Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

On İkinci Söz Sorular ve Cevaplar

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:10    Güncellendi: 21.02.2025 22:10

Giriş Kısmı Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On İkinci Söz'ün başında yer alan âyetin, bu Söz’de işlenen konularla alakası hususunda neler söyleyebilirsiniz?

Bu söze konu olan ayet-i kerimenin meali şöyledir:

(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara, 2/269)

“Hikmet” kelimesi, “gaye, fayda, sır,” “amelle beraber ilim,” “ahlâk-ı İlâhîye ile tahalluk,” “aklın ifrat ve tefritten azade olan istikamet hali” gibi manalara gelir.

Bu Söz, mezkûr âyetin manevî bir tefsiri mahiyetindedir.

Bu Söz’de, öncelikle kâinat kitabını nasıl okumamız ve bu âlemde cereyan eden hâdisatı nasıl değerlendirmemiz gerektiği ders verilir.

Daha sonra, insanın şahsî ve içtimaî hayatını hikmetle yürütmesinin esasları üzerinde durulur. İnsan bunu başardığı takdirde hikmet ehli olur ve bu dünya hayatından gerçek ve kâmil mânada istifade eder. Kendisinin gayesiz, başıboş bir varlık olmadığını dikkate alarak, bütün ömrünü yaratılış gayesine uygun olarak geçirir. Rıza dairesinde yaşar, haramlardan uzak kalır.

Ayrıca, fıtraten medenî olan insan, diğer insanlarla birçok beşerî münasebetler içinde bulunacağından, bu münasebetleri hikmet ve adalet esaslarına göre nasıl tanzim edeceği ders verilir. Kur’ân'ın hikmetine uymayıp felsefeye tâbi olanlarda bu faydalı düsturlar yerine hangi zararlı esasların geleceği anlatılır.

Son olarak da, bir ismi “Kur’ân-ı Hakîm” olan İlâhî fermanın diğer kelamlardan üstünlüğü işlenir. Burada, Kur’ân şakirtlerinin “hikmet ehli olma” noktasında en büyük kaynağa sahip olduklarına bir işaret vardır.



2. "Kur'ân-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmâlen muvazenesi"nden ne anlamalıyız, bu iki ekol, mahiyeti itibari ile insan terbiyesinde farklı mı?

Yirmi Beşinci Söz'de Kur’ân-ı Kerim hakkında yapılan birçok tariften birisi de şudur: 

“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi…”  Yani, “Bu kâinatı kim ve niçin yaratmıştır ve bu âlem ve içindeki eşya ne gibi mânalar ifade ediyor?” suallerinin en mükemmel cevabı Kur’ân-ı Kerim'dedir. Bu hikmet kudsîdir. Zira kâinattan Allah namına ve onun esmâsı hesabına bahsetmektedir.

Bir noktayı ifade etmek isteriz: 

Bu Söz’de ve diğer birçok risalede geçen “felsefe” kelimesiyle, bir sosyal bilim dalı olan felsefeyi birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. Risalelerde felsefe kelimesi, “kâinattaki varlıklara ve hâdisata vahy-i semaviyi hiç nazara almadan, sadece aklı esas alarak bakma” manasında kullanılmaktadır.

Nur Külliyatı'nda dünyanın üç yüzünden söz edilir. Birisi Allah’ın isimlerine ayna olma yüzü, diğeri ahirete tarla olma yönü, üçüncüsü de ehl-i hevesatın melabegâhı, yani oyun ve eğlence yeri olmasıdır. Bunlardan ilk iki gaye kudsîdir, mukaddestir. Kur’ân-ı Hakîm, mü’minleri bu iki cihete nazar ettirir.

Felsefenin bakış açısı ise tamamen dünyevîdir ve menfaat esasına dayanır. Yani ehl-i felsefe için güneşin nasıl hârika bir ilâhî sanat olduğu değil, insanlara ne gibi faydalar sağladığı ehemmiyetlidir.

Her iki bakış açısının meyveleri de birbirinden çok farklı olur. 

Birincisi mü’min, mütefekkir, ilâhî eserleri hayretle seyreden, Rahmanî nimetlere karşı şükürle mukabele eden “sevgili kullar” yetiştirirken, ikincisi bu âlemdeki hârikalara karşı donuk nazarlı, iç âlemi gafletle ve isyanla kararmış, sadece kendi nefsini düşünen, egoist ve merhametsiz insanlar yetiştirir.

“Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur'an-ı Hakîm'den gelen ve 'Lâ İlahe İlla Hu' cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım.”(1)

(1) bk. Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem’a, On Birinci Rica.



3. Söz konusu âyet-i kerimenin, "insanın hayat-ı şahsiye ve içtimaiyesine nasıl baktığını" açıklar mısınız?

“Gaye, fayda, sır, ahlâk-ı İlâhîye ile tahalluk,”  gibi birçok manaya gelen “hikmet” kelimesi, insanın akıl ve kalp âleminde hâkim olursa, o kişinin bütün işleri yerinde ve faydalı olur. Hikmetin zıddı olan “abesiyetten” yani faydasız, lüzumsuz ve boş işlerden uzak kalır.

İnsanın gerek ferdî hayatını, gerek aile ve içtimaî hayatını tanzim eden bütün faydalı esaslar, Allah kelamında kemaliyle yer almıştır. Kur’ân-ı Hakîm’in bütün hükümleri hak ve hakikattir, hepsi hikmetli ve faydalıdır. Bunlara ittiba eden kişi, hikmetin bir diğer tarifi olan “ahlâk-ı İlâhîye ile tahalluk,” şerefine erer. Yani Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanır. Allah nelerden razı oluyorsa, o da onları sever ve hayatıyla izhar ve ispat etmeye çalışır. Ve Allah nelerden razı değilse, onlardan nefret eder ve uzak durur. Artık o kişinin bütün işleri ilâhî emir dairesinde cereyan eder. Böyle kişilerden teşekkül eden bir cemiyette de huzur, emniyet, adalet, ahlâk, fazilet gibi ulvî esaslar hükmünü icra ederler.



4. On İkinci Söz’de, Kur’ân’ın sâir İlâhî kelamlardan rüçhâniyeti de anlatılmaktadır. Bu ne demektir? Acaba söz konusu âyetin bu mesele ile alakalı ciheti de var mıdır?

Kur’ân-ı Hakîmin hikmetli esaslarına uyan ve ona halis bir talebe olan mü’minlere de “hayr-ı kesir” verilmiş demektir. Diğer kitaplara muhatap ve diğer peygamberlere ümmet olan kişiler de hayır ve hidâyete ermişlerdir, ancak İlâhî fermanların en sonuncusu ve en büyüğü olan Kur’ânın dersiyle yetişen ve bütün peygamberlerin en büyüğü ve reisi olan Muhammed aleyhisselâma ümmet olan, dersini ondan alan mü’minler “hayr-ı kesire” daha ileri derecede mazhar olurlar.

“Bu büyük nimetin kıymetini bilmemiz ve hayatımızı onun hikmetli kanunlarıyla tanzim etmemiz için bu Söz’ün sonunda böyle bir ders veriliyor.” diye düşünebiliriz.


Birinci Esas Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Hikmet-i fenniye ile hikmet-i felsefenin arasında bir fark var mıdır? Zira bazı yerlerde "felsefenin hikmeti", bazı yerlerde de "fennin hikmeti" ifadeleri geçiyor.

Risalelerde, “hikmet-i fenniye ile hikmet-i felsefe” aynı mânada kullanılmaktadır. Eşyanın taşıdığı hususiyetleri ve onlardan istifade etme yollarını ortaya koyan bütün aklî ilimler “felsefe” olarak ifade edilmiş oluyor.

Burada şöyle bir incelik de olabilir: Bir fen bilgini, kâinattaki hadiselerin hikmet yönünü kendi aklınca değerlendiriyor ve bunlara şahsî izahlar getiriyorsa, onun yaptığı da bir çeşit felsefedir.

Üstad Hazretleri bir risalesinde “ilm-i hikmet dedikleri felsefe” şeklinde bir ifade kullanır. Üstad'ın hikmet saymadığı ve karşı çıktığı felsefe, varlık âlemi hakkında, “Yaratıcıyı hiç nazara almadan ve dikkatleri O’nun hikmet ve rahmetine hiç çevirmeden” verilen fen bilgileridir.

Yoksa, bu âleme “kitab-ı kâinat” diyen, ondaki kanunları “şeriat-ı fıtriye”, mahlûkatı ise “kelimat-ı kudret” olarak nazara veren bir Üstad'ın, fen ilimlerine karşı olması düşünülemez.



2. "Bir zaman, hem dindar, hem gayet sanatkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur’ân-ı Hakîmi, maânisindeki kudsiyetine ve kelimatındaki icaza şayeste bir yazı ile yazsın..." Buradan, her şeyin sûretinin ve hakikatinin, sanatlı ve güzel olduğu manası çıkar mı?

On Yedinci Söz'de, bu kâinat bir bayram yerine benzetiliyor. Bu bayram yerinin esmâ-i ilâhîyenin tecellileriyle süslendirildiği, daha sonra küçük, büyük her bir ruhun kendine münasip birer ceset libası giyerek bu bayram yerine gönderildiği ifade ediliyor.

Madde-mana işbirliğinin ve tenasübünün en güzel misali, ruhlarla bedenler arasındaki hârika münasebette kendini göstermektedir. Koyunun ruhu mûnis olduğu gibi, yünü de yumuşak, ayakları pençesiz, eti narindir. Aslanın ruhu ile pençesi arasında da buna benzer, ama ters yönde ayrı bir münasebet vardır.

O Risalede çok güzel nazara verildiği gibi, bu hakikat küçük büyük bütün ruhlar için hükmünü icra etmektedir. Rızıklarla bedenler ve sindirim sistemleri arasında da apayrı ve hârika bir münasebet vardır. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, bu bedenler libas ve hane hükmündedirler. Esas olan, onlara hükmeden ruhlardır. Ruhlar bedenler için değil, bedenler ruhlar için yaratılmışlardır.

Bu kâinatın yaratılmasındaki esas gaye de bedenlerimizi beslememiz değil, ruhumuzu iman ve ibadetle, ilim ve irfanla, tefekkür ve hayretle, şükür ve hamd ile kemale erdirmemizdir.

Bir cümlenin kelimeleri de beden gibidir, mânası ise ruh hükmündedir. Aynı şekilde, bir eserin yapılış gayesi onun ruhu veya mânası hükmündedir. O eser bu gayeye göre şekillenir. Her parçası o gayenin tahakkukuna yardım edecek şekilde, büyüklükte, hususiyette yapılır ve en münasip yere yerleştirilir.



3. On İkinci Söz'ün Birinci Esas'ında genel olarak ne anlatılıyor, kısaca ifade eder misiniz?

On İkinci Söz'de genel hatları ile Kur'ân ile felsefenin kâinata nasıl baktığı ifade ediliyor ve kâinata "mana-yı ismî" ve "mana-yı harfî" bakmanın farkları ortaya koyuluyor.

"Evet, Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır."(1)

İlahî kitaplar içinde kâinatı en mükemmel şekilde izah ve tercüme eden Kur’ân-ı Kerim'dir.

Mesela, büyük bir hâdise olan ölüm, dinsiz felsefenin nazarında zulümatlı bir kuyu ağzı, hiçlik kuyusudur, ebedî yokluktur. Kur’ân nazarında ise ebedî saadetin başlangıcı, kabir, mü’min için âlem-i âhirete açılmış bir kapı ve cennet bahçesidir.

Dünya, dinsiz felsefenin nazarında; neticesiz, muattal, karmakarışık, sağır tabiatın ve kör kuvvetin oyuncağı, umum zîşuurun matemhanesi, bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhıdır. Kur’ân nazarında ise dünya manalar ve hikmetlerle dolu bir kitaptır. İlâhî isimlere ayinedarlık eder ve ahiret hayatını netice verir.

(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.



4. "Elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nevini altın ve gümüşle yazdı." İzah eder misiniz?

"Hakaikının tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü’ ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki,.." (Sözler, On İkinci Söz, Birinci Esas)

“Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlahiyedir.” hükmünce hakaikin tenevvüü eşyada tecelli eden esmânın farklı oluşunu ifade eder.

Mesela, bir hastalıktan şifa bulmak bir hakikattir, bu hakikatin arkasında hükmeden ise “Şâfî” ismidir.

"Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine ve hâkezâ, her bir fen bir isme dayandığı ve nihâyet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder.”(1) 

Temsildeki elmas, lü’lü, zümrüt gibi şeyler bir fenne ve ilme işaret ediyor. Her ilim ve keşif bir ismin tecellisidir. Eşyanın hakikati, İlahî isimlerden ibarettir. Yaratılan her varlık, birçok esmânın tecellisi, İlahî isimlerin bir cilvesi, bir nakşı, bir eseridir.

“Bütün âzâ ve âlâtı ile cihazât ve cevârihi ile letâif ve mâneviyâtı ile havâss ve hissiyâtı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor.”(2)

Fen sahasında yahut tıp sahasında yazılan eserlerde kâinat kitabı Allah’ın irade ve kudret sıfatlarından gelen bir eser olarak görülmeli, tabiat kanunları da tekvinî şeriatın meseleleri olarak değerlendirilmelidir. Aksi yolda gidenler hakikî hikmet sahibi olamazlar. Bu gibiler hakkında Üstadımız Otuzuncu Söz’de "Binler fünunu bilse de cehl-i mürekkeple bir eçheldir." buyurur.

Fen sahasında yazılan bütün eserler kâinat kitabından bir bölümün tefsiri gibidirler. Kâinatta her şey sonsuz bir ilim ve hikmetle yazılmıştır. Her eser, mahiyetine göre bir veya daha fazla esmânın tecellisi olarak kendini göstermekte ve akıl sahiplerinin idrakine sunulmaktadır.  

Temsilde anlatılan “Kur’ân”, "kâinat kitabı"dır. Kur’ân’ın harflerinin bir kısmının elmas ve zümrütle, bir kısmının inci ve akikle, bir kısmının pırlanta ve mercanla ve diğer bir kısmının da altın ve gümüşle yazılması, bu kâinat kitabının harfleri olan mahlûkların birbirinden farklı olduğunu ifade eder. Mesela, insan, elmas ve pırlanta ile; hayvan ise inci ve akikle yazılmış bir kelime gibidir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(2) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere (İnsan Penceresi).



5. "Okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi." cümlesini izah eder misiniz?

Temsildeki Kur’ân, şu kâinat kitabı olduğundan mezkûr cümleyi şöyle anlayabiliriz:

 Kuşlardan çiçeklere, balıklardan bitkilere, bağlardan dağlara, ferşten arşa, seradan süreyyaya kadar her bir mahlûkta, öyle mükemmel bir nakış ve öyle hârika bir sanat vardır ki, görenleri hayrete düşürmekte,  -okuma bilsin veya bilmesin- herkes temaşasından büyük bir zevk almaktadır.

“Okuma bilmek”ten maksat ise, mahlûkat üzerinde yazılan esmâ-i hüsnâyı okuyabilmektir. Zira her bir varlık âdeta bir kitap hükmünde olup, o kitapta bin bir esmâ yazılmıştır. Mahlûkatın asıl güzelliği de bu isimlerden gelmektedir. Bu şuurdan mahrum bir kimse de yine bu kainattaki güzelliklere hayran olmaktadır.



6. "Kur’an'ı, bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükafat için emretti ki:' Her biriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız!'..." İzah eder misiniz?

Burada verilen temel mesaj, eşyanın ve hadisatın yaratılmasında ne gibi ilâhî gayeler olduğunun araştırılmasıdır. Bütün fen ilimleri kâinattaki varlıkların ve hadiselerin var oluş gayesini ve faydalarını araştırırlar. Bunu yaparken kâinat kitabını yazan “kudret ve hikmet sahibi bir Zât” olması gerektiğini hiç düşünmüyorlarsa, bu hikmet abesiyete kalbolur, yani yapılan iş hakiki manada hikmet değildir. Üstad'ın verdiği misalde bunu açıkça görmek mümkündür. Bu hakikati bilerek yapılan araştırmalar ise hakiki hikmettir. Nitekim Üstad Hazretleri Kur’ân için “…nuranî hikmeti neşreden odur.” buyurmakla, diğer hikmetin zulmanî olduğunu ders vermiş oluyor.

Burada hikmet kelimesi “fayda, gaye” manasında kullanılmış olup abesiyetin, yani “gereksiz, faydasız, mânasız” olmanın zıddıdır.

Kur’ânın ilâhî ferman olduğunu bilmeyen bir feylesofun, Kur’ân harflerinin özellikleri hakkında yaptığı çalışmaya “tefsir” denilemeyeceği gibi, kâinat hakkında Allah namına olmayan araştırmalara da gerçek manada, ilim ve hikmet denilmez.



7. “Yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder, manasına hiç ilişmez.” Üstad, manasını anlamayan feylesofun hangi münasebetinden bahsediyor?

Bir misal verelim: Bir çiçek kâinat kitabından bir kelimedir. Bu çiçeğin zâhirî boyutu, çiçeğinin şekli, güzelliği, kokusu ve faydasıdır ki, onun bu cihetini “botanik ilmi” derinlemesine inceliyor, bütün inceliklerini tespit ve tayin ediyor. Harfin nakışları ve münasebetleri bu cihete işaret ediyor. İnançsız bir filozof çiçeğin bu maddî cihetini sebeplere ve tabiata vererek, çiçeğin Cenâb-ı Hakk’a bakan cihetine hiç nazar etmez.

Çiçeğin batınî boyutu ve asıl ehemmiyetli ciheti, onun Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olmasıdır. Çiçeğin mükemmel bir letafete ve güzelliğe sahip olması, Allah’ın “Müzeyyin” isminin bir tecellisidir.



