Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Hatime Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:06    Güncellendi: 21.02.2025 22:06

Hatime Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Nuraniyet sırrı, şeffafiyet sırrı, muvazene sırrı, intizam ve imtisal sırlarını açıklar mısınız?

Allah'ın kudreti karşısında az-çok, büyük-küçük, ağır-hafif, uzun-kısa gibi şeylerin hepsi eşittir. Onun kudretine nisbeten her şey müsavidir. Üstadımız bu derin meseleyi akla yaklaştırmak için altı tane temsil zikrediyor.

"Birinci Temsil: Şeffafiyet sırrını gösterir."   

Temsilin tamamı şu şekildedir:

Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin her bir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, her bir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer farazâ şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.”(1)

Bilindiği gibi, Allah’ın bir ismi Nur’dur ve bütün esmâsı nuranîdir. Üstad Hazretleri Güneş için Nur isminin kesif bir zılali” ifadesini kullanıyor. İşte bu temsilde, Nur isminin koyu ve katı bir gölgesi hükmünde olan Güneş'in, bütün aynalarda birlikte tecelli etmesi nazara verilerek, İlâhî isimlerin eşyada çok kolay tecelli ettiği, bir tecellinin diğerine mani olmadığı bütün kalplere kabul ettiriliyor.

Güneş bir zerreye verdiği feyzi, bütün zemin yüzüne de aynı kolaylıkla verebilmektedir. Bu harika misâli bütün İlâhî isimler için tatbik edebiliriz. Meselâ, “Rezzâk” ismi bir nurdur, her bir rızık ise o nurdan nasiplenen bir lem’a gibidir. Cenâb-ı Hak bu isminin tecellisiyle, bir sineği, bir böceği rızıklandırdığı gibi, aynı kolaylıkla zemin yüzündeki bütün canlıları ve her bir canlının da bütün hücrelerini rızıklandırmaktadır. Üstadımız "Nuraniyyet sırrı" ile "şeffafiyet sırrı" başka yerlerde genellikle ayrı işlediği halde, burada beraber işlemiştir. Nuraniyet Güneş'in aksindeki kolaylığı, şeffafiyet ise mevcudatın iç yüzlerindeki şeffaflığı ve parlaklığı ifade eder. 

"İkinci Temsil: Mukabele sırrıdır."

"Meselâ: Zîhayat ferdlerden terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki ferdlerin ellerinde de birer âyine farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i aks, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir."

Her iki temsil arkasında büyük benzerlik vardır. Aradaki tek fark, şahısların ellerindeki aynaların muma mukabil tutulmasıdır. Yani birincisinde feyz verme, ikincisinde ise  feyz alma esastır. Her ne kadar, “nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz” ifadesi, Güneş'in feyz vermesiyle aynı gibi görünse de bu temsilin “mukabele sırrı” olmasından hareketle, burada esas olanın feyiz alma olduğu anlaşılıyor. Yani bir ayna da binlerce ayna da kendilerini Güneşe mukabil tutsalar, hepsi aynı feyzi birlikte alırlar, yer darlığı olmaz. Güneş de feyzini bunların tamamına aynı kolaylıkla verir.

Bu temsillerin tümünde esas olan, “az ile çoğun, bir ile binin fark etmediği”dir. Bu iki temsilde aynı hakikate iki ayrı yönden baktırılmıştır.

Üstad Hazretleri, dersin sonunda, mahlûkat âleminden verilen bu temsillerin mizanıyla o kudretin tartılamayacağına bilhassa dikkat çekiyor. Kendi ifadesiyle: “Şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib’adı izale için zikredilir.”

"Üçüncü Temsil: Muvazene sırrıdır."

Allah’ın sonsuz kudretiyle, her şeyi son derece kolay yarattığına mahlûkat âleminden farazî bir misâl veriliyor:

Meselâ: Hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azim terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.”

Sarf olunacak aynı kuvvetle, güneş de göğe çıkarılabiliyor, zerre de. İkisi arasında bir kolaylık veya zorluk farkı olmuyor.

Bu misâlin hakikate tatbiki şöyledir:

Muvazene kelimesi “imkân”ın tarifiyle alâkalıdır. İmkân, “iki tarafı müsavi olan, yani yokluğu ile varlığı eşit olan” şeklinde tarif ediliyor. Allah’ın varlığı zâtındandır, olması vaciptir, olmaması muhaldir; ezelîdir ve ebedîdir. Mahlûkatın ise varlıkları mümkindir, varlıkları zâtlarından değildir, yoklukta kalmaları ile varlık sahasına geçmeleri müsavidir. Vacip olan Allah’ın iradesiyle bu mümkinler var edilirler. Yani, İlâhî irade ile varlık kefesi ağır basar ve yokluk ortadan kalkar.

Dünya gibi âhiret de mümkin sınıfına girer; onun da olması ile olmaması müsavidir. Cenâb-ı Hak, âhiretin varlığını irade ettiği için varlığı yokluğuna galip gelmiş ve âhiret yaratılmıştır.

Bir çiçekle bir bahar, bir insanla bütün insanlar, bir atomla bir sistem, bir cevizle bir güneş “mümkin” olmakta eşittirler. Yani hepsi aynı derecede mümkindirler. Hepsi vacip olmaktan aynı derecede uzaktırlar. Vacip olan Allah’ın irade ve kudretinin taallukunda da bu mümkinler arasında hiçbir fark yoktur. Dilediğinde hepsini aynı kolaylıkla varlık sahasına çıkarabilir.

O halde haşirde “Bir insanın yaratılması ile bütün insanların yaratılması arasında hiçbir fark yoktur.”  Bütün insanları bir fert kolaylığında yaratacak ve mahşer meydanına toplayacaktır.

"Dördüncü Temsil: İntizam sırrıdır."

