmetsiz olmasın. Ve kendisinden bunun hesabı sorulmasın.İnsanın, “kainatın misal-i musağğarı” yani küçük bir misali olduğu konusuna önceki sorularda değinilmişti. Nur Külliyatında bu konuda verilen bütün bilgiler bu sorunun ilk kısmının cevabı olur.
“İcraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil” göstermeye sadece iki misal vermekle yetinelim:
İnsan bir fabrika kuracağı zaman ondan alacağı neticeyi öncelikle düşünür ve fabrikanın her şeyini ona göre planlar ve yapar. Allah da bu kainat fabrikasını insanı netice verecek şekilde her şeyiyle en mükemmel şekilde takdir etmiş ve yaratmıştır.
İnsan da evinin yıpranan eşyalarını değiştirir, yerine yenilerini koyar. Cenab-ı Hak da insan ruhunun hanesi olan bedeni her an tazelendirir. Doktorlarımız insan bedeninde bir saniyede elli milyon hücrenin öldüğünü ve aynı anda yerlerine yenilerinin yaratıldığını söylüyorlar.
İnsan “rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân” etmektedir.
Rububiyet terbiye edici olma demektir. Terbiye de kısaca şöyle tarif edilir: Bir şeyi ilk noktasından son kemal noktasına kademeli olarak getirmek; çekirdeğin bir terbiyeden geçerek ağaç olması, bir kuş yumurtasının terbiye neticesinde uçan bir kuş haline gelmesi gibi.
Fatiha Suresinde Allah’ın bütün alemlerin Rabbi olduğu ders verilir. Ve insan bu terbiyeleri tefekkür etme istidanına sahip kılınmış en müstesna mahluktur.
İlâhî terbiyeyi fiilen ve kalen ilan etmeyi özetle şöyle anlayabiliriz:
İnsan, kendindeki terbiye fiillerinin Rab isminin tecellileriyle olduğunu bilir ve bunu ilan eder. Mesela, “görme” insanın bir fiilidir ve insan bu fiiliyle Allah’ın bütün gözlerin yegane Rabbi olduğunu fiilen ilan eder. Sonra, bütün mahlukatta icra edilen, yaratma, hayatlandırma, rızık verme, tasvir etme, tezyin etme gibi nice İlahi fiillerle kendini gösterin terbiyeleri hem hayret ve istihsan ile tefekkür eder, hem de başkalarına ilan eder.
Hilafet, birisini temsil etmek, onun yetkilerini kullanmak demektir. Âyet-i kerimede, yeryüzünde her ne varsa hepsinin insan için yaratıldığı beyan edilmektedir. İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğuna göre, bu nimetlerde Allah’ın rızasına uygun olarak tasarruf etmek durumundadır. Hz. Âdem (as) bir peygamber olarak bu manayı yaşamış ve yeryüzünün hakkıyla halifesi olmuştur. Ancak, hilafet ona mahsus değildir, bütün insan nevine şamildir. Şu var ki, Allah’ın mülkünde O’nun rızası hilafına icraat yapanlar halife değil, emanete hıyanet eden âsi birer kuldurlar.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)
mealindeki âyet-i kerimenin de bildirdiği gibi, iman, ibadet ve marifet vazifesini yapan kişiler, yaratılış gayelerine uygun bir ömür sürmüş olurlar. Aksini yapanlar, yaratılış gayelerine ters düşerler; hilafet de bu cümledendir. Böyle kimseler hilafete de aykırı hareket etmiş olmakla bu şereften mahrum kalırlar.
Bilim adamlarımız yeryüzünde üç milyonu çok aşkın bitki ve hayvan türü olduğunu ifade ediyorlar. Bu rakam yeni araştırmalarla her geçen gün artıyor.
Bütün bu varlıkların kendilerine mahsus tesbihlerini temsil eden melekler zaten var idi. Ancak, bu bitki ve hayvanlara kumandanlık yapacak, onları sevk ve idare edecek, onlar üzerinde Allah namına tasarrufta bulunacak bir varlık henüz ortada yoktu. Melekler; hamd, tesbih ve takdis vazifelerini hakkıyla yerine getiriyorlardı, ancak bu onların arza halife olmaları ve yeryüzündeki canlılarda tasarrufta bulunmaları için yeterli değildi. Mahlûkatın tesbihlerini temsil etmek başka, bu varlıklar üzerinde icraatta bulunmak daha başka idi. Bunu melekler yapamazlardı. İnsandan önce yaratılan canlılar içinde de bu vazifeyi yapacak bir varlık yoktu. İşte Cenâb-ı Hak bu varlığı yaratmayı irade buyurmuş ve bunu meleklerine de bildirmişti.
