Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

On Birinci Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:06    Güncellendi: 21.02.2025 22:06

On Birinci Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Birinci Söz’ün başında zikredilen sûrede "hikmet-i âlemin tılsımı, insanın hilkatinin muamması ve namaz hakikatinin remizleri" nazara veriliyor mu?

Bilindiği gibi Şems Sûresinin başında birtakım mahlûklara kasem (yemin) edilir. Ve sonunda bu kasemlerin cevabı olarak, “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 91/9, 10) buyurulur.

Sûrenin temel mesajı bu iki ayette ifadesini bulur: Nefsini, yani “ruhunu ve bütün duygularını”, “bedenini ve bütün organlarını” temiz tutanlar, onları küfür ve isyan ile kirletmeyip her birini yaratılış gayesinde istimal edenler felaha ererler, kurtulurlar.

Bu felah, Allah’ın razı olmadığı bir kul olmaktan kurtulmakla cehennem azabından âzâde olmaktır.

Nefsini temizleyenler temiz işler yaparlar. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim'de imandan sonra amel-i salih zikredilir.

Şu var ki, sûrede “felaha erenlerin kimler olduğu ve zarara düşenlerin hangi kesim olacağı” doğrudan zikredilmek yerine, önce Güneş'e, aya, gündüze, geceye ve nefse yemin edilmiş, bunun ardından insan mahiyetinin çok mühim bir hususiyetine dikkat çekilmiştir. Bu hususiyet, insan ruhuna ve vicdanına “iyi ile kötüyü tefrik edebilecek bir kabiliyetin ilham edilmiş olmasıdır”.

Kasemlerde dikkati çeken ehemmiyetli bir nokta da yapılan kasemlerde önce insana hizmet eden mahlûklara ve en sonunda da “insan nefsine” kasem edilmiş olmasıdır.

“Kur'an'da kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet, kasemat-ı Kur'aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar'u'l-asâdır.”(1)

Kasemlerin, “insan nefsine kasemle” son bulması, insanın “bu kâinatın en son ve en mükemmel meyvesi” olduğunu ikaz etmektedir.

Kasemlerin cevabında “nefsini kötülüklerden arındıranların kurtuluşa ereceklerinin” haber verilmesinde şöyle bir işaret de vardır:

Kâinattaki her şey insan için, insan da nefsini kötülüklerden arındırarak “cennete layık bir kıymet almak” içindir. Zira bu dünya âhiretin tarlasıdır.

Sûrede yapılan kasemlerle kâinata dikkat çekilmekte, insan nefsine kasem edilmekle de insanın bu dünyada bir imtihana tabi tutulduğu, bu imtihanı kazanması için “nefsini  iman ve salih ameller ile arındırması gerektiği ve kötülüklere düşmemek için de takva yolunu tutmasının lüzumu” ders verilmektedir.

Netice olarak, On Birinci Söz, Şems Sûresinin manevî bir tefsiri mahiyetindedir. "Kâinat niçin yaratılmıştır? Bu âlem ve içindeki eşya insana niçin hizmet etmektedir? Ve insanın aslî vazifesi nedir?" sualleri bu Söz’de cevaplarını kemaliyle bulmuştur.

Sûrenin devamında, nefsini tezkiye etmeyenlerin acı akıbetlerine bir misal olarak Salih (a.s)'ın kavmine gelen azap anlatılmaktadır. En son âyette, “(Allah) onların bu âkibetlerinden korkacak değildir.”  buyrularak, isyan yoluna girenlerin benzeri bir azaba uğrayabilecekleri ihtar edilmektedir.

"Cenâb-ı Hak Kur’ân’da çok şeylere kasem etmiş. Kasemât-ı Kur’âniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var. Meselâ, وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا'daki kasem, On Birinci Söz'deki muhteşem temsilin esasına işaret eder; kâinatı bir saray ve bir şehir suretinde gösterir..."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Muhakemat, Birinci Makale (Unsuru'l-Hakikat), Birinci Mukaddime. 
(2) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Birinci Kısım.



2. On Birinci Söz'deki temsili bir şema halinde izah eder misiniz?

Temsil-i hakikatini şöylece şemaya dökebiliriz:

1. Sultanın özellikleri:

  • Servetçe onun pek çok hazineleri var. 
  • O hazineler içinde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyor.  
  • Pek gizli ve pek acayip defineleri var. 
  • Garip sanatlarda pek çok mahareti var. 
  • Hesapsız acayip fenlere marifeti ve ihatası var. Nihayetsiz bedii ilimlere ıttılaı var.

2. Sultanın bir meşher açmasının sebepleri:

  • İnsanların nazarında saltanatının haşmetini göstersin. 
  • Servetinin şaşaasını göstersin. 
  • Sanatının hârikalarını göstersin. 
  • Kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin.
  • Cemal ve kemal-i manevîsini iki vecih ile müşahede etsin; hem bizzat kendisi görsün hem de başkasının nazarına göstersin.

3. Yaptığı kasrın hususiyetleri:

  • Gayet cesim, geniş ve muhteşem bir kasırdır. 
  • Şahane bir sûrette dairelere ve menzillere taksim edilmiştir.
  • Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirilmiştir. 
  • Dest-i sanatının en latif ve en güzel eserleriyle ziynetlendirilmiştir. 
  • Fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edilmiştir. 
  • Ulûmunun mu’cizevî eserleriyle donatılarak tekmil edilmiştir.
  • Her bir taam ve nimetlerin bütün çeşitleri câmi’ sofralar, o sarayda kurulmuştur.
  • Her bir taifeye layık bir sofra tayin edilmiştir. 
  • Sonra, aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyyetini seyre, tenezzühe ve ziyafete davet etmiştir.

4. Yaver-i Ekrem’in gönderiliş vazifesi:

  • Sarayın sanatkârını ahaliye tarif etsin. 
  • Sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirsin. 
  • İçindeki sanatlarının işaretlerini öğretsin. 
  • Derunundaki manzum süslemeler ve mevzun nakışların ne olduklarını ve ne vecih ile saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin.
  • Saraya girmenin adâbını ve seyrin merasimini bildirsin. 
  • O görünmeyen sultana karşı, marziyâtı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.    
  • Ayrıca bu Yaver-i Ekrem’in her bir dairede birer yardımcısı bulunuyor.

5. Yaver-i Ekrem’in söyledikleri:

  •  Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.
  • Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.
  • Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.
  • Hem şu görünen nimetler ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.
  • Hem şu kemalatının eserleriyle manevî cemalini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.
  • Hem bütün şu gördüğünüz sanat eserleri ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla, her şeyin kendisine has olduğunu ve kendi eseri olduğunu ve kendisinin şeriksiz olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek, şeriksiz, misilsiz ve nazirsiz tanıyınız ve kabul ediniz.
Daha bunun gibi, ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi.

3. "Hakikat-i Salât" nedir, açıklar mısınız?

Namazın hakikati dört kelime ile hülasa edilebilir: Tehlil, tekbir, tesbih ve tahmid.

“La İlahe illallah” tehlil, “Allahü ekber” tekbir, “sübhanallah” tesbih, “elhamdülillah” tahmiddir.

Bu dört kelam hem İslam’ın hem Kur’an’ın hem ibadetin hem de namazın çekirdeği ve hülâsasıdır.

Bu hususa hadislerde şu şekilde işaret ediliyor: 

"Şüphesiz Allah'ın en sevdiği söz: 'Subhanallahi ve bihamdihi.' demektir."(1) 

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

"Rahmana sevimli olan iki kelime vardır ki, dile hafif ama mizanda ağırdırlar: Subhanallahi ve bihamdihi, Subhanallahilazim."(2)

Zaten bu dört kelime ve ihtiva ettiği mana, namazın her hareketinde geçer. İnsan namaz boyunca Allah’ı tesbih, tekbir, tahmid ve tehlil ediyor. 

Dipnotlar:

(1) bk. Müslim; Kitabu’z-Zikr.
(2) bk. Buhari; Kitabu’t-Tevhid.



4. Temsildeki gizli hazinelerden maksat nedir? Bunların gizli kalmasının hikmeti ne olabilir?

Konunun devamında “gizli definelerin cevherleri ise,.., Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyenin cilvelerine misaldir.”(1) denilerek, bu noktaya izah getirilmiştir.

Gizlilik, görünmeme manasınadır. Cenâb-ı Hakk'ın isimleri ve sıfatları görülmezler, ancak tecellileriyle anlaşılırlar.

İnsanın mahiyetine de bu hakikati ders verecek hususiyetler yerleştirilmiştir.

Biz bir kimsenin ilmini, sanatını, imanını, irfanını ancak tezahürleriyle anlarız. Sinan’ın mimarlığı bir gizli hazine gibidir. Yaptığı bütün camiler, köprüler, hanlar, hamamlar o hazineden çıkmış birer cevher gibidirler.

O halde, isimlerin gizli kalmaları, görünmemeleri mahiyetlerinin muktezasıdır. Cennette, ehl-i iman, rüyetullah şerefine mazhar olduklarında da yine bu gizlilik devam edecektir. Âhirette de esma-i İlâhiye görünmeyecek, ancak bu isimlerin cilveleri çok daha mükemmel manada kendini gösterecektir.

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.



5. "Sanayi-i garibedeki mahareti, fünun-u acibedeki marifeti ve ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı" nasıl anlamalıyız. Birer misalle farklarını izah edebilir misiniz?

Önce şu noktanın devamlı göz önünde bulundurulması icabediyor:

Bu Söz’de, Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemi ve insanı yaratmasındaki hikmetler, bir padişahın yaptığı bir saray misaliyle anlatılmaktadır. Temsildeki padişah hakkında kullanılan ifadelerin, tâbirlerin bir kısmı doğrudan Allah hakkında da kullanılabilirse de Cenâb-ı Hak hakkında ancak mecazî manada kullanılırlar. Onun için her ifadeyi, İlâhî hakikatlere aynıyla tatbik etmeye çalışmak doğru değildir.

Sualde geçen ifadeleri bu noktayı dikkate alarak, izah edeceğiz.

Sanayi denilince, bilginin sanata dönüştürüldüğü faaliyetler anlaşılır. “Sanayi-i garibeye” misal, bütün sanayi kuruluşlarımız, bütün fabrikalarımızdır.

Fünun, “fenler” demektir; fizik, kimya, biyoloji, astronomi, jeoloji gibi kâinatla alâkalı ilimleri içine alır. Fenler, kâinat kitabındaki ince ve gizli manaları açığa çıkarırlar ve onların, insan ihtiyaçlarının giderilmesinde kullanılmalarına yol açarlar.

Ulûm, “ilimler” demektir. Bu kelime, fen sahasındaki bilgiler yanında ve onların ötesinde manevî, metafizik, ruhî sahaları da hatırlatır. Yani, ulûm denilince, başta marifetullah, muhabbetullah, kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ile alâkalı ilimler olmak üzere, sosyoloji, psikoloji  gibi ilimler de hatıra gelir.

Temsildeki padişah, hem fen sahasında bilgili, hem bunları sanayiye dönüştürme kabiliyetine sahip, hem de manevî ilimlerde derinlik kazanmış birisidir.

Sanayi-i garibedeki maharet: 

Risale-i Nur’da Cenâb-ı Hak hakkında "Sâni-i Zülcelâl" ifadesi kullanılır. Sâni; “sanatlı yapan, yaratan”   demektir. Allah’ın yarattığı her eser sanatlı ve hikmetli olarak yapılmış bir sanat mu’cizesidir.

Fünun-u acibedeki marifet: 

Bu ifade ancak kullar için kullanılabilir. Fenler, için Nur Külliyatında “cevasis” denilmektedir. Cevasis,  “casuslar” demektir. Bu fenler, kâinat kitabında bulunan ince ve gizli manaların açığa çıkarılmasına çalışırlar. Fen sahasında yazılan eserler kâinat kitabının tefsiri mahiyetini taşırlar. O halde, “fünun-u acibedeki marifet” ifadesi, hakiki mânâsıyla, ancak kullar için kullanılabilir. Allah ise, şu muhteşem âleme “fizikten, kimyaya, jeolojiden astronomiye kadar nice ilim dallarına kaynaklık eden hârika manaları” yerleştiren Zât’tır. 

Ulûmu bediaya ilim ve ıttıla’: 

Allah’ın ilmi nihayetsizdir ve mutlaktır. İnsanlar, ilâhî eserlerde teşhir edilen ilim ve hikmeti tefekkür etmekle Allah’ın ilmine muttali olurlar; yani, o ilimden haberdar olurlar.

6. Her cemal ve kemal sahibinin, cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrını; Cenâb-ı Hak ve insanlar açısından değerlendirir misiniz? Bu, bir ihtiyaç mı, iradî bir tasarruf mudur?

“İnsan, şuun-u İlâhiyenin bir mikyasıdır.” buyuran Üstad Hazretleri, bu derin hakikati de insandan bir örnek vererek aklımıza yaklaştırıyor:

“...İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir:

Birisi: Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona 'ille-i gaiye' denilir.

İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona 'dâî ve muktazî' tabir edilir.”(1)

Birinci şıkta zikredilen “maslahatların, semerelerin, faidelerin” tamamı, bu kâinat sarayında misafir edilen canlılar için söz konusudur. Allah’ın, ne Güneş'te yarattığı ışığa, ne ağaçtan çıkardığı meyveye ihtiyacı olmayacağı çok açık bir hakikattir.

İkinci maddede nazara verilen “dâî ve muktazi” şıkkı, Cenâb-ı Hak için de düşünülebilir; ancak, “muhabbet, iştiyak, lezzet” denilince bizim kendi ölçülerimizle anladığımız manalardan Cenâb-ı Hakk'ın münezzeh olduğunu hatırdan çıkarmamak şartıyla. Bunun içindir ki, Üstadımız bu konuda misaller verirken “lezzet-i mukaddese, aşk-ı münezzeh, ferah-ı mukaddes, şevk-i mukaddes, sürur-u mukaddes” gibi tabirler kullanır.

Risale-i Nur’da mahlukat hakkında “kelimat-ı kudret, mektubat-ı Samedanî, mektub-u Rabbanî” gibi tâbirler geçer. İnsan da kudret kalemiyle yazılmış bir kelimedir. Ve bir kâtip, yazdığı yazının hiçbir kelimesine benzemediği gibi, Cenâb-ı Hak da bu varlıkların hiçbirine, hiçbir cihetle benzemez. Yani, ‘O’nun varlığı başka varlıklara benzemediği gibi, görmesi başka görmelere, işitmesi diğer işitmelere benzemez. Aynı şekilde, O’nun kendi kemalini aynalarda bizzat müşahede etmesi ve kudret kalemiyle yazdığı Rabbanî mektuplara “müştak seyircilerin nazarıyla bakması” da insanların kendi eserlerini seyretmelerine ve onlara başkalarının nazarıyla bakmalarına benzemez. Bu ehemmiyetli noktayı göz önünde bulundurarak, sualin cevabını vermeye çalışalım.

Allah’ın zâtı, Kur’an'ın ifadesiyle “Ğaniyyü’n- ani’l-âlemîn” dir; kendi yarattığı ve terbiye ettiği âlemlere muhtaç olmaktan münezzehtir.

Bu konuda pek çok âyet-i kerime mevcuttur. Bunlardan sadece ikisini numune olarak, takdim ediyoruz:

“Kim cihat ederse, kendi nefsi için cihat etmiş olur. Çünkü Allah, âlemlerden müstağnidir.”  (Ankebut, 29/6)

“Eğer inkâr ederseniz, şüphe yok ki, Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Bununla beraber, kulları hesabına, küfre razı olmaz...” (Zümer, 39/7)

Cenâb-ı Hakk'ın isimleri ve sıfatları bu noktada biraz farklılık arz eder. Onlar da “tecelliye muhtaç değillerdir, ama tecelli etmek isterler.” İstemekle ihtiyacı karıştırmamak gerekir.

Üstad Hazretleri, Rezzak ismi rızık vermek ister, Şâfi ismi hastalıkların vücudunu ister…” buyurur. Yani "Rezzak" isminin mahiyetinde muhtaçların rızıklandırılmasını istemek vardır. Aksi halde bu isim tecelli etmeyecektir.

Bu konuya şu hadîs-i kudsînin ışığında bakabiliriz:

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlûkatı yarattım.”(2)

Bu mana en ileri derecesiyle insanda kendini gösterir:

Allah, hayat vermekle bize Hayy (hayat sahibi) ve Muhyi (hayat verici)" olduğunu bildirmiş, biz de Allah’ı böylece tanıma imkânına kavuşmuşuz.

Bize verdiği cüz’î kudretle O’nun sonsuz kudretini, cüz’î irademizle O’nun küllî iradesini, …, bilmiş, Rabbimizi bu sıfatlarıyla tanımış oluruz.

İnsan, bu âlemde, hem Allah’ın en mükemmel eseri hem de kâinat sergisinin yine en mükemmel seyircisidir. Bu sergide teşhir edilen eserlerin her biri ayrı bir mu’cize olduğu gibi, onları seyir, takdir ve tahsin edecek bir varlık yaratması da Allah’ın yine en büyük bir mu’cizesidir. 

Netice itibariyle, Allah’ın bilinmek istemesi rahmetindendir ve o mukaddes sıfatlarının ve güzel isimlerinin tecelli etmek istemelerinin bir neticesidir. Bunu ihtiyaç olarak değerlendirmek hatadır.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, On Sekizinci Mektup.
(2) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, 2, 132. 



7. "Cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etme; yani biri bizzat nazar-ı dekaik aşinasıyla, diğeri ise gayrın nazarıyla bakma" hususunu nasıl anlamalıyız? Buradaki “cemal ve kemal-i manevî” ifadesi ne manaya geliyor?

İnsanın manevî güzelliği, onun ruh âleminin, kalp dünyasının, ahlâk yapısının güzelliğini ifade eder. Temsildeki padişahın ilim ve fenlere vukufiyeti, sanayi-i garibeden anlaması manevî bir kemaldir.

Cenâb-ı Hak maddeden münezzeh olduğundan O’nun cemal ve kemali manevîdir. Zât’ının güzelliği, esmâsının güzellikleri, sıfatlarının nihayetsizliği, rahmetinin eşsizliği, iradesinin küllî, kudretinin mutlak olması gibi bütün kemal ve cemaller hep manevîdir.

Bu tabirler temsildeki sultan için kullanılmıştır. İlim, sanat ve fen konusunda çok ileri seviyede olan o sultan, kendi yaptığı eserin bütün inceliklerini bilir, onlarda ne gibi sanatlar sergilediğine vakıftır. Kendi eserlerini böylece müşahede eder. Bir başkası ise bu inceliklerden habersiz olarak, sadece o eserlerin görünen güzelliklerine, haşmetine, tenasübüne bakarak hayran olur. Bizim Süleymaniye Camiini seyredip hayran kalmamızla, bir mimarın seyri arasında çok fark vardır; onun nazarı daha dakiktir, sanat inceliklerini bizden çok daha iyi bilir ve görür.

Aynen bu misâl gibi, Allah’ın nihayetsiz ilim ve hikmetiyle, nâmütenahi kudret ve iradesiyle yarattığı bu kâinat ve içindeki mevcudatı bizim seyretmemiz çok üstünkörü, çok sathîdir. Meselâ, biz bir insana bakarken sadece organlarının şeklini ve onları kaplayan derisini görürüz. Kulağın ötesinde çalışan işitme tezgâhlarını, kafatasında yer alan beyni ve sinir sistemini, duyu merkezlerini, bütün organlarının ve hücrelerinin çalışmalarını, ruhla bedenin alakasını ve böyle daha nice mucizeleri göremeyiz. Bir doktor bunları bize göre daha derin manada bilse bile, o da mesela, beyin tezgâhının çalışmasını sürekli seyredip daima hayret edecek değildir. Milyarlarca insanın beyin tezgâhlarının çalışmasını sadece beyin ameliyatı yapan birkaç doktor, kısa bir süre içerisinde ve bir derece seyredebilirler. Hâlbuki bu faaliyetler mutlaka seyirci isterler. Üstad'ın ifadesiyle,

“Evet, hüsün elbette bir âşık ister; taam ise, aç olana verilir. Hâlbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüsatli ubudiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibadata, nihayetsiz melaike envaı ve ruhaniyat ecnası lâzımdır.”(1)

Melekler gibi, ruhanîlerin de hakikî manada temaşa edemeyecekleri nice ince sanatlar insanda sergilenmektedir. İşte bütün bunlar Allah’ın nihayetsiz ilim ve hikmeti ile ortaya çıktıkları gibi, onları hakikî manada seyreden de yine Allah’tır.

“... ezel ebed Sultanı olan Sâni'-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir ki şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; her bir mevcud, pek çok dillerle onun kemalâtını zikreder. Pek çok işaretlerle cemalini gösterir. Esma-i hüsnasının her bir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve her bir unvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir...”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.
(2) bk. age., Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas.



8. "Her bir taifeye layık bir sofra" tayin edilmesini nasıl anlamalıyız?

Temsildeki sultanı esas alarak düşündüğümüzde, o sultanın “farklı bölgelerde yaşayan, değişik kültürlere sahip ve farklı meslekler icra eden” halkının her biri için onların zevklerine, iştihalarına uygun yemekler hazırlattığı, sofralar kurduğu anlatılmış oluyor.

Temsilden hakikate geçelim: 

Bu dünyada üç milyonu aşkın hayvan türü yaşadığı söyleniyor. Bunların her birinin biyolojik yapıları gibi ruh dünyaları da birbirinden farklı. Bütün bu türlerin sonsuz denecek kadar çok fertleri, bu dünya sofrasında kendilerine hazırlanan rızıklarla beslenmekte, hayatlarını devam ettirmekteler.

Kurdun rızkı ile kuzunun rızkı, aslanın rızkı ile ceylanın rızkı, örümceğin rızkı ile ipek böceğinin rızkı, arının rızkı ile sineğin rızkı birbirinden çok farklıdır. Her birinin ağızlarına, sindirim sistemlerine ve midelerine uygun rızıklar hazırlanmıştır.

İnsan arzın halifesi olduğu için, onun sofrası diğerlerinden hem daha mükemmel hem de çok çeşitlidir. 

“Hem zemin sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm'in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevküsafasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.”(1) 

Diğer taraftan, bütün maddî rızıklar, insan için bir yönüyle de manevî rızık olurlar. Onların cansız, renksiz, kokusuz, tatsız elementlerden yaratıldıklarını, İlâhî bir terbiyeden geçerek insan için en güzel, en faydalı ve en lezzetli birer rızık haline geldiklerini düşünmesi, insanın kalbine ve ruhuna çok ehemmiyetli bir manevî rızık olur. Onu hem şükre hem tefekküre davet eder.

(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.



9. "Her bir sofranın yüz sanayi-i latifenin eserleriyle vücud bulması" ifadesini açar mısınız?

Bu cümle ile dünya sofrasına serilen rızıkların sanat yönünden de birer hârika olduklarına dikkat çekilmektedir. Toprakta, suda, havada bulunmayan nice hasiyetler, nice latif ve ince sanatlar bir bitkiye yerleştiriliyor; her rızka vitaminden kaloriye kadar bütün meziyetler ince ölçülerle konuluyor.

Bilhassa küçük hayvanların rızıklanmalarında bu letafet ve incelik daha ileri manada kendini gösteriyor. Bilindiği gibi, büyük insanların rahatça hazmettikleri gıdaları bebekler hazmedemiyorlar. Onlara hususî mamalar imal ediliyor. Bu misali esas alarak şöyle bir düşünelim:

Elimizde dolaşan, ne yürüyüşünü hissedebildiğimiz, ne ayak seslerini işitebildiğimiz çok küçük bir böceğin o küçük bedeniyle midesi arasındaki ahengi dikkate alalım. Bizim bedenimiz midemizden ne kadar büyük ise bu böcekle midesi arasında da ona benzer bir münasebet olacaktır. Sonra o küçük mideye giden minnacık rızıklara nazar edelim. Onu alan ve mideye gönderen o küçücük ağızları bir düşünelim. O ağızların alabileceği ve o küçük midelerin hazmedebileceği rızıklar yaratmak, çok latif ve ince bir sanattır; bir hârikadır, bir mu’cizedir.

Latîf, kesifin zıddıdır, yumuşaklık, incelik ve manevîlik ifade eder. Lâtifin bir de “lutfeden, ihsan eden” manası vardır. Her ikisi de bütün rızıklar için geçerlidir, ancak birinci mana küçük hayvanların rızıklarında daha bariz olarak kendini gösterir.

Rızık olma noktasında “kesif” hükmünde olan elementleri, terbiye ederek “yenilen, içilen, koklanan, tadılan bir nimet” haline getirmek çok ince ve lâtif bir sanattır.

“Küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel proğramını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azâları tahrib etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve müvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.”(1)

(1) bk. Şualar, Yedinci Şua.



10. "Aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyyetini seyre, tenezzühe ve ziyafete davet etti.” ifadesinde; “aktar-ı memleketin ahali ve raiyyeti”nden maksat nedir?

Temsildeki padişah için söylenen şeyleri, aynen Cenâb-ı Hak hakkında da kullanmak bazen uygun düşmeyebilir, o takdirde bu ifadeleri mecazî manada anlamak gerekir.