İntizam sırrıyla bir gemi küçük bir oyuncak gibi kolay çevrilebiliyor. Büyük gemiyi çalıştırmak için çok büyük kuvvet sarfetmek gerekmiyor.

Misâlin hakikate tatbikinde şu noktanın ehemmiyetle dikkate alınması gerekir: Kâinattaki nizam ve intizam Cenâb-ı Hakk’ın “Alîm”, “Hakîm” gibi çok esmâsının tecellisiyle ortaya çıkmıştır. Bu hâl, bir kemal tezahürüdür. Yoksa, bu nizamlı yaratılış, mahlukatın sevk ve idaresi noktasında Allah için -hâşâ- bir kolaylık vesilesi değildir.

"Beşinci Temsil: Tecerrüt sırrıdır."

Meselâ: Teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyatına en küçüğünden en büyüğüne tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı zahiriye cihetindeki hususiyetler, müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredenin nazarını tağyir etmez. Meselâ: İğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.”

Bu temsilde de yine İlâhî kudrete nisbeten, az ile çoğun, fert ile cemaatin bir farkı olmayacağına başka bir misal verilmiş oluyor. Şu var ki, bu misâl, doğrudan İlâhî kudret hakkında kullanılamaz.

Zira,“teşahhusattan mücerred bir mahiyet”e kudret taalluk etmez. Mesela, sağ kolumuz da mahluktur, sol kolumuz da. Ama sağ ve sol mahluk değildirler. Meselâ, “balık” kelimesi bir cinsin ismidir, bir mahiyetin unvanıdır; küllî bir mana taşır ve bu mana mahlûk değildir. Ancak bu küllî manayı taşıyan cüz’î fertler, yani bildiğimiz bütün balıklar müşahhastırlar; hariçte vücutları vardır. İşte bir tek balığa da “balık” denir, binlerce ve milyarlarca balığa da yine “balık” denir. Burada bir ile milyarın farkı yoktur.

Üstad Hazretleri Allah’ın sonsuz kudreti için az ile çoğun, fertile cemaatin farkı olmadığına mahiyetler âleminden bir misal vermiş oluyor.

Daha önce de ifade edildiği gibi, bu temsiller hakikatin kabulüne aklı yaklaştırmak içindir, hakikate aynen tatbik edilmeleri yanlış telakkilere yol açabilir.

"Altıncı Temsil: İtaat sırrını gösterir."

“… İşte bütün kâinatın 'Kün' emrine itaatı, bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen 'Kün' emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.”(2)

“Bir kumandan, 'Arş!..' emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.” cümlesi diğer temsillerde olduğu gibi, İlâhî kudretin icraatında az ile çoğun, fert ile nevin, zerre ile güneşin fark etmediğine bir misâl olarak zikredilmiştir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.
(2) bk. age.



2. Hâtimede geçen, şeffafiyet sırrıyla, nuraniyet sırrı bazen iltibas ediliyor. Aralarındaki farkı izah eder misiniz? Nuraniyetle, bizim bildiğimiz ışıkların benzerliği var mıdır?

Bu sırlar şu ayet-i kerimede ders verilen büyük hakikati akla yaklaştırmakta, kalbe kabul ettirmektedir: 

“Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.” (Lokman, 31/28)

Bu sırlarda geçen temsiller, Cenâb-ı Hakk'ın kudretine nisbeten az ile çoğun, büyükle küçüğün, haşirde bütün insanları diriltilmesi ile bir tek nefsin ihyasının fark etmediği hakikatini akla yaklaştırmak için mahlûkat âleminden verilmiş misallerdir. Yani, “Allah’ın bir mahlûku için bile, az ile çok, büyükle küçük fark etmezse, elbette sonsuz ve mutlak olan İlâhî kudret için bir ile bin, fert ile cemaat, küçükle büyük hiç fark etmez.” hakikatini nefse de kabul ettirmek için verilmiş hârika misallerdir. Bunları İlâhî icraatlara aynen tatbik doğru değildir. Nitekim aynı konunun biraz daha genişçe işlendiği Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat'ta bu sırların izahından sonra şu not düşülür:

“Şu altı temsil; hem nâkıs, hem mütenahî, hem zaîf, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse; elbette hem gayr-ı mütenahî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukûlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecellî eden kudret-i ezelîyeye nisbeten şübhesiz herşey müsavidir. Hiçbir şey ona ağır gelmez (Gaflet olunmaya). Şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib'adı izale için zikredilir.”(1)

Cenâb-ı Hakk'ın bir ismi Nur olduğu gibi, bütün isimleri ve sıfatları da nuranîdirler. Maddeden münezzeh olan Allah’ın, sıfatları da maddî olmaktan münezzehtir. Hepsi latiftir, hepsi nuranîdir.

Nuraniyet denilince hemen ışık hatıra gelmemeli. İman da bir nurdur, küfür karanlıklarını ortadan kaldırır. İlim de bir nurdur, o da cehalet zulmetini izale eder.

Güneş, Nur ismine kesif bir aynadır. Bu aynadan bize şu hakikat ders verilir:

Nuranî bir şey için az çok, büyük küçük fark etmez.

Güneş'in bir çiçeği aydınlatmasıyla, bütün çiçekleri aydınlatması nasıl fark etmezse, her ikisini de aynı kolaylıkla aydınlatırsa, Allah için de bir insanın yaratılması ve haşirde yeniden diriltilmesi ile bütün insanların yaratılmaları ve diriltilmeleri arasında hiç fark yoktur.

“Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır.”(2)

“Şeffafiyet sırrı”, Güneş'in tecellî ettiği aynalar için söz konusudur. Küçük bir aynanın güneşin aksini tutmasıyla, deniz kadar bir aynanın tutması arasında fark yoktur. Yani birisi Güneş'in aksini daha rahat, diğeri daha zor tutmaz.