8. Müslüman âlimin, “Kur’ânın manası ile ve muhtevası ile ilgilenip tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet vermemesini” nasıl anlamalıyız? Hâlbuki kitabı yazan o sanatkar zat hem tezyinatına hem de hakikatine itina göstermiştir.

Misalde geçen şu ifade yanlış bir anlamaya mani olmaktadır:

“…o sûri güzellik manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işârâtı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.”

Demek ki, esas olan manadaki güzelliktir, o manaya uygun güzel sûret giydirmek de ayrı bir güzelliktir ve ikisi birlikte kıymettar bir antika olurlar.

“Ehemmiyet vermeme” ifadesini, “öncelikle manaya ehemmiyet vermek, sûreti ikinci planda düşünmek” şeklinde anlamamız gerekir.

Bütün varlık âlemi Allah’ın esmâ ve sıfat tecellileriyle ortaya çıkmışlardır. Eşyanın zahirinde ve bâtınlarında başka başka isimler tecelli eder. Hepsi güzeldir, hepsi tefekkür edilecek, hepsinden Allah’ın kemaline ve cemaline ayrı yollar bulunacak ve o yollara tefekkür ile girilecektir. İnsanların ekseriyeti  kâinatı ve hadisatı değerlendirirken, daha çok, zahire bakarlar ve onları değerlendirirken kendi menfaatlerini esas alırlar.

“Hem her eser-i Samedanî bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâl’in esmâsını bildirir. Nakıştan manaya geçsen esmâ yoluyla müsemmayı bulursun.”(1)

vecizesinde güzelce dile getirildiği gibi, nakışlar da Allah’ındır, onları taşıyan eserler de. Şu var ki;  nakışta boğulup kalmamak, ondan manaya geçmek ve o nakşı ortaya çıkaran esmâ-i İlâhiyeyi tefekkür etmek gerekir. Önemli olan, nakşa hayran olup kalmak değil, o nakışta isimlerini tecelli ettiren Zât’ın marifet ve muhabbetinde yol almak, böylece kemale ermektir. Elbette nakışların kendileri de ehemmiyetlidir, öyle olmasalardı yaratılmazlardı.

“… Göklerin ve yerin yaratılış (hikmetleri) üzerinde tefekkür ederler. Ve şöyle derler: 'Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin.'...” (Âl-i İmrân, 3/191)

Üstad Hazretleri, bu âlemin ve onun meyvesi olan insanın boşuna yaratılmadığı, hikmetsiz olamayacağı noktasından hareketle, âhiretin varlığını çok hârika bir şekilde ispat etmiştir.

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı.



9. Temsildeki sanatkâr zatın, felsefecinin yazdığı eseri reddedip kabul etmemesini; "Kim zerre kadar hayırlı iş işlerse onu görür..." hakikati ile nasıl bağdaştırabiliriz?

“Feylesofun eseri sadece harflerin nakışlarından, aralarındaki münasebetlerden,…, bahsetmekte, manasına hiç ilişmemektedir.”

Onun kitabının reddedilmesi, manayı dikkate almadığı, sadece nakışlarla vakit geçirdiği içindir. O zât, Kur’ânı okuyamamış, ondaki iman ve marifet derslerinden istifade edememiş, onun hükümlerini bilememiştir. Onun nurundan mahrum bir hayat geçiren kişinin âkıbeti ise ebedî azap çekmektir. Zira cennet, iman çekirdeğinden çıkan nuranî bir ağaca benzetilmiştir. İmanı olmayan kişiden böyle bir ağaç çıkmaz, isterse bütün fenlerde, “dahi derecesinde” bilgi sahibi olsun.

Bir kişi iman ettiği ve salih amel işlediği takdirde cennet ehli olabilir. İmanlı bir ilim adamının  insanlığın faydasına sunduğu fennî keşifler, bir nevi sadaka hükmüne geçer, onlardan manen istifade eder. Ancak, iman etmeyen kişi için durum farklıdır.

Temsildeki kitabı âhiret âlemine tatbik ettiğimizde “amel defteri” olarak karşımıza çıkar. Yani, insan bu âlemi ve kendi varlığını nasıl değerlendiriyorsa ona göre bir hayat sürer; amelleri ona göre şekillenir. Mizana küfür ile gelen kişiyi, amel defterindeki hiçbir faydalı iş cehennemden kurtaramaz. Ancak, zerre kadar hayrı neticesiz bırakmayan İlâhî adâletten beklenir ki, böyle bir kimsenin faydalı işleri onun cehennemdeki azabını hafifletsin.

İtikadımıza göre, cennete lütufla girilir. Bu lütfa mazhar olmanın şartı da iman etmektir. Cennetteki mertebeler ise salih amele göredir. Cehennem ise küfrün cezasıdır, oradaki azap dereceleri de isyanlara göre tahakkuk eder.

Soruda geçen “Kim zerre kadar hayırlı iş işlerse onu görür.” hakikati, mahşer meydanıyla ilgili bir ilâhî haberdir; Zilzal sûresinde geçer. O gün, mizandan önce herkes kendi amellerini zerre kadar noksan olmamak üzere görecektir. Daha sonra bu ameller mizana çekilecek ve ona göre hüküm verilecektir.

Üstad'ın getirdiği temsilden faydalanarak bu konuda şöyle bir misal verebiliriz:

Padişah bir kimseye bir mektup gönderse, kendisine bazı tekliflerde bulunsa ve bunları yaptığı takdirde belli bir makama tayin edileceğini bildirse. Mektubu alan zat, padişaha şöyle bir cevap verse:

"Mektubunuzu aldım. Mektup beyaz ve kenarları nakışlı bir zarfa konulmuş olarak elime geçti. Mektubu yazdırdığınız memurunuzun cidden harika bir hattı var. Bu hat, dünya çapında bir değere sahip. Kullandığı mürekkep de çok kaliteli..."

Buna benzer birçok bilgiye yer verse de padişahın isteğini hiç dikkate almasa ve tayin olacağı makama liyakat kesbetmek için bir gayret göstermese; padişahın bu mektup sahibine ne yapacağı az çok tahmin edilir. Kendisi vaad edilen o makama kesinlikle gelemeyeceği gibi, bu bilgisizliğine ve nezaketsizliğine karşı da ayrıca ceza görmesi beklenir.



10. "Sonra, onun eserine bir mükâfat olarak, her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden on altın verilsin irade etti." On altının hikmeti nedir, diğer feylesofların mükâfatı yok mu?

"Amma o müzeyyen Kur’ân ise, şu musannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur’ân ve şakirtleridir." (Sözler, On İkinci Söz)

"Kim Allah’a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir; kim de bir kötülükle gelirse, sadece kötülüğüne denk bir ceza görür ve hiç kimseye haksızlık edilmez." (En’âm, 6/160)

Burada on altın ödül verilen kimse Kur’an ve şakirtleridir. On sevabın nedeni de ayette bir iyiliğe on sevap verilmesinden dolayıdır. 

İnsan kâinata Kur’an’ın gözü ile bakabilirse kâinatın bütün manaları ve güzellikleri okunup anlaşılır ve her bakışı ve okuyuşu ibadet hükmüne geçer. Bir çiçeğe nazar ettiğinde o çiçek üzerinde nakışları görünen İlahi isimleri okur ve isimler ile Allah’ı tanır ve ona perestiş eder. 

Ama kâinata heva ve hevesi ile bakan adam ise, kâinatın sadece zahiri ve nefse bakan cihetlerini görür. Allah ile olan münasebetleri gizlenir. Çiçeğe baktığında "Ne güzel yapılmış." demez, "Ne güzeldir." der. Allah ile hiçbir ilişki kurmaz. 

Kâinata böyle bakan bir feylesofun mükafatı maddi ve dünyevidir. Mesela, Edison lambayı bulduğu için ahireti kurtulmuyor, çünkü ahiret için iman lazım. Ama dünyada zenginlik ve servet edinerek mükâfatını görmüş oluyor. 

"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mana-yı harfi' ile yani Allah hesabına bakmak lazım gelirken, öyle etmeyip 'mana-yı ismi' ile yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. 'Ne güzel yapılmış.'a bedel 'Ne güzeldir.' der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir." (bk. age.)



11. "Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir." cümlesini izah eder misiniz?

Tefsir: Gizli bir manayı aşikâr etmek ve açıklamak demektir. Bu işi yapana "müfessir" denilir. Kur’ân, tefsirin bu manasıyla, şu kâinat kitabının bir müfessiridir.

Üstadımız, Kur’ân’ın şu kitab-ı kâinatın bir müfessiri olması meselesini şöyle izah ediyor:

“Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfat ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki mûcidleri için bakıyor.”(1)

“Kur’ân-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihidir, lizâtihî değildir. Yani Kur’ân-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlâl sûretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetini izah etmek için değildir.”(2)

Demek, Kur’ân’ın şu kitab-ı kebirin müfessiri olması şu manalara gelmektedir:

· Kur’ân, şu âlemde tecelli  eden ilahî isimlerden ve sıfatlardan bahseder ve her mahlûkun esmâ ve sıfat-ı İlahiyeye nasıl ayin olduklarını beyan eder.

· Kur’ân, mahlûkların Allah’ın varlığına ve birliğine olan şehadetlerini izah eder.

· Kur’ân, mahlûkların yaptıkları ibadet ve tesbihi izhar eder. Ve insana ibadet görevini talim eder.

İşte Kur’ân, bu ve benzeri cihetlerle, kâinatın ve içindeki mahlûkatın mânasını bizlere ders vermekte ve âdeta kâinatın bir müfessiri olmaktadır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz.
(2) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Sûresi 23-24. Âyetlerin Tefsiri.



12. "Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın en beliğ bir tercümanıdır." cümlesini izah eder misiniz?

Tercüme: Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmektir.   

Kâinat kitabındaki her ayet, bir sinekten, galaksilere kadar her bir mahlûk kendine mahsus lisanla Allah’ı tesbih ve ona hamd etmektedir. İşte Kur’ân, anlayamadığımız bu lisanları bizlere tercüme etmekte ve bu haysiyetle de "Tercüme-i Ezeli" unvanını almaktadır.

 “Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Allah'ı bırakıp da taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa onu da kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de acizdir.” (Hac, 22/73)

İşte misaldeki sinek gibi her bir mahlûk, vücud-u İlâhîyyeyi, vahdaniyet-i sübhaniyeyi ve diğer iman ve İslâm hakikatlerini ders vermekte, bir muallim hükmüne geçmektedir. Kur’ân ise onların sözlerini bizlere, tercüme etmekte ve kâinat ile bizler arasında bir tercümanlık vazifesi görmektedir.

13. "Evet, o Furkan'dır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir." cümlesini izah eder misiniz?

Âyet: Kimsenin inkâr edemeyeceği kadar açık delil; nişan, alamet ve işaret demektir.

Tekvin ise: Var etmek ve yaratmak manasındadır. 

“Tekvinî” denilince, yaratmaya ait ve varlığa müteallik manası anlaşılır.

"Kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniye" ile kastedilen ise, varlık sahibi her bir mahlûktur.  Her bir mevcud, kudret kalemiyle yazılmış tekvinî bir âyettir.

Her bir varlığa “âyet” denmesinin sebebi ise: Eşyanın Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine apaçık bir delil olması ve her bir mahlûkun ona işaret etmesidir.

Evet, şu kâinat bir kitap, zaman bu kitabın yaprakları, yaratılan her bir mahlûk ise bu kitabın bir âyetidir.

İşte Kur’ân âyetleri, kudret kalemiyle yazılan ve her biri tekvinî bir âyet olan mahlûkları cin ve inse ders verir. Denizlerden, dağlardan, ağaçlardan, bulutlardan ve daha birçok eşyadan bahseder ve bu eşyaların manalarını tâlim eder.



14. "Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata mana-yı harfi nazarı ile bakmak,.." Mana-yı harfi nazarı ile bakmak, ne demektir? "Mâna-yı ismî" ile birlikte izah eder misiniz?

“Cenâb-ı Hakk’ın mâsivasına (yani kâinata) mâna-yı harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mâna-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.”(1)

Bu konuda verilen güzel bir misal: Pencereye bakmakla pencereden bakmak arasında büyük fark vardır.

Pencereleri yıkayan birinin nazarı, camların temizliğinde yoğunlaştığı için, bu kişi dışarıda olup bitenleri fazla dikkate almaz. Pencereden dışarıyı seyreden bir kişi ise bunun aksine, camlara değil dış âleme nazar eder. Bir yazıyı okurken, manaya daldığımızda kelimeleri, âdeta unuturuz. Bir hat sergisini gezdiğimizde ise bakışlarımız hatlarda yoğunlaşır, manaya pek bakmayız.

İnsanların varlık âlemine bakışları da iki şekilde oluyor. Bazıları, mahlûkatın sadece özelliklerini ve faydalarını araştırıyor, onların yaratıcısını ise hiç düşünmüyorlar. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, buna “mâna-yı ismiyle” bakmak diyor. Böyle bir bakış, “pencereden bakmak” değil, “pencereye bakmaktır.” Meselâ, bir portakalın hususiyetlerinden, taşıdığı vitaminlerden, yetiştiği beldelerden bahsedip de onun ilâhî bir ihsan olduğundan hiç söz etmemek, portakala “mâna-yı ismiyle” bakmak demektir.

O portakalın insana faydalı bir rızık olduğunu düşünmek ve onu Allah’ın “Rezzak” isminin bir tecellisi olarak seyretmek ise “mâna-yı harfiyle” bir bakıştır. Yani, o meyve bir harf olarak, “Rezzak” isminin anlaşılmasına yardım etmekte, insana o İlâhî ismi hatırlatmakla düşünmeye ve şükre davet etmektedir.    

Evvela şu noktanın dikkate alınması gerekiyor: Harf denilince, alfabe harflerini anlamamak lazım. Arapçada harf-i tarif denilen “el” edatı iki harften meydana gelir. "Kitap" denildiğinde herhangi bir kitap, “el-kitab” denilince ise “belirli bir kitap” anlaşılır.

Keza, Arapçada kendinden sonra gelen kelimeyi esre okutan harf-i cerler vardır. “B” harfi tek bir harftir ve “bismillah” lafzında, sondaki “ha”yı esre okutur. Öte yandan “ila” da harf-i cerdir, ama “elif, lam ve ya” olmak üzere üç harften meydana gelir. “İle’l-beyt”, “eve” demektir.

“El, b ve ila” harfleri tek başlarına bir mana ifade etmezler. Ancak, kendilerinden sonra gelen kelimenin manasına yardım ederler. Üstad Hazretleri bunu itikat sahasında kullanmakla bir yenilik yapmıştır.

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakk’a hamdler, şükürler olsun ki, mesâil-i nahviyeden isim ile harf arasındaki manevî fark ile çok mühim meseleleri bana öğretmiştir."

"Harf gayrın manasını izah için bir alet, bir hadim olduğu gibi, şu mevcudat da esmâ-i hüsnanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için bir takım İlâhî mektuplardır ki, içlerinde yazılı delâil, berâhin, havârık, mucize-i kudrettir...”(2)

Mahlûkatın Allah’ı tanıtma, O’nun isim ve sıfatlarının bilinmesine yardım etme cihetlerine “mana-yı harfi” , Allah’ı hatırlatmaksızın mahlûkatın sadece zatlarından ve özelliklerinden söz etmeye de "mana-yı ismi" denilmiştir.

"Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mana-yı harfiyle sev; mana-yı ismiyle sevme. 'Ne kadar güzel yapılmış.' de. 'Ne kadar güzeldir.' deme.(3)

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.
(3) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.



15. Kâinata her zaman mana-yı harfî cihetinden mi bakmalıyız, mana-yı ismî olarak bakmazsak, ilim-fen nasıl gelişir?

Evvela, kâinata ve hâdiselere mana-yı harfî, yani Allah’ın bir eseri, bir sanatı olarak bakmak, katiyen gelişmeye ve ilme zıt bir durum değildir. Tam aksine bu bakış açısı insanı ilme ve tekniğe teşvik eden manevî bir dinamiktir. Zira ilim Allah’ın harika eserlerini tetkik eden ve ondaki latif ve gizli noktaları açığa çıkaran bir vasıtadır. Bu sebeple ilim ne kadar terakki ederse, Allah’ın sanat eserlerinin anlaşılmasına o kadar hizmet etmiş, Allah’ın isim ve sıfatlarını insanlığa ilan ve izhar etmiş olur.

İkincisi, her bir fen Allah’ın bir ismine dayanmaktadır. Dünya bir mektep ve fakülte gibidir. Öyle ise fen ilimleri ne kadar terakki ve tekemmül ederse dayandığı ismin tecellilerine o nispette daha geniş bir ayna olur.

Mesela, tıp ilmi Allah’ın Şafi ismine bakan ve dayanan bir mektep ve fakülte gibidir. Ne kadar gelişse o kadar Şafi ismine hizmet etmiş olur.

Üçüncüsü, mana-yı harfi ve ismi tabirleri insanın kalp ve akıl dünyasına ait kavramlardır. Bilimsel metotların alanına girmiyor ki, onunla rakip ya da hasım olsun. Bir doktor, hastasını incelerken, şu ayette şu tahlil; bu hadiste bu teşhis var demiyor, tıbbın kurallarına göre hareket ediyor. Mana-yı harfi ile bakan doktorun buradaki tek farkı, bilimsel verileri ayetin manevi verileri ile birleştirip tefekkür etmesidir. Yoksa bilimsel verileri bir kenara atıp tamamen ayetle meşgul olmak demek değildir.