Burada raiyyetin o mükemmel saraya gelişleri için üç gaye sıralanıyor: Seyir, tenezzüh (gezinti) ve ziyafete iştirak.

 “Aktâr-ı memleket” denilince, temsildeki sultanın hükmettiği ülkenin her tarafı anlaşılır. Yani, o sultan, ülkesinin her tarafındaki beldelerden saraya misafirler davet etmiş oluyor. Temsili hakikate tatbik ettiğimizde, Allah’ın varlığı, ilmi, hikmeti konusunda münakaşa götürmez büyük bir delille karşılaşırız. Bu konuyu hakkiyle anlatabilsek, ne tabiatçılar, ne materyalistler, ne de evrimciler söyleyecek bir söz bulamazlar. İkna olmasalar bile mutlaka ilzam olurlar. Şöyle ki:

Nurlarda beyan edildiği gibi; 

“… nasılki Vâcib-ül Vücud'un Zât-ı Akdesi, başkalara hiç bir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlûkatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir.”(1)

Bu hakikatin ışığında şunu görüyoruz:

Allah’ın, insanları ve hayvanları bu kâinat sarayına, bu dünya misafirhanesine davet etme şekli, insanî sultanlarınkine hiç mi hiç benzemiyor. İnsanlar ve hayvanlar bir başka âlemden bu dünyaya gelmiyorlar. Yani, hiçbiri gökten inmiyor, yıldızlardan akıp yeryüzüne düşmüyorlar. Bütün misafirler sarayın içinden çıkıyorlar. Yeryüzü sofrasındaki nimetler topraktan çıktıkları gibi, onlarla beslenecek, onlardan istifade edecek misafirler de yine topraktan çıkıyorlar. Şu var ki, bu çıkış bitkilerde olduğu gibi doğrudan değil, dolayısıyla oluyor.

Meselâ, tavuğun yediği gıdalar doğrudan topraktan çıkıyor. Onları yiyen tavuğun içinde yumurta meydana geliyor. Bu yumurtada ondan çıkacak civcivin bütün hususiyetleri genetik program olarak yazılıyor. Daha sonra, bu yumurta belli bir ısı seviyesinde, belli bir süre kaldığında, ondan yeni bir misafir meydana geliyor. Bu misafir de aslı itibariyle topraktan çıkmıştır, ama doğrudan değil, dolayısıyla.

Aynı şey insanlar ve diğer canlılar için de geçerlidir. Şimdi bu misafirhanenin ve bu misafirlerin sahibini tanımak istemeyen insanlara şunu sormak gerekiyor:

- Önce sofralar seriliyor, ama ortada misafirden eser yok. Sonunda o sofradan faydalanacak misafirler yaratılıyor. Bunu ne ile izah edeceksiniz?

Henüz ortada olmayan misafirler, birinin ilminde olacaklar ki, o zât o misafirlere uygun sofralar hazırlatsın. Aksi halde, sofradaki gıdaların yoklukta bekleşen o misafirleri bilmeleri, tanımaları, ona göre teşekkül etmeleri gerekir.

Bu noktadan hareketle düşüncemizi yayabiliriz: Henüz göz denen şey dünyada yokken, Güneş yaratılmış; ışığı o gözlere yol gösterecek özelliklere sahip kılınmış.

Henüz mide sahibi hiçbir varlık yeryüzüne çıkmamışken, gıdalar yaratılmış.

İşitme özelliğine sahip kulaklar daha yaratılmadan, bunu temin edecek hava unsuru yaratılmış. Henüz kan yaratılmamışken, kirlenen kanı temizlemek üzere hava unsuru vazifelendirilmiş.

Misalleri çoğaltabiliriz. Sonunda şu hakikat bütün açıklığıyla kendini gösterir. Saray kimin ise misafirler de onun, sarayda serilen sofralar da. Bütün bunlar bir zaman yoktular. Ama Allah’ın ilminde hepsi mevcut idiler. Onları, hikmetinin muktezası olarak, belli bir sıra ile yokluk karanlığından kurtarıp varlık sahasına çıkardı. Önce havayı yarattı, sonra ciğerleri. Önce otları yarattı, sonra otla beslenen hayvanları. Önce atı yarattı sonra ona binecek ve onu sürecek insanı. Bunların hiçbiri ne tesadüfle açıklanabilir, ne evrimle, ne tabiatla...

(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.



11. Sonra bir Yaver-i Ekrem’ini tarif edici olarak göndermesinde bir şahıs nazara veriliyor. Diğer peygamberler ve mürşidler burada zâhiren ifade edilmiyor. Bu meselenin hikmeti nedir?

Bütün peygamberler insanlara Allah’ı tanıtmışlar, kâinat kitabını okutmuşlar ve onlara ibadet vazifelerini öğretmişlerdir. Bu vazifeyi kemaliyle yapan, âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed (asm) olmuştur. Bütün peygamberler “kerimdir”, o ise “ekremdir.”

Diğer taraftan, bu ders bu asrın insanına verildiği için bizim muhatabımız öncelikle kendi peygamberimizdir. Bu ve benzeri derslerde geçen peygamberlik konularını düşünürken, bizim bilgi ve feyiz kaynağımızın Peygamber Efendimiz (asm.) olduğu daima hatırlanacaktır. Temsilin hakikate tatbikinde ifade edildiği gibi, diğer peygamberler onun avanesi (yardımcıları), evliya ve asfiya ise şakirtleri hükmündedirler.

Risale-i Nur Külliyatında Kur’an'ın diğer İlâhî kelamlardan üstünlüğü anlatılırken, eski devirlerin insanlığın bedeviyet ve çocukluk devreleri olduğu hatırlatılır ve “İptidai derslerde izah az olur.” buyurulur. Bütün peygamberlerin tebliğ ve irşad vazifeleri, bu sahanın en büyük mümessili olan Âhir Zaman Peygamber'inde (asm) en büyük temsilcisini bulmuştur.

“… Nur-u Muhammedî ve hakikat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı nübüvvetin hem fâtihası hem hâtimesidir. Bütün enbiya, onun asıl nurundan istifaza ve hakikat-ı diniyenin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde…”(1)

(1) bk. Barla Lahikası, 250. Mektup.



12. Saray ve müştemilatının derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nazara veriliyor. Acaba derunundaki vaziyet ile zahirdeki muamelat farklı mı cereyan ediyor? “Manzum murassa ve mevzun nukuş” hakkında bilgi verir misiniz?

Temsilde sultan, hem kendi eserlerini kendi “nazar-ı dekaik aşinasıyla” yani onlardaki bütün incelikleri bilerek ve görerek seyretmiş, hem de onları müştaklara seyrettirmişti. “Derûn” kelimesi bize bu dakik nazarı hatırlatmaktadır. İnsanların birçoğu, bu âlemdeki güzellikleri görmek ve takdir etmekle birlikte, onlara ülfetle ve üzerinde fazla düşünmeyerek nazar ettiklerinde meselenin derûnuna inemez ve onlardaki güzellikleri kâmil manada değerlendiremezler. Hâlbuki zâhirdeki bu güzellikler derundan gelmektedir. Üstad'tan bir misal verelim:

“Hem her eser-i Samedanî, bir mektup gibi bir Sâni’-i Zülcelal’in esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen esma yoluyla müsemmayı bulursun.”(1) 

İşte gördüğümüz bu nakışların derunu, onların ifade ettiği manalardır. Bu manalar o lafızlardan daha güzeldirler. Ve lafızlardaki güzellik, manaların güzelliğinden gelmektedir.

İşte bu kâinattaki her bir eseri İlâhî bir mektup olarak görmek, O’nun isimlerinin tecellileri, ihsanlarının birer sofrası, birer tablası olarak değerlendirmek gerekir. Bu da ancak mevcudatı ve hâdisatı, Kur’an'ın ve Yaver-i Ekrem'in ders verdiği şekilde anlamak ve değerlendirmekle mümkün olur.

Bir önceki vecizede “Nimetten in’ama geçsen Mün’imi bulursun.” buyrulur. Nimetin kendi güzelliği yanında bir de onun bize ikram edilmesinin taşıdığı mânâ ve güzellik vardır. Bu ikincisi derunîdir ve birinciden daha güzel, daha üstündür.

Bir başka risalede hamd anlatılırken bir elma misali verilir. Padişahın ihsan etiği elmada iki lezzet bulunduğu, birinin elmanın kendi lezzeti, diğerinin ise o elma ile kendini gösteren “iltifat-ı şahane lezzeti” olduğu nazara verilir. Bahçeleri birer sofra, ağaçları birer tabla olarak değerlendirip bir ağaçtan kopardığı bir meyveyi doğrudan doğruya Allah’ın bir ikramı olarak yiyen insanın, o yemeden aldığı ruhanî ve manevî lezzet, cismanî lezzetleri çok gerilerde bırakır.

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.

13. Sanatların inceliklerini ve derunundaki manaları düşünürken Yaver-i Ekrem’in sesini işitmesi mevzuunda; acaba Yaver-i Ekrem işitilmese ve bilinmese dahi, insanların bu incelikleri düşünmeleri ve muhakeme etmeleri yaratılışlarının bir gereği değil midir?

"Bu kâinat sarayını kim yaptı? Ondaki harika sanatları kim sergiliyor? Bizi bu saraya niçin getirdi ve buradan sonra nereye götürecek?" gibi sualler insan aklını tarih boyunca kurcalamıştır.

“Anladılar ki bütün esrarın anahtarları ondadır.” cümlesiyle ders verildiği gibi, bütün bunlar birer sırdırlar. Akıl tek başına bu suallerin cevabını bulamaz; “Bu âlemi mutlaka bir yapan var.” diyebilir, ama “O zât kimdir, isimleri, sıfatları nelerdir? Bizim nasıl yaşamımızdan razı olur? O’na karşı şükür vazifemizi nasıl yerine getirebiliriz?” gibi suallerin cevapları, ancak Allah’ın elçilerinden öğrenilebilir ve O’nun kitabından ders alınabilir.

Mesuliyet meselesine gelince, bu husus kader konusuna girer. Kısaca ifade edecek olursak, bu konuda itikad âlimlerimizin ortak görüşü şudur:

Bir kişiye peygamber ulaşmamışsa, o kişi kendi aklıyla bu suallerin cevabını ne ölçüde bulmaya güç yetirebilirse mesuliyeti de o kadardır.

“Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez...” (Bakara, 2/286)

âyetini bu yönüyle tefsir eden kelam âlimleri, aklın da bir nefis, bir varlık olduğunu, ona da gücünü aşan yükler yüklenmeyeceğini ifade ederler.

İnsan, kendisini ve içinde bulunduğu âlemi birisinin yaptığını aklıyla bilebilir. Ama O’nun maddeden mücerred, mekândan münezzeh, varlığı vacip, bütün sıfatları sonsuz, kadim ve bâki bir Zât olduğunu bilmeye güç yetiremeyebilir. Ayrıca diğer iman rükünlerini ve İslâm’ın emirlerini de yine tek başına bilemez.

Eş’arîye’ye göre sırf akıl ve fikir Allah’ı bilmede yeterli değildir. Allah’a imanın kişiye vâcib olması, peygamberler ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı cehenneme atılmazlar. İmam Eş’ari bu hükmüne, “... Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azap etmeyiz.” (İsra, 17/15) âyetini delil gösterir.

Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk’a iman etmek yaratılışın gereğidir. Herkes aklıyla Allah’ın varlığını anlayabilir. Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, hikmet ve sanatla yaratılmış bu varlık aleminin bir yaratıcısı olduğunu bilecek bir istidata sahiptir.



14. "Kasrın ustası olan Cenâb-ı Hakk’ın bu sarayı yapmasıyla, kendini ahaliye tanıtması, tezyinatla kendini ahaliye sevdirmesi, ihsanat ile ahaliye muhabbetini izhar etmesi, in'am ve ikramlarla şefkat ve merhametini göstermesi,.." İzah?

- Kendini ahaliye tanıtması:

“Bir hane ustasız olmaz.” hakikatini bütün akıllar tasdik ederler. Hal böyle olunca, bu kâinatın sahipsiz, sânisiz olduğunu “bozulmamış hiçbir akıl kabul etmez” ve tarih boyunca etmemiştir de. Ancak, bu âlemin yaratılışını Allah’tan bilmeyenler, onu putlara, zamana, tabiata vermişler, ama bu kâinat sarayının sahipsiz ve sânisiz olduğunu (bir kısım muattıladan -ateistten- başka) kimse iddia etmemiştir.

- Tezyinatla kendini ahaliye sevdirmesi:

Cenâb-ı Hak bu kâinatı, şu anda gördüğümüz mükemmel haliyle değil de renksiz, şekilsiz, insanın zevklerine hoş gelmeyen bir başka şekilde de yaratabilirdi. Güneşi soluk, yıldızları sönük, meyveleri tatsız, çiçekleri kokusuz bir âlem de yaratsaydı, yine bu âlemin kendi kendine olamayacağını, bir yaratıcısının bulunduğunu insanın aklı ve vicdanı tasdik edecekti. Allah böyle bir kâinatla da kendini insanlara tanıtmış olurdu.

Böyle olmamış, Güneşi parıl parıl, yıldızları pırıl pırıl, meyveleri tatlı ve kokulu, çiçekleri rengârenk bir âlem yaratmış ve insan kalbi bu güzel âlemi sevmiştir. Âlemi sevmesi, onu bu âlemi yaratanı sevmeye götürmüştür. Ve varılan bu son noktadan anlaşılmıştır ki, Allah kendini sevdirmek istiyor. Âlemlerden müstağni olan Allah’ın kendini bizlere sevdirmesiyle biz kemal bulacağız; O’nu sevmekten biz istifade edeceğiz, biz feyizlenecek ve biz terakki edeceğiz.

- İhsanat ile ahaliye muhabbetini izhar etmesi,  
- İn'am ve ikramlarla şefkat ve merhametini göstermesi:

“Tanıtma ve sevdirme” maddelerinden sonra, “ihsanat ile muhabbetini”, “in'am ve ikramlarla şefkat ve merhametini” göstermesi geliyor.

Bunlar birbirine yakın gibi görünmekle birlikte aralarında şöyle bir fark da var: Meselâ, Allah’ın bize el vermesi, ayak vermesi, göz, kulak vermesi O’nun birer ihsanıdır. Güneş'iyle bizi aydınlatması, arz küresi üzerinde seyahat ettirmesi, havasıyla ciğerlerimizi temizlemesi de yine O’nun bizlere büyük ihsanlarındandır. Bunlar in’am ve ikramdan daha geniş mânâlar taşırlar ve daha umumî rahmetleri ders verirler.

İn’am ve ikram denilince, öncelikle, “rızıklanma” akla gelir. Bu kadar çeşitli nimetlerle bizleri her gün beslemesi bize olan şefkat ve merhametini göstermektedir. Biz bütün bu rızıklara ve bu nimetlere muhtaç olduğumuz halde onları yapacak bir güce sahip değiliz. Bu halimizle Mevla’mızın şefkat ve merhametini beklemekteyiz.

- Kemalatının eserleriyle manevî cemalini göstermesi:

Bu kâinat ve içindeki mahlûkatın mükemmelliği, İlâhî isim ve sıfatların kemalini göstermektedir. İnsanın sevgi ve minnettarlık yanında bir de takdir ve tahsin hususiyeti vardır. Birincisi insanı şükür ve hamde sevk ederken, ikincisi tesbih ve tekbire götürür. “Kemalatının eserleriyle manevî cemalini göstermek istiyor.” ifadesi bize bu dersleri vermektedir.

- Mahsus sikke, hatem ve turralarla her şeyin kendisine has olup istiklal ve infirad sahibi olduğunu göstermek istemesi:

Allah’ı böylece bilen, tanıyan, seven ve eserlerindeki mükemmelliğe hayran olan insanın, O’na ortak koşmaması için, Cenâb-ı Hak, bu âlemde yarattığı her eser üzerine öyle mühürler vurmuştur ki, “Bütün kâinatı yaratamayan, bir tek eseri vücuda getiremez.” hakikatini her akıl anlasın, her vicdan tasdik etsin, her kalp kabul etsin.

“Her şey her şeyle bağlıdır. Her şeyi yapamayan bir şeyi yapamaz.” Hakikati  her şeyde kendini açıkça göstermektedir. Bir çiçek, bahçeye, bahçe yerküresine, yerküresi Güneşe, Güneş de kendi galaksisine bağlıdır. Aynı şekilde, atom hücreye,  hücre organa, organ bedene bağlıdır. Bunlardan birini yapamayan tümünü yapamaz. Örnekler artırılabilir.

Külliyat’ta bu konuda birçok bahisler yer almış ve çok geniş açıklamalar yapılmıştır.

15. İki güruha ayrılan ahalinin, birinci güruhunun mümeyyiz vasfı olarak, “kendini tanımaları” nazara veriliyor. Bunun ehemmiyeti ne olabilir? Zira bu hususiyet öne çıkarılıyor.

“Nefsini bilen Rabbini bilir.” hakikatini ders verdiği gibi, Allah’ı bilmenin ilk adımı nefsini bilmek, yani kendini tanımaktır. Nefis denilince, Altıncı Söz'de açıklandığı gibi, insanın ruh ve bedeninin tümünü anlıyoruz. Buna göre söz konusu kelamı Kendini bilen Rabbini bilir.” şeklinde anlayabiliriz.

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!”(1)

İnsanın kendini bilmesinin ve okumasının çok cihetleri vardır. Birkaçına değinmekle yetineceğiz.

Kendini bilme denilince, öncelikle Nur’larda sıkça nazara verilen ve ubudiyetin esası olan “acz ve fakr ve naksını bilmek” hatıra gelmelidir. İnsan, saç yapmaktan da acizdir, göz yapmaktan da akıl yapmaktan da acizdir, hafıza yapmaktan da. Diğer taraftan, bütün bunlara ihtiyacı da vardır. Bunlara muhtaç olması onun “fakrını”, bunları yapmaya güç yetirememesi ise “aczini” ifade eder.

Öte yandan, insanoğlu “yorulmak, uyumak, unutmak, bir mekâna bağlı olmak, bir anda ancak bir şey irade edebilmek” gibi nice noksanlıklarla doludur.

İşte insanın aczi onu Allah’ın kudretine istinad etmeye, fakrı İlâhî rahmetten istimdad etmeye (medet dilemeye) götürdüğü gibi, kendi noksanlıklarını düşünmesi de onu Allah’ın kemal sıfatlarını bilmeye götürür.

Kendini böylece bilen insan, Rabbinin kudretine, rahmetine ve kemaline ayinedarlık etmiş olur. Bunlar ise insanı namaz tesbihatında hülâsa edilen üç mühim vazifeye sevk eder; acziyle tesbihe, fakriyle hamde, naksıyle tekbire yönelir.

Öte yandan, insan kendisinin fâni olduğunu bilmekle bütün fânileri bu dünyada bir süre misafir ve imtihan eden, sonra başka bir âleme sevk eden Rabbinin Bâki olduğunu bilir.

“Hem Sen Bâki'sin! Çünkü biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz.”(2)

İnsan fani olduğu gibi hâdistir de. Yani, bir zaman yok iken sonradan yaratılmış ve varlık sahnesinde boy göstermiştir. Bu haliyle de Allah’ın Kadîm ve Ezelî olduğunu gösterir.

Öte yandan, insan, kendisine verilen ilim, irade, kudret gibi sıfatları vahid-i kıyasî ittihaz ederek Rabbinin sıfatlarını ve şuunatını tanır.

Kendimizi tanımamızın çok önemli bir yönü de bu sıfatlarımızı böylece kullanmamızdır.

Bir de insan, “ahsen-i takvimde yaratılmıştır, bütün esmanın cilvelerine mazhardır ve istidadı bütün varlıklardan üstündür.” İşte, insanın “bu büyük sermayenin şuurunda olması” da kendini tanımasının mühim bir cihetidir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.
(2) bk. Mektûbât, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



16. "Bu Söz’de ele alınan üç konudan birisi hilkat-i insanın muamması olarak nazara veriliyor. İnsanoğlunun yaratılışının bir muamma olmasının imtihan sırrıyla bir alâkası var mıdır?

Buradaki muamma, insanın yaratılış gayesinin doğru anlaşılıp anlaşılmaması meselesidir. Bu imtihanı kazanıp kaybetmek de insanın elindedir. Yani kâinatın ve insanın yaratılış tılsımını açacak anahtar, insanın eline verilmiştir. Bu anahtar, insandaki ene ve cüz’î iradedir. İnsan bu anahtarı doğru kullanırsa o tılsımı açar ve  o muamma da çözülür, sarîh ve açık bir hale gelir.

Eğer insan ene ve iradesini gaflet, dalalet ve küfür yolunda sarf ederse, o zaman o muamma kesif ve karanlıklı bir perde haline gelir, hiçbir şeyin hakikatini ve içyüzünü görüp keşfedemez.

Bu konu Otuzucu Söz’ün Ene bahsinde tafsilatıyla açıklanmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Otuzuncu Söz, Görüntülü Dersler.



17. "Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti." cümlesini izah eder misiniz?

"Edepli muamele ve vaziyet” ile mü’minlerin iman ve ibadet üzere yaşamaları kastediliyor.

"O padişahın hoşuna geldiğinden,.." ifadesiyle Allah’ın mü’min kullarından razı olması kasdediliyor.  

"Onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti."(1) Bu cümlede ifade edilen diğer saray ise cennettir. Yani mü’minler edepli muamele ve vaziyetle iman ve ibadet üzere bir hayat sürdükleri için, Allah da onlardan razı oldu ve onları içlerinde ebedî kalacakları cennetine aldı.

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.



18. Her iki güruh için de akıl ve kalp ön plana çıkarılıyor. Önce aklın, daha sonra kalbin nazara verilmesinin hikmeti nedir?

“... İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma'kes-i nur-u iman.”(1)

İmanın mahalli kalptir. Akıl ise anlama aletidir. Bu aletin doğru kullanılması, doğru düşünmeyi, o da doğru neticelere ulaşmayı temin eder. İtikat konusunda doğru netice “bu kâinatı Allah’ın yarattığıdır”.

Kalb için İşarâtü’l-İ’caz’ da şu tarife yer verilir:

"Kalb bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan;  ma'kes-i efkârı, dimağdır."(2)

Burada “dimağ” kelimesi akıl manasınadır. 

Akıl, fikirlerin akis bulduğu, tefekkür edildiği ve bir hükme bağlandığı yerdir. Bu hükmü kalbin kabul etmesi halinde, fikirler itikada ve imana dönüşürler; aksi halde reddedilirler.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Lemeat.
(2) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi, 7. Ayet Tefsiri.



19. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzâr edilen iksirler, nelerdir?

Haram ve yasak olan her şey, "İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzâr edilen iksirler" olarak ifâde edilmiştir. 

Allah, bununla kullarını takva ve teslimiyet imtihanına tabi tutmaktadır.

Ayrıca bir şeyin haram olması mutlak manada değildir. Mesela, elmanın kendisi değil, çalıntı elma haramdır. Veya domuza bakmak değil, etini yemek haramdır. Ayrıca, üzümden hem tatlı bir şıra, hem faydalı bir sirke hem de zararlı ve haram olan içkiler yapılmaktadır. Aynı şekilde arpa v.s gibi şeylerden bu anlamda yapılabilen hem faydalı ve meşru hem de faydasız ve gayrimeşru şeylere işaret vardır. 



20. "Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan, bu kasrı şu mezkûr maksatlar için bina etmiştir. Şu maksatların husulü ise iki şeye mütevakkıftır..." İzah eder misiniz?

Üstadımız mezkûr beyanıyla, Peygamber Efendimizin (asm) risaletini ve kıyametin sebeb-i vücudunu beyan etmiştir. Şöyle ki:

Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) vücudu zarurîdir. Çünkü mezkûr maksatların tahakkuku, Onun tâlim ve irşadına bina edilmiştir. Zira “anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa, manasız bir kâğıttan ibaret kalır.”

Şu kâinat kitabı esma-i hüsna ve sıfat-ı İlahiyenin cilveleriyle yazılmıştır ve her bir mevcud âdeta bir kitap hükmüne getirilmiştir. Elbette, bu kitabı ders verecek bir muallime ihtiyaç vardır. Eğer muallim olmazsa kitabın manaları anlaşılamaz ve kitabın hikmet-i vücudu kaybolur. Demek bu âlem, nübüvvet ve risaleti iktiza etmektedir.

Kıyametin vücudunun sebebi de bu ahalinin O zâtın sözünü dinlememesidir. Eğer ahali, bu âlem sarayının yaratılış hikmetine muhalif hareket ederse, o zaman kasrın varlığının ve devamının bir manası kalmaz ve o saray harap edilir.

Demek O Zat'ın (asm.) vücudu, şu âlem sarayının yaratılmasının sebebidir. Ahalinin dinlemesi de şu kasrın devam ve bekasının sebebidir. Aksi halde, kıyamet hadisesiyle kainatın varlığına son verilecek ve ahiret hayatı başlayacaktır.