Büyükle küçük arasında fark olmayabileceğine mahlûkat âleminden bir misal de bu şeffafiyet sırrıdır. Bu sırrın açıklamasında, melekûtiyet-i eşyanın şeffafiyetinden söz edilir. Yani eşyanın iç yüzleri şeffaftır, esmânın tecellilerini perdesiz gösterirler. Bir ismin bir küçük mahlûkta tecellisi ile büyük mahlûkta tecellisi arasında zorluk, kolaylık farkı yoktur. Her ikisi de tecelliyi aynı rahatlıkla kabul ederler; güneş ve aynalar misalinde olduğu gibi.

Melekûtiyet, her şeyin iç yüzüne deniliyor. Vücudun görünen dış kısmı mülk, iç organlar melekût olduğu gibi, beden mülk ruh melekût, toprak mülk yer çekimi melekût, ağacın dışı mülk içinde işleyen manevî tezgâh melekût, güneş mülk cazibesi melekût olarak da düşünülebilir.

Diğer taraftan, “Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlâhîyedir.” hükmüne göre eşyanın içyüzü denilince ondaki esmâ tecellileri de anlaşılabilir.

Risale’lerden iki misal:

“Nimetten in’ama geçsen Mün’imi bulursun.”…  “Nakıştan sanata geçsen esmâ yoluyla müsemmayı bulursun.”(3)

Birinci cümlede, nimet mülk, in’am yani o nimetin ihsan edilmesi, ikram edilmesi ise onun melekût cihetidir. Bu cihet perdesiz Cenâb-ı Hakk'a aittir. İn’am ve ihsan manaları sebeplere verilemez; ne ağaç insana ikram etme manasını bilir ne de toprak. Ancak “Mün’im” isminin tecellisiyle o in’amlar yapılır, o nimetler yaratılır.

İkinci misalde bir eserin kendisi mülk, onda işlenen sanat ise melekûttur. Bu cihet de perdesiz Cenâb-ı Hakk'a bakar. Allah’ın Sani (yapan), Halık (yaratan), Muhyi (hayat veren) gibi isimlerinin tecellisiyle o sanat sergilenir ve o eser vücut bulur...

Dipnotlar:

(1) bk. Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksad.
(2) bk. age.
(3) bk. age., On yedinci Söz'ün İkinci Makamı.



3. İmtisal sırrıyla alâkalı misal çok güzel. Ancak, imtisalin kelime manası itibariyle misalle münasebetini tam kuramıyoruz? Muvazene sırrının haşirle ilgisini açıklar mısınız?

İmtisal sırrı, Yirmi Dokuzuncu Söz'de "İtaat" sırrı olarak geçer ve orada da aynı misal verilir:

“Bir kumandan, 'Arş' emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.”

Temsilden hakikate geçiş de yine aynı Söz’de şöyle açıklanır:

“İşte bütün kâinatın 'Kün' emrine itaatı, bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir.”

“Emr-i Künfeyekün”; “Allah’ın yaratmayı dilediği şeye, 'Kün!” yani 'Ol!' diye emretmesi ve böylece onun  varlık sahasına çıkması” demektir.

Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin-i Râzi Hazretleri “ol” emri hakkındaki değişik tevilleri sıralar ve en kuvvetli tevil olarak şunu kaydeder:

“Cenâb-ı Hakk’ın 'Ol!' demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında İlâhî kudretin süratle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlâ'nın eşyayı düşünmeksizin, denemeksizin yarattığını gösterir.”

Yeniden diriltme hâdisesinde, “ol” emri, ruhlara “Cesetlerinizi giyin.” şeklinde verilmiş olacaktır. Ruhlar zaten ölmüş değillerdir. Dirilme dediğimiz hâdise, cesetlerin âhiret âlemine münasip şekilde yeniden yaratılmalarıdır.

Bu dünya hikmet dünyası olduğundan, dünyamız altı devrede yaratıldığı gibi, bir çocuk da ana rahminde dokuz ayda yaratılıyor.

Âhiret ise kudret dünyasıdır, orada her şey anında yaratılacaktır. Cennette ebediyen icra edilecek olan bu kanunun, tabiri caizse, ilk icrası ruhların bir anda ceset libasların giymiş olarak mahşer meydanına çkmaları şeklinde icra edilecektir.  

Not: Yedinci Söz’le ilgili sorulara verilen cevaplarda “Ol! Emri” başlıklı bir okuma parçası sunulmuştur. Geniş bilgi için o parçaya bakılabilir.

Sorunun ikinci şıkkında, muvazene sırrıyla haşir arasındaki ilgi soruluyordu. Muvazene kelimesi “imkân”ın tarifiyle ilgilidir. İmkân, “iki tarafı müsavi olan, yani yokluğu ile varlığı eşit olan” şeklinde tarif ediliyor. Allah’ın varlığı zatındandır, olması vaciptir, olmaması muhaldir; ezelîdir ve ebedîdir. Mahlukatın ise varlıkları mümkindir, varlıkları zatlarından değildir, yoklukta kalmaları ile varlık sahasına geçmeleri müsavidir. Vacip olan Allah’ın iradesiyle bu mümkinler var edilirler. Yani, İlâhî irade ile varlık kefesi ağır basar ve yokluk ortadan kalkar.

Dünya gibi ahiret de mümkin sınıfına girer. Onun da olması ile olmaması müsavidir. Cenâb-ı Hak, ahiretin varlığını irade ettiği için varlığı yokluğuna galip gelmiş ve ahiret yaratılmıştır.