Dördüncüsü, "bilim ve din çatışır" fikri tamamen köhnemiş pozitivist bilim felsefesinin tezidir. İslam inancı hiçbir zaman bilime ve bilim adamına ters ve menfi bakmamıştır. Tam aksine bilime ve bilim adamına dailik edip (onu koruyup / destekleyip) teşvik etmiştir.

Ama (tahrif edilmiş) Hristiyan teolojisinde skolastik bir anlayış hakim olduğu için, bilimi ve bilim adamını daima ezmiş ve engellemeye çalışmıştır. Zaten pozitivist felsefe bu dogmacı Hristiyanlığa karşı bir tepki olarak doğmuştur. Hristiyanlık ile İslam dinini aynı kefeye koymak ve sonrada "İslam da bilime menfi bakıyor." demek, tam bir cehalet ve vicdansızlık olur.



16. "Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder." Mana-yı harfi ile bakmamanın neticesi olan bu cümlenin izahını yapar mısınız?

"İlm-i hikmet" dedikleri felsefenin kâinatı tahkir etmesi şöyle olur:

Mevcudatın kemali ve kıymeti, Allah’a bakan yüzlerindedir. Her bir mahlûk, Allah’ın sanatı olması ve onu tesbih ve zikretmesiyle kıymet kazanır.

Felsefe ise mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih etme noktasında yüksek makamda bulunan o mahlûklar kıymetçe aşağıya düşerler ve birer başıbozuk derekesine inerler.

Ayrıca her biri birer ilahî mektup ve Allah’ın güzel isimlerinin birer aynası olan mevcudatı, ehemmiyetsiz, vazifesiz ve perişan bir vaziyette telâkki eder. Bu telakki ile de mevcudatın kıymetini tahkir eder, onların kemalatını inkâr eder ve onların hukukuna tecavüz eder.

Mesela, gayet hüzünlü ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve hüzünlü sûretinde görür. Gayet sevinçli, neşeli ve neşesinden gülen bir adam ise, kâinatı neşeli ve güler görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam ise, mevcudatı ibadetsiz, başıboş, vazifesiz ve perişan bir sûrette tevehhüm eder ki, işte bu tevehhüm, mahlûkatın hukuklarına bir tecavüz ve manen onlara bir zulümdür. İşte bu zulümden dolayı da kâinat kâfirden şikâyetçi olur.



17. "Dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir." İzah eder misiniz?


Felsefe, müspet ve menfi olmak üzere iki kısımdır. 

Müspet felsefe din ile barışık, dini teyit ve takviye eden ve insanlığın hayrına ve faydasına çalışan kısım oluyor. Bu felsefi anlayış Kur’an’ın hikmetini anlamaya yardımcıdır, toplumun yararına ve gelişimine hizmet eder. 

Menfi felsefe ise aklı esas alıp vahye meydan okuyan, dine muarız bir yoldur. Menfi felsefe, kâinata ve mevcudata mana-yı ismi ile bakar, yani bu felsefeye göre kâinat Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mektep değil, kendi hesabına, manasız ve sanatkarsız bir tesadüf yumağıdır.

Bu sebeple dinsiz yani dine muarız ve muhalif giden felsefenin temeli, esası ve özü safsataya, demagojiye, hakkı batıl batılı hak göstermeye çalışan bir paradigmaya dayanır. 

Oysa kâinatın yaratılış amacında en esaslı hikmet ve gaye, Allah’ı tanıtmak ve sevdirmektir. Menfi felsefe kâinatın bu yüce amaç ve hikmetini örttüğü ve yok saydığı için kâinatın hukukuna tecavüz ve tahkir etmiş oluyor. Bu ise büyük bir zulüm, haksızlık ve hakarettir. 

Allah’ın sekiz ismine mazhar olup Allah’ın yüce sıfatlarını tanıtmak üzere dönen Güneşi serseri ve amaçsız dönen bir kütle şeklinde okuyup okutulursa bu, Güneş'in hikmet ve gayesine bir hakaret bir tahkirdir.

İkinci Esas Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On İkinci Söz, İkinci Esas'ı genel hatlarıyla açıklar mısınız?

Felsefe terbiyesi ile yetişmiş bir insan, Firavun gibi kendi nefsini ve hevasını ilah yerine koyar. Allah’ı bile tanımaz. Lakin dünyanın adi ve basit bir menfaatini elde etmek için zillete düşer, insanların ayağını öpecek kadar alçalır. Dünyadaki bütün menfaatleri kendisine ilah edinir. Ebedî âlemi inkâr ettiği için, bütün saadetini dünyanın süflî lezzetlerinde görür, sadece nefsinin hevesatını tatmine çalışır. Onun hayatta en büyük gayesi menfaattir ve hevasını tatmin etmektir. Böyle bir adamın insanlık için, millet için gayret etmesi düşünülemez. Kendinden başka kimseyi sevmez, sevse de menfaati için sever.

Hem felsefenin dinsiz bir şakirdi, hakka teslim olmak noktasında inatçıdır. Fakat bu inadı dünyanın süflî lezzetleri karşısında eriyip gider. Âdeta dünya nimetleri karşısında adi bir dilenci gibidir. Dilenci olmasının sebebi; nimeti sebeplerden  bilmesindendir.

Hem zorba hem de mağrurdur; fakat kalbinde Allah’a dayanacak bir iman olmadığı için, her şeyden ve  her hâdiseden korkar ve titrer. Cesaretin kaynağı iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı da inkâr ve küfürdür.

Ama Kur’ân’ın halis bir talebesi yani Kur’ân terbiyesi ile yetişmiş bir Müslüman ise; Allah’a halis bir kuldur. Öyle aziz bir kuldur ki; amelinde ve ibadetinde cennet gibi büyük bir nimeti bile gaye edinmez. Hem mütevazidir, alçakgönüllüdür. İnsanlara karşı zorba ve kaba değil, yumuşak ve halîmdir. Fakat imanın verdiği izzet ile Allah’tan başka hiçbir şeye kulluk yapmaz.

Hem kendi nefsinde bir güç ve kudret görmez, her hayrı Allah’tan bilir. Sadece Allah’tan istediği için başka kimseye ihtiyaç bildirmeyecek kadar da zengindir ve minnetsizdir. Allah’ın kudretine dayandığı için kendinde nihâyetsiz bir kuvvet bulur. 

Dünyada hedefi ve gayesi ise, yalnız Allah’ın rızasını kazanmaktır. İşte vahyin talebesi ile felsefenin talebesi arasında böyle azim bir fark vardır.

2. "Kur’an-ı Hakîm'in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlakiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvazenesi..." Bununla alakalı şematik bilgi verir misiniz?

FELSEFENİN TİLMİZİ İLE KUR’AN’IN TİLMİZİNİN KIYASLANMASI

FELSEFENİN TİLMİZİ

KUR’AN’IN TİLMİZİ

Bir Firavundur.

Bir abddir.

Menfaati için en hasis şeye ibadet eder.

Âzam-ı mahlukata ibadete tenezzül etmez.

Her menfaatli şeyi kendine rab tanır.

Cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez.

Mütemerrid ve muanniddir.

Mütevazıdır, selim, halimdir.

Bir lezzet için nihayet zilleti kabul eder. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir.

Allah’tan gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez.

Cebbar bir mağrurdur.

Fakr ve zaafını bilir.

Kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.

Mâlik-i Kerîm'inin ona iddihar ettiği uhrevi servetle müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir.

Gaye-i himmeti, nefis, batnın ve fercin hevesatını tatmindir. Ve menfaat-i şahsiyesini menfaat-i kavmiye içinde arar.

Yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî için, fazilet için amel eder, çalışır.


Evet, mümin Allah’tan gayrına, Allah'ın izni olmadan kendi ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Çünkü bizler, bir peygambere itaat etmeliyiz. Evliyalara hürmet etmeliyiz. Kâbe'ye ihtiram niyetiyle dönmeliyiz. Kıbleye yönelmek durumundayız. Burdaki tezellül, itaat ve hürmet olarak anlaşılmalıdır. Bütün bunları Allah'ın izni ve emri doğrultusunda yapıyoruz. Yoksa bir mümin Allah'ın izni olmasaydı, bunlara da hürmet etmezdi. Çünkü sadece Allah'a ve Allah'ın izin verdiklerine hürmet edilir.

Bazı müminlerin zorda kaldıklarında, kalben olmamak şartıyla görünüş itibariyle birilerine karşı zillet göstermeleri ise, şer'an haram kabul edilmemiş ruhsat verilmiştir...



3. "Felsefenin halis bir tilmizi" ifadesine misal olarak firavun veriliyor. "Felsefe", "halis olma" ve "firavunluk" tabirlerindeki münasebet hususunda neler söyleyebilirsiniz?

“Halis”, kelime olarak “katışıksız, saf” manasına gelir. Istılahta ise, “ibadetlerin, hiçbir dünyevî, hatta uhrevî maksat gözetilmeksizin, sırf Allah rızası için yapılmasını” ifade eder.

Üstad Hazretleri İhlâs Risalesinde şöyle buyurur:

“Haksızlar dahi haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.”

“Samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa, neticesiz kalmaz.”(1) .

Haksızların ihlâsı, kendi davalarında samimi gayret göstermeleri, her türlü fedakârlığı yapmaları, her çeşit zahmete severek katlanmaları mânasına gelir. Bu haller birer samimiyet işaretidir ve sahibinin muvaffak olmasının da en ehemmiyetli birer sebebidirler.

“Felsefenin halis tilmizi” denilince, “sadece felsefe ile uğraşan”, “meseleleri yalnız akıl ölçüsüne vuran”, “vahy-i semaviyi hiç dikkate almayan” bir tilmiz anlaşılır. Böyle bir tilmiz, her meselede aklı hâkim kabul etmekle, mahlûk olan aklına çok fazla bir selahiyet tanır ve onu firavunlaştırır, kendi de bir firavun olur.

Firavun’un en bariz özelliği kibir ve enaniyetidir. Onun enaniyeti, kendisini emrindeki Kıptîlerine ilahlık taslama noktasına kadar götürür. Onlara:

“Ey kavmim! Mısır mülkü ve şu ayağımın altında akan nehirler benim değil mi?” (Zuhruf, 43/51)

gibi sualler sorma ifratkârlığına vardırır. Öyle ki, Musa aleyhisselamın âsâsının sihir aletlerini yutması karşısında imana gelen sihirbazlara şöyle seslenme cür’etini gösterir:

“Ben izin vermeden iman ettiniz ha? ..." (A’raf, 7/123)

Kendilerinin kul ve her hayrın da Allah’ın elinde olduğunu unutan kişilerde, kendini beğenme, kibirlenme, tahakküm, şükürsüzlük gibi birçok hastalık belirir. Firavun, bu ve benzeri bütün sapıklıkların bir timsali olmuştur.

(1) bk. Lem’alar, Yirminci Lem’a.



4. "Hikmet-i Kur’an'ın halis bir tilmizi ise bir abddir." Burada Kur’an'ın halis tilmizine örnek olarak gösterilen abd ile felsefenin halis tilmizine örnek olarak gösterilen Firavun'un vasıfları arasında bir mukayese yapabilir misiniz?

Her insan, gözünden güneşe, ciğerinden havaya, ayaklarından yer küresine kadar hadsiz eşyaya muhtaç olarak yaratılmıştır ve bunların hiçbirini de yapacak güçte değildir. Onun için bir nokta-i istinad ve cihet-i istimdat aramak mecburiyetindedir. İşte, beşer takatini çok aşan bu ihtiyaçların en güzel şekilde görülmesi, her vicdanı Allah’a teveccüh ettirir. Otuz Üçüncü Söz'ün Otuz Birinci (İnsan) Penceresinde bu husus şöyle dile getirilir:

“ … Her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”

Her mümin kulun vicdanen kabul ettiği bir dizi hakikat var; bunlardan birkaçını sıralayalım:

- Bu âlem beni bilmez ve tanımaz. Ben her şeye muhtaç olarak yaratılmışım ve her şey benim imdadıma  koşuyor. Yine, ben sonsuz âcizim, ama her şey bana yardım ediyor.

- Bu varlık âleminde her mahlûka birtakım vazifeler yüklenmiş, onun dışında bir şey bilmezler ve yapamazlar.

- Beni annem ve babam yapmış değiller; onlar da benim gibi yapılmış, yaratılmışlar.

- Organlarımı en ince teferruatına kadar, ruh dünyamı da yine en ince hissiyatıma kadar tanzim eden biri var.

- Bu varlık âleminde hiçbir şey vazifesiz değil, hikmetsiz değil, manasız değil. Benim varlığım da bu kâideye dâhil. Öyle ise benim de bir vazifem olmalı.

- Bu âlemde kimse kendi vazifesini kendisi tayin etmiş değil, öyle ise ben de bir insan olarak Rabb'ime karşı neler yapmam gerektiğine, O’na nasıl ibadet edeceğime, nimetlerine nasıl şükredeceğime kendim karar veremem.

İşte bu gibi esaslar insana şu hakikatleri ders verirler:

- Sen Allah’ın kulusun. Sen Rabbü'l-Âlemin'in terbiyesinden geçmiş bir varlıksın.

- Sen yaratıcını tanımak ve onun razı olacağı bir ömür geçirmek mecburiyetindesin.

- Âlemde her şey güzel ve sen bu güzellikler âleminin en güzel meyvesisin. Kendini sevdiğin gibi, sana hizmet eden varlıkları da seversin. Bu sevilenlere bu güzellikleri vereni sevmek, senin insanlığının gereğidir.

İşte bu gibi hakikatleri bilen, bilmekten de öte hayatına mal eden insan, ubudiyetin sırrına erer ve kul olma şerefini taşır ve bütün ömrünü bu şuurla geçirir.

Bunların zıddını iddia etmek ancak firavunlukla izah edilebilir. Nil nehrinin sahibi olduğunu iddia eden Firavun bile denizlere, okyanuslara, ormanlara, yıldızlara sahip olduğunu iddia edememiştir. Öyle ise bunları sahipsiz sanmak yahut tabiatın eseri bilmek, tesadüfen olmuş addetmek ayrı bir firavunluk misalidir.



5. Kuran'ın halis tilmizinin zikredilen vasıflarından biri de “fakir ve zaif” olmasıdır. Buradaki fakirliği ve zayıflığı hangi manada anlamalıyız?

İnsanın üç temel vasfı olan “acz, fark ve naks” konusu Risalelerde defalarca ve ehemmiyetle işlendiğinden bu konu üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Acz, “güç yetirememek”, fakr ihtiyaçlı olmak”, naks ise, noksanlık, eksiklik demektir.

Acz, kudretin; fakr gınanın (zenginliğin); naks ise kemalin zıddıdırlar. Aynı şekilde, zaaf da “kuvvetin zıddıdır.

Bir meyveye ihtiyacımız olması fakr, meyve yapamayışımız ise aczdir. Keza, “el”e ihtiyacımız fakr,  “el” yapamayışımız aczdir.

Misaller artırılabilir.

Naks ise, insanın noksan taraflarıdır; uyuma, yorulma, unutma gibi.

“.. Aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır."(1)

Bir varlık, kendisinde İlâhî isimlerden ne kadarı ne derece tecelli etmişse ona göre kıymet kazanıyor. Bu tecelliler o varlığın “aczi, fakrı ve naksı” nisbetinde kendini gösteriyor. Canlı olmamak, görmemek, işitmemek, büyümemek, anlamamak …birer noksanlıktır. Bu noksanlıkların her birinin giderilmesi bir ismin tecellisiyle gerçekleşir. “Muhyi” ismiyle bir varlık hayata kuvuşur, “Basir” isminin tecellisiyle görücü, “Semi’” isminin tecellisiyle de işitici olur. “Rab” ismiyle terbiye görür. 

İşte  bir varlığın noksanlıkları ilâhî rahmetle giderildiğinde o varlık kemale erer. Aksi halde nâkıs kalmaya devam eder.

İnsanın ihtiyaçları ilâhî ihsan ile görülür ve ona böylece zenginlik lutfedilir.

İnsanın güç yetiremeyeceği işler Rabb'inin kuvvet ve kudretiyle görülür ve onun hayatı böylece devam eder.

İşte bunların şuurunda olmaya, yani “aczini, fakrını ve naksını” bilmeye ubudiyet deniliyor. Bunlar insana kul olduğunu ders verir ve onun kalbini Rabbine karşı şükür ve minnettarlıkla doldururlar. Sonsuz âciz, fakir ve nâkıs olma noktasında bütün insanlar eşittir. Ama bunların şuurunda olmaya gelince aralarında çok büyük farklılıklar görülür.

“Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir.”(2)

"İnsan sûresi"nin ilk âyetinde şöyle buyrulur:

“İnsan üzerinden bir zaman geçti ki, o dönemde (insan) anılmaya değer bir şey değildi.”

İşte “insan” adı anılmazken sonsuz bir acz, fakr ve naks halinde idi. Bu gün kavuştuğu bu kadar ihsanı ve şerefi düşünüp şükür ve ibadet vazifesini yapması için kendisine mazisi bu âyetle hatırlatılmaktadır. Bu hale erdikten sonra da insan, ihtiyaçlarının giderilmesi konusunda sadece sebeplere teşebbüsten öte bir şey yapamıyor. Tohum ekmişse hasat zamanını bekliyor, ilaç içmişse şifayı gözlüyor. Her iki halde de insan kendi aczini, fakrını ve naksını çok iyi hissetmektedir. Bu hissin imanın inkişafına yardım etmesi ve şükrü netice vermesi gerekir.

“Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor...”(3)

“Sen öyle bir zâfiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür.”(4)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz
(2) bk. a.g.e., Yedinci Söz.
(3) bk. Lem'alar, Birinci Lem’a.
(4) bk. Mesnevî-i Nuriye, Hubab.