21. Peygamberlere neden ihtiyaç var; peygamberler olmadan insanlar ilahi kitapları anlayamaz mıydı?

"...Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, manasız bir kâğıttan ibaret kalır."(1)

Bu hükümden de açıkça anlaşıldığı gibi, bu kâinat kitabının yazılmasındaki esas maksat, onu yapan ve yaratan Zât’ın tanınmasıdır. Peygamberler bu kitabın doğru okunması için gönderilmişlerdir. Eğer o muallimler gönderilmese bu kitap anlaşılmayacak, doğru okunmayacaktır. Nitekim, kâinatı yanlış okuyanlar, kendilerini “putlara, zamana, maddeye, evrime,…,” vermek sûretiyle doğru yoldan sapmışlardır.

Resuller ve nebiler, insanlara Cenâb-ı Hakk’ı tanıtmak, O’nun emir ve yasaklarını bildirmek, onlara hakkı ve hakikati anlatmak üzere gönderilmiş mümtaz şahsiyetler ve ilahi elçilerdir.

Bediüzzaman Hazretleri Lem’âlar adlı eserinde nübüvvetin ehemmiyetini şöyle ifade etmektedir: 

“Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir."

"Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir.”(2)

Bir insan ne kadar zeki ve ince anlayışlı olursa olsun, mahlûk ve sınırlı olan aklı ile hak ve hakikati tamamıyla bulamaz. Birçok ulvî hakikat, ancak resuller ve nebiler vesilesiyle bilinir.   

Aynı şekilde insanları irşat eden, hidayetlerine vesile mürşitler, mücedditler ve âlimler de Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) birer varisleridir. Dünyevî işlerin yürütülmesi için her konuda farklı bilim adamalarına ihtiyaç olduğu gibi, istikamet dairesinde yaşamak ve manen terakki etmek için de Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) varisleri olan âlimlere ve manevî tabiplere o derece ihtiyaç vardır.

Nübüvvetin gayesi, kalplerin iman nuru ile nurlanması ve ibadetle tekâmül etmesidir. Semavî kitapların kâinattan ve ondaki hadisattan bahsetmeleri Allah’ın varlığını ve birliğini ispat, ilâhî sıfatların ve esmanın tecellilerine dikkatleri çekmek içindir. Çoğu zaman fen bilimleri manasında kullanılan felsefede ise esas olan insanın bu varlık âlemini yakinen tanıyıp ondan âzamî derecede istifade ederek, bu dünya hayatını daha rahat ve huzurlu olarak geçirmesidir.

Vahiyden mahrum bir akıl, madde âleminin yapısı ve vazifeleri hakkında bir şeyler söyleyebilir, ama “Bu âlem niçin yaratılmıştır, bu kâinatın sahibi kimdir, isimleri, sıfatları nelerdir, insan Rabbine karşı şükür vazifesini nasıl yerine getirecektir, bu dünyadan sonra hangi âleme gidilecektir?” gibi hakikatleri akıl tek başına bilemez. Bunlar ancak Kur’ân güneşinden istifade ile ve bir peygamberin rehberliğinde bilinebilir.

Hem insan; “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine cevap bulmadan rahat yaşayabilir mi? Bu suallerin cevabı ancak peygamberler vasıtasıyla bilinir.

Kur’ân-ı Kerim, Müslümanların hem şahsî ve ailevî hayatlarına, hem de içtimaî hayatına esaslar getirmiş, Allah Resulü (asm) bunları ümmetine bütün tafsilatıyla anlatmış ve hayatıyla fiilen sergilemiş, ders vermiştir. Bir Müslüman Allah’a nasıl inanacağından, namazını nasıl kılacağına, ticaret hayatında hangi esaslara uyacağına kadar her şeyi Peygamber Efendimiz (asm)'den öğrenmiştir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Dokuzuncu Nota.



22. Sarayın ve müştemilatının yaratılmasının ve bekasının temel gayesi olarak; "Yaver-i Ekrem’in varlığı ile ahalinin onu dinleyip itaat etmesi" gösteriliyor. Bu âlemin Allah’a bakan veçhesi, en mühim maksat ve gayesi değil mi?

Bu kâinat kitabının yazılmasındaki esas maksat, onu yapan ve yaratan Zât’ın tanınmasıdır. Peygamberler bu kitabın doğru okunması için gönderilmişlerdir. Eğer o muallimler gönderilmese bu kitap anlaşılmayacak, doğru okunmayacaktır. Nitekim, kâinatı yanlış okuyanlar, kendilerini “putlara, zamana, maddeye, evrime,”  vermek suretiyle doğru yoldan sapmışlardır.

Kâinat kitabının muallimsiz olmasıyla, muallimin dinlenmemesi aynı neticeyi doğurur. Her iki halde de o kitaptaki manaları kimse okumamış olur ve bu kâinatın varlığına son verilir. Kâinat fabrikası, faaliyetini bu sapkınlar için sürdürmez.

Kıyametin kâfirlerin başına kopacağı gerçeği, On Birinci Söz'deki bu temsilde aklı ikna edecek şekilde çok güzel ortaya konulmuştur.



23. On Birinci Söz'deki iki güruhun karşılaştırılmasını şematik usulle yapar mısınız?

BİRİNCİ GÜRUH

İKİNCİ GÜRUH

Kendilerini tanımış, akılları başında ve kalpleri yerinde.

Kendilerini tanımamış, akılları bozulmuş ve kalpleri sönmüş.

O sarayın içindeki acaiblere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.”

Saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlup olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler.

Anladılar ki bu saray beyhude değil, âdî bir oyuncak değil; onun için merak ettiler.

Bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar.

“Acaba tılsımı nedir? İçinde ne var?” deyip düşünürken, birden o Muarrif Üstad'ın beyan ettiği nutkunu işittiler.

O Üstad'ın irşadına ve şakirtlerinin ikazlarına kulaklarını tıkadılar.

Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler:

“Şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lazımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler.

Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişah'ın marziyâtı dairesinde amel ettiler.

Nutukları dinlemediler ve Padişah'ın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular.

Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o Padişah'ın hoşuna gittiğinden, onları has, yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti; ihsan etti.

Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere layık bir hapse attılar.
 



24. "O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan her şey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis edip tesbih ediyorlar." Şerir şeyler nasıl Cenab-ı Allah'ı tesbih ediyor? Üstad her şey diyor?

"Yedi gök ve yer ve onların içindekiler, Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin." (İsrâ, 17/44).

Nasıl ki, yeryüzündeki her bir bitki ve hayvan, sayısız hikmet ve maslahat dilleri ile Allah’ı tanıtıyorsa, aynı şekilde semâ dairesindeki sayısız yıldızlar da hârika ve kusursuz nizamlarıyla Allah’ın varlığını ilan ediyorlar.

Yeryüzü dairesinde Allah’ın cemalî isimleri hâkim iken, sema dairesinde de celalî isimleri hâkimdir. O’nun azamet ve kibriyasını ilan ediyorlar.

Her şey Allah’ı tesbih ettiğine göre, kâfirin de nefs-i emmaresi hariç her şeyi, bedeninin bütün hücreleri ve hücrelerindeki bütün atomları kendilerine verilen fıtrî vazifelerini yapmakla ibadet ve tesbihlerini eda ederler. Nefs-i emmare de aslında Allah'ın kendisine yüklediği fıtri işleri yapmakla ve kusurlara sahip çıkmakla Allah'ı tesbih eder, yani noksan sıfatlardan ve kusurlardan Allah'ın uzak olduğunu dolayısıyla ilan eder. Lisanıhâl ile "Allah bu günahları zorla işletip cehenneme atmıyor. Bu günahları ben istediğim için Allah yarattı. Öyleyse Allah cehenneme beni atmakla adaletini tecelli ettiriyor, burada zulüm yoktur." hakikatini haykırır.



25. "Melik-i Kadîr ki, semavat ve arzı altı günde yaratarak arş-ı rububiyetinde de durup,.." Arş-ı rububiyette durmak ne demektir? Semâvat ve arzın altı günde yaratılması meselesini izah eder misiniz?

Bir padişah tahtına oturup memleketinin her tarafına nasıl hükmediyorsa -teşbihte hata olmasın- Cenâb-ı Hak da isim ve sıfatlarıyla her varlığın yanında hazır ve nazır olarak onlara hükmediyor.

Meselâ, bir çiçek Cenâb-ı Hakk'ın Mücemmil (güzelleştirici) isminin arşıdır. O isimle o çiçekte tecelli eder ve o çiçek güzelleşir.

“Arş-ı Âzam” tâbir edilen Büyük Arş ise, “Kâinatın daire-i âzamının ünvanıdır.” arşların arşı, kâinatın payitahtı ve merkezidir. Cenâb-ı Hakk'ın, nihayetsiz hâkimiyeti ve yüce haşmetiyle tecelli ettiği makamdır. Büyük Arş, “kâinatın ve bütün varlık âlemlerinin sağını, solunu, üstünü, altını kaplamış ve hükmü altına almıştır.” 

Arş; “İlâhî emirlerin meleklere ilk tebliğ edildiği makam” şeklinde tarif edilir.

Arş, “yükseklik, yüksek yer, tavan, çardak. Hükümdarın tahtı, saltanat,” gibi manalara geliyor.

Fahreddin-i Râzi'nin ifadesine göre, İlâhî emirlerin ilk muhatapları olan meleklerin bulunduğu âlem. Tâbiri caizse, bütün varlık âleminin idaresiyle, tanzimiyle alâkalı hükümlerin meleklere tebliğ edildiği ulvî makam.

Maddî ve cismanî ne kadar âlem varsa hepsi Kürsî'nin içinde kalıyor; Arş ise Kürsî'yi de kaplamış bulunuyor. Şu var ki, maddî âlemler Kürsî'nin içinde kalınca, Arş’ın Kürsî'yi kaplaması, içine alması ve onun üstünde bulunması, elbette cismen değildir.

Resulûllah Efendimiz (asm.) “Yedi kat semânın, Kürsî'nin içinde, bir kalkanın içine atılmış bir halka gibi kaldığını”(1) ifade buyurmakla, Kürsî'yi ve Arşı anlamamızın mümkün olmadığını bize ders veriyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri, Kalb de bir arştır, fakat ben de Arş gibiyim diyemez.” buyurarak hem insana haddini bilme dersi veriyor, hem de arşla alâkalı bazı sırların yine insan kalbinde aranması gerektiğine işaret ediyor. Elbette ki bu sırlar Arşın mahiyetiyle değil, varlığıyla alâkalı olabilir. Zira arşın mahiyetinin bilinmezliği de kalbden okunmakta. Kalbinin ve ruhunun mahiyetini bilemeyen insan, arşı anlama dâvâsına nasıl kalkışabilir!?

Kalbimiz arşa bir numune. Ruhumuz ruhlar âleminden bir temsilci. Bedenimiz, Kürsî'nin içindeki maddî âlemlerden süzülmüş bir hülâsa.

Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin her noktasında mevcut. Demek ki ruh, bu sıfatıyla bedeni kaplamış, kuşatmış, ihata etmiş.

Bir diğer sıfatı ilim. Ruh, saçtan da haberdar, ayak parmağından da. Akciğerin de vazifesini biliyor, akyuvarların da. Demek ki ruh, ilim sıfatıyla da bedeni kuşatmış. Fakat ruhun bu kaplayışı, paltomuzun bedenimizi kaplamasına benzemediği gibi, onun bedenden üstünlüğü de başın gövdeden üstünlüğü gibi değildir.

Kürsî'nin cismanî âlemi içine alması, belki hava unsurunun bedenimizi kaplamasına benzetilebilir. Ama arşın Kürsî'yi kaplaması ve onun üstünde olması, maddî hiçbir misâlle ifade edilemez. Onun cüz’î bir misâli ruhun bedeni kaplamasıdır ve bu kaplayış gibi, o kaplayış da insan idrakinin çok ötesindedir ve beşer ifadesinden çok yücedir.

“Cennetin sekiz tabakası birbirinden üstün oldukları halde umumunun damı Arş-ı âzamdır.”(2)

“Arş; Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır.”(3)

Arş bütün mahlûkattan evveldir. Bütün âlemler, sistemler onun altında cereyan ederler, parlar sönerler, doğar ölürler. O ise onlardan evvel var olduğu gibi, onlardan sonra da varlığını devam ettirir.

İslâm âlimleri, Arş ve Kürsî isimlerinin mecaz ve teşbih yönü olduğunu ifade etmekle birlikte, bu âlemlerin mevcut olduklarına da bilhassa dikkat çekerler. Bu hususta şu güzel misali de vererek bizi ikaz ederler.

Nasıl Kâbe'ye beytullah yâni Allah’ın evi denilmesi mecazdır, ama Kâbe'nin varlığı da bir hakikattir. Arş ve Kürsî'yi de böyle değerlendirmek ve mahiyetlerini de anlaşılmaz olarak bilmek gerekir.

"Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp..."

Rububiyet: Bir şeyi başlangıç noktasından itibaren tedricen kemale erdirerek son şekline ulaştırmak şeklinde tarif edilmiştir. Çekirdeğin ağaç, nutfenin insan haline getirilmesi gibi.

Rububiyetin kemali ise, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatını yaratması, beslemesi, onları büyütmesi, terbiye etmesi, idare etmesi, yaşatması, öldürmesi ve onlarda tasarruf etmesi gibi  fiillerin, akılları hayrette bırakacak bir tarzda mükemmel olarak icra edilmesidir.

Rububiyetin arşı üzerinde durmak ise, mecaz bir ifadedir. Bundan maksat, Azamet-i İlahiyeyi ve Saltanat-ı Rububiyeti tefekkür ettirmektir.

Semavat ve arzın altı günde yaratılmasına gelince:

“Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Â'raf, 7/54)

Müfessirler bu altı günün mânası hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir. Büyük çoğunluk, günden maksadın devir olduğunu beyan etmişlerdir.

 Onlar derler ki:

a. “Gün” mefhumu, Dünya’nın kendi etrafındaki bir tam dönüşünü tamamladığı süreye verilen isimdir. Eğer Güneş ve Dünya yoksa bu mânada "gün" de yok demektir. Dünya ve Güneş sonradan yaratıldığına göre, ayette zikredilen gün tâbiri ile dünya günü kastedilmiş olamaz. O hâlde devir kastedilmiş olmalıdır.

b. Ayrıca Kur’an’ın bazı ayetlerindeki “gün” mefhumu ile genel mânadaki “vakit” kastedilmiştir.

Daha geniş izah için tefsir kitaplarına müracaat edilebilir. Bizler bu bahsi, Üstad Hazretleri’nin şu izahı ile tamamlıyoruz:

"BİRİNCİSİ: Mesela, خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ 'Altı günde gökleri ve yeri yarattık.' demek olan; hem, belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’âniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-i ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan her bir asırda, her bir senede, her bir günde Fâtır-ı Zülcelalin halk ettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelalin emriyle âlem dolar, boşanır."(4)

Dipnotlar:

(1) bk. İbn Kesir, Bakara Suresi 155. Ayet Tefsiri.
(2)  Sözler, Yirmi Sekizinci Söz.
(3) Mesnevi-i Nuriye, Hubab.
(4) Sözler, On Dördüncü Söz.



26. "Kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zîhaşmet ve zîkudret sahibidir." cümlesini izah eder misiniz?

Âyet: Nişan, alamet, işaret; kimsenin inkâr edemeyeceği açık delil demektir.

Bu kâinat, bir kitab-ı kebir ve içindeki her bir varlık da bu kitabın bir âyetidir. Güneş, ay ve yıldızlardan, kuşlara, kelebeklere, ağaçlara ve balıklara kadar her şey Allah’ın varlığının bir nişanı ve birliğinin apaçık bir delilidir.

İşte bu manada, her şey kâinat sayfasında kudret kalemiyle yazılan bir âyettir.

İsm-i Hakem’in tecelli-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki, her sahifede yüzer kitap yazılmış ve her satırında yüzer sayfa dercedilmiş ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur ve her harfinde yüzer kelime var ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir.”(1)

(1) bk. Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Üçüncü Nükte.



27. "O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, her birisi kendine lâyık bir tarzla tezyin ve tanzim edilmiştir." Buradaki "On sekiz bin âlem" meselesini açar mısınız?

Cenâb-ı Hak’tan gayrı her şeye “âlem” denilir. Ayrıca mahlûkat içerisindeki her bir sınıfa da “âlem” denilir;  insanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi gibi...

Ayrıca âlem kelimesinde alamet manası da vardır. Mahlûkat, yaratanının varlığına delil ve nişan olduğu için, mahlûkata “âlem” ismi verilmiştir.

Üstadımız Hazretleri “on sekiz bin âlem” meselesini Mektubat adlı eserinde şöyle izah etmektedir:

"Saniyen: Mektubunda diyorsun:  رَبُّ الْعَالَمِينَ (âlemlerin Rabbi) tabir ve tefsirinde 'on sekiz bin âlem' demişler. O adedin hikmetini soruyorsun."

"Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum. Fakat bu kadar derim ki: Kur’an-ı Hakîm’in cümleleri birer manaya münhasır değil; belki, nev-i beşerin umum tabakatına hitap olduğu için, her tabakaya karşı birer manayı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan manalar, o küllî kaidenin cüz’iyatları hükmündedirler. Her bir müfessir, her bir arif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline veyahut meşrebine istinad edip bir manayı tercih ediyor. İşte bunda dahi, bir taife o adede muvafık bir mana keşfetmiş."(1)

(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.



28. On Birinci Söz'de temsilden hakikate geçerken; "Ocak ve matbah ise kalbinde ateş taşıyan..." ifadesi kullanılıyor. Ancak temsilde bu ifade geçmiyor, nasıl anlamalıyız?

Bazen belağatın muktezası olarak, zâhir olan hakikatler akla havale edilir, tâ ki akıl onda işleyip hareket etsin ve o hakikati keşfedip lezzet alsın. Daha bunun gibi birçok hakikatleri temsilden çıkarmak mümkün, ama Üstad Hazretleri bir numune göstererek akla kapı açıyor, bizi tefekküre ve düşünmeye sevk ediyor. Buna benzer ifadeler diğer temsillerde de vardır.

Mesela, Sekizinci Söz'de kötü zâtın macerasında bahçe misali verilmiyor, iyi zâtın macerasından bahsedilerek ona gönderme yapılıyor.



29. "Dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir." Seyir ve ziyafete davetliler içinde meleklerin olmaması, hayvanatın dâhil edilmesini nasıl yorumlarsınız?

Bu âlemdeki İlahi eserleri seyredenler, başta insanlar olmak üzere melekler, cinler ve bütün ruhaniyattır. Hayvanların seyirden hisseleri pek azdır. Onlar rızıklarını tanıyacak, düşmanlarını bilecek ve onlardan korunacak kadar bir şuur sahibidirler, ancak tefekkürden nasipleri yoktur. Yani, yedikleri gıdanın mahiyetini bilmezler, o gıdanın yerden bitmesi için baharın geldiğini, bunun içinde dünyanın kendi etrafında aylarca döndüğünü, denizlerden buharlaşan yağmurun bulutlar haline gelip rüzgârla taşındığını daha böyle nice hâdiseler zincirini düşünecek ve bilecek halde değillerdir.

"Ziyafet" kelimesi doğrudan insana ve cinlere ve insanın hizmetkârı olan hayvanlara bakmaktadır. Melekler yiyip içmedikleri için, bu sofralar onlar için sadece birer sanat eseridirler, birer ziyafet değildirler. Onun için burada melekler zikredilmemiş. Bu âlemin yaratılmasından esas maksat cinlerin ve insanların imtihan olmalarıdır. Dünya âhiretin tarlası olduğuna göre, âhiret âleminin iki menzili olan cennet ve cehennem, bu dünyada insanların ve cinlerin amellerinden çıkacaktır.

Yani bu iki menzil hayır ve şer amellerden yaratılacaklardır. Bu açıdan da bakıldığında bu dünyanın esas misafirleri insanlarla cinlerdir, hayvanlar ise insanların hizmetçileridirler. Misafirlikleri dolaylıdır.

Burada cinlerin de zikredilmesi, onların da “toplu yaşamak, evlenmek, çocuk sahibi olmak ve kendilerine mahsus nimetlerden yiyip içmek” gibi birçok cihetle insanlara benzemelerindendir.



30. Kur’an’ın, "kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri" olmasını izah eder misiniz?

Tefsir; gizli bir manayı aşikâr etmek ve açıklamak demektir. Bu işi yapana “müfessir" denilir.

Üstadımız, Kur’an’ın şu kitab-ı kâinatın bir müfessiri olması meselesini şöyle izah ediyor:

"...Kur’an-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor ki, zat ve sıfat ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, ta Hâlik’ini tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki mûcidleri için bakıyor." (Sözler, On Dokuzuncu Söz.)

"...Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir. Yani Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlâl suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim; coğrafya, kozmoğrafya gibi kasten kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitap değildir. Ancak, kâinat sahifesinde yazılan sanat-ı İlahiyenin nakışları ve yaratılan kudretin mucizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni ve nizam-ı hakikiye istidlâl keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitaptır..." (İşaratü'l-İ'caz, Bakara Sûresi, 23-24. Âyet Tefsiri.)

Demek, Kur’an’ın şu kitab-ı kebirin müfessiri olması şu manalara gelmektedir:

· Kur’an, şu âlemde tecelli eden ilahî isimlerden ve sıfatlardan bahseder ve her mahlukun esmâ-i hüsnâya ve sıfat-ı ulyaya nasıl ayinedarlık yaptığını beyan eder.

· Kur’an, mahlukların Allah’ın varlığına ve birliğine olan şehadetlerini izah eder.

· Kur’an, mahlukların yaptıkları ibadet ve tesbihi izhar eder.

· Kur’an, şu âlemdeki mahlukların manasını bizlere öğretir.

· Kur’an, mahlukların lisanıhâl ile söylediklerini bizlere lisanıkal ile ders verir.

· Kur’an, mahlukların diğer iman hakikatlerine nasıl şehadet ettiklerini beyan eder...

İşte Kur’an, bu ve benzeri cihetlerle kâinatın ve içindeki mahlukatın manasını bizlere ders vermekle kâinatın bir müfessiri olmaktadır.



31. On Birinci Söz'deki temsilî hikâye ile hakikatlerin mukayeseli tablosunu yapar mısınız?

TEMSİLİ HİKÂYE

HAKİKATİ

O saray

Şu âlemdir

O melik

Ezel ve ebed sultanı olan bir Zat-ı mukaddestir.

O sarayın menzilleri

Şu on sekiz bin âlemdir.

O saraydaki sanayi-i garibe

Şu âlemde görünen kudret-i İlahiyenin mucizeleridir.

O sarayda gördüğün taamlar


Şu âlemde, hele yaz mevsimindeki rahmet-i İlahiyenin semerât-ı harikalarına işarettir.

          Oradaki ocak ve matbah

Kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır.

Gizli definelerin cevherleri

Esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilveleridir.

Temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri

Şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve kudret kaleminin mevzun nakışlarıdır ki, Kadir-i Zülcelal’in esmasına delalet ederler.

                       O üstad ise

Efendimiz Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.

Avânesi ise

Enbiya aleyhimüsselamdır.

Şakirtleri ise

Evliya ve asfiyadır.

O saraydaki hâkimin hizmetkârları

Şu âlemde melâike aleyhimüsselama işarettir.

Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler

Şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir.

O iki fırka ise

Birisi ehl-i imandır; diğeri ehl-i küfür ve tuğyandır.



32. Zülcenaheyn olan Üstad kimdir ve bu vasıf ne manaya geliyor? Diğer üstadlarda bu vasıf bulunuyor mu?

Kelime-i şehadet getirirken, önce “Allah’tan başka İlâh (hak Ma’bud) olmadığını,” onun akabinde de “Hz. Muhammed’in (asm.) Allah’ın kulu ve resulü olduğunu” ifade ederiz.

“Zülcenaheyn; iki kanat sahibi” demek olup, Peygamber Efendimizin (asm.) hem kul hem de resul olma cihetlerini birlikte ifade etmektedir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm), Allah’ın bütün insanlık âlemine rehber şahsiyet olmak üzere yarattığı ve en güzel şekilde terbiye ettiği en mükemmel kuldur (abdiyet).

Ve bu mükemmel kul, Allah’ı bütün insanlara tanıtmakla ve O’nun emir ve yasaklarını öğretmekle vazifelendirilmiştir (risalet).

Onun bu iki farklı cenahı Üstad'ın şu cümlesinde çok güzel ifade edilmiştir.

“… O zât, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memurudur.”(1)

Ayrıca, Peygamber Efendimiz (asm) sadece insanların değil cinlerin de peygamberidir. Bu cihetiyle kendisine “Resulü’s-sekaleyn” denilmiştir.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.



33. Bahtiyar olan cemaatin kendilerini enva-ı ibadatın fihristesi olan namaz ile vazifeli gördükleri ifade ediliyor. “Namazın diğer ibadetlerin fihristesi olmasını” biraz açar mısınız?

Aynı mana Dokuzuncu Söz'ün Üçüncü Nükte'sinde şöyle ifade edilir:

“..Namaz dahi bütün ibadatın envaını şâmil bir fihriste-i nuraniyedir. Ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kutsiyedir.”