Bir çiçekle bir bahar, bir insanla bütün insanlar, bir atomla bir sistem, bir cevizle bir Güneş “mümkin” olmakta müsavidirler. Yani hepsi aynı derecede mümkindirler. Hepsi vacip olmaktan aynı derecede uzaktırlar. Vacip olan Allah’ın irade ve kudretinin taallukunda da bu mümkinler arasında hiçbir fark yoktur. Dilediğinde hepsini aynı kolaylıkla varlık sahasına çıkarabilir.

O halde haşirde “Bir insanın yaratılması ile bütün insanların yaratılması arasında hiçbir fark yoktur.” Bütün insanları bir fert kolaylığında yaratacak ve mahşer meydanına toplayacaktır.



4. "Cevv-i fezada bir terazi o iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvâta, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa birini Arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir." izah eder misiniz?

Bir meyveyi yaratmakla çok meyve veren bir ağacı yaratmak, Allah’ın kudretine nisbeten kolay ve eşittir. Ağacın meyveye nisbetle yaratılması daha zor veya daha külfetli değildir. Hatta koca kâinatı yaratmakla bir meyveyi yaratmak arasında da fark yoktur. Baharı yaratmakla bir çiçeği yaratmak O’nun sonsuz  kudretinde müsavi ve aynıdır.

Allah’ın kudreti karşısında az çok, büyük küçük, ağır hafif, uzun kısa gibi şeylerin hepsi eşittir. Çok az gibi, büyük küçük gibidir. Bu manayı akla yaklaştırmak için Üstad Hazretleri altı tane temsil zikrediyor.



5. "Cemm-i zıddeyn"in muhal olması ve zâtî olan bir şeyde mertebelerin olmaması hususunu biraz daha açabilir misiniz?

Mahiyetleri farklı iki şeyin mahiyetlerini muhafaza ettikleri aynı anda, zıtlarına değişmeleri mümkün değildir. Mesela, aynı anda vakit ya gecedir ya da gündüzdür. Belirli bir vakit için hem gece hem de gündüzdür denilemez. Aynı şekilde bir şey ya soğuktur ya da sıcaktır, yani o şey hem çok soğuk hem de çok sıcaktır denilemez. 

Aynı şekilde insan bir şeyi ya ister veya istemez, istemekle istememek birlikte bulunmaz. Yani, “Ben bu şeyi hem istiyorum, hem istemiyorum.” denilmez.

Bu kaidenin konumuza tatbikine gelince:

Allah’ın bütün sıfatları gibi kudreti de zâtîdir. Yani kendi zâtındandır, başkası tarafından kendisine verilmiş değildir. "Bir sıfat zâtî olunca onun zıddı ona arız olamaz." kaidesine göre, Allah’ın kudretine acz giremez.

Bizim sıfatlarımız ve mahlukatın özellikleri zâtî değillerdir; kendilerine birer İlâhî ihsandırlar ve sonradan meydana gelmişlerdir. Dolayısıyla bunların zıtları onlara dahil olabiliyor. Meselâ, hayatımız zâtî olmadığı için ölüyoruz, sıhhatimiz zâtî olmadığı için hastalanıyoruz, gençliğimiz zâtî olmadığı için ihtiyarlıyoruz.

Eşyada da bunun bazı örnekleri vardır. Ampulün ışığı zâtından olmadığı için sönebiliyor, ama Güneş'in ışığı, ona göre, bir derece zâtî olduğu, başka bir mahluktan gelmediği için Güneş'te sönme olmuyor. Duvarımızın boyası ile altının rengi de buna örnek olabilir, birincisi zamanla kaybolur, ikincisi ise devam eder, baki kalır.

Allah’ın kudretine acz girmediği için, her şeyi aynı kolaylıkla yaratır. Yani onun kudretinde mertebeler yoktur; bir şey ona göre daha kolay, bir başka şey ise daha zor değildir. Bizim kudretimiz sonradan verildiği için sınırlıdır. Bu kudretin başı ve sonu vardır. Bir kiloyu kaldırdığımızda mevcut gücümüzden bir kiloluk kısım eksilmiş olur, yani o kudrete bir kiloluk acz girer. İki kiloyu kaldırdığımızda iki birim acz, otuz kiloyu kaldırdığımızda otuz birim acz girer. Bunlar insan kudretindeki mertebelerdir ve aczin girmesi nispetinde oluşmuşlardır. Onun içindir ki, beş kiloyu kaldırmakla on kiloyu kaldırmak arasında bizim için bir mertebe farkı vardır; ikinciyi daha zor kaldırırız.

Allah’ın zâtî ve sonsuz kudreti için birle bin, atomla Güneş, çiçekle cennet müsavidir. Hepsini aynı kolaylıkla yaratır. Bu ise o kudrette mertebelerin bulunmaması ile olmaktadır. 



6. Hâtimede zikredilen âyetlerin meallerini öğrenebilir miyiz? Üstadımızın bu ayetleri bilhassa tercih etmesi hakkında fikriniz nedir?

Meallerden de anlaşılacağı gibi, bu âyetlerin hepsi haşir ve âhiretle alâkalıdır. Haşirle alâkalı Onuncu Söz'de, Yirmi Dokuzuncu Söz'de ve sair birtakım risalelerde bu ayetlerden bir kısmı üzerinde durulmuştur.

Ancak, Üstadımızın bu ve benzeri bütün âyetleri birlikte düşündüğünü ve tamamından kalbine ilham edilen manaları misallerle destekleyerek, Kur’an'ın manevî bir tefsiri olan Nur Risaleleriyle bu asrın idrakine sunduğunu söyleyebiliriz.

Hâtimede zikredilen ayetlerin mealleri şöyledir:

“Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” (Lokman, 31/28.) 

“...En yüce sıfatlar Allah’ındır...” (Nahl, 16/60.)

“En üstün delil (hucceti baliğa) yalnızca Allah’ındır...” (En’âm, 6/149.)

"Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir." (Rum, 30/50.)

“Ve kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir.” (Yâsin, 36/78-79.)

”Ey insanlar, Rabbinizden korkun. Kıyâmet gününün zelzelesi, muhakkak ki pek büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her bir emzikli kadın emzirdiğini unutur, her bir hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş görürsün, Hâlbuki onlar sarhoş değillerdir; lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” (Hac, 22/1-2.)

”Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. And olsun ki, sizi kıyâmet gününde mutlaka bir araya  toplayacaktır. Bunda asla şüphe yoktur. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisâ, 4/87.)

”Hiç şüphesiz, iyiler (ihlâs ile kulluk edenler) nimetlerle dolu cennet içindedir. Asiler ise cehennem ateşindedir.” (İnfitar, 82/13-14.)

”Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yer bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan 'Ne oluyor buna?' der. O gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. O gün insanlar amelleri kendilerine gösterilmesi için hesap yerine bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa onu görür. Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onu görür.”  (Zilzâl, 99/1-8.)

"Çarpacak olan felâket! Nedir o çarpacak olan felâket? O çarpacak felâketin ne olduğunu bilir misin? O gün insanlar ateşe çarpıp yere serilmiş pervânelere döner. Dağlar ise atılmış rengârenk yün gibi olur. Mîzanı ağır gelen, hoşnut olacağı bir yaşayış içindedir. Mîzanı hafif gelenin sığınacağı yer de hâviyedir. Hâviyenin ne olduğunu bilir misin? O kızgın bir ateştir." (Karia, 101/1-10.)

"Göklerin ve yerin gizliliklerini bilmek Allah’a mahsustur. Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar yahut ondan da yakındır. Şüphesiz ki Allah’ın kudreti her şeye yeter.” (Nahl, 16/77)



7. Bütün dinlerde haşir akidesinin olduğu biliniyor. Diğer suhuflarda ve kitaplarda meselenin muhtasar ve perdeli olduğu halde Kur'an-ı Kerim’de tafsilatlı ve izahlı olarak nazara verilmesinin hikmetleri hususunda neler söylenebilir?

O dönemlerde izah ve ispatın yapacağı vazifeyi, sanki mu’cizeler üstlenmiş gibidir. Kitap ve suhuf sahibi peygamberler (a.s) insanlara öncelikle imanın altı rüknüne inanmalarını tebliğ etmişler, daha sonra Allah’ın razı olduğu bir kul olabilmenin esaslarını anlatmışlardır. Ancak Üstadımızın çok güzel ifade ettiği gibi:

“...Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur'an gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İbtidaî derslerde izah az olur.”(1)

Bunun için, o eski dönemlerde gönderilen peygamberler, tebliğ ettikleri hakikatleri teferruatiyle izah ve ispat etmek yerine, insanların bu hakikatlere inanmalarını kolaylaştırmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla mucizeler göstermişlerdir. Fakat batıl itikatlarla yahut zulüm ve sefahetle ruhları kararan, kalpleri bozulan insanlar, bu mucizelere bile sihir demiş ve peygamberleri tanımamışlardır.

Fikren bu derece geri kalmış insanlara fazla izah yapmamak da hikmetin muktezasıdır.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Yedinci Mesele.



8. İbn-i Sina gibi hikmet dehasının haşir meselesini aklen idrakten aciz kalmasının sebepleri nelerdir? Bizlerin küçücük akıl ve muhakememizle, İbn-i Sina’nın aciz kaldığı haşir konusunu anlamamızın sebepleri üzerinde durur musunuz?

İbn-i Sina birkaç yönü olan dâhi bir insandır. Gençliğinde medrese tahsilini tamamlar, daha sonra tıp ilminde derinleşmeye başlar ve büyük bir tabip olur. Onun en meşhur yönü ise ileri seviyede bir felsefeci olmasıdır. İbn-i Sina felsefeye fazla daldığı ve insan aklına gereğinden çok fazla ehemmiyet verdiği içindir ki, metafizik konuları da yine aklın mizanına vurmaya kalkışmış; bunlardan birisi olan “diriliş” hâdisesine de yine akıl rehberliğinde bakmıştır.

Eğer, diriliş konusuna haşirle ilgili aklî deliller ortaya koyan âyetlerin ışığında baksaydı ve bu ayetlerin tefsirine yönelseydi, o büyük dehasıyla bu hakikati bulmakta gecikmeyebilirdi. Ancak, aklı esas aldığı, vahyin haberlerini de yine akılla tartmaya kalkıştığı için, bu konu üzerinde derinleşme yolunu tutmamış,  “İman ederiz, ancak akıl bu yolda gidemez.” diyerek kolay yolu tercihetmiş, bu çok ehemmiyetli iman rüknüne lüzumlu kıymeti vermemiştir.

“Maddiyata tevağğul edenin maneviyatta gabileşmesi” hakikati onda da hükmünü icra etmiş ve o felsefe dâhisini, iman ve marifet sahasında, âmi bir mü’minin çok gerilerinde bırakmıştır.

Bizlerin bu konuyu rahatlıkla nasıl anlayabildiğimiz meselesine gelince, bunun sebebini Üstad'ın şu hârika cümlesinde bulabiliriz:

“...Fikrin sönük ise; Kur’anın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine her bir ayet-i Kur’an, birer yıldız misüllü sana ışık verir.”(1)

“Bir fende dâhi olan kimsenin bir başka fende ami ve tufeyli olabileceği” hükmünce, İbn-i Sina; tıp ve felsefe sahalarında dâhi de olsa, iman ve akaid konusunda söz sahibi olamamış, Kur’an'ın güneşi altına giren âmi bir mü’mine yetişememiştir.