6. "Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî için, fazilet için amel eder, çalışır." cümlesini izah eder misiniz, insan mutlaka bir dayanak arar mı, dinsiz insanlar bunu neyle dolduruyor?

"Fazilet", "değer, iyilik, ilim, “iman ve irfan noktasından yüksek derecede olmak” manalarına geliyor. Yani fazilet, dinî ve ahlâkî vazifelere riayet ile tahakkuk eder, bunun da esası ihlâstır, Allah’ın rızasıdır. Allah’ın razı olmadığı bir kimsenin faziletli olması zaten mümkün değildir. Faziletli olmak için iman ve amel şarttır.

Faziletin uhrevî neticesi saymakla bitmez, ama fazıl bir insan zaten bu uhrevî neticeleri mülahaza etmeden amel eder.

Kâfirlerin fazilet anlayışı sadece dünyaya münhasırdır, köksüzdür ve menfaat maksatlıdır. Şekil açısından iyilik yapmış olsalar da onun altında yine menfaat hesapları vardır.


Üçüncü Esas Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Hikmet-i felsefe; hayat-ı içtimaîyede nokta-i istinadı kuvvet kabul eder." ve "Cemaatlerin rabıtasının unsuriyet olması, semeratının ise hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve beşerin ihtiyacını ziyadeleştirmesi,.." Zamanın akışı içinde farklılık gösteriyor mu?

Üstadımız bir risalesinde insandaki şehvet, gazap ve akıl kuvvelerinin tahdit edilmediğini, bu dünya imtihanında insanın terakki yahut tedennisini temin etmek üzere bu kuvvelerin başıboş bırakıldığını kaydeder.

“Şems Sûresi”nde insan nefsine “fücurun ve takvanın” ilham edildiği kaydedilir. Buna göre her insan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu vicdanında hissetmekte, ancak his ve hevesin, kalp ve vicdana galip gelmesi halinde birçok yanlışlıkları bilerek ve severek yapmaktadır.

Bu bütün insanlık için geçerlidir ve insanlık tarihi boyunca hükmünü icra etmiştir.

Hikmet-i felsefenin, insanlığın içtimaî hayatında nokta-i istinadı kuvvet kabul etmesi, insan aklının his ve hevese mağlup düşmesinin bir neticesidir.

İnsanın imanı inkişaf ettikçe, bütün insanların da Allah’ın kulu olduklarını, onlara haksızlık yapamayacağını, zulmedemeyeceğini, aksi halde mutlaka ceza göreceğini düşünerek, şehvet ve gazap kuvvelerini istikamet çizgisine çekmeye çalışır. İman ve faziletten mahrum kalarak sadece bu dünya hayatına nazar eden kişiler, ruhlarındaki boşluğu başkalarıyla mücadele, hatta onların hukuklarına tecavüzle doldurmak istemişler ve bundan tarih boyunca nice zulümler doğmuştur.

Fen ve teknikte ileri gitmek insanı medenîleştirmeye kâfi gelmemiş ve bugünün Batı dünyasında menfaat yine ilk sırayı almaya devam etmiştir. Şu var ki, iktisaden ileri gitmiş ülkelerde unsuriyet, yani ırkçılık fikri de menfaatin gerisinde kalmış, dünün iki düşman milleti olan Fransızlar ve Almanlar bugün Avrupa Birliği adı altında bir “ortak menfaat çizgisinde” buluşmuşlardır.  ,

İslâm ülkelerinde ise İslâm hakkıyla yaşanmadığından ve iktisadî terakki de yeterli seviyeye çıkmadığından, ırkçılık belası hâkimiyetini yer yer sürdürmeye devam etmektedir.

Sualde geçen, “unsuriyetle” “beşerin ihtiyacını tezyin” manalarını ayrı düşünmek gerekir. Bu ikincisi birincinin neticesi imiş gibi anlaşılıyor. Hâlbuki bunlar arasında sebep-netice münasebetinden ziyade esasta bir yakınlık vardır, her ikisi de “felsefenin birer esası”dır. Yani, beşerin ihtiyacının ziyadeleşmesi ırkçılığın değil, hikmet-i felsefenin bir neticesidir. Irkçılık da felsefenin bir esasıdır; cemaatler arasındaki rabıtayı onunla temin etmeye çalışır.

“Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y, masrafa kafi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlakın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev'e verdiği servet, haşmete bedel; ferdi, şahsı, fakir, ahlaksız etmiştir.”(1)

(1) bk. Sünuhat-Tuluat-İşarat.



2. "Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır." İzah eder misiniz?

"Menfaat" burada insanların yararlandığı bütün nimetler, kaynaklar ve dünyevi şeylerdir. İnsanın fıtratında istek ve talepler sınırsız bir şekilde iken, dünya nimetleri imtihan gereği sınırlı ve kısıtlıdır. Bu sebeple sınırsız isteklerin sınırlı kaynaklar üstünde boğuşması ve çatışması kaçınılmazdır. 

Bu sorunun tek çözümü vardır: insanın sınırsız istek ve hırsını iman ile ıslah edip boğuşmaya değil kanaat ve yardımlaşmaya yöneltmektir. O zaman insanlar sakin ve huzurlu bir yaşam sürer.

Eğer insanın sınırsız hırs ve ihtiyaç hisleri, bir ölçü ve sınır ile ıslah edilmez ise insanlar birbirini yiyerek imha etmeye çalışır. Bu da bütün boğuşma ve kavgaların temel nedenidir. Dünya menfaatlerini elde etmeyi birinci hedef ve maksat yapan menfi felsefe, insanları çatışmaya ve boğuşmaya sevk ediyor. 

Oysa İslam kanaati, kararında tüketmeyi yani iktisatlı olmayı, israftan kaçınmayı, yardımlaşmayı, adil ve şefkatli olmayı tavsiye ederek bu sınırsız hırs ve ihtiyacı tadil ve ıslah edip, huzuru temin ediyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bediüzzaman Said Nursi'nin Medeniyet Görüşü

Risale-i Nur'da Yeni Medeniyet



3. "Hikmet-i Kur’aniye ise; nokta-i istinadı, kuvete bedel hakkı kabul eder." cümlesini açıklar mısınız, hakkın korunması için kuvvet icap ederse, bu muvazene nasıl kurulabilir?

“Düstur-u nübüvvet 'Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.' der, zulmü keser, adaleti temin eder.”(1)

Haklı kişi, kuvvetsiz olsa ve hakkını korumada zaafa düşse bile, yine haklı olmanın üstünlüğüne ve faziletine sahiptir. Haksız kişi ise kuvvetli olsa bile üzerindeki zulüm damgasını silip atamaz.

Hakkımızı tam müdafaa etmek ve karşımızdakileri de haksız ve zalim olmaktan kurtarmak için kuvvetli olmamız icab eder. Öte yandan, başkalarına yapılan zulüm ve baskıları kaldırmak için de yine güçlü olmamız ve o mazlumlara yardım etmemiz gerekir.

Güçlü olmanın bir başka yönüne de Nur Külliyatı'nda şöyle yer verilir:

“… Ve bu zamanda Îla-i Kelimetullah, maddeten terakkîye mütevakkıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle Îla-i Kelimetullah edilebilir.” (2)

İslâm’a hizmet edecek müesseseler kurmak için maddeten terakki lazım olduğu gibi, bilhassa Hristiyan dünyasına Kur’ân ve iman hakikatlerini neşir ve ilan edebilmemiz için de fakirlik ve geri kalmışlık kisvesinden kurtulmamız gerekir. Zengin birisi, fakir ve perişan kıyafetli birinden hakikat dersi almakta, psikolojik olarak, çok zorlanır. Aynı durum, Batı dünyasına hakkı tebliğ etmekte de geçerlidir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz (Haşiye1).
(2) bk. Hutbe-i Şamiye.



4. Hikmet-i Kur’âniyede düstur-u cidal yerine düstur-u teavün esas alınıp; hayatın bir mücadele değil bir yardımlaşma olduğu nazara veriliyor. Hâlbuki ekolojide canlılar arasında yardımlaşmadan çok mücadele nazara çarpmaktadır?

Külliyat'tan insanla alakalı bir tespit:

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,..”(1)

Bu âlemde hemen gözümüze çarpan ilk yardımlaşma, sema ile arz arasındaki yardımlaşmadır. İnsan ve bütün canlılar bunların ortak mahsulleri gibidirler.

Güneş gözlere ışık saçmakta, hava unsuru bütün canlıları teneffüs ettirmekte, yerküresi sırtında taşıdığı bu canlılar için mevsimleri dolaşmaktadır. Bütün bu faaliyetler birer yardımlaşma misalidir.

Elementlerin her biri taşıdığı özelliklerle canlıların yardımına koşmakta ve bu unsurlar canlıların menfaati için adeta el ele verip birlikte çalışmaktadırlar.

Hayatı “cidal” kabul edenlere Üstad Hazretleri şöyle hitap eder:

"Ve Hâlık-ı Kerim’in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemal-i itaatla imtisal edilen düstur-u teavünle, nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmane, kerimane cilvelerini cidal zannedip, 'Hayat bir cidaldir.' diye ahmakane hükmetmişsin.”

"Acaba o düstur-u teavünün cilvesinden olan zerrat-ı taamiyenin, kemal-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür."(2)

İnsan kâinatın meyvesi olduğu için, bütün âlemde hükmeden bu yardımlaşma kanununun bir misali de insanda teşhir edilmiştir. Parmaklar arası yardımlaşma, iki el arasındaki yardımlaşma, yürüyen kişiye gözün yol göstermesiyle sergilenen yardımlaşma, iç organlar arasındaki harika yardımlaşma, akılla hafıza arasındaki yardımlaşma dikkate alındığında, insan vücudunda yardımlaşmanın sayılamayacak kadar misallerine şahit olunur.

Hayatı mücadele sananları aldatan tek nokta, hayvanlar arasındaki rızık mücadelesidir. Cenab-ı Hak bir takım hayvanlarına rızık olarak bitkileri tayin ederken, bir başka grubu da etle beslenir şekilde yaratmıştır. Bu Allah’ın büyük bir ihsanı ve harika bir hikmetidir. Hayvanların hepsi bitkiyle beslenseler, eti yenilmeyen hayvanların cenazeleri yeryüzünü kaplayacaktı ve Üstad'ın ifadesiyle,

“... bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı.”(3)

Her nefis ölümü tadacağına göre, birçok hayvanların ölümü tatmalarına da onlarla beslenen diğer bir canlı türü memur edilmiş gibidir. Açlık ile harekete geçen bir kaplan, vadesi yetmiş bir ceylanı yakalayıp yemekle hem Allah’ın “Rezzak” isminin bir cilvesini izhar etmiş, hem de “Mümit” isminin tecellisinde bir vazife yapmıştır.

Mezbahalarda, tavuk ve balık üretme çiftliklerinde her gün sayılamayacak kadar canlının hayatına son veren insanoğlunun, aslanlara ve kaplanlara söyleyeceği fazla bir sözü olmasa gerektir.

Dipnotlar:

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi), Yedinci Mesele.
(2) bk. Lem’alar, On Yedinci Lem'a.
(3) bk. a.g.e., Otuzuncu Lem'a, Birinci Nükte.



5. "Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî kabul eder." İzah eder misiniz?

İnsanlar dinlerine, memleketlerine, mesleklerine, ilgili bilim dallarına, spor kollarına, konuştukları dillere ve daha nice kıstaslara göre, farklı sınıflara ayrılırlar. “Din” ve “vatan” mefhumları da sınıflandırmada yer alan bir kol olarak düşünüldüğünde, “rabıta-ı sınıfî” mefhumunun, daha çok, “meslek gruplarını” hatıra getirdiğini söyleyebiliriz.

“Esnaf ve Sanatkârlar Birliği” dendiğinde iki ayrı sınıf karşımıza çıkar. Ticaret  erbabı da ayrı bir sınıftır ve kendi içinde sermayelerine göre ayrı sınıflara ayrılırlar; küçük, orta ve büyük boy işletmeler gibi.

İlim adamları ayrı bir sınıftır. Bu da kendi içinde birçok kollara ayrılır. Üniversitelerde umumiyetle üçlü bir tasnife  gidilir: Sosyal bilimler, fen bilimleri ve tıp bilimleri.

Bu sınıflardan her birinin kendi içlerinde birlik sağlamaları ve birbirlerine yardımcı olmaları, günümüzün dünya şartlarında bir ihtiyaç haline gelmiştir. Sendikalar, federasyonlar, konfederasyonlar, dernekler, sempozyumlar, açık oturumlar hep aynı sınıfta vazife yapan fertler arasında kurulur ve icra edilir.

İhlâs Risalesi”nde, mü’minler bir vücudun uzuvlarına ve bir fabrikanın çarklarına benzetilir. İçtimaî hayattaki farklı sınıflar da bu mânada bir ahenk içinde çalışırlarsa, ihtisaslaşma ve yardımlaşma ile her bir sınıf kendi içinde büyüyüp geliştiği gibi, bunların tamamının meydana getirdiği millet bünyesi de sağlam ve mükemmel olur.



6. "İnsanın kemalat-ı insaniyeye sevk edilmesinden" ve "Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ninin saadet-i dareyn" olduğundan bahsediliyor. Kemale ermeyi ve iki dünya saadetine nail olmayı nasıl anlamalıyız?

Kemal; noksanlığın zıddıdır. "İmansızlık" en büyük bir noksanlık, "iman" ve "marifet" ise en büyük bir kemaldir. "Cehalet" bir noksanlık ve kusur, "ilim" ise bir kemaldir.

Aynı şekilde, kibir noksanlıktır, tevazu kemaldir. Keza, zulüm noksanlıktır, adalet kemaldir.

"Evet, her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır."(1)

ifadesinin açtığı ufukta nice güzellikler görürüz. Bunların hepsi kemaldir. Bunlardan mahrum olmak ve zıtlarıyla boyanmak ise birer noksanlıktır. İşte Kur’ân bütün bu kemal sıfatlara insanları sevk eder.

"Evet, hakiki terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve saire kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır."(2)

Kur’ân nurundan mahrum görüşlerin ve sistemlerin kemal anlayışları çok sönük ve sınırlıdır. Dünyanın bütün kemallerinin âhiretteki kemal tecellileri yanında gölge gibi zayıf kalacağı düşünülürse, felsefe yolunda gidenlerin sonu ebedî bir hüsran ve asıllar âleminden ebediyen mahrumiyettir.

Kaldı ki, Kur’ân şakirtleri de kalp ve ruhlarını kemale erdirme yanında dünyanın meşru zevklerinden, mevki ve makamlarından, servet ve devletlerinden de faydalanırlar. Ama çok iyi bilirler ki, bütün bu kemaller rüya âleminde mazhar olunan ihsanlara benzer.

Hakikî saadet ve kemal ise, "Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." (A’la, 87/17) âyet-i kerimesinde ve  "İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar."(3) hadis-i şerifiyle haber verilen âhiret âlemindedir.

Bilindiği gibi, her türlü terakki iki temele dayanır: Menfaati celb ve mazarratı def.

Yani, insan bir taraftan kazancını artırmaya çalışırken, öte yandan da kaybetmemenin tedbirlerini almalıdır.

Üstadımız, "her zaman def’i şerrin celb-i nef’a racih olduğunu,"  yani şerleri gidermenin, hayır elde etmekten daha önce geldiğini kaydeder. Evvelâ mâniler ortadan kaldırılacak sonra yol alınacaktır.

Sualde geçen cümlede de bunu açıkça görüyoruz. Bir menzile ulaşmak için atına binen kişinin yapacağı ilk iş, atını gemlemek, zapt altına almak, onun başka yönlere gitmesini engellemektir. Bundan sonra sıra, atını kamçılamaya ve süratle koşturmaya gelir. 

Bir risalede "nefsin insana binmesi yerine onun bir merkûbu (bineği) olarak insanı maksudu olan menzile götürmesi" gerektiği ders verilir. Kötülüğü emreden bu nefsi gemlemekle bağlamak, onun yanlış yöne gitmesini engellemek insanın manevî terakkisinin ilk adımı ve ön şartıdır. Ticarî hayatımızdan bir misal verecek olursak, bir tüccarın ilk işi kendi nefsine haram kazanç yollarını kapatması, o nefse "zengin olacaksın ama faize, ihtikâra, yalana, aldatmaya girmemek şartıyla" diyerek, yasak bölgeleri ve vazgeçilmez doğruları iyice belletmesidir. Bunu başaran tüccar, nefsini gemlemiş demektir.

Bundan sonra sıra, meşru kazanç için çalışmaya, lüzumlu sebeplere müracaat etmeye ve bu yolda bütün kuvvetiyle çalışmaya gelir.

Manevî ticaret ve zenginlik de buna benzer. Bu hususta bütün mânevîyat büyüklerinin takip ettikleri şaşmaz bir sıra vardır. Manen terakki etmek isteyenler için bu sıraya aynen uymak vazgeçilemez bir şarttır. Şöyle ki;

- Önce bütün haramlar, sonra bütün şüpheliler terk edilir.

- Daha sonra israftan uzak kalınarak, helal kazanç yeterince harcanır ve fazlasının sadaka olarak muhtaçlara intikali sağlanır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.
(2) bk. a.g.e., Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
(3) bk. Aclunî, Keşfu'l-hafa, 2/312. 



7. "Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüttür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır." Bu ifadeleri izah eder misiniz?

"Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir."(1)

"Hakkın şe’ni ittifaktır."

Hak, âlemde her şeyin müşterek paydasıdır. Herkesin müşterek noktasıdır. Kur’ân'ın hakikatleri haktan gelip ve hakkı esas kıldığından dolayı, nazara verdiği meselelerde bütün aklıselim sahipleri ittifak ederler. Dolayısıyla Kur’ân'ın talebeleri hakkın etrafında bir araya gelerek ittifak ederler.