Kur’an-ı Kerim'de namaz ve zekât, ekseri âyetlerde, birlikte geçerler.

Tefsir âlimleri, ibadeti ikiye ayırırlar: Bedenî ibadetler ve malî ibadetler. Namaz bütün bedenî ibadetleri temsil eder, zekât ise malî ibadetleri.

Namazda Kâbe’ye teveccüh etmemizde hac ibadetine bir işaret vardır. Namaz boyunca bir şey yenilmemesi yönüyle, namazda oruç da bulunmaktadır. Namazda geçen zaman, ömrün bir zekâtı sayılabileceği gibi, namaz kılınan elbisenin yıpranması da yine malî bir ibadet hükmünde bir sadaka sayılabilir.

Öte yandan, namazda diğer mahlûkatın ve meleklerin de ibadetlerine işaretler vardır. Ağaçlar duruşu kıyama benzerken, birçok hayvanlar sürekli rükû halinde gibidirler, bir kısmı ise sürünmekle secdeyi temsil ederler.

Sürekli kıyamda bulunan melekler olduğu gibi, yine daima rükû ve secde halinde olan melekler de vardır.

“... Evet, nasılki Fatiha Kur'ana, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz savm, hac, zekat ve sair hakikatları hâvi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin nümunelerine de şamildir. Meselâ: Secdede, rükû'da, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.”(1)

(1) bk. İşarat’ül-İ’caz, Bakara Suresi 3. Ayetin Tefsiri.



34. Müminlerin kendilerini namaz ile birçok makamat-ı âliye içinde çok latif vazifelerle telebbüs etmeleri, sadece namaz içerisinde mi oluyor? Bu risalede namazın manası nasıl ders veriliyor?

"Şu bahtiyar cemaat, o Resulü dinleyip Kur'ân'a kulak verdiler. Kendilerini, envâ-ı ibâdâtın fihristesi olan namaz ile birçok makamat-ı âliye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. Evet, namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezâifi, makamatı mufassalan gördüler."(1)

Namazın vakitleri, hareketleri ve içinde zikredilen kelime ve ifadeler âdeta bütün ibadet çeşitlerini temsil eden bir hülâsa gibidir. Kulluğun esası ve mâyesi hükmünde olan tehlil (Lâ ilahe illallah), tekbir (Allahü ekber), tesbih (Sübhanallah) ve tahmid (Elhamdü lillah) namazın ruhu gibi her tarafında bulunuyor.

Namazın her hareketi bütün mahlûkatın ibadetleri temsilen zikrediliyor. Mesela kıyam, ağaçların ve bitkilerin haline işaret ediyor. Secde, toprak ve madenlerin fıtrî ibadetlerini tevkil ediyor. Kuud (oturma), dağların, tepelerin, bitkilerin hallerini temsil eder.

Biz bütün bunları bilsek de bilmesek de namazda bunları temsil ediyoruz.

İbadet; “...Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”(2)

İbadetin en ulvîsi, en mukaddesi ve en mükemmeli namazdır. Allah’a karşı şükrün en mükemmel şekli ve O’nu ta’zim ve tesbih etmenin en güzel yolu namazdır. Zira namaz, birçok ibadeti içine alan ulvî bir ibadettir. Allah’ın rızasını kazanmaya en güzel vasıta da yine namazdır. Hayatını huzur ve saadetle devam ettirmek isteyen bir insan, namaza devam etmelidir. Zira “Namaz müminin miracıdır.” 

Namaz, insanın, “Mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Mâbud-i Cemîl-i Zülcelâl’in huzuruna kabulü”dür.(3)

Evet, insan için Allah’a muhatap olmaktan ve O’nun ile böyle ulvî bir sohbet etmekten daha büyük bir huzur, daha büyük bir izzet ve şeref düşünülebilir mi? Böyle bir davetin ulviyetini ve kıymetini anlayan bir insanın şevk ile o huzura koşması icab eder.

İnsan nafile ibadetler, dua, zikir ve Kur’an okumakla da Cenâb-ı Hak ile mükâleme şerefine her an ve her yerde nail olabilir. Namaz kılmayan bir insan, bu şereften mahrum kalacağı gibi, büyük bir azaba da dûçar olacaktır.     

İnsan günde beş defa namaz vasıtası ile Allah’ın huzurunda olmanın manevî lezzetini tadıyor.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. İşaratü-l İ’caz, Bakara Suresi, 21 ve 22. Ayetlerin Tefsiri.
(3) bk. Sözler, On Altıncı Söz.



35. "Namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtiyle işaret ettiği vezaif ve makamatı mufassalan gördüler." ifadesinde nazara verilen yüksek mânalar herkes için geçerli midir?

Bir şeyin “mutlak” zikredilmesi “kemaline” delâlet eder. Burada da bir kayıt konulmaksızın, yani “şu veya bu zâtların namazı” denilmeyerek “namazın” mutlak zikredilmesi, “kâmil namaz” demek olur ki, o da peygamberlerin, evliya ve asfiyanın namazlarıdır. Bu gibi bahislerde, bizlerin de o yüksek manalara biraz olsun yaklaşmak için gayret göstermemize bir tembih vardır.

“Namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtiyle işaret ettiği vezaif ve makamat” ifadesinde geçen “mütenevvi ezkâr” yani çeşitli zikirler “namaz boyunca okuduğumuz Fatihalar, zamm-ı sureler, tesbihler, tekbirler, hamdler, aşr-ı şerifler ve yaptığımız dualardır.”

Harekât ise, kıyam, rükû, secde, teşehhüd, selam verme gibi hareketleri ifade eder. Bunların işaret ettiği “vezaif ve makamat” ise namaz kılan kişinin ihlâsına, huzuruna, tefekkürden nasibine, huşûuna, takvasına göre onun ruhunda tesirini gösteren ve kalbinde inkişaf eden kulluk vazifeleridir.

Birkaç misal vermeye çalışalım:                       

Fatiha Sûresinin ilk ayetinde, “bütün hamd ve senanın Allah’a mahsus olduğu” ders veriliyor. Bu hususta bize düşen vazife, İlahî sıfat ve isimlerin tecellileriyle ortaya çıkan bütün güzellikleri, kemalleri ve nimetleri Allah’tan bilmek, sebepleri bilhassa insanları sadece birer vesile görerek, bütün “hayrın ancak Allah’ın elinde olduğunu” düşünüp şükrümüzü ancak O’na yapmaktır.

“Malikiyevmiddin” âyetini hayatımıza tatbik etmek, ölümü sıkça hatırlamak, ömür sermayemizin hesabını dünyada iken hassasiyetle yapmak, âhiretimize daha çok sevap göndermek için olanca gücümüzle çalışmaktır.

“İyyake na’büdü ve iyyake nestein” (Yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz) âyetinden aldığımız ders ile gizli şirk denilen riyadan ve sebeplere fazla ehemmiyet vermekten sakınmaya dikkat etmektir.

“Sırat-ı müstakime” hidayet isteğimizi, hayatımızın her safhasında, bütün davranışlarımızda ve ahlâk yapımızda esas almak, aşırılığın iki ucu olan “ifrat ve tefritten” sakınmaktır.

Fatihanın tümünü hayatımızda güzelce sergilediğimiz takdirde, sırat-ı müstakim ehli olan “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” izinde gider, mağdup (Allah’ın gazabına uğramış) ve dallin (istikamet yolundan sapmış) güruhlarından olma tehlikesinden kurtuluruz.

“Allahü ekber” diyerek rükûa ve secdeye kapanmamızın hayatımıza yansıması, insanları ve hâdiseleri olduğundan büyük görmemek, onların karşısında acze düşmemek ve onlara lüzumundan fazla kıymet vermemektir.

Bu noktada, Allah’ın inayetiyle, muvaffak olmanın şartı, önce haramları, sonra şüphelileri tamamen terk etmek, daha sonra salih amelleri artırma yoluna gitmektir.

Büyük zâtlar, feyiz ve kemalat yolunda ilerlemenin ilk ve en mühim şartı olarak “helal lokmayı” nazara verirler. Haramlardan uzak kalmakla birlikte, helal dairesinde de israftan sakınmayı tavsiye ederler.

Abdulkadir Geylani Hazretleri bu noktada şu ihtarda bulunur: “Haramın azabı varsa, helalin de hesabı vardır.”

Malayaniyi terk etmek, yani ne dünyaya ne de âhirete yaramayan boş işlerle ve sözlerle ömür tüketmekten uzak durmak da bu noktada çok ehemmiyetlidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm.); “Kişinin malayaniyi terk etmesi Müslümanlığının kemalindendir.”(1) buyururlar.

(1) bk. Müsned, I, 201; İbn Mâce, Fiten, 12; Tirmizî, Zühd, 11.



36. "Âsâra bakıp, gaibâne muamele sûretinde, saltanat-ı Rububiyetin mehâsinine temâşâger makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini eda edip ‘Allahu ekber’ dediler." Ne demektir?

On Birinci Söz'de üç konu işlenmektedir. Bunlardan birisi de “hakikat-ı salâtın rumuzu”dur.

Namazın sûreti, namaz boyunca bedenimizin aldığı muhtelif şekiller, yaptığımız farklı hareketlerdir. Bu sûretin bir de hakikati vardır. Ellerimizi açmamızın sûreti malumdur, hakikati ise Rabbimizden bir şeyler istemektir. İşte bunun gibi namazın tümünün de bir hakikati vardır. Bu Söz’de namaz kılanların şahsında “namazın hakikati” anlatılır.

Bu hakikate ne kadar yaklaşabilirsek, namazımız da o ölçüde mükemmelleşir. Ancak, şurası unutulmamalıdır:

Namaz kılmak, Rabbimizin dergâhında kulluğumuzu ilan etmemiz için yapılan bir davete icabettir. Bu davete kulak veren ve namaz kılan bir kul, namazın şartlarını yerine getirdiği ve namazı bozan şeylerden uzak kaldığı takdirde namazı, inşallah makbuldür ve namaz kılmama suçundan kurtulmuş demektir. Namazını, kâmil manasıyla eda edemediği takdirde, bir mesuliyeti yoktur, fakat kazancının az olması noktasında bir zarara uğradığı da muhakkaktır.

Üstad'ın şu ifadeleri bizim için büyük bir teselli kaynağıdır:

“Sakın deme: 'Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede?' Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikattan bir sırrı vardır -velev şuurun taalluk etmezse-. Fakat derecata göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur. Öyle de: Namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir. Fakat bütün o meratibde, o hakikat-ı nuraniyenin esası bulunur.”(1)

 “Saltanat-ı Rububiyetin mehasinini temaşa” denilince, Fatiha Sûresinde geçen “Rabbü’l-âlemîn” ismi hatıra gelir. Bütün âlemleri Allah terbiye etmiştir, O’ndan başka Rab yoktur. İşte bu bir “rububiyet saltanatıdır.”

Semadaki yıldızları o terbiye etiği gibi, yerdeki çiçekleri de o terbiye etmiştir. Bütün gözleri görecek şekilde terbiye eden ve bütün ruhlara görme sıfatı veren ancak O’dur. Bu ruhların ve bu gözlerin bir kısmını başkalarının terbiye ettiği düşünülemez.

İşte namaz kılan kişi “Elhamdü lillahi Rabbi’l-âlemîn” derken bu mânayı icmalî olarak düşünür. İlâhî terbiye üzerinde daha önceleri yapmış olduğu tefekkürler, bu âyeti okuduğunda onun ruhunda ayrı bir kemal olarak kendini gösterir. Ancak, bu mananın namaz içinde tafsilatlı olarak düşünülmesi “vesvese”  sayılmıştır. Yani, dilimiz “Rabbü’l-âlemîn” derken aklımız da sadece bu terbiye fiili düşünülecektir.

Sûrenin devamında, dilimiz sırat-ı müstakime hidayet isterken, aklımız hâlâ Rabbü’l-âlemîn ismini düşünmekle meşgul ise, bu hâl, arz ettiğimiz gibi “vesvese” olarak kabul edilmiştir.

Bu meselenin “tekbirle” alâkası üzerinde de kısaca duralım:

İnsan gerek kendi nefsinde, gerek onu kuşatan şu uçsuz bucaksız âlemde icra edilen terbiye fiillerinin hem azametini, hem de inceliklerini idrakten aciz olduğunu “tesbih ve tekbir” getirmekle ilan etmiş olur.

İnsanın biri gaibâne diğeri hâzırâne olmak üzere iki nevi ubudiyeti vardır. Bu konuda Üstadımız’ın  izahlarından bazı bölümler nakledelim:  .

“İşte insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubudiyeti var. Bir ciheti, gaibâne bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri, hâzırâne muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır." 

"Birinci vecih şudur ki; kâinatta görünen saltanat-ı Rububiyeti, itaatkârâne tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârâne nezaretidir."

"Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedi’ sanatları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilancılıktır."
(...)
"İkinci vecih huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelal, kendi sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile marifet ile mukabele eder."

"Sonra görür ki bir Rabb-i Rahim, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da O’na hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini O’na sevdirir. ...”(2)

Bu ubudiyet görevinin yapılmasında ana hatlarıyla şöyle bir sıra takib edilmiş oluyor.

· İnsan ilk öce bir esere bakar ve o eseri Allah hesabına tefekkür eder.

· Bu tefekkürde rububiyetin mehasinini ve güzelliğini temaşa eder.

· Kâinatın her köşesinde bu rububiyetin hâkim olduğunu görerek rububiyetin saltanatını hayretle tefekkür eder.

· Ve daha sonra da bu saltanat-ı rububiyetin güzelliği ve kusursuzluğu karşısında “Allahu Ekber” diyerek tekbir ve tesbih vazifesini eda eder.

Yani her mahlûkun:

· Yoktan icad edilmesine,
· Rızkının mükemmel verilmesine,
· Hâlden hâle sokulmasına, 
· Kemal bulması için sevk edilmesine,
· Ona hayat verilmesine,
· Farklı cihazlar ve aletlerle teçhiz edilmesine, 
· Mükemmel vazifelerde çalıştırılmasına,
· Hayat şartlarının ona öğretilmesine...ve bunlar gibi rububiyetin diğer tecellilerine bakar.

Sonra, bu rububiyetin her tarafı kuşatmış olan haşmetli saltanatını temaşa eder.  

İşte insan bu temaşadan sonra, bu rububiyetin bu haşmetli saltanatı karşısında hayret ve tazim ile eğilerek “Allahü Ekber” der, tekbir ve tenzih vazifesini eda eder.

Bu sorunun cevabına Üstadımızın “tekbir” hakkında On Altı’ncı Söz’de geçen şu dersiyle son verelim: Tekbir, “…Mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır.” Yani, biz Allah’ın sonsuz kemalini idrakten aciz olduğumuzu bu kelam ile ifade ederiz.

Dipnotlar:

(1) Sözler, Yirmi Birinci Söz, Birinci Makam.
(2)  age., Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.



37. "Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle,.." İzah eder misiniz?

Burada namaz kılanların şahsında “namazın hakikati” ve “kâmil bir namazın özellikleri” anlatılmış oluyor. Bizler de bu manalara ne ölçüde yaklaşırsak namazımız o nisbette sıhhatli ve mükemmel olacaktır.

"İ’lem eyyühe’l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. Min haysü lâ yeş’ur husûle gelir. Binaenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir."(1) 

İnsanın bir vazifesi de dellâllıktır. Yani insan hem esmâ-i hüsnânın tecellilerine hem de şu kâinat sergisinde dizilmiş olan sanat eserlerine, başkalarının da nazar-ı dikkatleri celbeder ve etmelidir. 

İşte insan dellâllık makamında, hem esmâ-i hüsnânın cilvelerini hem de bu isimlerin aynası olan sanat eserini göstererek ilancılık vazifesini yapar. Ve daha sonra da bu isimlerin güzelliğine ve isimlerin tecellisi ile tezyin edilen sanat eserine karşı “Sübhanallah, Velhamdülillah” diyerek takdis ve tahmid vazifesini ifa eder.

Yani “Sübhanallah” diyerek, o isimleri ve o isimlerin müsemması olan Allah Teâlâ’yı her türlü kusur ve noksanlıklardan tenzih eder. “Elhamdülillah” diyerek de o isimlerin böyle cemalî tecellisine karşı şükreder ve hamdini ifa eder.

Elbette, dellâllık vazifesini yapabilmek için ilk önce esmâ-i hüsnâyı ve tecellilerini bilmek gerekir. Bunu bilmeyen, dellâllık vazifesini ifa edemez.

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Hubab.



38. "Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zahir ve batın duygularla tadıp anlamak makamında şükür ve sena vazifesini edaya başladılar." İzah eder misiniz? Zâhir ve bâtın duygular ve sofralarından maksad nedir?

"Zâhir ve bâtın duygular" hakkında çeşitli sınıflandırmalar yapılmıştır. Bunların tamamından çıkan ortak mana, ruhumuzun dış âlemle temas kurarak icraat yapan hisleri için zâhir duygular (havass-ı zâhire), kendi iç âlemimizde icraat yapanlarına ise bâtın duygular (havass-ı bâtına) denilmektedir.

“Tadıp anlamak” ifadesinde geçen “tatma” işi zâhir duygulara, “anlama” ise bâtın duygulara bir misal olarak verilmiştir. Sadece tatmak fakat düşünmemek, anlamamak insanı şükre götürmez; nefsin o lezzetle keyiflenmesine hizmet etmekten öteye geçemez. O takdirde, yenilen şey de o şahsın nazarında “nimet” olma özelliğini kaybeder, sadece “lezzetli ve faydalı bir gıda” olmakla kalır.

Hâlbuki o gıda nimet olarak düşünülebilse, Üstad'ın ifade ettiği gibi, nimetten in’ama (ikram ve ihsana) geçilecek ve Mün’im (nimeti veren) bulunacaktır. 

“Evet, nimet içinde in’âm görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma geçsen Mün’imi bulursun.”(1)

İnsan, bir nimetten zevk ve lezzet almasına yardım edecek göz, kulak, dil gibi zâhir duygular yanında; kalp, akıl, hayal, vicdan gibi bâtınî hâsiyetlere de sahiptir. Sadece zâhirle iktifa etmek insanî olmaktan uzak bir haldir.

Üstad'ın şu ifadeleri bu noktada hem bir teşvik, hem de bir ikaz ve tehdit manası taşırlar:

“Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak. Kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.”(2)  

İnsanın diğer bir vazifesi de şükür ve senadır. Şöyle ki:

Cenâb-ı Hak şu yeryüzünü bir sofra-ı nimet yapmış ve rahmet hazinelerinin harika eserleri ile bu sofrayı donatmıştır. İnsanı ise bu sofranın en gözde misafiri yapıp, bu sofradan istifade edebilmesi için lüzumlu olan zâhirî ve bâtınî duygular ve cihazlarla teçhiz etmiştir.

İşte insanın bu makamdaki vazifesi, kendisine verilen maddî ve manevî duygularla bu yeryüzü sofrasındaki nimetleri tatmak, şükür ve sena vazifesini eda etmektir.

Şükrün, sebeb-i hilkat-i âlem olduğu hakikatine Üstadımız Mektubat’ında şöyle işaret etmektedir:

“Evet, Kur’an-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilatı şükrü intaç edecek bir surette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür."(3) 

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.
(2) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a (Mesnevî-i Nuriye, Zühre), On Dördüncü Nota.
(3) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele.



39. Esma-i İlâhiyenin definelerindeki cevherlerden maksat nedir? Bu makamdakilerin “tenzih ve medih vazifelerini” yapmaları makam icabı mı? Manevî cihazat ve mizanlar ile mi tartıp bilinebilir?

“Künuz-ı mahfiye” (gizli hazineler) ifadesi, mecazî olarak esmâ-i ilâhiye manasında kullanılır. Esma-i ilâhiyenin her biri bir define, bir hazine gibidir. Esmâ tecellileri ise o definenin cevherleridir.

Meselâ, “Muhyi” (hayat verici) ismi bir define gibidir. İnsanların, meleklerin ve cinlerin hayatlarından, bütün hayvan türlerinin hayatlarına kadar bütün hayat çeşitleri o definede mevcuttur. Yaratılan canlı mahlûklar o definenin birer cevheri, birer incisidir.

Keza, sûret veren manasındaki “Musavvir” ismi de ayrı bir definedir. Bu isim her mahlûkta farklı bir şekilde tecellî ederek, o mahlûka farklı bir sûret vermiştir. Bir kuşun sûretinden balığın sûretine, çiçeklerden kar tanelerine kadar her bir mahlûk farklı sûretiyle “Musavvir” isminin tecellisine bir ayna olmuştur. İşte bu farklı tecelliler “Musavvir” isminin definesinin cevherleridir.

Misaller artırılabilir.

İnsan bu hârika eserleri ve mucize icraatları sadece görmekle kalmayıp “anlayacak, değerlendirebilecek, hayret ve şükür edecek” bir yaratılışa sahiptir.

İnsan, kendisine takılan bu manevî cihazatı yerinde kullanarak ve iyi değerlendirerek esmâ ve sıfat-ı İlâhiyeye dair marifetini artırdıkça, İlâhî hikmetlerin nihayetsiz olduğunu daha iyi anlar ve Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu bu eserlerdeki mükemmellikle daha iyi anlayıp, O’nu tenzih ve metheder.

Manevî cihazat ise, insanın mahiyetine takılmış olan kalb, akıl, hisler ve duygulardır. İnsanın vazifesi ise, o cevherleri manevî cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek ve daha sonra tenzih ve medih vazifesini eda etmektir.

40. "Mistar-ı kader üzerinde kudret kalemiyle yazılan mektubat-ı Rabbaniye"ye bir iki misal vererek, "tefekkür ve istihsan" vazifelerinin nasıl ifa edildiğini biraz açar mısınız?

Risale-i Nur Külliyatı'nın birçok yerinde, bu kâinat “kudret kalemiyle yazılmış bir kitaba” benzetilir. “Bir harf bile kâtipsiz olamazken, şu muhteşem ve son derece hikmetler ve manalar taşıyan şu kâinat kitabı elbette ancak Allah’ın eseridir.” hakikati akıllara ve kalplere yerleştirilir.

Bu cümleden olarak, kâinattaki varlıklar için bazen “mektubat-ı Rabbaniye” tâbiri kullanılır. Mektup; “yazılan, yazılmış” demektir. Bu tâbirle, akıllara çok ibretli bir tefekkür levhası sergilenir. Şöyle ki:

Biz bir meyvenin ismini yazsak yahut resmini çizsek, ona bakanlar da o meyvenin ismini söylerler, ama ondan faydalanamazlar, çünkü o yazdığımız isim yahut yaptığımız resim “meyve olma” terbiyesinden geçmemiştir. Sadece cansız bir yazı veya şekil olmaktan ileri gitmez.

Allah’ın yarattığı bir meyveye baktığımızda durum farklıdır. O meyve de kudret kalemiyle yazılmış bir kelimedir, bir yazıdır. Şu var ki, biz o yazıdan faydalanabilir, yani onu yiyebilir, ondan istifade edebiliriz. Bir harf kâtipsiz olmazken, bir kelime, meselâ “elma” kelimesi elbette kâtipsiz olmaz. Sadece bir isim olmaktan öteye geçemeyen “elma” kelimesi kâtipsiz olmazsa, elbette bir mektûb-u Rabbanî olan gerçek elmalar da sahipsiz, sânisiz olmazlar.

Biz, yazdığımız “Güneş” kelimesinden ışık beklemeyiz; “deniz” kelimesinde yüzemez, balık avlayamayız; “tarla” kelimesinden mahsul alamayız. Çünkü bunların hiçbiri Rabbanî değildirler, yani bir terbiyeden geçmemişlerdir. Allah’ın bu kâinat kitabında yazdığı bütün harfler, kelimeler, cümleler İlâhî bir terbiyeden geçmişlerdir, Rabbanîdirler ve onlardan sürekli istifade edilir.

Malumdur ki, bir yazı önce zihinde planlanır, takdir edilir, daha sonra cümleler halinde kâğıda dökülürler. Şu mahlûkatın vasıfları, vazifeleri, şekilleri, taşıdıkları hikmetler gösteriyor ki, bunlar Allah’ın ilminde takdir edilmişler ve o takdire uygun olarak da yaratılmışlardır.

Bu yaratılış, “misdar-ı kader üstünde kalem-i kaderle yazılan mektubat-ı Rabbaniye” ifadesinde bir temsil ile nazara verilir.

“Misdar”, cetvel demektir. Sadece doğru çizmeye yarayan cetveller olduğu gibi, değişik geometrik şekiller taşıyan cetveller de vardır. Bunlardan birini kullandığımızda, kalemimiz o düz hat yahut o çizgiler üzerinde gezer. Cetveli kaldırdığımızda ondaki çizgiyi yahut şekli kâğıda geçmiş olarak buluruz.

İşte eşyanın kaderde planlanması o cetveldeki şekillerin tespitine benzetilmiştir. Şekiller yahut çizgiler o misdara göre ortaya çıktığı gibi, mahlûkat da Allah’ın ilminde tayin edilen mahiyetlerine göre bu dünya yüzüne çıkarılır; “daire-i ilimden daire-i kudrete” geçirilirler.

"… Bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde …"(1) 

İstihsan: Beğenmek ve güzel bulmak demektir. İstihsan vazifesi ise, hem Rabbanî mektup hükmündeki o mahlûkları güzel bulmak, beğenmek, hem de o mektuplarda yazılı olan esmâ ve sıfat-ı İlahiyeyi tefekkür etmektir.  

“Evet, güzel bir çiçeğin dakik proğramını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a'malini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Şualar, Yedinci Şua.
(2) bk. Sözler, Onuncu Söz, Üçüncü Hakikat.



41. "Eşyanın yaratılışında ve masnuatın sanatındaki latif incelik ve nazenin güzelliklerden" ne anlamalıyız? Bunları temaşa etmek hususî bir ikram-ı ilahî midir?

“Latif incelik” derken, öncelikle bu kâinat kitabında herkesin görüp bilemeyeceği, ancak fenlerin uzun çalışmalar neticesinde ortaya koyduğu hakikatler anlaşılır.

Önceleri insanlar, yere baktıklarında topraktan başka bir şey göremezlerdi, daha sonra fenler yer çekiminden söz etmeye başladılar. Bu çekim kuvveti, yerin ince bir manası olarak kabul edilebilir. Ancak konuyu, bu fennî inceliklere tahsis ettiğimizde, “o latif incelikleri ve nazenin güzellikleri, fenlerde mütehassıs olan bilim adamlarından başkasının görüp bilemeyeceği” şeklinde yanlış bir hükme varırız.

Bizim, bildiğimizi sandığımız ve ülfet perdesiyle hakkıyla seyredemediğimiz nice güzellikler ve ince manalar var ki, burada kastedilen asıl maksat bunlar olsa gerektir.

Bir ağacın bütün hususiyetlerinin süzülerek bir çekirdek içine yerleştirilmesi, aynı şekilde bir yumurtada ondan çıkacak balığın, civcivin,..., bütün programlarının mevcut olması, aynı fiilin bütün nutfeler âleminde de daha başka bir şekilde icra edilmesi, herkesin kendi çapında düşüneceği, hayret edeceği ve hayran kalacağı İlâhî sanat mu’cizeleridir.

Bir bebek daha dünyaya gelmeden onun rızkının memeler musluğunda hazırlanması, o yavruyu emzirmek üzere de annesinin ruhuna şefkat ve muhabbet yerleştirilmesi yine çok hârika ve hayret verici bir ihsan ve ikramdır.

Bu mucizenin, insanlarda olduğu gibi koyunlarda, ineklerde, kedilerde ve daha nice hayvanda da icra edilmesi İlâhî rahmetin ne kadar geniş ve şümullü olduğunu bütün akıl sahiplerine ilan eden hârika bir icraattır.

Kışın kurumuş ağaçların baharda hep birlikte canlanmaları, içlerinden yaprakların, çiçeklerin ve meyvelerin çıkmaları da herkesi hayretlere düşürecek bir mucizeler dizisidir.

Takvimlerimizde, Güneş'in hangi ilde saat kaçta doğacağının ve batacağının tâ bir yıl öncesinde yazılmış olması, bu kâinattaki hârika nizam ve ince mizanın bir delili olarak hepimizi düşünmeye sevk edecek bir başka tefekkür tablosudur.

Nur’larda çok güzel işlendiği gibi, “bir şeyden her şey, her şeyden bir şey yapmak” beşer aklının idrak edemeyeceği kadar ince bir sanat ve mükemmel bir icraattır. Yediğimiz aynı gıdanın ete, kemiğe, kana, saça ve daha nice şeylere inkılap etmesi, bir şeyden her şey yapmaya en bariz bir misaldir.

Öte yandan, yenilen muhtelif gıdaların da bedende bir şey, meselâ kan, olması da ayrı bir mu’cizedir.

İşte sadece birkaçını saydığımız böyle nice Rabbanî fiilleri, İlâhî icraatları ve ihsanları temaşa ve tefekkür etmenin ehemmiyeti çok büyüktür. Farzlardan sonra nafile ibadetlerin geldiği, bunlar içerisinde de bazen bir saat tefekkürün bir sene, yetmiş sene ve daha ziyade nafile ibadetten daha hayırlı olduğu Allah Resulünce (asm.) ümmetine ders verilmiş ve ümmet bu çok büyük ve bereketli vazifeyi yapmaya teşvik edilmiştir.



42. "Evvelen âsâra bakıp gaibane muamele-i ubudiyetle tefekkür vazifesini ifa ederek, Sâni-i Hakîmin muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine” çıkmayı nasıl anlamalıyız? Bunun hâzırane bir muamele sûretine intikali nasıl oluyor?

Bu âlem en mükemmel bir şekilde terbiye edildikten sonra, kendi haline bırakılmış değil. Onda kemale erme ve zevale meyletmeler, hastalanma ve şifa bulmalar, gülmeler ve ağlamalar, açmalar ve solmalar ve böyle daha nice işler ve haller sürekli olarak icra ediliyor ve sergileniyor. Fiil failsiz olmayacağından, bütün bu birbirinden farklı ve sürekli işler, perde-i gayb arkasında her şeyin her işini gören, bütün sesleri birden işiten, bütün ihtiyaçlara birlikte cevap veren, her şeyde bizzat tasarrufta bulunan Cenâb-ı Hakk'ın fiillerine ve muamelelerine dikkat çekerler.

İşte, bu tabloyu iyi değerlendiren bir mü’min, her neye ve hangi hâdiseye baksa, onun arkasında bir İlahi muameleyi ve fiili görür. Bu hâl insana bir nevi huzur verir. Çünkü İlahi fiillerin icraatları süreklidir ve bunların hiçbiri şuursuz sebeplerin, kör tesadüfün, sağır tabiatın işleri değillerdir.

İşte Rabbini bu şuur ile daima hatırlayan insan, bütün ihtiyaçlarını ancak O’nun gördüğünü, bütün hayırların ancak O’nun elinde olduğunu, kendisini düşmanlarının şerrinden ancak O’nun emin edebileceğini düşünerek “İyyake na’büdü ve iyyake nestain” (Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.) der.

Böyle söylemek, hâzırane bir muameledir. Yani, Allah’tan gıyaben bahsetmek yerine, doğrudan O’na hitap etmektedir. Meselâ, “Allah ne kadar Rahîm ve Kerîm'dir.” deme noktasını aşıp, doğrudan O’na hitap ederek “Sen ne kadar Rahîm ve Kerîmsin.” deme makamına ermektir.

Bu hâl namaza mahsus değildir. Bir mü’min, namazda Fatiha sûresini okurken “iyyake na’büdü...”ye kadar gâibane, ondan itibaren hâzırına muameleye geçtiği gibi, günlük işlerinde ve tefekkürlerinde de hâdiseleri önce gâibane düşünüp, değerlendirir, sonra doğrudan Allah’ın hikmetine ve kudretine iltica ederek her şeyi O’ndan bilir, O’ndan bekler ve yine yalnız O’ndan korkar. Meselâ, hayırlı bir işe başlarken “bismillah” (Allah’ın ismiyle) der, bu gâibanedir. Hemen akabinde “Yarabbi, sen mahcup etme, lütfunla muvaffak et!” diyerek Allah’a sığınmakla hâzırane bir muameleye girer. 

Üstad Hazretleri bu tarz konuşma hakkında şunları kaydeder:

“İnsan, bir adamın fenalığından, ayıplarından bahsederken hiddeti, gazabı o kadar galebe eder ki; hayalen, hayalî bir ihzar ile hitab suretiyle kendisine tevcih-i kelâm etmeye başlar veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir, hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitab ile konuşmaya başlar. Bu iltifat ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin lisan-ı Arab'da büyük bir mevkii vardır.”(1)

Meselâ, birisinin zalimliğini anlatan kimse heyecanından ve nefretinden öyle bir noktaya gelir ki, sonunda “Ey zalim! Bu canlara nasıl kıydın!?.” diyerek, doğrudan ona hitap etmeye başlar.

Veya bir kimse Sinan’ın şaheserlerini hayranlıkla seyrederken, sonunda öyle bir noktaya gelir ki, “Koca Sinan! Bir ömre bu kadar eseri nasıl sığdırdın!?.” diyerek, ona olan hayranlığını hâzırane olarak dile getirir.

(1) bk. İşarat’ül-İ’caz, Bakara Suresi 28. Ayet Tefsiri.

43. "Hâlık-ı Zülcelalin kendi sanatının mucizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek..." İzah eder misiniz?

Bu paragraf ile birlikte, bu bölüme kadar anlatılan gâibane ibadet, yerini hâzırâne ibadetin tarifine bırakıyor. Bütüne bakabilmek için, Üstadımızın harikulade ifadelerle anlattığı hâzırâne ibadeti maddeleyeceğiz. Üstadımızın ifadeleri açık ve anlaşılabilir olduğundan, maddeleri izah etmeye gerek duymuyoruz.

1. Sanatının mucizeleriyle kendisini tanıttırmasına karşı, marifet içinde mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْناَكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ demek.

2. Rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demek.

3. Tatlı nimetleriyle rahmetini ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele etmek. Zira: 

· Bütün kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı hâlleri şükür ve senasını okuyorlar.

· Âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilanâtı hamd ve medhini bildiriyorlar.

· Rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, O’nun cûd ve keremine şehadet etmekle, şükrünü enzâr-ı mahlukat önünde ifa ediyorlar.

4. Mevcudat âyinelerinde cemal, celal, kemal ve kibriyasının izharına karşı “Allahü Ekber” deyip tazim içinde bir âczle rükûa gitmek; mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde etmek.

5. Servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine mukabil, fakr ve hacetini izhar etmek; dua edip istemekle mukabele ederek وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demek.

6. Kendi sanatının harikalarını neşredip sergilemesine karşılık, onun sanatını takdir etmek, istihsan etmek, müşahede etmek ve herkesi davet ederek şahit tutmak.

7. Rububiyetinin saltanatını ilan etmesi ve vahdaniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip itaat ve inkıyad ile mukabele etmek.

8. Ulûhiyetinin izharına karşı, -zaaf içinde âczi ve ihtiyaç içinde fakrı ilandan ibaret olan- ubudiyet ile ve ubudiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele etmek.

9. Daha bunlar gibi diğer ibadetleri yaparak ahsen-i takvim sırrına mazhar olmak.



44. "Rahmân’ın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı..." Buradaki meyvelere örnek verir misiniz?

Eşyadaki sanat, nakış, hikmet gibi şeyler Allah’ı tanıtan ve tarif eden levhalar iken; eşyadaki estetik değerler, nimetler ve güzellikler de Allah’ı sevdirmeye yarayan rahmani hediyeler ve meyveler oluyorlar.

Mesela, bir elma Allah’ı isimleri ile tanıtan ve tarif eden bir sanattır. Aynı zamanda lezzetli olması, hoş kokusu ve güzel görünüşü ile de Allah’ı sevdiren rahmani bir meyve ve bir hediye niteliğindedir.

Yine Güneş hem Allah’ı isimleri ile tanıtan dev bir eserdir hem de bizi ısıtan ve aydınlatan rahmani bir meyve ve hediyedir. Bunu diğer bütün nimetlere de tatbik edebiliriz.



45. Mün’im-i Hakiki’nin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele etmek, mertebelerini nasıl anlamalıyız?

Üstad Hazretleri, tekbir konusunda “Marifetimiz haricindeki kemalat-ı kibriyasının mücmel bir unvanıdır.” buyurur. Atomlardan sistemlere, çiçeklerden yıldızlara kadar her şey mü’minin ruhunda “hayret içinde bir marifet ve muhabbet” doğurur. Bunun en büyük misali, Allah Resulünün (asm.) miraçta söylediği “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, ben seni hakkiyle tanıyıp bilemedim.” cümlesidir.

Bütün sema tabakalarını geçip arşı, kürsiyi görüp, cennet ve cehennemi seyredip bütün melekler âlemini müşahede edip, her safhada marifeti ve hayreti biraz daha artan Peygamber Efendimiz (asm.) manevî terakkisinin o zirve noktasında bu cümleyi dile getirmiş ve Allah’ın marifetinin nihayeti olmadığını bizlere ders vererek, “Bu konuda ne kadar terakki edilse yine azdır.” şuurunu hepimizin ruhunda geliştirmek istemiştir.

“Rahman’ın kendi rahmetinin güzellikleri ile kendini sevdirmesine” gelince, bu kâinatta cereyan eden ve bize Rabbimizi bildiren ve tanıttıran hâdiseler, bir cihetiyle de bize faydalar sağlayan mu’cizelerdir. Güneş hârika bir eser olmasının yanında, bizim için yine çok büyük bir rahmettir.

“İnsan ihsanın kölesidir.” buyuran Allah Resûlü (asm.), bu ihsanların, bu rahmet tecellilerinin insan kalbinde Allah sevgisini netice vermesi gerektiğini bizlere ders vermiş oluyor.(1)

Bir sonraki maddede “tatlı nimetlerden” söz edildiğine göre, bu maddede zikredilen rahmet tecellileri, nimetlerin çok daha ötesinde büyük ve ehemmiyetlidir. Yirmi Dördüncü Söz'de insan için en büyük rahmet tecellisinin “ademde kalmayıp vücuda gelmek”, yani “yoklukta kalmayıp var olmak” olduğu nazara verildikten sonra, varlığın mertebeleri sıralanır. Bunların en yükseğinin ise “Müslim sıfatıyla insan olmak” olduğu kaydedilir.(2)

Üçüncü maddede, “Mün’im-i Hakiki’nin tatlı nimetlerine” dikkat çekilir. Bunlara karşı şükür ve hamd ile mukabele etmemiz gerektiği ders verilir.

Dipnotlar:

(1) bk. Lem'alar, On Birinci Lem'a, Söz Basım Yay., s. 115.
(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Habbe.



46. "Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık lisan-ı hâlleri, şükür ve senânızı okuyorlar..." İzah eder misiniz?

Allah insana sayısız nimetler ihsan etmiştir. Külliyat’ta bu konuda birçok hikmetli dersler mevcuttur. Misal olarak Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal'da sayılan nimetleri şöyle bir hatırlayalım:

“Hayr-ı mahz olan vücud,
İştihâlı bir mide,
 Hassasiyetli bir hayât,
 İnsâniyet,
İslâmîyet ve muhabbet ni’metleri.”

Bu nimetler hakkında kısaca şu açıklamalar yapılabilir:

Mahz “sırf, sadece, bütünüyle” demektir. Vücûd, yani varlık sırf hayırdır. Onun zıddı olan adem (yokluk)  ise şerr-i mahzdır. Var olmak en büyük bir nimettir ve bütün nimetler bu temel nimet üzerine bina edilirler.

“İştihâlı bir mide” sadece hayvanlarda ve insanlarda vardır. Ne cansız varlıklarda, ne de meleklerde mide bulunmadığından onlarda “Rezzâk” ismi tecelli etmez. Bitkiler, bir yönüyle rızıklanan grubuna girseler de onlarda da iştihâlı bir mide bulunmadığından “rızık” grubunda yer alırlar

“Hassasiyetli bir hayât” yani hislerle donatılmış bir hayat sahibi olma noktasında hayvanlarla insanlar ortaktırlar. Ancak insan his yönüyle hayvanlardan çok zengindir.

Devâmında, hayâtın da bir mide gibi rızık istediği ifâde ediliyor ve “Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemîn kadar geniş bir sofra-i ni’meti o ellerin önüne koymuştur.” buyuruluyor. Buna göre biz gün boyunca neye baksak o şey görme duygumuz için bir nevi rızık oluyor, işittiğimiz her söz de işitme duygumuza bir rızık hükmüne geçiyor.

Hayat, en büyük nimet…Hayâtımız olmasaydı, biz de bu kâinatın küçük bir cüz’ü, bir parçası olurduk.  Hayatın ihsan edilmesiyle, cansız bir cüz’ olmaktan kurtulduk. Geceyle, gündüzle, hava ile su ile güneş’le, ay’la, baharla, yazla irtibatımız oldu. Böylece bir nevî külliyet kazandık. 

İnsanın hayvanlar âleminden ayrıldığı en ehemmiyetli özelliği akıl sahibi olması, böylece gerek kendi nefsinde, gerek haricî âlemde sergilenen sanat harikalarını değerlendirebilmesi, hâdiseler arasında münasebetler kurarak bazı hükümlere varmasıdır. Bu da şükür gerektiren çok büyük bir ihsandır.

Üstadımız İslâmiyet için “insaniyet-i kübra” ifadesini kullanır. İslâmiyet ve iman nimetinden mahrum olan inançsız insanlar da akıllarını kullanarak bu varlık alemini tanımakta ve nimetlerinden istifade etmektedirler. Şu var ki, onlar hem kendilerini hem de bu âlemi sahipsiz ve Hâlık’sız vehmettikleri için bu âlemler hakkındaki bilgileri onların kalb ve rûhlarını terakki ettirmez. Sadece elde ettikleri başarılarla dünya nimetlerinden biraz daha fazla faydalanırlar.

Bir mümin, varlık alemine îman nazarıyla baktığında, onlarda tecelli eden esmâ ve sıfat-ı İlâhiyeyi düşünmeye başlar. Eşyâyı, birer İlâhî sanat ve Rabbanî ihsan olarak değerlendirir. Böylece, sadece akılla elde ettiği o külliyet ulvileşir, kalbin mazhar olduğu feyizlerle nûraniyet kazanır.



47. "Âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar." Nimetlerin şükür ve hamdetmesi nasıl oluyor?

"Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki bütün kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı halleri, şükür ve senanızı okuyorlar. Hem âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilanatıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, senin cûd ve keremine şehadet etmekle senin şükrünü enzar-ı mahlukat önünde îfa ederler."(1)

Nimet ve ihsanların Allah’ı hamdetmesi, ilan ve neşir noktasındandır. Bir elmanın vücut bulup güzel tadı ve kokusu ile insanları şükre sevk etmesi, elmanın fıtrî bir şükrüdür. Evet, nimetler içinde öyleleri var ki şükür ve hamdi bütün kâinata yayma niyeti ile kesretle çoğalmak ve yayılmak istiyorlar.

Üstad Hazretleri bu hakikate şu şekilde işaret ediyor:

"Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi)."

"Ve bir kısmına da insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bazı taifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki, hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bazılara da çengelcikleri verip her temas edene yapışıyor; başka yerlere giderek taifesinin bayrağını dikerler, Sâni-i Zülcelâlin antika san'atını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da -acı düvelek denilen nebâtat gibi- saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer' eder, Fâtır-ı Zülcelâlin zikir ve tesbihini kesretli lisanlarla söylettirmeye çalışırlar. Ve hâkezâ, kıyas et."(2)

Burada bitki türlerinin tohumlarını âlemin dört bir yanına nasıl neşrettikleri izah ediliyor. Bazı bitki türleri kıl gibi ince kanatçıkları ile uçarak neslini ve türünü etrafa yayıyorlar. Bazı bitki türlerinin çekirdekleri de hazmedilmeyecek kadar serttir.  Bunların etleri de hayvanlara rızık oluyor. Belgesellerde bu hayret verici yayılma şekilleri çokça işlenmektedir.

Allah bitki türlerini etrafa yaymak için çok değişik usuller yaratmıştır. Bitkilerin iştahlı ve istekli bir şekilde yayılma arzuları, Allah’ın isim ve sıfatlarını âleme göstermek ve ilan etmek içindir. Hikmet müsaade etseydi, dünyanın her tarafını istila ederlerdi.

İşte nimetlerin bu ahvali bir cihetle şükür ve hamd makamıdır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. a.g.e., Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal.



48. "Cemal ve kemal ve kibriyasının izharına karşı, Allahu ekber deyip tazim içinde bir acz ile rükua gitmek, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele..." İzah eder misiniz?

Burada esas olarak rükûun ve secdenin hakikati anlatılmaktadır.

Risalelerde sıkça nazara verildiği gibi, “Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele” edilir.

Fatiha suresinde, “Allah’ın bütün âlemleri terbiye ettiğinin” bildirilmesi, ruhlarda “tâzim” manasını uyandırıyor. Bu terbiyelerin aynı zamanda insan için birer nimet olduğuna “Rahmân ve Rahîm”  isimleriyle işaret edilmesi de “muhabbeti” netice veriyor.

Rükûda “tâzim”, secdede “mahviyet” manası daha hâkimdir.

Şu var ki, bu konudaki tefekkürler rükû ve secde anlarında değil, daha önce kazanılan müktesebatla tahakkuk eder. Bu ilim ve şuur, namazın rükünlerinin daha mükemmel olarak eda edilmesine yardımcı olur. Üstad'ın, Mesnevî-i Nuriye’de, namaz kılanın Kâbe'yi hayalen nazara alması hususunda koyduğu şu ölçü, bu konu için de geçerlidir:

“Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebeî bir şuurdan ibâret bulunmalıdır.”(1)

Yani rükû ve secdenin hakikatlerini o anda kasten düşünmek yerine, bunun şuurunda olarak bu rükünleri eda etmek gerekmektir.

İnsan sonsuz aczi ile Allah’ın sonsuz kudretine ayna olur, O’nun sonsuz azametini anlar. Bu da onu ibadet ve tâzime götürür. Bu hürmet ve tâzimin en güzel şekli de rükûdur.

Mahviyet, acziyetin bir ileri merhalesidir. Yani kul Allah’a karşı kendi âcizlik ve fakirliğini anlar, O’nun azamet ve büyüklüğü karşısında bir hiç olduğunu idrak eder ve muhabbet ve hayretle secdeye kapanır.

Mahviyet kişinin gafletini giderir, benliğini yırtar, hüveyi gösterir, Rabbini tâzim ettirir.

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre'nin Zeyli.



49. "Cenâb-ı Hakk’ın kendi sanatının harikalarını ve antikalarını sergilemesine karşı, Maşallah diyerek takdir etmek, ne güzel yapılmış deyip istihsan ederek, Barekallah diyerek müşahade etmek, sonra amenna deyip şehadet etmek,.." İzah?

Bu âlem sarayını ve onda teşhir edilen İlâhî sanat eserlerini temaşa etme konusunda burada şöyle bir sıralama nazara veriliyor:

Takdir (beğenmek, kıymetini bilmek)”,
İstihsan (güzel bulmak)”,
Müşahede”
İnanıp şahadet getirmek”,
“Başkalarını da şahit tutmak, (onlara da göstermek ve anlatmak)” , 
“İnkıyat ve mukabele”.

İlâhî eserleri takdir etmekle başlayan tefekkür ve terakki yolculuğu, O’nun emirlerine inkıyad ve mukabele ile yani ibadet ve taat ile son buluyor. Burada kişiyi ibadete götüren merhaleler sıralanmış oluyor. Böylece, kâinatı bu manada seyretmeyenlerin ruhlarında ibadet arzu ve iştiyakının uyanmayacağı da ders verilmiş oluyor.

Takdir (beğenmek, kıymetini bilmek)”, “istihsan (güzel bulmak)” ve “müşahede etmek (görmek, seyretmek)” bütün insanlarda bulunan ortak meziyetlerdir. Ancak, bu mahlûkatı Allah’ın eserleri olarak seyretmek gerekir. Aksi halde sadece eserlere hayran olmakla kalınır, bu ise ruha bir kemal vermez. Onun için, Üstad Hazretleri; “maşaallah diyerek takdir etmeyi”, “ne güzel yapılmış deyip istihsan etmeyi” ve “barekallah diyerek müşaade etmeyi” ehemmiyetle nazara veriyor.

Ancak böylece “amenna deyip şehadet etme” makamına çıkılır.

Bu kemale eren ve bu zevki tadan kimse, başkalarını da bundan faydalandırmak üzere onları da "Hayye ale’l-felah" diyerek aynı yola çağırır.

50. “Geliniz, bakınız,' hayran olarak Hayye ale’l-felâh deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler." Bu daveti ‘namaz kılarak felah bulunuz’ diye anlıyorduk. Üstad değişik bir cihetini ortaya koyuyor. ‘Hayye ale’l-felâh’ ile alâkalı açıklama yapar mısınız?

"Sonra, o Sâni-i Zülcelâlin, kendi san'atının lâtiflerini, harikalarını, antikalarını sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı, Maşaallah deyip takdir ederek, 'Ne güzel yapılmış.' deyip istihsan ederek, Bârekallah deyip müşahede etmek, Âmennâ deyip şehadet etmek, 'Geliniz, bakınız.' hayran olarak Hayye ale'l-felâh deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler."(1)

Üstadımız On Birinci Söz'de hem namazın ritüellerini hem de manasını aynı potada işleyip, ortaya ibadet ve ubudiyet birlikteliğinin ifade ettiği ve ulaştırmak istediği neticeyi yansıtmıştır. Soruda geçen manayı işlediği yerin başında bu manayı şöyle ortaya koyar: 

"Şu bahtiyar cemaat, o Resulü dinleyip Kur’ân’a kulak verdiler. Kendilerini, envâ-ı ibâdâtın  fihristesi olan namaz ile birçok makamat-ı âliye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. Evet, namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezâifi, makamatı  mufassalan gördüler."(2)

Dolayısıyla namazın içerisinde geçen "Felah" ifadesinin açılması normal hayatımızdaki tefekkür ve kullukla gerçekleşir. 