“İşte felsefenin şu esasât-ı fasidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dahiler, şa’şaa-i sûriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdî bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(2) bk. age., Otuzuncu Söz, Birinci Maksad.



9. Bütün ulema-i İslam’ın, “Haşir bir mesele-i nakliyedir.” demelerini ve konuyu derinlemesine inceleyememelerini nasıl anlamalıyız?

Bilhassa şunun hatırlanması gerekiyor: İman gayb içindir ve biz gabya iman ederiz. Yüzde yüz bilinen şey için “iman” değil, “ilim” kelimesi kullanılır; iki kere ikinin dört ettiğine “iman ediyorum” denmez.

İman hakikatlerinden birisi de öldükten sonra dirilmeye ve âhirete imandır. Bu konuda insanlara gerekli tebliğler yapılır, ancak kalplerde hidayeti yaratmak Allah’a aittir. Şu var ki, gerek mücedditler, gerek İslâm âlimleri, bu iman hakikatini kendi devirlerinin bilgi ve kültür seviyesine, imandaki yakin derecelerine göre insanlara ders vermişlerdir.

Bu konudaki âyetleri hatırlatmak, âriflerin nasihatlerini, evliyanın keşif ve kerametlerini aktarmak eski devirlerde kâfi gelmiş ve aklî deliller getirme ihtiyacı fazla duyulmamıştır. Bunun içindir ki, “Haşir bir mesele-i nakliyedir (âyet ve hadislerin haberleriyle bilinir), akıl ile ona ulaşılmaz.” denilerek o kapı kapatılmıştır. Böyle yapılmasaydı ve bu konuda aklî izahlara fazlaca girilseydi, felsefe meraklısı küçük bir kesime bir derece faydalı olunsa bile, çoğu insanın akılları karışabilir, zihinleri bulanabilirdi.

Bununla birlikte, şu hususun da göz ardı edilmemesi gerekir:

Âyetlerde haşir konusunda aklî delillere de yer verilmiştir. Şu var ki, âlim ve mürşitlerimiz bu aklî delillerin tefsiri üzerinde fazla durmamışlar, irşatlarını daha çok, “salih amel, takva, güzel ahlak, kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi” üzerinde teksif etmişlerdir.

Bu vesileyle, Kur’an-ı Kerim'de haşir ve âhiret konusunda nazara verilen aklî delillerden ikisini hatırlayalım:

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum, 30/50)

Bediüzzaman Hazretleri, “Haşir Risalesiyle” bu ayetin harika bir tefsirini yapmıştır.

Haşirle alâkalı bir başka aklî delil de şu ayet-i kerimede nazara verilir:

“Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. Siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.” (Rûm, 30/19)

Hayatsız kâinattan bu kadar canlı türünün yaratılması, yediğimiz ölü gıdaların canlı hücrelere inkılap ettirilmesi, herkesin her gün gördüğü ve bildiği hakikatlerdir. Bunlar üzerinde daha fazla tafsilata girmeye o devrin âlimleri lüzum görmemişlerdir.

Bilindiği gibi, Belagat, mukteza-yı hale mutabakattır.” Yani halin, şartların icabını dikkate alarak konuşmak gerekir. Bediüzzaman Hazretleri mukteza-yı hale mutabakat etmiş, zamanın ihtiyacını göz önüne alarak haşir meselesini aklî ve naklî delillerle çok geniş bir şekilde izah ve ispat etmiştir. Önceki dönemin âlimleri de yine mukteza-yı hale göre hareket etmişler ve âhiretin ispatı cihetine fazla girmeyip,  “salih amel, takva, nafile ibadetleri artırma, şüphelilerden sakınma, kalbini masivaya kaptırmama” gibi esaslara ağırlık vermişlerdir.

10. "Taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asır"dan maksat nedir? Devamındaki "İmanımızın kurtulmasına kâfi gelir." ifadesi, imanın tamamı için mi yoksa haşir için mi kullanılıyor?

"... Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve Hâlık-ı Rahîmin rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden, bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdına çalışmalıyız."(1)

Üstad burada, bu zamanda fen ve felsefeden gelen dinsizlik hareketine işaret ediyor. Bu asırda dinsizlik, fen ve felsefeden geldiği için halli zordur. İnsanların ekseriyetini fen ve felsefeden gelen materyalist ve maddeci düşünce, şüphe ve inkâra düşürmüştür.

Bir binanın en ehemmiyetli yeri temelidir; bir ağacın en mühim âzâsı ise köküdür. Temelsiz ve köksüz bina ve ağaç olamaz, ayakta duramaz. İslam binasının ve ağacının kökü ve temeli de imanın esaslarıdır. 

Maddeci felsefe, İslam binasının ve ağacının kökü ve temeli olan imanın esaslarına hücum ettiği için, İslam milletinin imanına ve teslimiyetine zarar veriyor, o bağı koparmaya çalışıyor. Ve bu hususta belli bir başarı da elde etmiştir. Bunun delili; hâlihazırdaki Müslümanların yaşantısı ve fiiliyatıdır. İslam âleminde günahlar serbestçe işleniyor ve farzlara da dikkat edilmiyor ise; taklit ve teslimiyetin ne denli zaafa uğradığı anlaşılır.

Bugün bir İslam ülkesinde rüşvet ve hırsızlık had safhaya çıkmış, hatta dünya sıralamasında ilk ona giriyor ise; bu sağlam ve kavi bir iman ile izah edilemez.

İman bir bütündür, parçalara ayrılamaz. Kişi imanın belli kısımlarında çok kuvvetli olup bir hususta şüphe içinde olsa, o iman makbul ve sahih olmuyor. Bu yüzden Üstadımızın buradaki ifadesi imanın tamamı için geçerlidir.