Fakat felsefe mesleğinde hak olmadığından, ittifak da meydana gelmez. Felsefecilerin birbirlerini cerh etmeleri ve her birine göre müstakil bir ekolün teşekkül etmesi buna delildir.

"Faziletin şe’ni tesanüttür."

Bir hizmette, bir kimsenin kendi vazifesinden başka hizmetler de üslenmesi, fedakârlık göstermesi ve gayret etmesi fazilettir. Fazilet erbabı tesanüd ve dayanışma içinde hareket ederler, birbirine kuvvet verirler, birbirlerinin noksan taraflarını ikmal ederler.

"Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir."

Teavün ve yardımlaşma kâinatın düsturudur. Bütün kâinatta teavün vardır. İslâmiyet fıtrî bir din olduğundan, âlemdeki teavün sırrı Müslümanlara da câridir. İslâm dini; âlimleri cahillerin, zenginleri fakirlerin, kavîleri zaiflerin yardımına koşturmuş, bunu bir vecibe olarak emretmiştir.

"Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır.

Kur’ân-ı Kerim'de Cenab-ı Hak müminleri kardeş olarak ilan etmiştir. Aynı Allah’a inanan, dini bir, kitabı bir ve peygamberi bir olan ehl-i iman arasında kuvvetli ve ulvî bir kardeşlik teessüs eder.

"Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadeti dareyndir."

Nefis ile ruh bir terazinin iki kefesi gibidir. Biri hevadan, diğeri Hüda’dan beslenir. Nefis inkişaf ettikçe ruh zaifleşir. Nefis gemlendikçe ve terbiye edildikçe, ruh tekâmül eder.

Salih amellerle cennete doğru yol alınırken, takva ile de cehennemden uzaklaşılır. Bunun neticesi ise iki dünya saadetidir.

(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.



8. "Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni; birbirinin imdadına yetişmektir." Müslüman ve İslâm âleminin vaziyeti çoğu zaman bu hakikatlerle bağdaşmıyor. İnsanın zihnini karıştıran bu durumun izahı?

Evvela şunu ifade etmek gerekiyor:

Burada “hak, fazilet, ittifak” gibi güzel sıfatlardan ve bunlara sahip olmanın güzel neticelerinden söz ediliyor. Nefse ve şeytana uyarak namazını kılmayan, zekâtını vermeyen Müslümanlar olduğu gibi, İslâm’ın beşere hediye ettiği “ittifak, tesanüd, birbirinin imdadına yetişmek” gibi güzel sıfatları hayatına mal etmekte noksanlık gösteren Müslümanlar da bulunabilir. Burada kusur o insanlarındır.

Diğer taraftan, İslâm tarihi son yüz yıla münhasır değildir. Âhir zaman fitnesinin ayak seslerinin işitilmeye başlandığı Tanzimat döneminden tâ günümüze kadar İslâm’ın hayata mal edilmesinde yaşanan kusurlar, hem İslâm âlemini geri bırakmış hem de İslâm terbiyesini tam alamamış kişiler yüzünden İslâmiyet hakkında bu gibi şüphelere kapı açmıştır.

Bu gibi vesveselere kapılanları Asr-ı saadet ile başlayan iman, fazilet, adalet, ahlâk-ı hasene devirlerine götürmek, o devirlerde yetişen yıldız şahsiyetleri tanıtmak ve yine o zamanlarda İslâm’ın bütün dünya üzerindeki müspet tesirlerini nazara vermek gerekiyor.

Asr-ı saadetten kısa bir zaman sonra, Endülüs Emevî Devletinin Avrupa’ya her hususta üstatlık etmesini, bütün cihana hükmeden Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerini ve o devirlerde yetişen eşsiz şahsiyetleri nazara vermek icap ediyor.

Bin yılı aşkın bir süre yeryüzünde güzelliklerin temsilciliğini yapan İslâm devletlerini ve onların müstesna raiyetlerini görmezlikten gelip sadece son yüzyıla bakmak, “yüzün binden büyük olduğunu” iddia etmek kadar büyük bir yanlışlıktır.

Kaldı ki, bu bir asırlık gerileme döneminin de sona ermesinin emareleri görülmeye başlıyor ve Üstad Hazretlerinin müjdesini verdiği nesl-i cedidin örnek icraatlar sergilemesiyle yeni bir terakki dönemine giriliyor. İslâm’ın güzelliğinin ve kemalâtının bütün dünyaya gösterilmesinin de günleri de yaklaşıyor.



9. Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler hakkında şematik bilgi verir misiniz?


HİKMET-İ FELSEFE İLE HİKMET-İ KUR’ÂNİYENİN TOPLUM HAYATINA VERDİĞİ TERBİYELERİN KIYASLAMASI

HİKMET-İ FELSEFE

NETİCESİ

HİKMET-İ KUR’ÂNİYE

NETİCESİ

Nokta-i istinadı "kuvvet" kabul eder.

Tecavüzdür.

Kuvvete bedel "hakkı" kabul eder.

İttifaktır.

Hedefi "menfaat" bilir.

Üstünde boğuşmaktır.

Hedefi, fazilet ve rıza-i İlâhîdir.

Tesanüddür.

Düstur-u hayatı "cidal" tanır.

Çarpışmaktır.

 Düstur-u teâvünü esas tutar.

Birbirinin imdadına yetişmektir.

Cemaatlerin rabıtası menfi milliyetçiliktir.

Başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür.

Dinî, sınıfî ve vatanî rabıtaları kabul eder.

Uhuvvettir, incizaptır.

Meyveleri:

1. Nefsin arzularını tatmin etmek

2. Beşerin ihtiyacını ziyadeleştirmektir.

Şekavet-i dâreyndir.

Meyveleri:

1. Nefsin tecavüzüne set çekmek

2. Ruhu yüce fikirlere teşvik etmek

3. Ulvi hisleri tatmin etmek

4. İnsanı kemâlât-ı insaniyeye sevk etmek

Saadet-i dâreyndir.


Tabloda hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin sosyal hayata verdiği terbiye, beş cihetten mukayese edilmektedir.


Dördüncü Esas Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Kur’ân’ın bütün kelimat-ı İlâhiye içinde cihet-i ulviyetini..." cümlesinde "bütün kelimat-ı İlâhîye" ifadesiyle kastedilen mana nedir?

Cenab-ı Hakk’ın nasıl ki ilim, irade, kudret ve basar gibi sıfatları sınırsızdır. Aynen öyle de zâtî bir sıfat olan kelam sıfatı da nihayetsizdir. Buna göre:

Meleklere ve insanlara edilen bütün ilhamlar, Allah’ın bir çeşit konuşmasıdır. Hatta hayvanlara edilen bütün ilhamlar dahi yine kelam-ı ilahînin bir nevidir ve Cenab-ı Hakk’ın kendine mahsus bir çeşit konuşmasıdır. 

Rabbimizin ilhamı ile balıklar yüzmeyi, kuşlar uçmayı öğrenir, yolunu kaybedenler yolunu bulur; mahlûklar hayat şartlarını öğrenir; varlıklar birbirinin imdadına koşarlar. 

Diğer bütün semavî kitaplar ve suhuflar da Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından gelmiştir.

Üstadımız, Kur’ânın bütün ilhamlardan ve bütün semavi kitaplardan üstün olduğunu bu Dördüncü Esas'ta beyan etmiştir.



2. Dördüncü Esas'la ilgili; kelamlar mukayese edilirken, Kur’ân-ı Kerim'le diğer semavî kitaplar mı nazara veriliyor, beşerî kelamlar da bu mukayeseye giriyor mu?

On İkinci Söz'ün başında bu sözün konuları sıralanırken şu ifadeye de yer verilir:

“Hem Kur’ân'ın sair kelimat-ı İlâhîyeye ve bütün kelamlara cihet-i rüchaniyetine bir işarettir.”

“Bütün kelamlar” denilince bilhassa, âlimlerin eserlerini, mürşitlerin sözlerini anlamak gerekir. Başka sahalarda yazılmış kitaplar, bu dersin konusu itibariyle burada maksud değillerdir. Konumuz “kâinatın yaratılmasına ve onda cereyan eden hâdisata nasıl bakmamız gerektiğine, Kur’ân'ın insanın şahsî ve içtimaî hayatımıza nasıl istikamet verdiğine, felsefenin bu mevzularda neler ortaya koyduğuna” dairdir. Dördüncü Esası da bu manada ele almak gerekiyor.

- Bu üç önemli konuda Kur’ân neler söylüyor?
-
 Diğer semavî kitaplarda aynı mevzular ne ölçüde yer almışlar?
- Ve beşerin kelamlarında bu üç mühim mesele nasıl ele alınmıştır? 

Bu suallerin cevapları aranıyor ve diğer semavî kitapların da beşerî görüşlerin de bu konuda Kur’ân'a yetişmelerinin mümkün olmadığı izah ve ispat ediliyor.

Güneş ve ayna temsilinde, esas itibariyle “vahiy ile ilhamın mukayesesi” yapılmaktadır. Aynadan yansıtılan ışık da Güneş'e aittir, damdan pencere açtığımızda doğrudan evimize giren ışık da yine güneşin ışığıdır. Evliyanın kalpleri birer ayna gibidir. O kalplere ilham yoluyla gelen manalar da kelimât-ı İlâhiyedirler. Ancak, peygamberlere gelen vahiy bu ilhamlardan son derece ileridir.

Kâinat kitabında kudret kalemiyle yazılan âyetlerin taklidi mümkün olmadığı ve onların her birinin üzerinde i’caz damgası olduğu gibi, Kur’ân âyetlerinin de taklitleri mümkün değildir, hepsi mu’cizedir, hepsi mukaddestir.

3. On İkinci Söz Dördüncü Esas ile alâkalı; Birinci temsile misal verebilir misiniz? İkinci temsilde karanlıklı hane veya dam altındaki bağ neresidir?

"Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. …"

Birinci temsile misal:

Bir sultanın, biri şahsî hayatı ve hususî dairesi, diğeri ise ülkenin idarecisi olması şeklinde iki ayrı yönü vardır. O sultan, mesela edebiyata ilgi duymuş olsun. Bu sahada yetişmiş büyük bir edibi huzuruna alıp sohbet ettiğinde, bu sohbet hususîdir. “O kişinin sultanı olma” mertebesiyle ve o sanata alaka duyma cihetiyledir. Bu sohbetin meyvesi de yine o sohbete münhasır kalır; başkalarına sirâyet etmez.

O sultanın devlet yetkilileri ile görüşmesinde durum çok farklıdır. Bu sohbet umumu alakadar etmektedir ve sohbetin neticesinde alınan kararlar da umuma tatbik edilir. Bu görüşmenin de çok mertebeleri vardır. Mesela, o sultan falan şehrin valisiyle görüşüyorsa, bu görüşme o şehrin sultanı olma cihetiyle bir görüşmedir ve konuşmalar o şehrin meselelerinde merkezileşir. Ama sultan sadrazamla görüşüyorsa bu görüşme “umum memleketin sultanı” unvanıyla bir görüşmedir. Alınan kararlar da bütün ahaliyi alâkadar eder, herkese şâmil olur.  

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân vasıtasıyla mükâlemesi umumî bir hitaptır. Kur’ân belli bir kavme ve belli bir zamana değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara hitap ediyor. Diğer kitaplar ve suhuflar ise, belli bir zamana ve belli kavme münhasırdır.

Bazı kimseler şahsî ibadetlerine büyük hassasiyet göstererek, haramlardan ve şüphelilerden hassasiyetle kaçınarak Allah’ın rızasına nail olurlar. Allah’ın böyle sevgili bir kulunun kalbine ilhamda bulunması, onunla bir nevi konuşmasıdır ve bu konuşma “o kişinin Rabbi” unvanıyladır. Bu veli kul, ilim ve irfanda daha ileri mertebelere çıkıp insanlara hakkı ve hakikati bildirmekle vazifeli kılındığında Allah’ın onunla konuşması bulunduğu çevrenin Rabbi unvanıyladır. Onlara faydalı olması için kendisine hem faydalı ilim, hem hikmetli hareket ilham edilir.

Başta arz ettiğimiz gibi, bu mana, kemâliyle peygamberlerde tezahür eder. Bu tezahür de yine farklı derecelerde olur. Hadis-i şerifte yüz yirmi dört bin peygamber gönderildiği ifade ediliyor. Bunların bir kısmı küçük bir kavmin irşadıyla vazifelidirler ve Allah’ın onlarla ilham yoluyla konuşması, o kavmin Rabbi olması itibarıyladır. Kitap sahibi peygamberlerde bu konuşma çok daha ileri derecede tahakkuk eder, ama yine de zamanla ve o kavimle sınırlıdır.

Bu noktada en geniş daire âhir zaman peygamberliği dairesidir ve zaman olarak da kıyamete kadar devam edecek bir tebliğ ve irşad söz konusudur. Bu en geniş dairenin irşadıyla bütün enbiyanın sultanı olan Resûllullah Efendimiz (asm.) vazifelendirilmiştir ve kendisine en büyük ve en son kitap olan Kur’ânla hitap edilmiştir. 

Mesnevî-i Nuriye’den bu hakikati izah eden bir ders:

“Kâinat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyid-ül Enbiya Ve-l Mürselîn, İmam-ül Müttakin, Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir."(1)

"İkinci temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar. O ayna, kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı aynayı karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade edebilir."

"Diğeri ise, aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şâşaa-i saltanatını görür ve bizzat, perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur. Ve böylece, minnettârâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: 'Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin veçhini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın-bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.' Halbuki, evvelki ayna sahibi böyle diyemez. O ayna kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir."(2)

Buradaki birinci adam, güneşe doğrudan değil, ayna vasıtasıyla bakıyor. Güneşi, aynanın kabiliyetine ve boyutlarına göre görebiliyor. Herkes kendi aynasının kabiliyetine ve büyüklüğüne göre Güneş'ten istifade ediyor. Bir insan da kendi akıl, kalp ve ruh aynasının kuvvetine göre Allah’ın isim ve sıfatlarını, O’nun azamet ve kibriyasını anlamaya çalışırsa, bu çok nâkıs kalır.

Burada "dam altındaki küçük bağ" ise, insanın hususî âlemine, kendi şahsî hayatına işarettir. İnsan kendi küçük dünyasını, kendi küçük aynasının ışığı ile aydınlatır. Bütün hâdiseleri o ışık ile aydınlatmaya ve anlamaya çalışır. Bu ışık ile hâdiselerin içyüzünü anlaması mümkün değildir.

Diğer adam ise, elindeki aynayı bırakıp ve doğrudan güneşe nazar ediyor. Yani kendi cüz’î ilmini, enaniyetini terk edip doğrudan Kur’ân’ın ve sünnetin nurundan istifade eder.

Kendi cüz’î ışıkçığına itimat edip, güneşin ışığından mahrum kalan yıldız böceği gibi, kendi aklına itimat eden kişi de Kur’ân’ın nurundan mahrum kalır.

Burada “bağının damı” ile “hanesi” arasında bir fark bulunmuyor. Her iki misal de güneşle doğrudan muhatap olmanın dolaylı yollarla muhatap olmakdan daha üstün daha keskin olduğuna işaret ediyor.

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şemme.
(2) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz, Birinci Esas.



4. Akıl ve kalp ittifakını nasıl anlamak lazım?

Üstad Hazretleri Münazarat adlı eserinde şöyle buyurur:

"Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder."(1)

Midemizin, gözümüzün ve kulağımızın gıdası ayrı ayrıdır. Gözün gıdası güzel manzaralar, kulağınki ise seslerdir. Aynen öyle de aklın gıdası ile kalbin gıdası da farklıdır. Aklın gıdası ilim ve mantık, kalbin gıdası ise iman, marifet, muhabbet, ve  ibadettir.  

Dünyada iman ve marifetten başka hiçbir şey insanı tatmin ve mutlu edemez; onu saadete kavuşturamaz.

“İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) huzur bulur.” (Rad, 13/28)

Kalp, imanın mahalli, marifet ve muhabbetin, sıfat ve esmâ-i ilâhiyenin tecelligâhı, bütün feyizlerin ma’kesi ve manevî latîfelerin merkezidir.

“...(Kalb,) bir latîfe-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i efkârı dimağdır.”(2)

Sadece kalbini besleyenler, mutaassıp olurlar; inançlarını taklitten kurtaramazlar. Zira tahkikî bir imanın yolu ilimden geçer. Sadece aklını doyuranlar ise itikadî mevzularda şüpheden kurtulamazlar. Zira imanın mahalli kalptir. 

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:

“İnsan vücudunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulduğunda bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, o et parçası kalptir.”(3)

Ulûm-u diniye ile fünun-u medeniye "İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder."  Osmanlının gerileme ve yıkılma sürecinde, İslâm dünyası, fen ve teknik noktasından Avrupa’nın gerisinde kalıp bir taassubun içine girmişti. Fen ve tekniğe gereken gayret ve itina gösterilmemişti. Medreseler sadece dinî tedrisat yapan birer müessese haline gelip fen ve tekniğe yabanî kalmıştı.

Akıl ve kalbin birlikte yürümesinden maddî ve manevî terakki meydana gelir... 

Bir saadet anahtarı olan akıl, Cenab-ı Hakk’ın kâinatta tecelli eden nihayetsiz azamet ve kudretini, rahmet ve inayetini, lütuf ve keremini müşahede eder. Zâten aklın en birinci ve en mühim vazifesi de budur.

İnsanın insaniyeti akıl iledir. Zira din de dünya da onunla anlaşılır, dünyevî ve uhrevî saadet onunla kazanılır.