Felah kelimesi; selâmet, saadet, kurtuluş demektir. Hayır ve nimetlerde refah, rahatta daim olmak, necat ve bekaya mazhar olmak mânâlarına da  geliyor.

İslam, bütünü ile felah olduğu için, felahı sadece namaza tahsis etmek doğru olmaz. Zekât, hac, oruç da felaha vasıtadırlar. Bu yüzden felahı İslam’ın bütün hükümleri için düşünebiliriz.

“Neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: 'Ey Müslümanlar! Müjde size. Ey müttaki! Sen cehennemden felah bulursun. Ey sâlih! Sen cennete felah bulursun. Ey ârif! Sen rıza-yı İlahîye nail olursun. Ey âşık! Sen rü'yete mazhar olursun.' ve hâkeza...”(3)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. age. 
(3) bk. age., Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule.



51. "Uluhiyetinin izharına karşı; zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakırlarını ilandan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hulasası olan namaz ile mukabele ettiler." İzah eder misiniz?

Ubudiyet kulluk demektir. Kul olduğunu bilen kişi sonsuz âciz olduğunu ve ancak Allah’ın kudretiyle, O’nun yardımı ile işlerini görebildiğini, yine sonsuz fakir olduğunu ve O’nun ihsanıyla maddî ve manevî nice nimetlere kavuştuğunu, keza sonsuz nâkıs olduğunu, kendi varlığında teşhir edilen mükemmel eserlerin ve fiillerin yine Allah’ın keremiyle olduğunu bilir. Bu ubudiyet şuuruna eren insan, ibadetlerinde yani Rabbinin emir ve yasaklarına uyma konusunda da âzamî hassasiyet gösterir.

İbadetler, “kişinin kul olduğunu (ubudiyetini) bildiği ölçüde yerine getirdiği” İlâhî mükellefiyetlerdir. 

Üstadımız bir risalesinde, “ubudiyetin esası olan acz ve fakr ve zaafını” bilmekten söz eder.

Kulluğunu bilmenin ve bunun icaplarını yerine getirmenin en ileri nişanesi namazdır. Dokuzuncu Söz'de çok güzel izah edildiği gibi, insan namaz boyunca “tekbir, tesbih ve hamd” eder. Bunların namazın çekirdekleri olduğu beyan edilir. Yani, insan namaz boyunca, tekbir ile zaafını, tesbih ile aczini, hamd ile fakrını devamlı olarak dile getirir. Namazın sonunda da bu mübarek kelimeleri otuz üçer defa tekrar eder. Bu yönüyle namaz ubudiyetin hülâsası olmuş olur.



52. "Daha bunlar gibi gûna-gûn ubudiyet vazifeleri ile şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebirinde, farîza-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını edâ edip ahsen-i takvim sûretini aldılar." İzah eder misiniz; gûna-gûn ubudiyetten maksat nedir?

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

âyetinin bildirdiği üzere, insan hayatının asıl gayesi (farîza-i ömür ve vazife-i hayat) ibadettir. Yani, insanlar Rablerini tanımak ve O’nun emir ve yasakları çerçevesinde bir ömür sürmek mecburiyetindedirler. Rıza çizgisinde geçecek bu ömrün belli zamanlarında da Allah Resulünün (asm.) tarif ettiği şekilde ibadetler yapılır. Üstad'ın Dördüncü Söz'de ifade etiği gibi, bu ibadetleri yapanların yeme, içme, uyuma, dünya işlerine çalışma gibi diğer “mübah amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.”

Cenâb-ı Hak, “…Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir biçimde, en mükemmel bir istidatta) yarattık.” (Tîn, 95/4) buyuruyor. Ahsen-i takvim sûretinde yaratılmış olmanın icabı, insanın kendi yaratılış gayesi istikametinde bir ömür sürmesidir. Yani ruhuna takılan ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatları, sevgi, korku, şefkat gibi hisleri Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanan kişi “âlâ-yı illiyine” çıkar, sevgili bir kul olur. Aksi halde, bu büyük ve çeşitli sermayelerin yanlış kullanılmasıyla, âyetin haber verildiği gibi “esfel-i safiline” gönderilir.

Üstadımız Yirmi Üçüncü Söz namındaki hârika risalesinin tamamında, bu konuyu bütün boyutlarıyla en güzel şekilde izah etmiştir.

Gûna-gûn; “renk renk, türlü türlü” demektir ki, ibadetlerin çeşitliliğini ifade eder.

53. "İmanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak dâr’üs-selâma..." Cennet ile dârü's-selam arasında bir fark var mıdır?

Dârüs’s-selâm, cennetin bir sıfatı ve bir başka ismidir; “selamet evi, selamet yurdu” manasına gelir. Buradaki “selamet” kelimesi, öncelikle, cehennem azaplarından kurtulup selamete kavuşma manasına geldiği gibi, bu dünyada çektiğimiz her türlü sıkıntı, hastalık, çile ve meşakkatlerin hiçbirinin, “selamet yurdu olan cennette” bulunmadığını da ders veren müjdeli bir ifadedir.

“Nev-i beşerin en büyük meselesi cehennemden kurtulmaktır.”(1) ve dârü's-selâma kavuşmaktır.

Dârü's-selâma davet edilenler bu kurtuluşun zevkine ermekle kalmayacak, ayrıca nice “ikramat-ı İlâhiyeye mazhar olacaklardır.”

Böylece, cennette her iki zevk, yani “cehennemden kurtulmakla saadete mazhar olmanın zevki”, “gazab-ı İlâhîden kurtulup lütfa mazhar olmanın zevki”, “kâfirlerle, şeytanlarla ve putlarla birlikte yanmaktan kurtulup peygamberlere, salihlere komşu olmanın zevki”, “daimî karanlıktan kurtulup ebediyen nur içinde olmanın zevki” birlikte tadılacaktır.

"İmanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye,..":

Üstadımız, “İman bir manevî tûbâ-i cenet çekirdeği taşıyor.” buyurmakla, cenneti imanın bir meyvesi ve neticesi olarak tarif eder. İman, ebedî saadetin kapısıdır. İman olmadan ebedî saadete ulaşmak mümkün değildir. Bazı müminler İslam’ı tam yaşamasalar da kabre imanla göçmeleri şartıyla sonunda ebedî saadete ereceklerdir.

"Ve İslâmiyetlerine ücret olarak dâr’üs-selâma davet ederek,..":

İslamiyet, burada emir ve yasakların tümüyle yaşanması manasında kullanılmıştır. Bu tarzda yaşayan insanlar inşallah azap ve cezaya maruz kalmadan doğrudan cennete gideceklerdir.

Evet, cennet sonsuz güzellikte bir yerdir. Fakat cennet belli bir zaman olsaydı ve neticesinde ayrılık olsaydı, o zaman fazla bir şey ifade etmezdi. Cenneti hakiki cennete çeviren, orada ebedi saadet içerisinde kalmaktır. İşte dârü's-selâm cennete işaret ederken, saadet-i ebediye de orada ebedi kalmayı müjdelemektedir. 

 (1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.

54. "Emin bir halife-i arz... Göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş... Onlara ebediyet ve bekà verdi." İzah eder misiniz?

Halife: Başkasına halef olan, onun makamına kaim, onun yerine duran ve onun için bazı hususlarda vekil olan kimse demektir.

İnsanın halife olmasının manası ise şudur:

İnsan Allah Teâlâ’nın emirlerini ve nehiylerini Cenab-ı Hakk’ın namına, O’nun vekili olarak tebliğe ve duyurmaya memur kılınmıştır. Bu vazifesi sebebiyle insana “halife” denilmiştir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:

Enes İbn-i Malik (r.a.) Hazretlerinden nakledilmiştir. Allah’ın Resulü (asm) şöyle buyurdu:

“Kim iyiliği emreder ve kötülüğü nehyederse işte o, yeryüzünde Allah’ın halifesidir, kitabının halifesidir ve Resulü’nün halifesidir.”(1)

Ahiretin ebedî olduğuna dair Efendimiz (asm)’in mübarek lisanından şu hadis-i şerifi nakletmek istiyoruz:ا

Ebu Hureyre (r.a.) Hazretleri’nden nakledilmiştir. Allah’ın Resulü (asm) şöyle buyurdu:

"Kıyamet günü ölüm getirilir. Sırat üzerinde durdurulur ve ‘Ey cennet ahalisi!’ diye nida edilir. Cennettekiler, (bu çağrı üzerine) içinde bulundukları (o güzel) yerden çıkarılacakları korku ve heyecanıyla bakarlar. Sonra da ‘Ey cehennem ahalisi!’ diye nida edilir. Onlar da içinde bulundukları (o fena) yerden çıkarılacakları ümit ve sevinciyle bakarlar. (Ölüm gösterilerek) ‘Bunu tanıyor musunuz?’ denilir. (Cennetlikler ve cehennemlikler hepsi bir ağızdan) ‘Evet! Bu ölümdür.’ derler."

Sonra Resulullah (asm) buyurdu ki:

"Bundan sonra emredilir ve sırat üzerinde ölüm kesilir. Sonra her iki tarafa birden ‘Haydi bulunduğunuz hâl üzere ebediyet sizindir, burada artık ölüm yoktur.’ denilir."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Deylemi, Firdevs, 3/586. No: 5834.
(2) bk. İbn-i Mace, Hadis No: 4327.



55. "Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir." İzah eder misiniz?

“Müştak seyirciler” tabiri, Allah’ın sonsuz cemal ve güzelliğine aşık olan insanlar, cinler ve meleklerdir.

“Ayinedar aşığı” tabiri de insanların, cinlerin, meleklerin ve tüm mahlukatın, Allah’ın sonsuz cemal ve güzelliğine birer ayna ve birer tecelli merkezi olması anlamına geliyor. Şuur sahibi varlıklar yani insanlar, cinler ve melekler hem Allah’ın cemaline birer ayna hem de Allah’ın cemaline aşık birer kul olurken, şuur sahibi olmayan mahlukat sadece birer ayna oluyorlar.

Allah kendi cemaline bu denli aşık, müştak ve meftun olan mahlukatını ebedi yokluğa mahkum edip hiçliğe atmaz. Ebedi cemal kendine aşık olan varlıkların da ebedi olmasını ister, bu sebeple cennet ve cehennem ebedidirler.



56. "Füccar ve eşrar olan diğer güruh ise; haddi büluğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit,..” cümlesinde hadd-i büluğun nazara verilmesinin sebebi nedir?

İnsan, doğum hâdisesiyle bu dünya sarayına girer, ama bebeklik ve çocukluk safhalarında bunun pek farkında olmaz. Yaşı ilerleyip aklı kemale erdikçe, doğruyla eğriyi, hayırla şerri, faydalı ile zararlıyı birbirinden ayırt etme kemalini kazanmaya başlar.

Hadd-i büluğa ermek (erginlik yaşına gelmek)dünya imtihanının başlaması demektir. Yani doğumla dünya sarayına giren insan, büluğ çağına ermekle de imtihan salonuna girmiş olur...



57. "Ehl-i küfrün, az bir zamanda nihayetsiz cinayet işlemeleri ve nihayetsiz bir azaba müstahak olmaları" ne demektir?

Birçok risalede bu konu çeşitli yönleriyle ele alınmış, hem aklı ikna, hem de kalbi tatmin edecek izahlar getirilmiştir. Burada konuyu dört maddede özetlemye çalışalım:

- Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri nihayetsizdir. Bu kadar delilin inkâr edilmesi nihayetsiz bir cinayettir.

- Allah’ın nimetleri de hadsizdir. “Organlarından hücrelerine, ruhundan hissiyatına kadar; üzerinde seyahat ettiği dünyadan, her nefeste kanını temizleyen havaya kadar; geceden gündüze, Güneş'ten Ay'a kadar; sebzelerden meyvelere, sütten bala kadar uzanan sayısız ihsanlara ve nimetlere mazhar bir insan”, bütün bunları inkâr edercesine, Allah’a isyan ederse, bu nimetlere karşı küfran ile mukabele etmiş ve hadsiz bir cinayet işlemiş olur.

- Gerek kendi vücudumuzda görev alan organlar, gerekse bizi kuşatıp her yönden yardımımıza koşan varlıklar çok kıymetli eserlerdir. Bunları yapmak beşer takati dâhilinde değildir. Bu kadar mucizeleri ve onlara takılan hikmetleri, manaları hiç dikkate almamak, düşünmeye değer bulmamak yine sınırsız bir cinayettir.

- Her varlığın hakikati bir veya daha çok esmaya dayanır. Varlık âlemi İlâhî isimlerin tecellileriyle doludur. Bu varlıkları dikkate almamak, onlarda tecellî eden esmâyı dikkate almama manasına gelir. Bu ise Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz izzetine karşı bir isyan mahiyeti taşımakla yine nihayetsiz bir cinayet olur. Bu varlıklardan en ehemmiyetlisi insanın kendisidir. Allah’ın bütün isimlerine ayna olan, taşıdığı istidadın ulviyetiyle arza halife olan insan, bu üstün mahiyetini ve kabiliyetini küfür ve isyan yolunda harcarsa, kendinde tecelli eden bütün isimlerin tecellilerini şer ve isyan yolunda kullanmış ve böylece o isimlere karşı büyük bir hürmetsizlik etmiş olur. Bu ise tek başına büyük ve nihayetsiz  bir cinayettir.



58. "Âyâ, zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefis etmek, ayıp olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır?" cümlesini izah eder misiniz?

En yüksek bir mahiyette yaratılan insan, hayvan gibi sadece yemek, içmek ve zevk etmek için dünyaya gönderilmemiştir. İnsan, hayvaniyet ve cismânîyet dâirelerinde kaldıkça dar bir dâire içindedir. Bu dâirelerde aldığı lezzetler, kalb ve ruhun lezzetlerine göre çok aşağı derecededir.

Nefislerine esir ve heveslerine mağlup olan insanlar, bu dar daireyi geniş tevehhüm ederler ve ondaki geçici zevk ve lezzetlerle kendilerini avuturlar.

Bilindiği gibi insanın hayvanlarla ortak olan yanları; yemesi, içmesi, evlenmesi, görmesi, işitmesi, hareket etmesidir. İnsanlık akılla başlar ve îman ile insâniyet-i kübrâ olan İslamiyet’e ulaşır.

İnsan bu dünyâya ebedî cennete layık bir mâhiyet kazanmak için gelmiştir. Sadece dünyâya çalışan ve ömür sermayesinin tamamını bu fâni âlem için harcayan insan “gayet dar bir daire içinde” boğulmuş, demektir.

İnsan bu dünyaya sadece kendi maişetini temin için gelmiş değildir. Hayatın devâmı için gerekli levazımatı tedarik etmek hayatın asıl gayesi olamaz.

İnsan, beden yönüyle hayvanlardan çok daha mükemmel bir İlâhî sanat eseri olmakla birlikte, insanın diğer canlılardan asıl üstünlüğü rûhuna takılan manevî cihâzât yönüyledir. Mâzi, hâl ve istikbali değerlendiren bir akıl, inanan bir kalb, gördüğü ve öğrendiği her şeyi koruyan bir hafıza, aczini ve fakrını bilip Rabbine teveccüh eden bir vicdan, yapacağı şeyleri önceden planlama, karar verme ve tatbik etme kabiliyeine sahip bir ilim ve irade ve böyle daha nice manevî cihâzlar ve meziyetler hayvanlarda yoktur. Bunlara sahip olmayan hayvanların bu dünyâda rahat bir hayât geçirmeleri ve yaşamaları için gerekli her şeyi hazır bulmaları gösteriyor ki insan bu dünyaya sadece rahat bir ömür sürmek için gelmemiştir. Ondaki her bir cihazın, her bir latifenin çok gayeleri ve hikmetleri vardır.



59. "Hayatınızın makinasında dercedilen şu nazik..." Letaif, maneviyat, cevarih, cihazat, âzâ ve âlât için misal verir misiniz?

Bunlar arasında kesin hatlar çizmek zordur. Zira, bir kelime bazen bunların ikisi yahut üçü için de kullanılabilmektedir. Meselâ “ayak” hem âzâdır, hem cevarihtir. Keza, hissiyat aynı zamanda letaiftir. “Göz” âzâdır, görme ise bir histir, bir duygudur. Bununla birlikte şöyle bir açıklama getirilebilir:

Kalp, sır, akıl, vicdan, hafıza, hayal,..., “nazik letaif ve manevîyat”tır.

El, ağız, ayak, mide, göz, kulak, dil,…,  “hassas âzâ ve âlât”tırlar..  Bunlardan ilk ikisi cevarihtir. "Cevarih", “yaralayıcı ve kesici  aletler” demek olup, daha çok, el, ayak ve ağız için kullanılır.

Görme, işitme, koklama gibi duygular da “mütecessis havas ve hissiyat” olarak düşünülebilir.      “Mütecessis”; “tecessüs eden, gizlileri araştıran” demektir. Meyvenin tadı ve kokusu sadece görme ile anlaşılmıyor. Tat alma duygusu, tecessüs ile onu insana hissettiriyor.



60. "Biri, Cenâb-ı Hakk’ın bütün nimetlerinin her bir çeşitlerini ihsas ettirip şükrettirmek. İkincisi, Esma-i Kudsiye-i İlâhiye’nin bütün tecelliyatının aksamını birer birer o cihazat vasıtasıyla bildirip tanıttırmak." Bu iki gaye arasındaki fark nedir?

"Belki, vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, iki esastır:

Biri: Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin bütün nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip şükür ve ibadetini etmelisiniz.

İkincisi: Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz."(1)

Birincisinde duygular, ikicisinde ise akıl ve kalp esastır. Keza, birincisinden şükür, ikicisinden ise tefekkür meyveleri alınır.

Birinci kademede, nimeti görüp, tadıp ondan faydalandığımızda, o nimetin cansız ve şuursuz atomların ve akılsız tabiatın işleri olamayacağını düşünüp, bizi yaratan, fıtratımıza o nimete karşı ihtiyaç derceden, gözümüze o nimeti zevkle seyrettiren, dilimize ondaki tadı tattıran Rahmân ve Rezzak bir Hâlıkımız olduğunu düşünüp şükretmemiz gerekir.

İkinci kademede, “Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir.” hükmünce, bir adım daha ileri giderek, o eşyada ve o nimetlerde tecelli eden İlâhî isimleri düşünmemiz ve Allah’ı “o esma ile tanımamız” söz konusudur. Bu ikincisinde bize verilen manevî cihazlar, sadece nimetlere şükretmekle kalmayıp, “hikmet, rahmet, inayet, kudret, adâlet” gibi marifetullaha yol açan nice hakikatlerin anlaşılmasına ve tefekkür edilmesine hizmet edeceklerdir.

Ene bahsinde verilen misali hatırlayalım. İnsan kendisine verilen bu cihazat yardımıyla şöyle düşünebiliyor:

"Meselâ: 'Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.' der. Ve hakeza... Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir."(2)

İnsan, kendi ruhuna takılan bu sıfatlarla söz konusu tefekkürü yaptığı gibi, şuunatıyla da İlahi şuunatı bir derece düşünüp, “Ben nasıl muhtaçlara merhamet ediyorum, emrimi dinlemeyenlere gazap ediyorum; bana bu halleri takan, bu kabiliyetleri veren Allah’ın da O’nun vacip varlığına münasip ve idrakinden âciz olduğumuz, 'rahmet, merhamet, gayret, kahır' gibi nice şuunatı vardır.” diyebilmektedir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. age., Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.



61. "Bir kağıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticarete gönderdi." Buradaki "kâğıt" nedir?

"Sonra gördü ki o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın verip bir kâğıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticarete gönderdi."(1)

Buradaki "cep" ifadesi, insanın mahiyetine konulmuş maddi ve manevi duygu ve cihazlar oluyor. Kalp, ruh, vicdan, akıl, zahiri ve batini duygular bunlara örnek olarak gösterilebilir. "Kâğıt" da ilahi emir ve yasaklar oluyor. Allah, insanlara elçi ve kitaplar göndererek ne yapması gerektiğini ve nasıl hareket etmesi gerektiğini bildiriyor.

İnsan hayvana bakarak hayatı sadece yeme, içme, uyuma ve üreme olarak göremez. Çünkü insana hayvandan farklı ve fazla olarak verilen istidat ve cihazlar daha yüksek daha yüce gayeleri elde etmek için verilmiştir. Bu yüce ve yüksek gayeler ise iman ve ibadet gibi yüce değerlerdir.

Bu inceliğe ayette şu şekilde işaret ediliyor:

“Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

Mesela, vicdan fıtri bir mihen olduğundan insan yanlış yaptığı zaman sızlar, inler ve rahatsız ederek insanı ikaz eder. Kâğıttaki yazılı ilahi talimatlar da vicdanı teyit ve takviye ederek, insana sağlam bir rehberlik eder.

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.



62. "İnsanın sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğu halde, en ednasından elli derece aşağı düşmesi..." Mukayeseyi izah eder misiniz? Ayrıca; elli derecelik nisbet neye göredir?

Burada “elli” rakamı, “çokluk ifade etmek üzere” kullanılmıştır. Bir başkası da kullanılabilirdi. Şu var ki, Arapçada çokluklar “yetmiş, yedi yüz, yedi bin” ile ifade edilirken Türkçede genellikle “elli kat, yüz kat, bin kat” diye ifade edilirler. Üstad Hazretleri, eserlerinde, her iki tarzı da kullanmıştır.

"Elli kat aşağı" ile "elli kat yukarı" arasındaki mesafe “yüz kat” eder.

İnsanla hayvan arasındaki bu derece farkına, yüzlerce misal verilebilir. Sadece bir tanesini vermekle yetinelim:

Çayırda otlayan bir hayvan ve ona nezaret ederken ekmeğini yiyen bir çobanı düşünelim. O hayvan, açlığının sevkiyle otları büyük bir zevkle koparıp yerken, sadece, onların kendine faydalı bir rızık olduğunu ilhamla bilir. Bunun ötesinde çok şeylerin cahilidir. Zira istidat ve kabiliyeti, bunları ölçüp tartacak zenginlikte değildir. Meselâ, o çayırın yeşermesi için baharın geldiğini, baharın gelmesi için dünyanın kendi etrafında aylarca döndüğünü, keza dünyanın eğiminin mevsimlerin husulü için bir sebep kılındığını, semadan yağmurların yağdığını, o yağmurların denizlerden buharlaşma yoluyla yaratıldığını, rüzgârın onları taşıyıp buralara kadar getirdiğini ve daha böyle nice tabiat şartlarını bilmediği gibi, yediği otun midesine gittiğini, orada hazmedildiğini, o otun bir süre sonra kan, et, kemik, deri, yün v.s. haline geldiğini de bilmez. Keza, otladığı çayırın hangi köye, hangi kasabaya, hangi ülkeye ait olduğunu da bilmez.

Böyle sayısız diyebileceğimiz kadar bilgisizlikler içinde otunu rahatlıkla yer ve kendine mahsus tesbihini eda eder.

Onun câhili olduğu bütün bu hakikatleri insan bilmektedir; daha doğrusu, “bilme istidadına” sahiptir. Bu kabiliyetini yerinde kullanıp kullanmadığı ayrı bir konudur. Yerinde kullanıldığı taktirde, bu ilim, onu imana, marifete ve muhabbete götürür.

63. On Birinci Söz'de bulunan hayatın gayesi, mahiyeti, sûreti bölümlerinin, Kur'an ayetlerinden mehazları var mıdır; hangi ayetlerdir?

On Birinci Söz'ün ilham kaynağı olan ayet-i kerime:

"Yemin olsun Güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne ve onu örten geceye ve gökyüzüne ve onu bina edene ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene ve insana ve onu intizamla yaratana; sonra da ona kötülüğü bildirip ondan sakınmayı ilham edene. Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini günaha daldıran da hüsrana düşmüştür." (Şems, 91/1-10)

Ve bir hadis-i kudsî:

"Ben göklere ve yere sığmam, fakat mümin kulumun kalbine sığarım."(1)

On Birinci Söz bu âyet-i kerimenin ve kudsî hadîsin bir nevi tefsiri hükmündedir. Zaten dokuz emirde dikkat çekilen temel husus; insanın o yüksek istidâdı ile ibadet ve tefekküre teveccüh etmesidir.

Bu hususta en meşhur âyet:

"Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56)

Ayrıca tefekkürü emreden âyetlerden sadece birkaçını takdim edelim:

1. "Düşünen bir topluluk için ..." (Bakara, 2/164.)

2. "Aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır ..." (Al-i İmran, 3/190)

3. "Anlayıp öğrenmek isteyen bir topluluk için ..." (Bakara, 2/230)

(1) bk. Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2/165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmüddîn, 3/14.



64. Hayatın gayesindeki dokuz emirde geçen; "Duygular terazileri ile İlahi nimetleri tartmak ve küllî şükretmek" idrak ve marifet ile mi, yoksa duyguların mizan ve zevkleri ile mi ilgilidir? Ayrıca, külli şükrün bununla ilgili olmasının hikmeti nedir?