“İman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattır ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkısam olmazlar. Çünki her birrükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi isbat eder. Herbiri her birisine gayet kuvvetli bir hüccet-i a’zam olur.”(2)

Zaten Risale-i Nurlar imanın temeli olan altı esası iki kere iki dört kat’iyetinde izah ve ispat ettiği için,  Risale-i Nur'u anlayarak ve hazmederek okuyan birisi, inşallah imanla kabre girer.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.
(2) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dokuzuncu Mesele.



11. Haşir meselesinde, Muazzez Üstadımızın aklî delillerle meseleyi vuzuha kavuşturması, manevî bir tavzif olabilir mi?

İçinde bulunduğumuz bu asır, Bediüzzaman Hazretlerinin çok yerinde tespitleriyle;

“taklidin kırıldığı,”
“teslimin bozulduğu,”
“herkesin dünyaya daldığı,”
“dünyanın fani ve cüzi menfaatleri için hayat-ı ebedîyenin severek tehlikeye atıldığı,”
“herkesin derd-i maişetle sarhoş olduğu,”
“küfür ve dalaletin şahs-ı manevî halinde imana ve ahlâka hücum ettiği,”
“neden ve niçinlerle zihinlerin bulandırıldığı, kalplere şüphelerin atıldığı...”

dehşetli bir asırdır.

Fen ilimlerinde alınan büyük mesafe ile akıl kalbin önüne geçirilmiş gibidir. Böyle bir asır, bütün iman hakikatlerinin hem naklî, hem de aklî delillerle insanlara tebliğ edilmesini, akıl ve kalp beraberliğinin sağlanmasını zarurî hale getirmiştir. Bu asrın manevî hekimi olan Bediüzzaman Hazretleri de asrın anlayışını, insanların iman ve ahlâk boyutlarını ve ahir zaman fitnesinin dehşetini dikkate alarak, hem akılları ikna hem de kalpleri tatmin edecek eserler yazma yolunu tutmuştur.

Bu cümleden olarak, insanların en çok şüpheye düştükleri haşir ve yeniden diriliş konusuna hususî bir ehemmiyet vermiş Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözleri telif etmiş, ayrıca diğer risalelerinde de bu konuya yer yer tahşidat  yapmıştır.  Bununla birlikte şu hakikati de bizlere hatırlatmıştır:

“…Neticenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür.”(1)

Bir kişinin haşir ve kader konularında tam tatmin olması için, öncelikle kalbinin Allah’a iman ile nurlanması, aklının tatmin olması gerekir. Bu rükünde şüphe ve tereddütler içinde bocalayan birine haşirle alâkalı ne kadar delil getirseniz, onu ilzam etseniz bile ikna edemezsiniz. Bundan dolayıdır ki, Üstadımız en fazla Allah’a iman rüknü üzerinde durmuştur. Kendisine intikal eden bir münakaşa dolayısıyla kaleme aldığı şu tespitler bu noktada fevkalade ehemmiyetlidir:

 “Eczacı Efendinin o Sözler'i mütalaa etmesini havale ettiğimin sırrı şudur ki: O çeşit mes'elelerdeki şübheler, erkân-ı imaniyenin za'fından ileri geliyor. O Sözler ise, erkân-ı imaniyeyi tamamıyla isbat ederler.”(2)

Bütün hayırlar Allah’ın elindedir. Bu dehşetli asırda en büyük bir hayır olan Nur Risalelerini Üstada ihsan eden de O’dur. Nitekim Üstadımız kendisi de “Dert benimdir deva Kur’an'ındır.” sözüyle bu hakikati dile getirmiştir. Her asrın derdi başka, dermanı başka, hekimi başkadır.

Bu dehşetli asırda, Habib-i Kibriya Efendimizin (asm) bir varisi olarak, iman hizmetiyle manen vazifeli olan Bediüzzaman Hazretleri, bu konuda kendisine yapılan İlâhî inayet ve ihsanı da şöyle ifade eder:

 “…Şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilâtından bir şu'lesini; acz u za'fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur'ana ait yazılarıma ihsan etti. Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. …”(3)

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.
(2) bk. Mektubat, On İkinci Mektup.
(3) bk. age., Yirmi Sekizinci Mektup, Mahrem Bir Suale Cevaptır.



12. Hatimenin sonunda, haşre akılla gidilememesinin sırrı, "Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın tecellisiyle olduğundan,.." ifadeleriyle izah ediliyor. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?

“Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın tecellisiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her ismin a'zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef'al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a'zam bahar gibi kolay isbat ve kat'î iz'an ve tahkikî iman edilir.”(1)

Bütün dinler imani hakikatlerde müttefiktirler. Fakat peygamberlerin (a.s) ümmetlerine bu iman  hakikatlerini aktarmak ve intikal ettirmek hususu o ümmetlerin kültür ve eğitim seviyesine göredir. Zira irşadın icabı budur. Bütün dinler, kitaplar ve peygamberler; kendilerine tabi olan ümmetlerinin seviyelerine uygun şekilde tanzim edilmişlerdir.

Aynı mantık ve muhteva; Kur’an-ı Kerim için de geçerlidir. Ancak Kur’an-ı Kerim'in muhatap olacağı ümmet ve insanlık; diğer peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi ile bir nevi kemale erdiğinden ve malikiyet dönemini hazırlayıp idrak edileceğinden dolayı, Kur’an diğer kitapların en mükemmeli , İslamiyet en ideal bir dini ve Peygamber Efendimiz (asm) ise en müstesna bir zat olarak tavzif edilmişlerdir. Bu durum ümmet-i Muhammedi maddi ve manevi kemalat arşına çıkaracağından; mürebbisi olan Kur’an-ı Kerim de bu mantığa paralel olarak diğer kitaplardan ve suhuflardan (sahifelerden); daha müstesna, daha ulvi ve daha külli olacaktır.