Ancak akıl da mahlûktur, idraki sınırlıdır. Sadece akıl ile hareket etmek, hadiselerin içyüzünü, necat yolunu, âlem-i âhirette olacak vukuatları bilemez. Demek ki, akıl tek başına hakiki mürşit olamaz, neyin helal neyin haram olduğunu bilemez. İnsanın istikamette yürümesi, dünya ve âhiret saadetine kavuşması için peygamberlere, kitaplara ve mürşitlere ihtiyaç vardır. Kur’ân ve diğer semavî kitaplar, âlem-i âhirette olacak bütün hâdiseleri bir harita gibi insan aklının önüne koymuştur.

Dipnotlar:

(1) bk. Münazarat.
(2) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi 7. Ayetin Tefsiri.
(3) bk. Buhârî, İmân, 39; Müslim,Musâkât, 107.



5. "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkep olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler" âyetini nasıl anlamalıyız? Zira Kur’ân-ı Kerim 6666 âyettir, kelimatı da bellidir ve sayılıdır. Burada yazmakla bitmeyen kelimat nedir?

Kehf sûresi 109. âyette şöyle buyrulur:

“De ki: ‘Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar mürekkep ilâve etseydik dahi rabbimin sözleri bitmeden önce mutlaka deniz tükenirdi.’ "

Lokman sûresinin 27. âyetinde de "yeryüzündeki ağaçlar kâlem, denizler mürekkep olsa, bunlar gibi yedi kat daha deniz olsa yine Allah'ın kelimelerini yazmağa yetmeyeceği" beyan edilir.

Kelimat-ı İlâhiyeyi başlıca üç ana başlık halinde düşünebiliriz: 

Birisi, İlâhî kitaplar, suhuflar ve ilhamlar. 

İkincisi birer kudret kelimesi olan bütün mahlûkat.

Üçüncüsü de Allah’ın ilmindeki varlıklardır. Bu üçüncüsüne ebedî âlemde yaratılacak olan nihayetsiz denecek kadar çok varlık da dâhil olur.

Üstad Hazretlerinin de ifade etiği gibi, Allah’ın bütün sıfatları gibi kelam sıfatı da nâmütenahidir ve kelimat-ı İlâhîye hadsizdir.

Nur Külliyatı'nda bu konuda şu bilgilere yer verilir:

“...İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.”(1)

Kaldı ki yüz yirmi dört bin peygamber olduğundan bahsediliyor. Bunlardan dördüne kitap, yüzüne de suhuflar indirilmiştir. Bunların hepsi kelimat-ı ilâhîyedir. Öte yandan Peygamber Efendimize (asm.) Kur’ân yanında bir de manası Allah katından ilham edilen ve kelimelere dökülmesi Peygamberimiz (asm.) tarafından ifade edilen hadis-i kudsîler ilham edildiği gibi, mümtaz ve âbide şahsiyetlerin tümüne de ilham yoluyla birçok hakikatler ders verilmiştir.

Bütün canlı türlerinin her bir ferdine yapacağı işler, düşmanları, rızıkları ve hayatının devamı için gerekli her şey İlâhî ilhamla öğretilir. Bu ilhamlar da saymakla ve yazmakla bitmez.

Kelimatın bir başka ciheti de bu âlemdeki mahlûkların “kelimat-ı kudret” olmalarıdır. Bir kuşun sesi bir yönüyle de kudret kelimesidir.

Bir tek insanda yaklaşık yetmiş trilyon hücre, her hücrede yine yetmiş trilyon kadar atom bulunduğu, toprağın bir gramında dört milyardan fazla bakteri olduğu söyleniyor. İnsan vücudunun her bir ciheti için ayrı bir ilim dalı teşekkül ettiği ve her birinde yüzlerce cilt kitap yazıldığı, binlerce tebliğler sunulduğu dikkate alınırsa insan bedeninin taşıdığı ince hikmetleri ve mânaları bile yazmaya denizlerin yetmeyeceği  anlaşılır.

Yeryüzünde bir buçuk milyonu aşkın canlı türü ve bir o kadar bitki türü ve bunların cinsleri ve her cinsin fertleri, her ferdin bütün organları, hücreleri dikkate alındığında, daha sonra semaya nazar edilip bütün yıldızlar, galaksiler, farklı ışınlar, ayrı sema tabakaları, Levh-i Mahfuz, arş, kürsi düşünüldüğünde kelimat-ı İlâhiyenin nihayetsizliği bir başka yönüyle adeta müşahede edilir. Kaldı ki Allah’ın kelimatı bunlara da münhasır değildir, gayb âlemindeki nihâyetsiz hâdisatı ve melekler âlemini de dikkate aldığımızda mesele daha iyi anlaşılır.

“…Nasıl ki sıfat-ı Kelâmın kelimeleri var. Öyle de Kudretin de mücessem kelimeleri var; İlmin de hikmetli kaderî kelimeleri var ki, bütün mevcudattır. Hususen zîhayatlar, hususen küçük mahlûklar, her biri birer kelime-i Rabbâniyedir ki Mütekellim-i Ezelîye, kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep olsa bitiremezler, demek olduğu mânâsına dahi şu âyet-i kerîme remzen bakıyor…"

"... Bütün melâikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara  gelen umum ilhamlar, bir nevi kelâm-ı İlâhîdir. Bu kelâmın kelimâtı elbette gayr ı mütenâhidir. Saltanat-ı Mutlakanın nihâyetsiz cünûdunun mütemâdiyen aldıkları ilhâm ve o emr-i İlâhiyenin kelimâtı ne derece çok ve nihâyetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Şualar, Yedinci Şua.
(2) bk. Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem’a.



6. "Şu nihayetsiz kelimât içinde en büyük makam Kur'ân'a verilmesinin sebebi şudur ki;.." Burada belirtilen sebebi açıklar mısınız?

Üstad Hazretleri bu ifadelerin devamında şöyle buyurur:

“Kur’ân, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semavat ve arzın Hâlık’ı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. …"(1) 

İşte bu sırdandır ki “kelâmullah” unvanı kemal-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş.”

Evet, Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın her isminin âzamî mertebesinden gelen en mukaddes kitaptır.

“Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.”(2)

İnsanlığın hitaba kabiliyetleri her devirde farklılık arz eder. Mesela, Hazret-i İsa’ya (as.) gönderilen İncil’deki, iman, ahlâk, fazilet, irşad, hikmet ve irfan gibi birçok hakikatler, Tevrat’tan daha muhtevalıdır.

Zaman geçtikçe insanların ilimleri ve tecrübeleri inkişaf ederek terakki ettiğinden, sonra gelen her dinin de önceki dinden daha kâmil ve daha muhit olması hikmetin muktezasıdır.

“Eski zamanda peygamberlerin ümmetlerine Kur’ân gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İbtidaî derslerde izah az olur.”(3)

İnsanlığın en mükemmel hitaba kabil olduğu devir; Resul-i Ekrem Efendimizin (asm.) zamanıdır. Bu sebeple Kur’ân da kelamlar içinde en geniş ve en şümullü bir kelamdır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.
(2) bk. İşaratü'l-İ’caz, Bakara Suresi 4. Ayetin Tefsiri.
(3) bk. Şualar, On Birinci Şua, Yedinci Mesele.



7. Kur’an’ın İsm-i Azam'dan gelmesi ne demektir?

Üstadımız, “Kur’an, İsm-i Azam'dan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş.” buyurmaktadır. Bizler bu bahiste Kur’an’ın İsm-i Azam'dan gelmesini izaha çalışacağız. Bir sonraki bahiste de Kur’an’ın her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olması üzerinde duracağız.

Bu manalara bir tefekkür penceresi açabilirsek ne mutlu bizlere! Yoksa asla “Buranın izahı budur.” gibi bir iddiamız yoktur. Kabımız ne kadar mana alıyorsa sizlerle o kadarını paylaşıyor ve sonra “En iyisi Allah bilir.” diyoruz. Yani bizim yaptığımız, fikir ve kalp aynamıza akseden manaları sizlerle paylaşmaktır. Kelamın manasına isabet edebilmişsek ne âla… Yok, isabet edememişsek, bu da inşallah tefekkürî bir ibadet olur. İnayet ve tevfik her zaman Allah’tandır. Bu fakir kardeşiniz, sizlerin ihlâsını şefaatçi yapıyor ve Rabb-i Rahimin, gönlüne doğru manaları atmasını ve bu manaları ifade edebilmeyi diliyor.

Bu girizgâhtan sonra, “Kur’an’ın İsm-i Azam'dan gelmesi” meselesi üzerine kalbimize ve fikrimize gelen manayı sizlerle paylaşıyorum:

İlk önce, İsm-i Azam nedir, bu ifadeyi anlamaya çalışalım:

Esmâ-i hüsnâ ile ilgili eserlerde incelenip araştırı­lan konulardan biri de esmâ-i hüsnâ arasından birinin İsm-i Âzam (En büyük isim) olarak belirlenmesi çabası­dır. Allah Teâlâ'ya izafe edilen yüzlerce isim arasından birini “en büyük isim” olarak tercih edip belirleme çabası, daha ilk dönemlerden itibaren başlamıştır. İmam Taberi, İmam Eş'ari ve Bakıllânî hazretleri başta olmak üzere bir kısım âlimler, belirli bir isme “en büyük” nitelemesini yapabilmek için naklî veya aklî bir delil bulunmadığı görüşündedirler.

Diğer âlimler ise Allah’ın isimleri arasında bir İsm-i Azam’ın olduğunu söylemişler ve hangi ismin İsm-i Azam olduğu hakkında on dört farklı isim beyan etmişlerdir. Bu on dört farklı ismin söylenmesi de aslında bu mevzuda bir belirsizliğin olduğu ve konuyla ilgili kesin bir delil bulunmadığını gös­termektedir. Mesela, Hz. Ali Efendimize göre İsm-i Azam tek isim değildir. Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs'tan ibaret altı isimdir. İmam-ı Azam Hazretlerine göre İsm-i Azam, Hakem ve Adl olmak üzere iki isimdir. Şeyh Geylâni Hazretlerine göre İsm-i Azam “Hayy” ismidir. İmam-ı Rabbani’ye göre ise İsm-i Azam “Kayyum” ismidir…’

Görüldüğü gibi İslam büyükleri, İsm-i Azam'ı farklı isimlerde bulmuştur. Belki de her birinin hususi âlemine tecelli eden İsm-i Azam değişik olmuş ve bu sebeple her biri kendi hususi âlemlerinde tecelli eden ism-i şerifi İsmi Azam kabul etmişlerdir.

Üstad Hazretleri bu belirsizliğin hikmetini şöyle izah etmektedir:

“…insanlarda veli, cumada dakika-i icabe, Ramazanda Leyle-i Kadir, esmâ-i hüsnâda İsmi Azam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir…”(1)

Bu belirsizliğe rağmen İsm-i Azam konusunda en kuvvetli görüş, İsm-i Azam’ın “Allah” ism-i şerifi olduğudur. Bu konuda Üstadımız da bu görüşü kabul ederek şöyle demektedir:

“Evet, Zat-ı Akdesin alem-i zatisi ve en azamî ismi olan lâfzullahtan sonra…”(2)

Lafzullah sair esma ve sıfata camiiyeti ve ismi azam olduğu itibarıyla…”(3)

Bizler, İsm-i Azam ile ilgili diğer detayları ilgili kitaplara havale ediyoruz. Daha fazlasını merak edenler ilgili eserleri okuyabilirler. Şimdi tekrar meselemiz olan “Kur’an’ın İsm-i Azam’dan gelmiş olması” cümlesine dönelim:

Buradaki İsm-i Azam ile kastedilen Cenab-ı Hakk’ın “Allah” ismidir. Kur’an, Allah ism-i şerifinden gelmiştir. Peki, bunun anlamı nedir?

Bunun anlamı, On İkinci Söz'ün ilgili yerindeki iki misalle anlatılmaktadır. Yani nasıl ki bir padişahın iki türlü konuşması var: Birisi hususi bir meselede, hususi bir muamele ile hususi bir raiyyeti ile konuşmasıdır. Diğeri ise, saltanat ve hilafeti makamında, has bir elçisiyle, umuma dair bir meseleyi konuşması ve emretmesidir…

İşte Kur’an, ezel ve ebedin sultanı olan Cenab-ı Hakk'ın, hususi bir ismi ile değil, İsm-i Azam’ı olan “Allah” ism-i şerifiyle insanlara bir hitabı ve konuşmasıdır. Hâlbuki bir veliye, kalp telefonu vasıtasıyla, ilham yoluyla konuşması, hususi bir ismi ile görüşmesidir. Yani bir veliyle, Rabbü-l Âlemin, Sultan-ı Ezel ve Ebed, Haliku külli şeyin, Fatiru-s semavati ve-l Arz (Âlemlerin Rabbi, ezelin ve ebedin sultanı, her şeyin yaratıcısı, semavatın ve arzın fatırı)… gibi isimlerle konuşmamakta, belki hususi bir ismiyle konuşmaktadır. Lakin Kur’an’da ise Cenab-ı Hak İsm-i Azam’ı olan Allah ism-i şerifiyle ve bu ismin içine aldığı bütün isimler cihetiyle konuşmaktadır.

Dilerseniz, Allah ismiyle konuşmak, başka bir ismiyle konuşmak gibi biraz kapalı kalan manalar üzerinde biraz tefekkür edelim:

Bir kumandan düşünelim… Bu kumandan evladına karşı babalık sıfatıyla konuşur. Eşine karşı kocalık sıfatıyla konuşur. Komşusuna karşı komşuluk sıfatıyla konuşur. Anne ve babasına karşı evlatlık sıfatıyla konuşur. Kardeşine karşı ağabeylik ve kardeşlik sıfatlarıyla konuşur ve hâkeza… Kumandanın, konuştuğu her bir kişiye karşı farklı bir vechi ve farklı bir sıfatı vardır. Aynı kumandan, kışlaya girdiği zaman askerlerle ne babalık, ne kocalık; ne kardeşlik, ne komşuluk ne de başka bir sıfatıyla konuşur; o kumandan kışlada kumandanlık sıfatıyla konuşur ve bir "Arş!.." emriyle yüz binleri harekete geçirir.

İşte aynen misaldeki kumandan gibi, Sultan-ı Ezeli ve Ebed olan Cenab-ı Hak da mahlûklarıyla farklı farklı isim ve sıfatlarıyla konuşur. Kur’an ise, İsm-i Azam olan Allah ismiyle bir konuşması ve mükâlemesidir.

Şimdi de başka bir örnek üzerinde tefekkür edelim:

Peygamber Efendimiz (asm.) sahabesine bir meseleyi emrettiğinde, sahabe-i kiram bazen şöyle derdi:

“Ey Allah’ın Resulü, bu emrettiğin vahiy midir? Yoksa senin şahsî görüşün müdür? Eğer senin sözün ise bizim de bu meselede şöyle bir görüşümüz var!..”

Yani sahabeler şöyle demek isterdi: Ey Allah’ın Resulü, sen şu anda Risalet-i Ahmedi makamında ve Resul-ü Ekrem sıfatınla mı bizimle konuşuyorsun. Yani bu sözlerin risalet ve nübüvvet makamında sana vahyedilen sözler midir? Öyleyse, alerre’si ve-l ayn (başımızın gözümüzün üstüne) biz hepsini kabul eder ve itaat ederiz. Ancak eğer sen Risale-i Ahmedi makamında vahye mazhar olan kimliğin ile değil, beşeriyet makamında konuşuyorsan, bizlerin de bu meselede şöyle bir görüşü var. Bunun hakkında ne dersin…

İşte sahabeler, Peygamberimizin (asm) bütün emirlerine, vahy-i ilahiyeye mazhar olması ve risalet ve nübuvvet makamında bulunması sebebiyle kayıtsız ve şeksiz itaat ediyorlar; ancak bununla birlikte, aynı zatın beşeriyet sıfatıyla yaptığı tavsiyelere karşı tavsiyeler getirebiliyorlardı. Demek, bir beşerin bile farklı farklı sıfatlarla konuşması olabiliyor. Ve konuşurken bulunduğu makama ve konuşurken taşıdığı sıfata göre sözünün kuvveti artıyor veya eksiliyor.

Aynen öyle de Cenab-ı Hakk’ın mahlûkatına karşı da hadsiz ve sınırsız sıfatlarıyla bir konuşması ve mükâlemesi vardır. Kur’an ise hususi bir sıfatla konuşması olmayıp, Rabbü-l âlemin unvanıyla ve İsm-i Azamı olan Allah ism-i şerifiyle bir hitabı ve bir mükâlemesidir.

Bu konuda Rabbim fikir heybeme ve kalp sandıkçığıma bu kadar mana attı. Atılan manaların bir kısmını da kalemimin ve ifade yeteneğimin kasırlığından zayi ettim. Elde avuçta kalanı da sizinle paylaştım. Daha ehillerin bu cümlelere şerh ve izah yazması temennisiyle dualarınıza muhtaç kardeşiniz sizlerden dua bekliyor…

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri (83).
(2) bk.age., Yirmi Sekizinci Mektup, Beşinci Risale...  
(3) bk. age., Yirmi Dokuzuncu Mektup.



8. Kur’an’ın "her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olması" ne demektir?

Bir önceki yazımızda, Kur’an’ın ism-i âzamdan gelmesi meselesini izah etmeye çalışmıştık. Bu yazımızda ise, “Kur’an’ın her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olması” meselesini izaha çalışacak ve mezkûr cümle üzerinde tefekkür yapacağız. Rabbim, ihlasınız hürmetine bana bu cümleyi açsın ve anlamayı nasip etsin!..

Kur’an’ın her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olması meselesine geçmeden önce, "her ismin âzamlık mertebesi" nedir, bunu anlamaya çalışmalıyız.