Dokuz emirden birincisinde nimetlerin tadılıp tartılması, ikincisinde ise bütün varlıklarda tecellî eden İlahi isimlerin tefekkür edilmesi nazara veriliyor.

Buna göre birincideki tartma, duygularla olmakta ve akabinde küllî şükretmenin zikredilmesiyle bu tatmanın ve tartmanın tefekkür ile yapılmasına dikkat çekilmektedir.

İnsan, gözü ile eşyanın büyüklüklerini, şekillerini, renklerini, uzaklık ve yakınlıklarını tartar. Mesela, dağlara bakarak “Şu dağ, şu tepeden büyüktür.” der. 

Dil ayrı bir  terazidir, bütün lezzetler bu terazide tartılır. Burun da bir terazidir, bütün kokular bu terazi ile tartılır. Kulak bir başka terazidir, bütün sesler bu terazide ölçülür.

İbadet ve marifet için yaratılan insanın, bu kudsî vazifesinin bir şubesi tefekkür ise bir diğeri de şükürdür. İnsan, birçok âlemleri ancak duygularıyla tanır ve tartar, onları böylece tefekkür eder, onlardan gördüğü faydaları düşünmekle de şükreder.

Şükrün küllî olması şöyle düşünülebilir: 

Bir nimeti tek olarak düşünmek yerine, bütün nimetleri birlikte düşünmek küllî bir tefekkürdür ve insanı “küllî şükre” götürür. 

Bir de insan, “bedenindeki her organın” ve “ruhuna takılan her latifenin ve her duygunun” ne kadar büyük birer nimet olduğunu düşünüp bunların tümü için Allah’a şükretmekle “küllî şükretmiş” olur.

Öte yandan, insan bu enfüsî nimetler için yaptığı küllî şükrü, kendisini kuşatan bütün haricî nimetleri de birlikte düşünmekle yine küllî şükretmiş olur.

Bir başkası ise: İnsan mazhar olduğu bir nimete şükrederken, aynı nimete kavuşmuş olan bütün sevdiklerini, hatta bütün canlıları da düşünüp şükrünü küllileştirebilir.

“Hem şükrün envaı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır. Hem şükür içinde, safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir elmayı yiyen ve 'Elhamdülillah' diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: 'O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir.'...”(1)

(1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektub, Beşinci Risale (Şükür Risalesi)



65. "Fıtratta vaz'edilen cihazatın anahtarları ile Esma-i Kudsiye-i İlâhi'nin gizli definelerini açmak..." cümlesi ne manaya geliyor?

Esmâ-i İlâhiye’ye, mecazî olarak, “defineler, gizli hazineler (künuz-u mahfiye)” denilmektedir. Her mahlûk “Hâlık” isminin hazinesinden gelmiş bir cevher gibidir. Her canlı da “Muhyi” (hayat verici) isminin bir cevheridir.

Kâinat kitabının okuyucusu makamında olan insana, şu varlık âleminde teşhir edilen bütün esmâ tecellilerini seyredebilmesi için, birtakım cihazlar verilmiştir.

İnsana irade verilmeseydi Allah’ın irade sıfatının bilinmesi mümkün olmazdı. Keza, görme sıfatı verilmeseydi “Basîr” ismini, kudret sıfatı verilmeseydi “Kadîr” ismini, merhameti olmasa “Rahman”,  “Rahim” isimlerini, başkalarına ikram ve ihsanda bulunma kabiliyeti olmasaydı “Kerim” ve “Muhsin”  isimlerini bilinmezdi.

“Esma-i İlâhiye’nin definelerini açmak” ifadesi, bu definelerden gelen mahlûkatı ve hadisatı seyretmek, bilmek, değerlendirmek mânâsınadır.



66. "Senin hayatının gayelerinin icmali dokuz emirdir." Buradaki ikinci ve yedinci gayeler arasındaki fark nedir?

Üstad'ımız 33. Söz'ün 31. Penceresinde insanın üç vecihle Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayine olduğundan bahseder. Bunlar;

1. Acz, fakr ve zafı gibi eksik ve kusurlu özellikleriyle, Cenab-ı Hakk'ın kudret, zenginlik ve mükemmelliğine aynadarlık eder. 

2. İnsanda tecelli eden isimleri, verilen cihazlar ve özellikler vasıtasıyla okumaktır. 

3. Ene dediğimiz benlik duygusuyla, kendisine verilen cüz'i ilim, irade, kudret v.s isim ve sıfatları ile Cenab-ı Hakk'ın o neviden olan isim ve sıfatlarını tartarak ve kıyaslayarak anlayabilmektir. 

İşte 11. Söz'de, Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarını anlayabilme ciheti işlenmiştir. 

"Ey gafil nefsim! ... Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir...

İkincisi: Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır." (Sözler, On Birinci Söz)

Mesela, göz bir cihaz ve anahtar olup görsel anlamda ilahi isimlerin tecellilerini okuyor ve İlahi isimlerin idrak edilmesine ve anlaşılmasına vesile oluyor. Kulak bir cihaz ve anahtar olup işitsel anlamda tecelli eden isimlerin idrak edilmesine ve anlaşılmasına vesile oluyor. Kalpteki muhabbet vasıtasıyla da Vedud gibi isimleri anlayabilme özelliğini kazanıyor vesaire akıl, vicdan ve sair cihazat ile ilahi isimleri okuyabilir. 

Bu anlamda insanın fıtratına konulmuş her bir cihaz ve duygu ilahi isimlerin gizli manalarını anlamak ve idrak etmekte bir anahtar görevi görüyor. 

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Mesela, sen cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lazımdır. (bk. age.a.y)

Burada ise insana verilen cüzi sıfatlar ve hâller ile ilahi isimlere bir kıyas bir mukayese yapılıyor. Mesela, insan sahip olduğu cüzi ilmini, Allah'ın külli ilmini anlama da bir mukayese aracı olarak kullanıyor. Cüzi kudreti ile de sonsuz kudreti mukayese ediyor vesaire. 

Burada cihazdan ziyade sahip olduğu sıfatlar öne çıkıyor. Göz maddi bir cihazdır, ama "Ben bu yerleri gördüğüm gibi, Allah da her şeyi görüyor." demek, farklı bir şeydir. Buradaki sahiplik duygusu izafi ve kıyasidir; maddi bir cihaz ve duygu gibi değildir. Kulak bir cihazdır, "Ben işittiğim gibi, Allah da her varlığın sesini işitir." diye işitmeye sahip çıkmak ise, izafi ve kıyasidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Ene" ile "Enaniyet" ne demektir, izah eder misiniz?

ENE, ENANİYET, BENLİK



67. "Şu teşhirgâh-ı dünyada mahlukat nazarında esma-i ilâhiyenin garip sanatlarını ve latif cilvelerini bilerek hayatımızla teşhir ve izhar etmemiz..." ne demektir?

İnsan, Allah’ın ahsen-i takvimde yarattığı ve onun bütün esmâsına mazhar en mükemmel eseridir. İnsanın, bu esmâ tecellilerini teşhir etmesi, başkalarına, yani diğer insanlara, meleklere, cinlere  ve ruhanîlere göstermesi, hayatının ehemmiyetli bir gayesidir. 

Şu hususun da önemle dikkate alınması gerekir:

İnsandan asıl maksat onun ruhudur. Beden ruhun hanesi hükmündedir. Bir insan, hem bedeninde, hem de ruhunda tecelli eden isimleri teşhir ederken, bu organlarını ve duygularını temiz tutmaya, ruhunu günahlarla kirletmemeye, hafızasına zararlı şeyler koymamaya, aklını haram sahalara yormamaya, hayalini lüzumsuz ve zararlı bir şekilde kullanmamaya bilhassa dikkat etmelidir.

“Ve esma-i hüsnadan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî her bir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar.”(1)

(1) bk. İşârâtü'l-İ'caz, Fatiha Suresi Tefsiri.



68. Lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile dergâh-ı rububiyete karşı ubudiyet nasıl ilan edilebilir? Dördüncü emri izah eder misiniz?

Evet, insanın en büyük vazifelerinden biri de dergâh-ı rububiyete karşı lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile ubudiyetini ilan etmektir.

İnsan Allah’ın kuludur. Kulun vazifesi ubudiyettir, kulluk yapmaktır. Namazda insan hem hâl diliyle (Allah’ın emrettiği yöne dönerek, O’nun huzurunda el bağlayarak, rükûa gidip secdeye kapanarak, selam vererek); hem de kal diliyle (Kur’an sûrelerini ve diğer mukaddes kelamları namaz boyunca okuyarak)  ibadet vazifesini yerine getirir.

Tekbir getirmekle Allah’ın büyüklüğünü ve azametini diliyle ifade ederken, rükûa varması ve secdeye kapanması bu noktada çok manalıdır.

Namazda ve diğer ibadetlerde hâl ile kali (sözü) birleştiren insan, namaz dışındaki içtimaî hayatında da aynı manayı devam ettirmeli, bir kul olarak bütün işlerini meşrû dairede yapmaya ihtimam göstermelidir. Onu gören herkesin aklına “İslam ahlâkı” gelmelidir.

Bilindiği gibi, minareyi gören kimsenin zihninde “ezan” canlanır. Bu ise, minarenin hâl dili ile ezan okuması demektir. Ezan okunduğunda ise “hâl dili ile kal dili” birleşmiş olur.



69. "Esmâ-i İlahiye’nin cilvelerinin verdikleri letaif-i insaniye murassatı ile bilerek süslenip o Şahid-i Ezelinin nazar-ı şuhud ve işhadına görünmeyi..." Beşinci emri izah eder misiniz?

"Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir." (Sözler, On Birinci Söz)

İnsanın ağzı, burnu, gözleri ehemmiyetli işler görmeleri yanında, yüzüne birer süs oldukları gibi, insan ruhuna takılan latifeler de insanın maneviyatı için birer süstürler. “Bilerek süslenme” bu büyük ihsanların şuurunda olmak ve şükrünü eda etmekle gerçekleşir.

Bu süslerin kendileri gibi faaliyetleri de harikadır.

Dersin başında geçen “Cemal ve kemal-i manevîsini bizzat nazar-ı dekaik aşinasıyla görme” manası ruhta kendini daha fazla gösterir.

Bir hücrenin çalışması çok hârika bir kudret mucizesidir ve Cenâb-ı Hak o eserinde teşhir ettiği ince sanatlarını bizzat kendisi müşahede etmektedir. Ancak, aklın çalışması, gelen bilgileri yoğurması, onlardan hükümler çıkarması, vardığı neticeyi hafızaya yerleştirmesi, gerektiğinde yine ondan alıp yeniden düşünmesi, alınan bir haber karşısında kalbin hüzünlenmesi, bu hüznün gözlerden yaş olarak akması gibi nice manevî, latif ve ince faaliyetler ruhta sürekli olarak cereyan ederler. İşte insanın, bu hârika yaratılışın farkında olması, o latifelerini hayırlı sahalarda kullanarak süslemesi, kendisini böylece Cenâb-ı Hakk'ın şuhuduna arz etmesi, hayatının çok ehemmiyetli bir gayesidir.

“Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü'minane, şuurdarane, şâkirane, minnetdarane Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir.”(1) 

Bir de “işhad” yani başkalarına gösterme, onları şahit tutma meselesi var. Burada öncelikle şu hâdise hatıra geliyor:

İnsanın yaratılışına melekler bir mana veremeyip, yeryüzünde kan dökecek birinin yaratılmasındaki hikmeti Cenâb-ı Hak'tan sual ettiklerinde, kendilerine şu cevap verilmişti:

“... Ben sizin bilmediklerinizi bilirim...” (Bakara, 2/30)

İşte, özellikle kâmil insanların, melekleri çok gerilerde bırakan “marifet, muhabbet, irfan, salih amel” gibi güzelliklerle ruhlarını süslemeleri üzerine, Cenâb-ı Hakk’ın onları meleklerine göstermesi ve bir zamanlar kapıldıkları endişelerinin ne kadar yersiz olduğunu onlara bildirmesi, hayatın bir başka ehemmiyetli gayesidir.

(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.



70. "Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini..." Altıncı emri izah eder misiniz?

İnsan Sûresinde 1. ve 2. ayetlerde şöyle buyrulur: 

“Gerçekten insan üzerinden öyle uzun bir süre gelip geçti ki, o anılmaya değer bir şey bile değildi? Biz insanı bir takım katkılarla karıştırılmış bir nutfeden yarattık; Onu denemek üzere de işitici ve görücü yaptık.”

Aynı hâl, bütün canlılar için de geçerlidir. Onlar da bir zamanlar hiç ortada yokken, kendilerinden söz edilmezken Allah’ın inayetiyle varlık sahasına çıktılar. Bununla da kalmayıp “işitici ve görücü” kılındılar, hislerle donatıldılar; kâinatla irtibat kurdular. Şu farkla ki, insan ve cinler dışındaki canlılarda “imtihan” söz konusu değildir; onun için işitmeleri de görmeleri de çok sınırlıdır.

Bir yumurtayı düşünelim. Bu yumurta bir zamanlar hiç ortada yoktu. Sonra tavuğun yediği muhtelif şeylerden akıl almaz bir netice yaratıldı. Daha sonra onun üzerinden yirmi bir gün gibi bir kuluçka zamanı geçtikten sonra, o görmeyen yumurtadan gören bir civciv çıktı, o işitmeyen, yemeyen, içmeyen, sevmeyen, korkmayan yumurtadan bu ve benzeri nice hislerle donatılmış bir varlık yaratıldı. Bütün bu hayat tezahürleri, Allah’ın o yumurtaya ve ondan çıkan civcive birer hediyesidir.

Hayatın, görünen ve anlaşılan bu gibi hususiyetleri yanında, daha bilmediğimiz nice cilveleri vardır ki, bunlar “rumuzat-ı hayatiye” ile ifade ediliyor. Rumuz, “remizler, gizli işaretler” demektir. Bunlar insan ruhunda, diğer canlılardan çok daha zengin olarak mevcuttur. İnsan ruhu, “akıl, kalp, hayal, hafıza” gibi temel latifeler yanında, “şefkat, rikkat, endişe, merak, merhamet, öfke, kıskançlık, haset” gibi nice “rumuzat-ı hayatiye” ile âdeta kaynaşmaktadır.

Bunlar da bir yönüyle hayatın tezahürleridir ve ilâhî birer tahiyyedirler, hediyedirler. Bunlara sahip olan canlılar, o ince duygulardaki harika yaratılış ve akıl almaz sanat incelikleri ile Sanilerini tesbih eder, onun her türlü noksandan münezzeh ve bütün kemal sıfatlara sahip bir Hâlık olduğunu hâl diliyle ilan ederler.

Böyle harika bir hayata sahip, böyle dakik hissiyatla donatılmış canlıların, kendilerine verilen bu sermayeyi yaratılış gayelerine uygun olarak kullanmaları gerekir. Onların hayatlarından asıl maksat ve gaye budur. Bu konuda Külliyat’da “vezaif-i eşya sûretinde ubudiyetleri var” ifadesi geçer.

İnsan dışındaki bütün canlı türleri, bu fıtrî vazifelerini eksiksiz yapmakla hayatları boyunca daima ibadet halindedirler. İnsan ise, bu dünya imtihanının bir icabı olarak, maddî ve manevî bütün cihazlarını “doğru veya yanlış kullanma” konusunda serbest bırakılmıştır.

Bir mü’min, bu hayat sermayesini Hâlık'ının tahiyyatında, tesbihatında kullanmakla ve ubudiyetini O’na arz etmekle kalmaz, diğer mahlûkatın tesbihatlarını, tahiyyatlarını da arzın halifesi olarak, kendi namına Rabbine takdim eder.



71. "Senin hayatının gayelerinin icmali dokuz emirdir." Buradaki Altıncı ve Sekizinci gayeler arasındaki fark nedir?

"Altıncısı: Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları ve rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir." (Sözler, On Birinci Söz)

Burada hayat sahibi varlıkların hayatları ile Allah’a sundukları tahiyye, tesbihat ve ubudiyetleri bilerek gözlemlemek ve tefekkür ile okuyup şahitlik etmektir. İnsan geniş ve kuşatıcı fıtratı sayesinde bütün varlıklara vekillik edecek ve bütün varlıkların fıtri kulluklarını temsil edecek bir kıvamda ve seviyededir. Evet, bütün varlıkların kendilerine verilen vazifelerini yerine getirmeleri, onların ibadetlerinin Allah'a arzını ve ibadetlerini şuur sahiplerine göstermek anlamındadır.  

"Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın her biri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin rububiyetine dair manevi sözlerini fehmetmektir. (bk. age., a.y)

Burada bütün varlıkların kendilerine özgü bir dil ile Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik etmelerini okumak anlamını ifade ediyor. Atomlar, madenler, bitkiler, hayvanlar, cinler, insanlar, melekler vesaire bütün mevcudat kendilerine özgü bir dil ile Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik edip tevhidi ilan ediyorlar ve insan bu ilanı bu şahitliği tefekkür ile anlamakla mükelleftir. Ayetler de geçen "deveye, dağlara, arıya vs bakmaz mısınız?" mealindeki ifadelerin hepsi bu kategoride değerlendirilebilir. 

Altıncısında hayat sahibi varlıkların tahiyye, tesbihat ve ubudiyetlerinden bahsederken, sekizincisinde ise bütün mahlukat ve mevcudatın kendilerine özgü bir dil ile tevhidi ilan etmesinden bahsediliyor.



72. "Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir..." Devamıyla açıklar mısınız?

“Vahid-i kıyasî”, “Bir şeyi anlamada mukayese unsuru olarak kullanılan şey.” demektir.

İnsan bütün mahlûkat içerisinde hem en câmi’ bir istidada sahiptir, hem de bunun şuurundadır ve bu istidadıyla ortaya koyduğu şeylere sahip çıkabilmekte, “Ben yaptım, ben düşündüm, ben istedim” diyebilmektedir. Meselâ, bülbül de yuvasını kendi yapar, ama “Ben bu haneye mâlik olduğum gibi Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” diyemez.

Allah kendi isim ve sıfatlarını kıyas yoluyla idrak etmesi için insana câmi’ bir istidat vermiştir. İnsan bu istidadı sayesinde Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını ve şuunatını fehmeder.

Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati’nde geçen şu ifadeler konuyu en güzel şekilde aydınlatmış bulunuyor:

Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz'î ölçüleriyle, san'atçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip…”

Demek oluyor ki, emaneti yüklenen, insan istidadıdır. Yükü ise, kendisinde bulunan sıfatları, fiilleri, halleri iyi değerlendirerek Cenâb-ı Hakk’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımaktır.

Meselâ, Güneş kendisinde bulunan kuvvete “benim kuvvetim” diyecek bir istidada sahip olmadığı için, o muazzam kuvvetini ölçü alarak Allah’ın kudretini bilmekten mahrumdur. İnsan ise on-on beş kiloluk bir taşı kaldırdığında bunu ölçü alabiliyor ve "Ben nasıl bu taşı kaldırıyorsam Halık’ım da bütün gezegenleri kolayca çeviriyor, bütün yıldızları düşürmeden durduruyor." diyebiliyor.

Yine Güneş, ilim ve irade sıfatlarından mahrum olduğundan, onları ölçü alarak Allah’ın ilim ve irade sıfatlarını bilemez. Görmesi ve işitmesi de olmadığından Allah’ı Basîr ve Semi’ olarak tanıyamaz.

İnsan, kuvvet, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanmakla Allah’ın sıfatlarını bir derece bildiği gibi, şefkat, merhamet, gazap gibi şuunatıyla da Allah’ın şuunatına bir derece bakabilir. Nur Külliyatı'ndan bu meseleye misal olabilecek bir hakikat dersi:

“…Bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır.”(1)

İnsana şefkat duygusu verilmeseydi Allah’ın rahmet ve merhametini bilemezdi. Keza, insana gazap kuvveti verilmeseydi Allah’ın kahrını ve cezasını anlayamazdı.

Demek ki, insan için Rabbini tanıma vadisinde yol alabilmenin en sağlam yolu kendini doğru tanıması ve “ene”yi doğru değerlendirmesidir.

O halde, semanın, arzın ve dağların emaneti yüklenemeyişlerinin temel sebebini de bu noktada aramak gerekiyor. Biz nasıl belli bir mekânda bulunduğumuz için Allah’ın mekândan münezzehiyetini anlayamıyorsak, âyette geçen varlıklar da Allah’ın sıfatlarını ve esmâsını bilemiyorlar. Kendilerine mahsus tesbihlerini ifa etmenin ötesinde bir marifet kazanmaları da söz konusu olmuyor.

Bu konuyu meselemize ışık tutacağına inandığım ehemmiyetli bir hâdiseyi nakletmekle tamamlamak istiyorum: 

Kör bir adama “Sen 'görme' denilince ne anlıyorsun?” diye soruyorlar. Adam şu enteresan cevabı veriyor:

"Siz diyorsunuz ki 'Falan adam geliyor.', ben hayret ediyorum ki nerden biliyorlar.”

İşte bu adam “görmenin ne olduğunu anlama yükünü” kaldıracak istidatta değildir ve o yükü yüklenemez.

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal. 



73. "Mevcudatın her biri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin rububiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir." Sekizinci emri izah eder misiniz?

Mahlûkat, esas olarak, Allah’ın varlığını göstermekte, esmasına ayna olmakta, O’nun manevî cemalini, yani esmasının ve sıfatlarının güzel tecellilerini sergilemektedirler. Bunun yanında, bir de O’nun birliğini göstermeleri söz konusudur. Bu da mahlûkatın birbirleriyle olan yardımlaşmalarıyla, kâinatın “farklı mamuller veren tek bir fabrika gibi çalışması” ve bu farklı mahsullerin birçok yönden de birbirlerine benzemeleri ile kendini gösterir.

Bir canlının bütün hususiyetlerini çekirdeğinde, tohumunda, yumurtasında, nutfesinde yerleştirmek ve onları “Fettah” ismiyle açarak hârika mahlûklar çıkarmak, Allah’a mahsus bir sanat ve rabbanî bir fiildir. Bunlardan birini kim yapıyorsa tümünün sahibi ve sânii de odur. Çekirdeği açarak ağaç haline getiren kim ise, yumurtayı açıp tavus yaratan, nutfeden insan çıkaran da O’dur.

Her canlıya bir çift göz verilmesi ve bunların da o canlının yüzüne simetrik olarak yerleştirilmesi ayrı bir sanattır. İnsanla diğer hayvanlara bu noktadan nazar ettiğimizde “Bir canlıya göz takan kim ise, bütün gözleri yaratan da O’dur.” hükmüne varırız.

Canlılarla kâinat arasındaki münasebet de vahdaniyete ayrı bir delildir. Ağacın bir tek yaprağını düşünelim. O yaprak dala, dal ağaca, ağaç toprağa bağlıdır. Toprakla serili yerküremiz Güneş etrafında dönmektedir. O halde, bir yaprak kimin eseri ise bütün Güneş sistemi de O’nun mülkü ve O’nun eseridir.

Üstad'ın şu ifadeleri hârika bir vahdaniyet dersidir:

“Sivrisinek gözünü halk eyliyendir mutlaka, Güneşi hem kehkeşi halk eylemiş. Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka, manzume-i şemsiyyeyi nazmeylemiş. Gözde rü’yet, midede hem ihtiyacı dercedendir mutlaka, sema gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.”(1)

Ayrıca herşeyin çıkardığı sesin bile bir tesbih ve mana yüklü olduğu şu ifadelerden anlaşılabilir: 

"Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz."

"Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’diye, nağamât-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz."

"Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit birden söze başlıyor: “Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Lemeât.
(2) bk. age.



74. "Dokuzuncusu: Âcz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlahiye ve gınâ-yı Rabbaniyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır." Dokuzuncu emri izah eder misiniz?

Üstadımız Otuz Üçüncü Söz’deki İnsan Penceresinde şöyle buyurur:

"İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir ayinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve âcziyle, fakr ve hacatıyla, naks ve kusuruyla bir Kadir-i Zülcelalin kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza, pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle ayinedarlık ediyor..."(1)

Bir mahlûkun şerefi, onda tecellî eden İlâhî isimlerle yakından alâkalıdır. “Bir varlık ne kadar çok esmâya, ne kadar ileri derecede mazhar olmuşsa kıymeti ve şerefi o kadar fazla olur.” Bu umumî bir hükümdür.

Ağaçlar taşlardan üstündür. Niçin? Onlarda yarım da olsa bir hayat olduğu ve o hayatın hava, su, gece, gündüz gibi çok şeye ihtiyacı olduğu için. Bu ihtiyaçlarının görülmesi taşta tecelli etmeyen birtakım isimlerin tecellisiyle olur.

Cenâb-ı Hak, taşın imdadına “Rezzak” ismiyle yetişmiyor. Zira taşın rızka ihtiyacı yoktur.

Hayvan da ağaçtan üstündür, çünkü onun görmeye, işitmeye, yürümeye,.., ihtiyacı vardır. Ve bu ihtiyaçların görülmesiyle onda “Basîr” ve “Semi’ gibi birçok esmâ tecelli eder. Bu tecelliler ağaçta görülmez ve hayvan bu yönüyle ağaçtan üstün olur.