Bu hâdise Kur’an-ı Kerim'de şöyle haber verilir:
"Hani Rabbin, meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' demişti. Melekler 'Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni hamd ile tesbih ediyor, takdis ediyoruz.' dediler. Allah meleklere 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.' dedi." (Bakara, 2/30)
Hilafetin meleklere değil de insana verilmesinin birçok hikmeti vardır. Bunlardan birkaçını takdim edelim:
- Her melek vazifeli olduğu sahada iş görür. Müekkel olduğu varlığın yahut varlıkların tesbihatını temsil eder. İnsan öyle değil. İbadet ve tesbihin bütün çeşitlerini yapabildiği gibi, bütün varlık âlemini de tefekkür edebiliyor.
- Ve insan bütün esmâya mazhar. Bu yönüyle de melekleri geride bırakıyor. Cebrail (as) ile Azrail’in (as.) mazhar oldukları isimler farklıdır, vazifeleri de farklıdır. Ama insan, iman hakikatlerini ve İslam’ın güzelliklerini başkalarına ulaştırmakta Hz. Cebrail’in (a.s) sahasına bir derece girdiği gibi, nice canlara kıymakla da Azrail’in (as) vazifesini taklit edebiliyor.
- Kâinatın meyvesi olan insan bütün bir âleme muhtaç olmakla, onlarda tecellî eden isimlere de muhtaç olmuş oluyor. Rızka muhtaç olduğundan onda Rezzak ismi tecellî ettiği gibi, şifaya muhtaç olmasıyla da Şâfi ismine ayna oluyor. Melekler ne yerler ve içerler ne de hastalanırlar. Dolayısıyla, onlarda ne “Rezzak” ismi tecellî eder ne de “Şâfi” ismi.
Ayrıca insana cüz’î irade verildiği için de meleklerden üstün olmuştur. Meleklerin iradeleri sadece hayra çalışır; şerri irade edemezler. Şerri irade etmek kötü bir sıfat ise de iradenin hem hayrı hem de şerri dileme yetkisine sahip olması, bu sıfat yönünden, insanı meleklerden daha üstün kılar.
Öte yandan, şerri irade etme imkânına sahip olduğu halde hayır işlemek, meleklerin hayırlı işler görmelerinden daha önemlidir. Zira melekler bir mâni olmaksızın ve severek ibadet ettikleri halde, insanoğlu, nefis ve şeytana ve şeytan vazifesi yapan nice cereyanlara ve onlara kapılan nice kötü insanlara rağmen ibadet etmekle meleklerden üstün olur.
İşin bu mantıkî ve bir bakıma nazarî ciheti bir tarafa, mazideki tatbikatlar ve vakıalar da insanın mahiyet olarak meleklerden çok daha ileri olduğunu açıkça göstermektedir. Meleklerin gıpta ettikleri bütün peygamberler, bütün sahabeler, Allah’ın bütün veli kulları bu davanın canlı şahitleri olmuşlardır.Maaş, burada insanın maddî ve manevî azalarının lezzet alıp mutlu olmasıdır. Mesela, dildeki tat alma duyusunun maaşı lezzetlerdir, burnun maaşı güzel kokulardır, gözün maaşı güzel manzaralardır.
Yalnız insanın latife ve duygularına bir sınır konulmadığı için, dünyanın cüzi lezzet ve mutlulukları ile tatmin olmuyor. Yani dünyanın maaşı insanın sahip olduğu maddî ve manevî cihazları tatmin edip doyuramıyor.
Dünya maaşının yani nimetlerinin insan karşısında kısa ve kifayetsiz kalması, insanın bu dünyaya değil, beka âlemine göre yaratıldığını gösteriyor. Yani bu durum dâr-ı bekanın, ebedî bir hayatın varlığına işaret ediyor.
Bediüzzaman Hazretleri ruhun “basit” olduğunu, yani terkip olmadığını ifade eder. Buna göre, akıl, kalp, vicdan ve hissiyatın ruhla alâkaları, organların bedenle münasebeti gibi değildir. Beden, organların bir araya gelmesiyle teşekkül eder, ama ruh bu sayılanların birleşmesinden meydana gelmiş değildir. Ruh bir tek şeydir; ama yaptığı vazifeler muhteliftir. Bu vazifelere göre farklı isimler alır.