“Yetmiş bin perde” tabiriyle de ifade edilen bu mesele, her ismin tecellisinde binler mertebe olduğu hakikatine işaret etmektedir. İlk önce, sıfat ve esma-i ilahiyyeye dair olan “Yetmiş bin perde” tabirini izah edelim. Bu izahtan sonra, “her ismin âzamlık mertebesini” ve daha sonra da “Kur’an’ın her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olmasını” anlamaya çalışalım:

1. Sıfat ve esma-i ilahiyyeye dair olan "yetmiş bin perde" tabirinin izahı:

Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatları hakkındaki “yetmiş bin perde” tabiri, Risale-i Nur’un birçok yerinde geçer. Meselenin izahı şu şekildedir:

Her bir eser, ustasını kendi kabiliyeti nispetinde gösterir. Bu itibarla her bir eser, bir perde olup, arkasındaki ustasını tarif ve tavsif eder. Bu meseleyi misaller ile daha net bir şekilde anlayabiliriz:

Birinci Misal: Bir zatın ilmini, onun yaptığı bilgisayardan tefekkür eden bir adam, aynı zatın yaptığı arabayı gördüğünde, sanatını incelediği zatın ilmine dair yeni bir perde açmış ve o perdenin arkasında o zatın ilmini daha geniş manada seyretmiş olur. Aynı zatın bir de uçak yaptığını işiten ve gidip o uçağı seyreden mezkûr şahıs, önceki eserlere kıyas ile o zatın ilmini daha geniş olarak anlamaya başlar. Eğer bu zatın gemi ve füze de yaptığını farz edersek, o şahıs bunları da seyir ile beş perde arkasından sanatkârın ilmini seyir ve tefekkür etmiş olur.

İkinci Misal: Bir zatın zenginliğine alamet olarak onun büyük bir fabrikasını gördüğümüz takdirde, o fabrika perdesi arkasında onun zenginliğini bir derece anlamış oluruz. Bize bu zatın böyle yüzlerce fabrikası olduğu söylense ve bu fabrikalar bize gösterilse, zenginliğini daha geniş bir perdeden temaşaya muvaffak oluruz. Daha sonra bu zatın arazi ve çiftliklerini de gezdiğimizde, her kademede bir öncekine nazaran daha geniş perdeler arkasından onun zenginliğini seyretmiş oluruz. Bu şekilde her bir perdeden geçtikçe, görüş ufkumuz daha genişlemiş ve nihayet o zatın servetini kâmil manada anlamış oluruz.

Üçüncü Misal: Birisini bir çocuğun yarasını sararken görseniz, ondaki merhametin tecellisini bir perdede seyretmiş olursunuz. Aynı kişinin bir eczanesi olduğunu ve oradan fakirlere ilaçlar dağıttığını gördüğünüzde, o kişinin şefkat ve merhametini daha geniş bir perdede tefekkür etmiş olursunuz. Yine aynı kişinin büyük bir hastanesi olduğunu görseniz ve orada incelemeler yapsanız, bu sefer aynı kişinin şefkatini farklı ve daha geniş bir pencere ile seyretmiş ve neticede üç farklı perdede, o şefkatli zatın merhametini görmüş olursunuz.

İşte Allah’ın sıfat ve isimleri için kullanılan “Her birinin yetmiş bin perdesinin olması” ifadesiyle kastedilen mana, bu isim ve sıfatların tecelli daireleri ve tezahür (görünme) dereceleri manasındadır. Buradaki “yetmiş bin" tabiri bir sınır ve hudut değil, çokluktan kinayedir. Yetmiş bin değil, yetmiş milyon bile o isim ve sıfatların tecelli dairelerini ifade etmekte azdır.

Mesela, Allah’ın "Rezzak" (rızık veren) ismini tefekkür eden birisi için, bir tek canlının rızıklanması bir perde olduğu gibi, bütün insan nevinin rızıklanması da ayrı bir perde olabilir. Sadece kendi rızkının mükemmelen verildiğini düşünmekle "Rezzak" ismini tefekkür eden bir insanın marifeti çok dar ve kısadır. Buna karşılık, Allah’ın şu anda yeryüzünde bulunan bütün insanları, bütün hücreleriyle rızıklandırdığını tefekkür eden bir kimse, yüzler perde aşmış ve dolayısıyla tefekkür merdiveninde yükselmiş olur. Bununla birlikte, eğer geçmişteki insanların da rızıklanışını düşünürse, daha geniş bir perde arkasından "Rezzak"ismini tefekkür etmiş olur. Bundan sonra, hayvanların ve bitkilerin her bir türünün ve cinsinin rızıklanışını seyretmekle "Rezzak" isminin hakikatine yaklaşır ve birçok perdeyi daha geçer. Ve daha sonra meleklerin ibadet denilen manevi gıdalarını düşünmekle"Rezzak" isminin perdelerini teker teker yırtmaya başlar ve arkasındaki Zat-ı Akdes olan Allah’a yakınlaşmış olur. Ve nihayet cennette umum hayat sahiplerinin ebediyen rızıklanmasını tefekkürle yeni perdeleri açar. Bu hayali seyahat sırasında binler perdede Cenab-ı Hakk’ın "Rezzak" ismini tefekkür eder.

Hâlık (yaratıcı) ismini tefekkür eden bir kimse, ilk önce bir karıncaya bakar. Onun ilahi bir sanat ile yoktan yaratılışını düşünür, "Hâlık" isminin bir perdesini açar. Daha sonra yeryüzündeki bütün karıncaları hayaliyle görür. Hepsinin aynı anda ve aynı tarzda yaratılışlarını düşünerek, "Hâlık" ismini tefekkür etmekte farklı perdeler açar. Daha sonra kendisinin ve insan nevinin ve sonra da gücü yetiyorsa kâinattaki her bir mahlûkun, canlı ve cansız her şeyin yoktan icadını düşünür. Bu sayede her bir mahlûk "Hâlık" isminin bir perdesi olur ve perdeler açıldıkça marifet (Allah bilgisi) nurları o kalbe dökülmeye başlar.

Rab ismini tefekkür eden bir kimse ise, ilk önce bir arının terbiyesine bakar ve onda gözüken Rab ismini tefekkür eder. Sonra diğer arıları da fikrine misafir eder ve daha geniş bir perdede Rab ismini tefekküre başlar. Daha sonra ise bu tefekküre diğer böcek ve hayvanları da katar. Adeta her bir mahlûk Rabisminin bir perdesi olur. Onda tecelli eden Rab ismi tefekkür edilerek perdeler yırtılmış ve Rabbü-l âlemin olan Allah Teâlâ’ya biraz daha yaklaşılmış olur.

Öyleyse denilebilir ki: Her bir sıfat ve ismin yetmiş bin değil, yüz binlerce tecelliyatı vardır. O ismin cilvesine ayna olan her bir mahlûk ise bir perdedir ki, açılmasıyla, yani onda tecelli eden ismin tefekkür edilmesiyle perdeler açılır, güneş hükmündeki marifet ve muhabbetin ışığı kalbi doldurur.

2. Her ismin âzamlık mertebesi…

Yukarıdaki izahtan anlaşıldı ki, her bir ismin binler değil, milyonlar farklı şekilde tecellileri ve perdeleri vardır. Elbette bir karıncanın beslenmesinde gözüken "Rezzak" ismiyle, bir insanın beslenmesinde gözüken Rezzak isminin mertebeleri aynı değildir. Yine dünyadaki mahlûkların beslenmesinde gözüken Rezzak ismiyle, ehl-i cennetin cennette beslenmesiyle gözüken Rezzak ism-i şerifi de aynı değildir. Bu, güneşin bir okyanustaki tecellisi ile bir zerredeki tecellisi gibidir. Evet, ikisi de güneştendir ve aynı ışığının aksidir; ama okyanustaki aks, zerredeki akstan daha büyük ve daha azametlidir.

Yine bir karıncanın yaratılmasında gözüken Halik ismiyle, kâinatın yaratılmasında gözüken Halik ismi aynı mertebede değildir. Elbette iki ismin müsemması da Allah Teâlâ’dır. Ancak Halik ism-i şerifi, kainatın yaratılmasında -karıncanın yaratılmasına kıyasla- daha haşmetli ve azametli gözükmektedir.

Bu iki misali diğer isimlere kıyas edebilirsiniz…

O hâlde diyebiliriz ki, her bir ismin binler mertebe tecellisi vardır ve bu tecelliler arasında büyüklük ve küçüklük mevzu bahistir. Bir ismin en geniş ve yüksek manada tecellisine o ismin âzamlık mertebesi denir.

3. Kur’an’ın her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olması…

İşte Kur’an, her ismin âzamlık mertebesinden gelmiştir. Yani her ismin âzamlık mertebesindeki tecellilerinden bahsetmekte ve haber vermektedir. Mesela:

Kur’an, arşın yaratılmasından; kâinatın yaratılmasından; cennet ve cehennemin yaratılmasından; bütün insanların ve cinlerin yaratılmasından ve diğer bütün eşyanın yaratılmasından bahsetmekte, bu cihetle Hâlık ism-i şerifinin âzamlık mertebesini gözler önüne sermektedir. Demek Kur’an, Hâlık isminin âzami mertebesinden gelmiştir. Yani Hâlık isminin âzami mertebesindeki tecellilerini ders vermekte ve göstermektedir.

Yine diyebiliriz ki:

  • Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın bütün eşyaya sahip olduğunu beyanla, Malik isminin âzami mertebesini gösterir.
  • Kur’an, bütün eşyanın, Allah tarafından terbiye edildiğini bildirerek Rab isminin âzami mertebesini gösterir.
  • Kur’an, bütün mahlûkların ölümünü haber vermekle Mumit isminin âzami mertebesine işaret eder.
  • Kur’an, bütün varlıkların rızkının Allah tarafından verildiğini beyanla Rezzak isminin âzami mertebesini gösterir.
  • Kur’an, öldükten sonra bütün insanların bir sayha ile dirileceğini haber vererek Muhyi isminin âzami mertebesini gösterir…

Diğer isimlere bunlara kıyas ederek diyebiliriz ki, Kur’an her ismin âzamlık mertebesinden gelmiştir. Yani her ismin Kur’an’da âzami mertebede tecellisi gösterilmekte ve nazara verilmektedir.



9. Kur’an’ın, rububiyet-i mutlaka cihetinden bir mükâleme olması ne demektir?

Rububiyet; terbiye edici olma demektir. Terbiyeyi, bir şeyin tedricen kemale ermesi şeklinde tarif ederler. Bütün âlemleri Allah terbiye etmiştir. O’ndan başka Rab yoktur, mutlak rububiyet O’na mahsustur.  Fatiha Sûresinde bütün hamdlerin, bütün medih ve senaların ancak Allah için olduğu beyan edildikten sonra, Allah’ın Rabbü’l-âlemîn olduğu ifade edilir. Yani, bütün âlemleri kim terbiye etmişse hamd de O’na mahsustur.

Gözü görecek şekilde terbiye eden Allah’tır. Ruha görme sıfatını veren yine Allah’tır. Ruhla göz arasındaki akıl almaz münasebeti kuran da O’dur. Göz misalini, bütün duyu organlarımıza, hatta ruhumuza takılı bütün his dünyamıza tatbik edebiliriz. 

Kâinat fabrikasından rızıkları süzüp terbiye eden O olduğu gibi, o  nimetleri bedenlerde ayrı bir terbiyeden geçirerek et ve kemik, kan ve ilik haine getiren de yine O’dur.  Sofrayı da misafirleri  de O terbiye etmiştir.

Rububiyet-i mutlaka: “Mutlak”kayıt altına alınmayan, sınırsız olan demektir zıddı “mukayyed”dir.

Cenab-ı Hakk'ın rububiyeti mutlaktır; Yani, Allah bir şeyi terbiye ederken hiçbir kayıt bu terbiyeyi sınırlandıramaz, engelleyemez, yahut o terbiyenin yönünü değiştiremez. Her şeyi mutlak iradesi ve sonsuz kudretiyle O terbiye etmiştir. Hiçbir varlığın unutulmaması, birbiriyle karıştırılmaması, rızıklarının mükemmel olarak verilmesi, hiçbir kusurun görünmemesi O’nun kemal-i rububiyetini  gösterir.

Her şeydeki bu mükemmel terbiye fiilleri insanı hayrete götürür ve lisanına, “Sûbhanallah” dedirtir.

“Kur’ân’ın rububiyet-i mutlaka cihetinden bir mükâleme olması”:

Kur’an bir insanın hem kalbini, hem aklını, hem bütün his dünyasını terbiye ederek kemale erdirir. Onun  ruh dünyasının tamamını nurlandırır, bu ise mutlak bir rububiyetle tahakkuk eder.

İnsanları manen terbiye etmek için 124 bin peygamber, dört büyük kitap ve suhuflar gönderilmiştir.

En büyük mürebbi Kur’ân ve O’nun birinci mübelliği olan Resul-i Kibriya Efendimizdir (asm). Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanla insanları terbiye etmiş, kendisini tanıtmış, emir ve yasaklarını bildirmiştir.

Yüz yirmi dört bin sahabeyi, sayısız mürşid ve müçtehidleri, evliyayı, asfiyayı ve nihâyet bütün mü’minleri terbiye eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-beyandır.

Bütün bitkiler aynı güneşe yüzlerini dönerler, ondan istifade eder ve feyiz alırlar. Bütün kalbler de Kur’ân güneşiyle nurlanır ve teali ederler.



10. Kur’an-ı Kerim'in; "Başlarında şifre bulunan bir muhabere mecmuası" olmasını nasıl anlamalıyız?

Bu sualin cevabını Üstad Hazretlerinin kendi ifadeleriyle vermek durumundayız:

"Sûrelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlâhî bir şifredir; has abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i hastadır, hem onun veresesindedir. Kur'ân-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitap ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi çok mütenevvi vücuhları, mânâları olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyan etmişler. Ehl-i velâyet ve tahkik, seyr ü sülûk-ü ruhaniyeye ait çok muamelât-ı gaybiye işârâtını onlarda bulmuşlar..."(1)

“Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dadır."

"Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir  ki ; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Birinci Kısım.
(2) bk. İşâratü’l-İ’caz, Bakara Suresi, 1. Ayetin Tefsiri.



11. "İşte bu sırdandır ki; Kelamullah unvanı, kemal-i liyakatla Kur’ana verilmiştir." ifadesinde, diğer İlâhî kelamlara bu unvanla niçin bakamıyoruz?

Bütün semavî kitaplar ve suhuflar kelamullahtır, yani hepsi Allah’ın kelamıdırlar. “Kemal-i liyakat” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, bunların hepsi Allah’a layık ulvî ve mukaddes kelamdırlar. Ancak bu hususta “kemal” noktada Kur’ân-ı Kerim vardır.

Mahlûkat âleminden bir misal verecek olursak, çiçekler de Allah’ın mahlûkudurlar, ağaçlar da denizler de onlardan yaşayan balıklar da. Üç milyonu aşkın türdeki hayvanat âleminin de hepsini Allah yaratmıştır. Ancak bu varlıklar içinde “ahsen-i takvimde" yaratılan ancak insandır. Hepsi güzeldirler, ama insan ahsendir, daha güzel ve en güzeldir.



12. Kur’an-ı Kerim'in "ism-i azamdan ve her ismin mertebe-i azamından gelen" ve "ism-i azamın muhitinden nüzul ile arş-ı azamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir Kitab-ı mukaddes" olmasını izah eder misiniz?

Âzam, “en büyük, en yüce, en azim” demektir. Buna göre, “ism-i âzam”, “ilâhî isimler arasında bütün isimleri ihtiva eden en şâmil isim” demek olur. Hangi ismin ism-i âzam olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Bu ismin gizli bırakılması, ism-i âzam olabileceği ihtimaliyle, bütün isimlerin zikredilmesini teşvik içindir.

İsm-i âzam’ın zâtî isimlerden birinin olma ihtimali daha kuvvetlidir. Zira ancak zâtî olan bir isim bütün isimleri içine alabilir. Zâtî isim denilince de akla öncelikle “Allah” ismi gelir. Bu ismin Kur’ân-ı Kerim’de en çok geçen isim olması, Kur’ân’ın hülasası kabul edilen “Fâtiha sûresi”nin ve onun da hülasası olan besmelenin başında bu ismin yer alması, onun ism-i âzam olma ihtimalini kuvvetlendirir.

“Lafza-i celâl, Zât-ı Akdes’e delalet eder; Zât-ı Akdes de bütün sıfât-ı kemâliyeyi istilzam eder.”(1)

“Kur’ân’ın İsm-i Azam’dan gelmiştir." Yani Kur’ân, ezel ve ebed sultanı olan Cenab-ı Hakk'ın, hususî bir ismi ile değil, asm-i azamı olan “Allah” ism-i şerifiyle bütün insanlara ve bütün zamanlara bir hitabı ve konuşmasıdır.

İsm-i Âzam Cenab-ı Hakk'ın bütün isimlerini ihtiva ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerim de bütün hakaiki câmi’dir. Yirmi Dördüncü Söz'de şöyle bir ifade geçer:

“Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları içinde cilveleri intişâr eden esmâ-i hüsnânın her bir isminin feyz-i tecellîsine bir mazhar-ı câmi' olmaya çalış.”

Kur’ân-ı Kerim'in bir hâsiyeti, kıyamete kadar gelecek bütün insanların bütün ihtiyaçlarına cevap verecek esasları ihtiva etmesidir. İman ve ibadetten, aile hayatına, miras hukukundan harp hukukuna, nefsin terbiyesinden devlet idaresine kadar her konuda hükümler Kur’ân'da vardır.