İşte bu mahiyet ve kültür farklılığı; bütün kitapların ortak paydası olan hakikatleri nazara vermede ve anlatmada Kur’an-ı Kerim açısından en yüksek ve en teferruatlı bir tarzda bulunmaktadır. Yani diğer ümmetler için mücmel ve ana hatlarıyla izah edilen hakikatler; Kur’an-ı Kerim'de teferruatıyla ve en derinlemesine nazara verilmiştir. Bu nazara verilen meseleler ve hakikatler; birinci derecede akli ve mantıki alanda, ikinci derecede de kalbi ve fazilet alanında olmuştur.

Bu sebeple Kur’an-ı Kerim hakîmdir. Hikmetsiz hiçbir şey onda yoktur. Hakîm ise aklın kabul etmeyeceği şeyleri akla yüklemez. O halde Kur’an-ı Kerim'in bütün hakikatleri; aklı ikna eder ve aklı teslime sevk eder. Bu hususiyet; malikiyet dönemini idrak eden ümmet-i Muhammedin fıtratına ve yapısına uygun bir haldir.

İşte Kur’an-ı Kerim'in diğer kitaplardan ve suhuflardan farklı olan hususiyeti budur. Bu hususiyetle Kur’an-ı Kerim'de imani hakikatler ve hassaten haşre taalluk eden meseleler hem aklı teslime sevk edecek ve hem de bu hakikatler teferruatlı bir şekilde nazara verilecek ve verilmiştir.

Kur’an-ı Kerim'deki bu mahiyet farklılığı ve üstünlüğü ise; diğer kitaplardan ayrı olarak, Cenab-ı Hakk'ın her isminden, ismi azamdan ve isminin de mertebe-i azamından gelen bir ilahi mukaleme ve kitap olmasından kaynaklanmaktadır.

Diğer kitaplar ve dinler ise; Cenab-ı Hakk'ın bazı isimlerinden ve o isimlerin mertebe-i azamından değil de farklı mertebelerinden inzal edilmişlerdir. Bu sebep ile hakikatleri icmalen ve hülasaten anlatmışlardır.

Mesela, bir matematik profesörü orta dereceli okullarda ders verse muhataplarının seviyesi ölçüsünde matematikten bahseder. Ders biraz mücmel ve hülasa olarak geçer. Aynı hoca doçentlere matematikten bahsetse, matematiğin derinlemesine ve en ince konularına temas eder.

Aynen öyle de diğer kitapların gönderildiği zamanlarda insanlık bir nevi sabavet ve çocukluk dönemini yaşadıklarından hakikatler özet olarak onlara sunulmuştur. Kur’an-ı Kerim'in inzal edildiği zamanlarda ve bundan sonraki kıyamete kadar geçecek dönemde ise beşeriyet kemal devrine gireceğinden, hakikatler daha geniş daha teferruatlı ve akılları tatmin edecek şekilde sunulmuştur.

İşte haşri azam kainatı ilgilendiren bir mesele olduğundan, bu zaman ümmet-i Muhammede tevafuk edeceğinden; bu hakikati teferruatıyla anlatıp ve anlamak için, ismi azamdan ve her ismin mertebe-i azamından gelmiş olan Kur’an-ı Kerim bu meseleyi daha teferruatlı ve külli manada nazara vermektedir.

Bu sır, Risale-i Nur için de geçerlidir. Zira Risale-i Nurdaki imani hakikatlerin, teferruatıyla, aklen çok kolay bir şekilde anlatılmasının ve anlaşılmasının sebebi; Kur’anın mezkur sırrından bir nasip almasıdır.

Yani Risale-i Nur da bir cihetle Allah’ın isimlerinin mertebe-i azamına manen masadak olmasından kaynaklanan bir sırla, diğer kütüb-ü İslamiyenin hülasaten ve mücmelen nazara vermiş olduğu başta haşir olmakla beraber bütün iman hakikatleri ile ilgili konuları, aklen kolay kabul edilecek tarzda teferruatıyla nazara vermiştir. Ve bu asrın akıl ve idrakine en mukni delillerle sunmuştur.

1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Hatime.



13. Âyetin mu’cizane işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i Haşriye’ye dair Dokuz makamdan, Birinci Makam diye başlıyor. Bu dokuz makamdan maksat nedir? Haşiyesinde ise; birinci makamın daha yazılmamış olduğu ifade ediliyor.

Üstad Hazretleri, Zeylin İkinci Parçasının başında, “Birinci Makam” diye başlamış ve yazmayı düşündüğü bu makamla alâkalı âyet-i kerimeleri de kaydettikten sonra, haşiyede “O makam daha yazılmamış.” diye bir kayıt düşmüş.

Kastamonu Lahikası'nda, haşre dair parçaların toplanıp Onuncu Söz'ün âhirine konulması konusunda yaptığı tavsiyede,

 “Birinci parça, Dokuzuncu Şua olan mukaddeme-i haşriye, Onuncu Söz'ün arkasında yazılacak. Ve bunun arkasında, o mukaddeme-i haşriyenin birinci makamının yerinde ve bedeline Otuzuncu Lem'anın İsm-i Hayy'a dair Dördüncü Remiz yazılacak.”(1)

buyurmuş. Diğer sekiz makam hakkında herhangi bir kayıt yok. Ancak, yine Kastamonu Lahikası'nda konuya açıklık getiren şöyle bir mektup var:

“O hatıra ile Dokuzuncu Şua'nın Mukaddeme-i Haşriye'den sonraki dokuz bürhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım. Fakat maatteessüf bir-iki senedir te'lif vazifesi tevakkuf etmiş. Resail-in Nur'un mesaili; ilim ile fikir ile niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakikî kalmamış ki, te'life sevkolunmuyoruz.”(2)