“İşaratü’l-İ’caz”’da şöyle tarif edilir:
“Kalbden maksat, ... bir latîfe-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i efkârı dimağdır.”(1)
Sualde geçen, “insanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazât,” ifadesini açıklarken “şu hisler kalbe aittir, şu duygular akla aittir, şunlar istidat manasındadır” gibi kesin sınırlar çizmek zordur. Meselâ, sevgi bir histir. Bu yönüyle vicdanla ilgisi vardır, ama sevmenin, korkmanın, inanmanın kalple alâkalı icraatları olduğu düşünüldüğünde bunları kalpten ayrı düşünemeyiz.
Yukarıdaki tarifte “hissiyatın mazharının vicdan" olduğu ifade edilmiş, sualde ise “akıl defterindeki havas” ibaresi geçmiştir. İnsan, kendi his dünyasını vicdanen, yaşayarak bilmektedir. Diğer taraftan insan, bunların varlıklarını aklı ile de idrak eder. Bu ikinci yönü itibariyle hisler akıl defterine kayıtlıdır. Birinci yönlerinde, yani mahiyetlerinin bilinmesinde ise vicdana iş düşer.
“İstidadındaki cihazât” ifadesi ise ilim, kudret, irade gibi sıfatlardan, inanmaya, anlamaya, sevmeye kadar insan ruhunun bütün fonksiyonlarını içine alır. Bunları akıl ve kalpten ayrı düşünemeyiz.
Arz ettiğimiz gibi, kalp, akıl, ruh, vicdan hep aynı şeydir, ancak yapılan işlere göre farklı isim alırlar. Bir insanın dört ayrı mesleği olsa, her birisi için ayrı bir isimle anılır, ama o yine bir tek kişidir. Ruha verilen farklı isimler de bunun gibidir.
Şu var ki, ruh “bu âlemi göz penceresinden seyrettiği” gibi, düşünme fiilinde de beyni kullanmaktadır. Nasıl, gözümüze bir arıza geldiğinde görmemizde aksama oluyorsa, beyindeki bir merkezde rahatsızlık olduğunda da o merkezle alâkalı icraatta aksaklık olur. Ama bu hâl, düşünenin beyin olduğu manasına gelmez.
Kalbin kendisi bir latife-i Rabbaniye olduğu halde, “kalb cüzdanındaki letaif” ifadesine göre onda nice latifeler vardır.
Latife (çoğulu letâif) “cismanî olmayan, ruha ait” gibi manalara gelir. Buna göre kalb, ruh, vicdan, akıl, hafıza, hayal, beş duyu, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye de birer latifedirler.
Nasıl, “organ” kelimesi “el, ayak, mide, ciğer” gibi bütün maddî cihazlarımızın müşterek ismi ise, latife (letâif) de öyledir. O da bütün manevî cihazlarımızın müşterek ismidir.
(1) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi 7. Ayet Tefsiri.
Kalpteki aşk-ı beka, bu dünyaya sığmıyor. Kalp ebedî yaşamak arzu ettiği halde, dünya geçici ve fanidir. Ya da kalbin o kadar çok emel ve arzuları vardır ki, bu dünyada binden birisine ulaşamıyor.
Ruh, latif ve nuranî bir varlıktır, dünyevî ve cismanî kayıtlardan sıkılır ve bunalır. Ama ceset kafesinde, kayıtlar içindedir. Demek ruhun mahiyeti de bu maddî dünyaya sığmıyor, daha nuranî ve latif olan bir âlemi talep ediyor.
Akıl tam kapasitesini bu dünyada kullanamıyor. İnsanın aklî melekesini kayıtlayan ve hakikatleri görmesini engelleyen o kadar çok sebepler var ki, akıl bu kayıt ve engellerden dolayı bazen en zâhir bir hakikati bile göremeyebiliyor. Akıl da ancak âhiret âleminde tam hürriyetine kavuşacaktır.
Kur’an’ın yüzlerce âyetinde insanın cennette de cehennemde de ebedî yaşayacağı ifade ediliyor. Hâl böyle iken, "Nasıl olsa, yok olup azaptan kurtulacaksın, bu dünyada dilediğin gibi yaşa." düşüncesi, nefis ve şeytanın bir vehmi ve aldatmacasından başka bir şey değildir.
Ezelî ve ebedî, vacibü'l-vücud olan Allah mutlak yokluk mefhumuna müsaade etmez. Ölenler yokluğa gitmeyip, Üstad'ın ifadesiyle daire-i kudretten daire-i ilme geçerler ve Allah’ın ilminde varlıklarını sürdürürler. Ruh, zaten Allah’ın ibkasıyla bakidir ve haşir hadisesiyle ahiret alemine layık yeni bir bedene kavuşacaktır.
Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:
"Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var."
"Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye, bazı ehl-i tahkik 'a'yân-ı sâbite' tabir etmişler. Öyleyse, fenâya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer."(1)
(1) Mektubat, On Beşinci Mektup.