Bu taksimatta fakirler daha kârlı çıkmış oluyorlar.

En fakir ve en âciz olan insan, yaratılışının icabı olarak, sadece hayatla iktifa etmemiş, akıl da istemiş; dünya ile yetinmemiş, cennete talip olmuş.

İnsan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz bir kudrete; nihayetsiz ihtiyacıyla da nihayetsiz bir rahmete ayna olur. Bu tecelliler, onun ruhunda Allah’a sığınma ve O’na ibadet ve hamdetme duygularını inkişaf ettirir.

Kul aczini bildiği nispette Rabbine iltica eder; fakrını bildiği ölçüde O’na dua ve niyazda bulunur.

(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.



75. "Senin hayatının gayeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki,.." İzah eder misiniz?

a) Esma-i ilahiyeye ait garaibin fihristesi:

Allah’ın bütün isimleri güzeldir ve onların bütün tecellileri harikadır, gariptir. Bunlar insanda fihriste olarak sıralanmış gibidir. Yaratmak, sûret vermek, hayat vermek, hissiyatla donatmak, ruhlara münasip bedenler yaratmak, organlar takmak,…, birer İlâhî fiildirler. Bunların hepsinin de yaratılmaları Allah’a mahsustur ve bütün bunlar Allah’ın isimlerinin tecellileriyle ortaya çıkarlar. Varlık âlemine serpilen bu tecellilerin hepsinden insanda da bir numune yaratılmıştır. O da var edilmiş, o da hayata kavuşmuş, o da rızıklanmış, onun da ruhu hissiyatla, bedeni organlarla teçhiz edilmiştir ve hakeza…

b) Hem şuun ve sıfat-ı İlâhiyenin mikyası:

Mikyas, “kıyas aleti, mukayese aleti” demektir. İnsan, kendisine verilen ilim, irade, kudret gibi sıfatları vahid-i kıyasî olarak değerlendirip, Allah’ın sıfatlarını onlarla bildiği gibi, yine ruhuna takılan “merhamet, gazap, şefkat” gibi şuunatla da Allah’ın şuunatını bir derece bilebilir. Bir derece diyoruz, çünkü insan ruhu mahlûk olduğu gibi, o ruha takılan bütün sıfatlar ve şuunat da mahlûktur. Allah’ın zâtı hiçbir mahlûkuna benzemediği gibi, onun sıfatları ve şuunatı da mahlûkatın sıfat ve şuunatına benzemez. Bu ehemmiyetli nokta unutulmamak şartıyla, bir insan kendi varlığını doğru değerlendirerek, Hâlık’ını sıfat ve şuunatıyla tanıma imkânına sahip olabilmektedir. 

Not: Otuzuncu Söz’ün “ene bahsinde” bu konunun geniş izahı yapılmıştır.

c) Kâinattaki âlemlerin mizanı:

İnsan, renkler ve şekiller âlemini gözüyle tartıp hangisinin diğerinden daha büyük, daha parlak yahut hangisinin hangi renklere sahip olduğunu bildiği gibi, tatlar âlemini diliyle, kokular âlemini burnuyla tartmaktadır. Öte yandan, insan aklı bütün bu âlemlerdeki hikmetleri tartan bir mizan gibidir.

d) Âlem-i kebirin listesi:

Bu manayı Üstad'ın şu cümlesi açıklamaktadır: “Âlemde ne varsa numunesi mahiyet-i insaniyede vardır.” Yine Nur Külliyatında, insanın kemiklerinin taşlardan, etlerinin topraktan, vücudundaki muhtelif akıntıların nehirlerden haber verdiği ifade edilir. Bu âlem-i kebirdeki elementler küçük mikyasta insan bedeninde de yer aldığı gibi, o büyük âlemdeki levh-i mahfuzun bir küçük numunesi insanın hafızası, âlem-i misalin bir numunesi insanın hayalidir. Âlem-i kebirin meleklerle âdeta dolup taşmasının bir küçük numunesi de insan ruhunda binlerle hissiyatın kaynaşmasıdır.

e) Kâinatın haritası ve  
f) Kitab-ı ekberin fezlekesi:

Fezleke; öz, özet, hülasa demektir.

Bu iki maddede, insan-kâinat münasebeti iki farklı teşbihle ortaya konulmuştur. Birinde kâinat bir ülkeye, insanın mahiyeti o ülkenin haritasına benzetilmiştir. Harita ülkenin küçültülmüş bir şeklidir. O ülkede olan her şey, küçük mikyasta, o haritada da temsil edilmiştir. İkinci teşbihte ise kâinat bir büyük kitaba, insan ise onun fezlekesine (özetine) benzetilmiştir. 

Birbirinden farklı bu dört cümle aynı manaya gelmekte olup tekit için tekrar edilmiştir. İnsanın şu kâinattaki âlemlere bir mizan, bir liste, bir harita ve fezleke olması, kâinatta ne varsa küçük bir numunesinin insanda olması cihetiyledir.

g) Kudretin gizli definelerini açan bir anahtar külçesi:

Bu maddede, fennî ilimler daha bir ağırlık kazanmıştır. Bu kâinat, “kalem-i kudretle yazılmış bir kitaba” benzetilmektedir. O kitaptaki yazıların taşıdığı gizli mânalar, fen ilimleriyle ortaya çıkarılırlar. İnsan, kendisine lütfedilen kabiliyetini yerinde kullanmakla, yer altı kaynaklarından, elektriğe, ışınlar âlemine kadar nice gizli hazineleri keşfetmiştir. Böylece sanki “bir anahtar külçesi” gibi olmuş ve her bir anahtarla ayrı bir hazineyi açmıştır. Buradaki farklı anahtarlar, insan mahiyetindeki değişik meziyetleri ifade etmekle birlikte, kâinatla alâkalı farklı fenlere de işaret olsa gerektir.

İnsan bütün kâinattan süzülmüş bir hülasa olduğu gibi, bütün duygularıyla da Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını tanıyacak ve tanıtacak bir anahtar külçesidir.

h) Mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatının bir ahsen-i takvimi:

Burada geçen “kemalattan” maksat, Allah’ın kemalini gösteren âyetlerdir, yani mahlukat aleminde tecelli eden kemalattır. İmam-ı Gazzalî Hazretleri, “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” buyurmakla, her şeyin kendi mahiyetine ve icra edeceği vazifeye göre en mükemmel şekilde yaratıldığını, ondan daha güzelinin düşünülemeyeceğini ifade etmiştir. Bu “her şeyden” bir şey de insandır. O da hem en mükemmel bir şekilde yaratılmış, hem de diğer varlıklardaki kemalatı idrak edebilecek bir kabiliyete sahip kılınmıştır.

“Mevcudata serpilen ve evkata takılan” ifadesi, “en güzel ve en mükemmel yaratma” hakikatinin bütün mahlûklarda ve bütün zamanlarda hükmünü icra ettiğini beyan içindir.



76. Hayatın sûreti ve tarz-ı vazifesinin "bir kelime-i mektube, kudret kalemi ile yazılmış hikmetnüma bir söz" olması ve görünüp, işitilip esmâ-i hüsnâya delâlet etmesi ne demektir?

“Sûret” kelimesi “hakikati” tedai ettiriyor. Her şeyin bir sûreti bir de hakikati vardır. Ve “Hakiki hakaik-i eşya Esma-i İlahiye’dir...”(1)

Buna göre, hayatın hakikati “Muhyi” (hayat verici) ismine dayanır ve onun tecellisidir. Bununla birlikte hayatlar arasında birçok farklılıklar da vardır. İşte bu farklılıklar “sûret” mefhumunu hatıra getirir. Maddî varlıklar sûretleriyle birbirinden ayrıldıkları gibi, gözle görünmeyen varlıklar da meselâ melekler de birbirlerinden farklıdırlar; onların da birini diğerinden tefrik ettirecek manevî sûretleri vardır.

Buna göre “hayatın sûreti” denilince hayatın kendisini ve onu başka hayatlardan ayıran hususî durumunu anlıyoruz. Yoksa hayat sadece bir “sıfat” olarak düşünüldüğünde onun sûreti olmaz.
Farklı sûretlerde olan hayatların ve onlara sahip olan değişik ruhların da yine birbirinden ayrı vazifeleri olacaktır.

“Kelime” ve “söz” ifadeleri birer teşbihtir ve kâinatın “kudret kalemiyle yazılmış bir kitaba” benzetilmesinin alt şubeleridir.

Hayat, sıfat olarak düşünüldüğünde ne görülür ve ne de işitilir, ama o hayata sahip olan ruhlar ve melekler görülebilirler. Hayatın kendisi de Allah’ın isimlerine ayna olan, O’nun rahmetini, hikmetini ve kudretini ders veren bir kelime ve bir söz olarak düşünülebilir.

“Hayatım Rabbanî bir mektupdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(2) bk. Şualar, Dördüncü Şua.



77. Hayatın, "tecelliyat-ı ehadiyete ve cilve-i samediyete ayinelik etmesini" izah eder misiniz?

Ehadiyet, Allah’ın zâtının bir olması demektir. 

Her varlık, Allah’ın elli isimlerine ayna olurken, hayat bütün isimleri tek başına göstermektedir. Üstadımızın, Besmelenin İkinci Sırrında verdiği Güneş misalini hatırlayalım. Güneş'in ışığının, mukabilindeki bütün eşyayı ihata ettiğine bakıldığında, bu ihatanın tek bir güneşin işi olabileceğine hükmedilmekle, “vahidiyet cihetiyle” Güneş'in birliği bilinir. Diğer taraftan, bir aynada Güneş'in bütün renklerinin, hararetinin ve bir nevi cilve-i zâtının görünmesiyle de Güneş'in birliği “ehadiyet cihetiyle” bilinir.

“... Evet, hayat tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum'u bütün esma ve şuunatı ile bildirir. Çünkü hayat, pek çok sıfâtın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. İşte hayat bu câmi' mahiyeti itibariyle şuun-u zâtiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir.”(1) 

İşte hayat bu hususiyeti ile Allah’ın zâtının birliğini, esma ve sıfatlarının varlığını bildirmektedir.

Cilve-i samediyete gelince, hayatın bütün esmaya ayna olması, bir yönüyle de bütün esmaya muhtaç olması demektir. Meselâ, taşta “Rezzak” isminin tecellî etmemesi taşın rızka muhtaç olmamasındandır.

İnsan hayatı, bütün bir kâinata muhtaç olması cihetiyle cilve-i samediyete ayna olmaktadır.

“Evet, her bir zîhayatta; biri ehadiyet sikkesi, diğeri samediyet turrası bulunuyor. Zira bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Âdeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde, Hayy-ı Kayyum'un tecelli-i ism-i a'zamını gösteriyor. İşte ehadiyet-i zâtiyeyi, Muhyî perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i ehadiyeti taşıyor. Hem o zîhayat, bu kâinatın bir misal-i musaggarı ve şecere-i hilkatın bir meyvesi hükmünde olduğu için, kâinat kadar ihtiyacatını birden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, samediyet turrasını gösteriyor.”(2)

İnsanın cilve-i samediyete âyinedarlığı:

“Samed” ismi “Her şey Allah’a muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil.” demektir. Hayvanlar âlemi görme, işitme, yeme ve içmeleri için Allah’ın inayetine muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçların her birinin görülmesiyle “Samed” ismine ayrı bir ayna olurlar. İnsanın da bedenî ihtiyaçlarının görülmesi bir yönüyle hayvanlarla müştereklik arz eder. Ama insanın asıl ehemmiyetli ciheti ruhu ve kalbidir.

Üstat Hazretleri “batın-ı kalbin ayine-i Samed” olduğunu ifade eder. Kalbin zahiri bildiğimiz maddî kalbdir ve bu kalb bütün bir kâinata muhtaçtır. İman mahalli olan batın-ı kalb ise Allah’a iman ile marifet ile muhabbet ile tatmin olur. Bu kalb, kâinatın maddesine değil, onda tecelli eden esma ve sıfat-ı İlahiye nazar eder. Onları tefekkür etmekle, hayret ile istihsan ile ve nihayet tehlil ile tekbir ile tesbih ile hamd ile  tatmin olur.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Üçüncü Pencere.
(2) bk. age., Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam.



78. "Hayatın saadet içindeki kemali ise; hayatın ayinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envarını hissedip sevmektir. O’nun muhabbeti ile kendinden geçmektir..." İzah eder misiniz?

“Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür.” derler. Aynı şekilde, hayatların kemali de kâmillerin hayatıdır.  Burada, esas olarak, o zâtlar anlatılmakta, bizlere de onlara benzemenin yolu gösterilmektedir. Bu yolda gitmenin ilk adımı, insanın kendisini “ahsen-i takvimde yaratılan ve bütün esma-i İlahiyenin tecellisini taşıyan çok değerli bir mahlûk” olarak görmesidir.

Bu malumattan sonraki ikinci adım bu tecellileri hissetmektir. Güneş, bütün gezegenleri kolayca çeviren kuvvetine rağmen, kudretin ne oluğunu bilmemekte, kudretin manasını hissetmemektedir. İnsan ise o küçük kudretiyle, kudretin ne olduğunu bir derece bilmekte, hissetmektedir. Aynı şekilde, insan “iradenin, görmenin, işitmenin” de ne olduğunu sadece bilmekle kalmaz, bunları hisseder.

İnsan, bu sıfatları hissetmesi gibi, kendisinin Allah’ın bir eseri olduğunu hissetse, kendinde tecelli eden her bir isim için kalbinde ayrı bir sevgi ve zevk hâsıl olur. Bu sevgiler onu İlâhî muhabbette dereceler almaya götürür.

Bunun en ileri bir derecesi, “o muhabbet ile kendinden geçmek,” kendi varlığını değil Allah’ın varlığını düşünmek, kemalini kendi makamında, servetinde değil, Allah’a imanında ve irfanında aramaktır. Bu hal o kişiyi, takvanın en ileri mertebesi olan “masivadan takvaya” götürür; kalbine Hak sevgisinden başka bir sevginin, Allah korkusundan ayrı bir korkunun girmesinden endişe etme makamına erdirir. Artık o kişide “... Kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olurlar.” (Ra'd, 13/28) âyetinin manası hükmeder ve kalbinin göz bebeğinde O’na imanın nuru parlar ve bu nur bütün dünyevî ışıkları çok gerilerde bırakır.

Bir hususun ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınması gerekiyor: 

Allah’ın zatı mahlukatın zatına, sıfatları de mahlûkatın sıfatlarına benzemediğine göre, O’na yapılacak muhabbet de başka sevgilere benzemez. Burada ölçü, Allah’ın Sevgili Elçisine (asm) ittiba etmektir.

“De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Âl-i İmrân, 3/31)

Yani kim, Allah Resulüne (asm) ne ölçüde ittiba ediyorsa, Allah’ı o kadar seviyor demektir.

'Dünyadaki bu hayatımın hakiki lezzeti ve saadeti nedir?' diye, yine bu  حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine baktım. Gördüm ki: Bu hayatımın en saf lezzeti ve en halis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîmin mahlûku ve masnuu ve memlûkü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmasına ve Ona her vakit muhtaç bulunmasına ve O ise hem Rabbim hem İlâhım hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve  اَلْحَمْدُ ِللّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim."(1)

(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.



79. "Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir." cümlesini izah eder misiniz?

"Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir."

"Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadis-i kudsînin meâl-i şerifi olan مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَاتُ وَزَمِينْ - اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بِقَلْبِ مُؤْمِنِينْ denilmiştir."(1) 

Nasıl ki güneş ışığı ile insanın göz bebeğine giriyorsa, onun kalp aynasına da Allah’ın bütün isim ve sıfatları tecelli etmektedir. Ama bu tecelli, insanın iradesinin sarfından sonra olur. Üstad, bu mânâyı  "Kalbin göz bebeğine aks-i nurunu yerleştirme" ile ifade ediyor.

Nasıl ki, görme hâdisesi, gözün merkezi olan gözbebeğinde gerçekleşiyorsa, iman, marifet ve muhabbetin de tecelli mahalli insanın kalbidir.

"Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü'min kulumun kalbine sığarım."(2) hadis-i kudsîsi, bu mânâya işaret eder.

"Bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir.”

Beden kâinatla ve ondan süzülen nimetlerle beslenir ve onlarla tatmin olurken, insan kalbi mahlûkatla tatmin olmaz. “...Kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur.” (Ra’d, 13/28) meâlindeki âyet-i kerîmenin verdiği derse göre, insan kalbi bu âlem ve içindeki eşya ile değil, Allah’a iman ile marifet ile muhabbet ile tatmin olmaktadır. Buna göre samediyetin en büyük, en küllî âyinesi insan kalbidir.  

İmanın zevkine varmak, onu inkişaf ettirmek ve korumak için iki mühim esas vardır: Salih amel ve takva.

Salih amelin ölçüsü, Allah Resulünün (asm.) işlediği bütün güzel amelleri yapmaya çalışmak; takvanın ölçüsü ise bütün kötülüklerden Onun sakındığı gibi sakınmaktır.

İşte, “hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz”(3) cümlesinde bu esaslar güzel bir şekilde ders verilmiştir.

Bir hayat, iman ile kemale erer ve canlılık kazanırsa, onu hemen ibadet takip eder; “feraizle ziynetlendirmek”, yani farzları işlemekle onu süslemek, daha da güzelleştirmek vazifesi başlar. Kazanılan bu nimetin kaybedilmemesi, bu süslerin bozulmaması, çirkinliğe dönüşmemesi için de takvaya, günahlardan çekinmeye ihtiyaç vardır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk.el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: II, 165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmüddîn, III, 14.
(3) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.



80. Hadisteki; "Ben semavata ve zemine sığmadım, ama bir müminin kalbine sığdım." ifadesini nasıl anlamalıyız? Arş, kalpten daha güzel ve geniş bir tecelligah değil midir? Oraya neden sığmıyor da müminin kalbine sığdım deniyor?

“Ben semavata ve zemine sığmadım, ama bir müminin kalbine sığdım.” Bu ibare bize, Üstad'ın şu ifadesini hatırlatıyor:

“Hakikaten semavat, arz ve cibalin hamlinden âciz kaldıkları emaneti insan hamlettiği cihetle cilâlanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünki o emanetin mazmunlarından biri de insanın sıfât-ı İlahiyeyi fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görmektir.”(1)

Haşir Risalesinin On Birinci hakikatinde, emaneti insanın yüklenmesi onun istidadının mükemmelliğiyle izah ediliyor. İnsan bu istidat ile “yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrâyı tahammül edip, yani kendine verilen cüz’i ölçüleriyle sanatçıklarıyla Hâlık’ının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek” bilebiliyor. Bu hakikatin ışığında söz konusu cümleyi,  “Semavat ve zemin, kendi sıfatlarını vahid-i kıyasî yaparak beni sıfatlarımla, şuunatımla bilemediler, ama insan bilebildi.” şeklinde anlayabiliriz.

Mahlûkat âleminden bir misal verelim:

Meselâ, Güneş diyebilir ki “Ben dağlara, ovalara sığmadım, ama bir aynaya sığdım.” Bu sığma, Güneş'in maddesi itibariyle değil, tecellisi cihetiyledir. Cenâb-ı Hakk’ın bir mü’minin kalbine sığması da iman ve marifet cihetiyledir.

Sualin ikinci kısmına gelince:

Arş; “İlâhî emirlerin meleklere ilk tebliğ edildiği makam” şeklinde tarif edilir.

Arş; “yükseklik, yüksek yer, tavan, çardak. Hükümdarın tahtı, saltanat,” gibi manalara geliyor.

Maddî ve cismanî ne kadar âlem varsa hepsi Kürsî'nin içinde kalıyor; Arş ise Kürsî'nin üstünde.

Maddî âlemler Kürsî'nin içinde kalınca, Arş’ın Kürsî'yi kaplaması, içine alması, onun üstünde bulunması, elbette cismen değildir. Bu nasıl bir üstünlük, nasıl bir kaplayıştır; bizim bunu anlamamız mümkün değildir.

Kalbimiz arşa bir numune. Ruhumuz ruhlar âleminden bir temsilci. Bedenimiz, Kürsî'nin içindeki maddî âlemlerden süzülmüş bir hülâsa.

Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin her noktasında mevcut. Demek ki ruh, bu sıfatıyla bedeni kaplamış, kuşatmış, ihata etmiş.

Bir diğer sıfatı ilim. Ruh, saçtan da haberdar, ayak parmağından da. Akciğerin de vazifesini biliyor, akyuvarların da.

Demek ki ruh, ilim sıfatıyla da bedeni kuşatmış. Mademki ruh bedeni böylece kuşatmış durumda, öyleyse ruh ve kalb bedenin fevkinde, onun üstündedir. Fakat ruhun bu kaplayışı, paltomuzun bedenimizi kaplamasına benzemediği gibi, onun bedenden üstünlüğü de başın gövdeden üstünlüğü gibi değildir.

Arş bütün mahlûkattan evveldir. Bütün âlemler, sistemler onun altında cereyan ederler, parlar, sönerler, doğar, ölürler. O ise onlardan evvel var olduğu gibi, onlardan sonra da varlığını devam ettirir. Arşın varlığı şu görünen âlemin varlığından daha zâhirdir, zira bu âlemde olan bütün faaliyetler oradan idare edilmektedir. Bu, ruhun varlığı bedenden daha zâhirdir, dememiz gibidir. Yine arşın mahiyeti bilinmez, bu da onun Bâtın ismine mazhariyetidir. Bunun da en güzel misali, ruhun mahiyetinin bilinmeyişidir.

“İnsan, kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zerre.
(2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.



81. On Birinci Söz'ün sonundaki Farisi hadisin manası ve nazara verilen ayetlerin kısaca meallerini öğrenebilir miyiz?

On Birinci Söz'ün sonunda geçen beyit bir hadis-i kutsinin meali şerifidir. Şöyle ki:

"İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadis-i kudsînin meâl-i şerifi olan;

مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَاتُ وَزَمِينْ 
 اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بِقَلْبِ مُؤْمِنِينْ  denilmiştir."
(1)

"Hadis-i kudsînin metni şöyledir:

مَا وَسِعَنِى سَمَاۤئِى وَلاَاَرْضِى وَلٰكِنَّ وَسِعَنِى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ

“Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.(2)

Baştaki ayetlerin meali şöyledir;

"1. Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına,
2. Güneşi takip ettiğinde aya,
3. Onu açığa çıkarttığında gündüze,
4. Onu örttüğünde geceye,
5. Gökyüzüne ve onu bina edene,
6. Yere ve onu yayıp döşeyene,
7. Nefse ve onu düzenleyene
 (ona  birtakım kabiliyetler verip)
8. İyilik ve kötülükleri ilham edene,

andolsun ki (yemin ederim ki),.."

"9. Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş,
10. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir."

İlk sekiz madde (ayet) kasem (yemin), son iki madde (ayet) ise cevab-ı kasem, yani, yeminlerin sonunda verilen hükümdür.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hadisteki; "Ben semavata ve zemine sığmadım, ama bir müminin kalbine sığdım." ifadesini nasıl anlamalıyız?

On Birinci Söz’ün başında zikredilen sûre ile konunun ilgisi hususunda bilgi verebilir misiniz? Yani “hikmet-i âlemin tılsımı, insanın hilkatinin muamması ve namaz hakikatinin remizleri” sûrede nazara veriliyor mu?

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2/165; İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3/14.



82. Risalet semasının güneşi ve nübüvvet burcunun ayı ne demektir?

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى شَمْسِ سَمَآءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ بُـرْجِ النُّبُوَّةِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَارْحَمْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ اٰمِينْ اٰمِينْ اٰمِينْ

"Allah'ım! Risalet semasının güneşi ve nübüvvet burcunun ayına, hidayet yıldızları olan âl ve ashâbına salât ve selâm olsun. Bize ve erkek-kadın bütün mü’minlere rahmet et. Âmin, âmin, âmin." (Sözler, On Birinci Söz)

Risalet, nübüvvet ve peygamberlik kurumunu veya silsilesini sema gibi düşünecek olursak, bu semanın yıldızları içerisinde en büyüğü ve güneşi Peygameber Efendimiz (a.s.m) oluyor. 

Burç (çoğulu burûc ve ebrâc) sözlükte “güzel olmak, örtülerinden sıyrılmak, yükselerek görünür olmak” manalarına gelen berec kökünden Arapça bir isimdir. Gökteki burçlar yükselmeleri, görünür olmaları veya açığa çıkmalarından ötürü bu adı almıştır. 

Yani nübüvveti burçlara benzetecek olursak Peygamber Efendimizin (asm) nübüvveti bu burçlar içinde en paralığı, en göze çarpanı ve en görünür olanıdır. Ay ise bu hususta burçlardan daha görünür ve daha parlaktır. Yani Peygamber Efendimizin (a.s.m) nübüvvetinin ay ile temsil edilmesi, burçlar içerisinde ayın daha parlak ve daha görünür olmasından dolayıdır. 

Burada temel ölçü, daha görünür ve daha parlak olmasıdır. Yoksa Ay burçlar içinde ya da yıldızlar yanında en küçük olanıdır. Burada zatının büyüklük küçüklüğü değil, insanlara görünürlük ve parlaklık olması dikkate alınıyor.