Üstadımız bu On Birinci Hakikatta, insana verilen kıymetten bahsetmiş ve bu cihetle ahirete bir pencere açmıştır. Bu hakikatin özü şöyledir:
Hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak, insana bu kadar kıymet versin, onu sevsin, kendisini ona sevdirsin ve her vakit ona kıymet verip sevdiğini nimetleriyle hissettirsin ve daha sonra onu yokluğa mahkûm edip bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay olan cenneti onun için yaratmasın, ebedî saadete onu mazhar etmesin? Hayır, asla olmaz!
Bu hakikatta şu konular üzerinde durulmaktadır:
1. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın şu kâinat içindeki umumi rububiyetinin merkezidir. Bütün eşya insanın istifadesine verilmiş, âdeta şu âlem insan için yaratılmış ve onun istifadesine imkân verecek şekilde terbiye edilmiştir. Bitkilerden hayvanlara, güneşlerden aylara kadar her bir mahluk insanın bir hizmetçisidir ve ona hizmet edecek şekilde yaratılmıştır. İşte bu durum ispat der ki, insan, bu âlemin sahibinin en kıymetli misafiridir.
2. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın hitabına mütefekkir bir muhataptır. Yani Allah Teâlâ bu âlemde sadece insan ile konuşmuş ve semavi kitaplarıyla insanı kendisine bir muhatap kabul etmiştir. İşte bu durum - insanın ilahî kelama mazhariyeti- ispat der ki insan, bu âlemin sahibinin en has mahlukudur.
3. İnsan, Allah Teâlâ’nın isimlerine en geniş bir aynadır. Neredeyse kâinatın tamamında tecelli eden isimler, tek bir insanda tecelli etmekte ve insan âdeta bu tecelliye mazhariyeti ile koca bir âlem olmaktadır. Evet, insan, Allah Teâlâ’nın hem ekser isimlerine hem İsm-i Azam’ına hem de her bir ismin en yüksek tecellisine mazhardır. İşte bu durum da ispat eder ki insanın, bu âlemin sahibi katında başka bir kıymeti vardır.
4. İnsan, Allah Teâlâ’nın bir mucize-i kudretidir. Bir damla sudan yaratılmış ve hadsiz maddi ve manevi cihaz ve duygularla donatılmıştır. Sadece insana verilen aklı terazinin bir kefesine, başka bir mahluka verilen bütün cihazları da terazinin diğer kefesine koysak, akıl tek başına ağır basacaktır. Şimdi bu akla, insana verilen diğer duygu ve cihazları ekleyin ve insanın ne kadar kıymetli bir mahluk olduğunu gözünüzle görün!
5. İnsan, rahmet hazinelerinin bir müfettişidir. Cenab-ı Hak insanı, hazinelerinin bir müfettişi suretinde yaratmış ve rahmet hazinelerini tartması ve tanıması için en ziyade cihaz ve aletlerle onu donatmıştır. Dilden göze, kulaktan akla, burundan ele kadar her şey âdeta bir anahtar olmakta ve rahmet hazinelerinin nimetlerini tartmaktadır. İşte bu durum da ispat eder ki insan, bu âlemin sahibinin nazlı bir misafiridir.
6. İnsan, bu dünyada Allah’ın halifesi, emanetinin taşıyıcısı, mahlukatının reisi, esma-i İlahiyenin tecellililerinin bir seyircisi ve bu âlemde Cenab-ı Hakk’ın en nazenin bir kuludur.
7. İnsan, nihayetsiz nimetlere muhtaç, ölüm ve fenadan en ziyade müteellim, bekaya ve ebedî saadete en ziyada müştak, hayvanat içinde en nazik, en nazdar, en fakir ve en muhtaç, dünya hayatı cihetiyle de en müteellim ve en bedbaht olduğu hâlde, kabiliyet ve istidatça mahlukatın en ulvisi ve en yükseğidir.
Bu âlemin sahibinin insana verdiği kıymet saymak ile bitmez. Zaten her kim kendi vücudunu tefekkür etse, kendisine verilen kıymeti görecek ve bu misafirhanenin en has misafiri olduğunu tasdik edecektir.
Şimdi, acaba hiç mümkün müdür ki, bu âlemin Rabbi olan zat, insana bu kadar kıymet versin de daha sonra onu diriltmemek üzere öldürsün ve yokluğa mahkûm etsin ve ona olan muhabbet ve kıymetini hiçe indirsin, kendi hakkaniyetine taban tabana zıt ve hakikat nazarında gayet çirkin bir haksızlık etsin? Elbette mümkün değildir!..