İtikad ve muamelat sahalarına ait bütün hükümleri ihtiva eden Kur’ân-ı Kerim ism-i azamdan geldiği gibi, Onun bütün hükümlerini tatbik eden ve yaşayan bir mü’min de ism-i azama mazhar olmuş olur. Bu mana, kemaliyle Allah Resulünde (asm.) tecellî eder, sonra derecesine göre diğer has kullarda.

Her ismin mertebe-i azamına gelince, her insan bütün esmâya mazhar olmakla birlikte bazı isimler bazı zevatta daha ileri derecede tecelli  eder. Evliyadan bir kısmı Vedud ismine, bir kısmı Hayy ismine, bir kısmı Hakîm ismine mazhar oldukları gibi, Peygamber Efendimiz (asm.) bütün isimlere azamî dereceleriyle mazhar olmuştur. Onun üstadı ve feyiz kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim de bahsettiği hakikatler ile bütün isimlerin azamî mertebelerini ihtiva etmektedir. Diğer semavî kitaplar bu derecede değildir. Çünkü Üstad Hazretlerinin ifade ettiği gibi,

"Amma sâir kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz'î tecellîsiyle ve has bir rubûbiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zâhir olan kelâmdır."

Çünkü o kitapların muhatapları mahdut bir zaman ve mekâna sığıştıkları için, onlara nazil olan kitap ve suhuflarda da beşer için lüzumu bulunan bütün meseleler yerine, o ümmeti alâkadar eden hükümlere yer verilmiştir. İncil’de devlet idaresiyle ilgili  âyetlerin bulunmaması bunun en güzel delilidir.

Kur’ân-ı Kerim'in, “arş-ı a'zamın bütün muhatına” bakmasına gelince:

Bilindiği gibi bütün cismanî âlemler kürsinin altında kalırlar. Arş ise kürsiyi de ihata eder. Hatta,

“... Cennetin sakfı (tavanı) Rahmanın arşıdır.”(2) hadis-i şerifine göre arş cenneti de ihata etmiştir. Ancak bu ihata maddî mânada bir ihata değildir. Zira arş, madde âleminden değil, emir âlemindendir. Arş “İlâhî emirlerin bütün meleklere ilk tebliğ edildiği makam” şeklinde tarif edilir. Üstad Hazretleri Kalb de bir arştır.” buyurmakla arşın bütün âlemleri ihata etmesini, insanın manevî kalbinin bütün bedeni ihata etmesine benzetmiş oluyor. İnsanın, ilim sıfatı  bütün vücudunu ihata ettiği gibi, sevgisi de bütün bedenini kaplamıştır. Yani, insan, saçını da sever, kaşını da ciğerini de sever böbreğini de. Bu sıfatın bütün bedeni ihata etmesi maddî mânada bir ihata değildir.

Arş-ı a'zamın bütün muhatına bakan ifadesi, “Arşın ihata ettiği, kapladığı ne kadar varlık varsa Kur’ân onların hepsinden ya sarahaten, ya işareten, ya remzen,…, bahsetmekte, âyetlerinde bunların hepsine  yer vermektedir.” manasına gelir.

Dipnotlar:

(1) bk. İşaratü'l-İ’caz, Fatiha Suresi Tefsiri.
(2) bk. Buhârî, Cihâd 4, Tevhîd 22. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 18.



13. "İlahî kelamların hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir." ifadesini nasıl anlamalıyız? Kur’an-ı Kerim’in "bütün kâinatın Halikı unvanıyla Allah’ın kelamı olması" ne demektir?

Yeryüzünün küçük bir bölgesinde bir süre yaşayıp sonra tarih sahnesinden silinmiş bir kavme de “suhuf” indirilmiş olabilir. Bu birkaç sayfalık İlâhî ferman “has bir itibar ile hususî bir rububiyet iledir.” Yani, bu kelam, “o kavmin Rabbi unvanıyla” Allah’ın fermanıdır.

Kur’ân dışındaki diğer üç büyük kitap, suhuflara nisbet edildiklerinde, bunların muhataplarının daha geniş bir coğrafyaya yayılmış olduğu görülür. Bütün semavî fermanlar zaman ve mekân olarak vazifelerini sınırlı bir şekilde icra etmişler ve sonunda kıyamete kadar hükmü devam edecek olan ve  yeryüzündeki bütün insanları muhatap alan Kur’ân-ı Kerim inzal edilmiştir.

Bütün İlâhî fermanlar kâinat Hâlık’ının fermanıdırlar. Ancak, burada bu sıfatın Kur’ân’a tahsis edilmesi, onun diğer kelamlar üzerindeki rüçhaniyetini ifade ettiği gibi, kâinatın yaratılış hikmetinin en mükemmel mânada onda izah edildiğini ve yine âhiretin tarlası olan bu dünyanın en çok ve en mükemmel meyvelerinin Kur’ân’dan nebean ettikleri, feyizlendikleri manasınadır.

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet  ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım.”(1)

hadis-i hudsîsiyle ders verilen hakikat en mükemmel mânasıyla Kur’ân'da kendini göstermiştir. Daire-i rububiyeti, yani Allah’ı bütün sıfatlarıyla, isimleriyle, şuunatıyla en kâmil mânada anlatan semavi ferman Kur’ân olduğu gibi, daire-i ubudiyeti, yani O’na karşı kulların neler yapmaları gerektiği konusunda da en tafsilatlı mâlumat yine Kur’ân'da verilmiştir. Kâinatın yaratılış gayesi Kur’ân'da ve O’nun şakirtlerinde en ileri derecede tezahür  ettiği için Kur’ân-ı Kerim’in “bütün kâinatın Halikı ünvanıyla Allah’ın kelamı” olduğu ifade edilmiştir. Yoksa, başta da arzettiğimiz gibi bütün İlâhî kitaplar Allah’ın fermanıdırlar.

(1) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132.



14. "Kalbin telefonu ile vasıtasız münacat eden bir veli der: Kalbim Rabbimden haber veriyor. Demiyor: Rabbül âleminden haber veriyor. Çünkü yetmiş bine yakın hicapların nispet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." İzah?

Önce şu noktanın açıklanması gerekiyor: Bu ifadede zikredilen veli kul, Allah’ın lütfuna mazhar ve kurbiyetine nail olmuş, ancak insanları irşad konusunda manevî bir vazifesi olmayan münferit ve mübarek bir zâttır.

“Âlimler peygamberlerin vârisleridirler.”(1) hadîs-i şerifinin haber verdiği üzere, kendi çevrelerine iman ve hakikat dersi veren, yahut bulundukları asrın müceddidi olmakla o asrın manevî bir hekimi olarak Allah Resulünün vazifesini vekâleten deruhte eden büyük mürşitler de Allah’ın veli kullarıdırlar, ama onların durumu biraz farklıdır. Onlar İslâm’a hizmet usullerini kendi içtihatlarıyla değil, çoğu zaman ilham ve sünuhat yoluyla ders alır ve asırlarına tatbik ederler.

“O hevadan (kendi arzusuna göre) konuşmuyor. O (Kur’ân) ancak kendine vahyolunan bir vahiydir.” (Necm, 53/3-4)

âyetiyle haber verildiği gibi Allah Resulünün (asm.) konuşması, yani insanlara tebliğ ettiği hakikatler kendi şahsî fikirleri değil, O’na vahyedilen İlâhî hakikatlerdir.

“Sonra, onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı.” (Enfal, 8/17)

âyetinden aldığımız derse binaen, nasıl ki “o attığı zaman gerçekte atan Allah idi.” aynı şekilde, O zât vahiyle  konuşurken de gerçekte konuşan Allah’tır. O (asm.) ancak ya Allah kelamını konuşmakta veya İlahî kelama yine Allah’ın izniyle izahlar getirmekte, bütün bunları yaparken de kesinlikle kendi heva ve hevesiyle konuşmamaktadır.

Yetmiş bine yakın perdelerin kalkması meselesine gelince:

“Yetmiş bin perde” tâbiri, her ismin tecellisinde binler mertebe olduğuna işaret etmektedir. Yani, yetmiş bin perde,  ilâhî sıfatların ve isimlerin tecelli mertebeleridir.

Kâinat kitabındaki hangi esere baksak, Allah’ın o eserde tecelli eden ilim ve hikmetini, kudret ve kemalini hayretle seyrederiz. Şu var ki, bu seyir bizim kabiliyetimiz ve ilmimiz nisbetinde gerçekleşir. Her gün seyrettiğimiz çiçeklerle bile aramızda nice perdeler vardır. Biz sadece ilk perdeye bakıyor, onların şekline, rengine hayran oluyoruz. Hâlbuki bir botanik âlimi için o çiçeğin her bir hususiyeti ayrı bir perdedir; Allah’ın ilmini ve hikmetini ayrı bir yönüyle ders verir.

Bütün bunlar bizi şu hakikatin kapısına götürür: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’inde insan ve kâinat hakkında birçok tefekkür levhaları beyan ediyor.  Ancak, yıldızları birer nokta, güneşi bir lamba kadar gören şu gözlerimiz, kâinatın tümünü seyredebilmekten ne kadar âciz ise, aklımız da bu âlemi ve içindekileri idrak ve ihata etme hususunda o kadar kifayetsizdir.

Kaldı ki, akıl, henüz kendi mahiyetini bile ihata etmekten çok uzaktır. İşte insan, kendi ruh iklimindeki bu mâna derinlikleri  karşısında hayretler içinde kalır ve yine aynı hakikatle karşı karşıya gelir: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Yine Nur Külliyatından Miraç Risalesi” nde, yetmiş bin perdenin, “berzah-ı esmâ ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudat” olduğu ifade edilir. Bir başka bahiste ise, Cenâb-ı Hakk’ın “huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmâî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek” iktiza ettiğine dikkat çekilir.

“Maddî ve ekvanî” olarak tavsif edilen zulmanî perdeler şu gördüğümüz madde âlemidir; bunlar bir önceki vecizede “tabakat-ı mevcudat” şeklinde ifade edilmişlerdir. Nuranî perdeler için “esmâî ve sıfatî” denilmiştir. Bu perdeler, İlâhî isimlerin ve sıfatların farklı mertebelerdeki tecellileridir ve yine bir önceki vecizede “berzah-ı esmâ ve tecelli-i sıfat ve ef’al” olarak kaydedilmiştir.

Bu perdeler Risalelerde şöyle dile getirilir:

“...Bütün mevcudatı kat’edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan geçip, tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok meratibi kat’ eder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.”(2)

Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, her bir İlâhî ismin bile nice perdeleri, nice tecelli mertebeleri var.

Misâl olarak “Hakîm” ismi üzerinde kısaca duralım:

“Hakîm”, yani her şeye nice hikmetler takan, nice manalar ve faydalar yerleştiren.

Bütün varlık âlemini tümüyle seyredebilmekten çok uzak olduğumuza göre, hiç olmazsa bu kâinatın bir küçük misali olan kendi varlığımıza bakalım. Saçımızdan tırnağımıza, sinir sistemimizden kan şebekemize kadar bütün bedenimiz hikmetlerle, faydalarla âdeta kaynaşıyor. Gözümüz, kulağımız, dişimiz, derimiz, iç organlarımız her biri ayrı bir ihtisas sahası. Her biri için nice tezler yazılmış, nice tebliğler sunulmuş, nice kitaplar telif edilmiş. Bu neşriyatla ortaya konulan hikmetlerin tamamı, “Hakîm” isminin insan bedenindeki tecellisinin özet bir açıklamasıdır.  

Buna aklımızı, hafızamızı, his dünyamızı da ilave ettiğimizde maddemiz ve mânamızla “Hakîm” ismine en güzel bir ayna olduğumuzu idrak ederiz. Sadece bir insanda bile “Hakîm” isminin bu kadar tecelli mertebeleri bulunduğunu görmekle İlâhî sanat ve hikmete hayran oluruz.

Düşüncemizi kâinatın diğer varlık âleminde ve fertlerinde de dolaştırmaya çalışırız. Hayalimizi semalara ve ötelerine göndeririz. Meleklere, arşa, levh-i mahfuza varırız. “Hakîm” isminin bu varlıkların her birinde başka tarzlarda ve farklı mertebelerde tecelli ettiğini hayalen seyreder ve yine aynı hakikate varırız:  “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Soframıza dizdiğimiz nimetlerde Allah’ın “Rezzak” ismini çok küçük bir perdede okuyabiliriz. O anda üç dört nimeti, yine üç dört kişi yemektedir. Şehrimizdeki yüz binlerce insanı, sofraları başında hayal etsek, “Rezzak” ismini daha geniş bir perdede seyretme imkânı buluruz.

Bu yüz binleri, milyarlara taşıyalım. İnsanlar âlemine, üç milyonu aşkın hayvan türünü de ilave edelim. İçinde bulunduğumuz zamanı genişletelim; geçmiş asırları düşünelim, gelecek nesillere nazar edelim. Her defasında bu İlâhî ismin tecellilerini daha geniş bir dairede temaşa etmiş oluruz.

“Rezzak” ismi gibi bütün isimlerin de böyle en küçük daireden, en geniş dairelere kadar nice tecellileri var.

İşte miraç mu’cizesiyle bu tecellilerin tamamı seyredilmiş, ilâhî sıfat ve fiillerin bütün icraatları müşahede edilmiş ve mevcudat tabakalarının tamamı çok gerilerde bırakıldıktan sonra, bütün bu mülk âleminin yegâne Mâliki, tek Halıkı ve Hâkimi olan Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetine mazhar olunmuştur. O en büyük Resulün (asm.) bu en yüksek mu’cizesi bize en açık bir şekilde ders verir ki: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde, Kur’ân’ın, “yetmiş bin perdelerden geçerek” “fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıttığını ve nurunu neşrettiğini” ifade eder.

Dipnotlar:

(1) bk. Buhârî, ilim, 10; Ebû Dâvud, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
(2) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz, İkinci Esas.



15. On İkinci Söz'ün sonunda bazı âyetler zikrediliyor ve Kur’ân'ın ism-i azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden gelmesini bir parça olsun fehmetmek için bu âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bakmamız isteniyor. Bu konuyu biraz açıklar mısınız?

Bu âyetlerin müşterek yanı, Allah’ın izzet ve azametini ifade eden küllî ve umumî icraata dikkat çekmeleridir. Bu icraatın her biri âzamlık mertebesindedir. Bütün bunlar dikkate alındığında “Kur’ânın ism-i azamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğinin” bir parça fehmedilebileceği ifade edilmektedir.

Söz konusu âyet-i kerimelerin manalarına bu nazarla bakmaya çalışalım:

Âyetü’l-Kürsî:

“O, yegâne hak mabuttur. O, (ezeli ve ebedi hayat ile) diridir. Kayyum dur. Onu ne gaflet basar, ne uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur...” (Bakara, 2/255)

Onu takip eden âyetlerin mealleri sırayla şöyledir:

“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır...” (En’am, 6/59)

“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Ve dilediğini aziz, dilediğini de zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26)

“O, geceyi, kendisini durmadan kovalayan gündüze bürüyüp örter. O, Güneşi, Ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak (yarattı).” (A’raf, 7/54)

“Ey arz, (vazifen bitti) suyunu yut! Ey sema, (ihtiyaç kalmadı), yağmuru kes!” (Hûd, 11/44)

“Yedi kat semavat ve arz ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” (İsrâ, 17/44)

“Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, tek bir nefsin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” (Lokman, 31/28)

"Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor." (Ahzâb, 33/72)

“O gün semayı, kitap sayfalarını dürer gibi düreriz...” (Enbiyâ, 21/104)

“Allah’ı hakkıyla takdir edemediler (kadrini gereği gibi bilemediler). Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer, 39/67)

“Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. İnsanlara bu misalleri, düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşir, 59/21)



16. "Eğer Kur'an'ın ism-i a'zamdan ve her ismin azamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen,.." cümlesinden sonra örnek verilen ayetlerin cümle ile net bağlantısını kuramadım?

Cenab-ı Hakk'ın sayısız isim ve sıfatları vardır. Bu isim ve sıfatlarının da külli ve cüzi tecelliyatları vardır. Her bir ismin azamlık mertebesi olduğu gibi, o ismin cüzi tecellisi de vardır. Azamlık mertebesi bütün mahlukattaki tecelliyatı içine alır. Cüzi tecelli ise sadece kendine bakar. Bu durum her isim ve sıfat için geçerlidir.

Mesela; rahmet ve rızık manasına bakalım. Küçük bir hanede o rahmet ve rızık küçük bir sofra şeklinde tecelli etmektedir. Bu bir hanedeki tezahürüdür. Bir mahalleye ise  mahalledeki tecelliyi; şehir için şehirdeki tecelliyi; ülkeye, ülkedeki tecelliyi; bütün dünyadaki insanlara, insanlardan sair canlı mahlukata doğru gittiğimizde, şefkat ve rızık tecellisinin azamlık mertebesine doğru intikal etmiş oluruz.

O hane ile en geniş daire arasında mana birliği olmakla beraber, azamet ve kibriya farkı olduğunu görürüz. Bu mana Allah’ın kelam sıfatı için de geçerlidir. 

Allah'ın en basit ve cüzi mahluku olan arı ile de bir konuşması vardır.  Bütün mahlukatın Rabbi ve Halıkı ünvanı ile de bir  konuşması vardır. Elbette arada bir azamlık ve azametlik farkı olmak gerekli.

Hususi ve cüzi kelamı ile umumi ve külli kelamı arasındaki farkı, Kur’an ve sair kelamları arasındaki fark ile ortaya koymuştur. Buna misal olarak da, o ayetlere atıfda bulunarak işaret etmiş.

İlgili yerde geçen ayetlerin meallerine bakalım:

"Gaybın anahtarları Allah katındadır..." (En'âm, 6/59)

Gaybın anahtarları azamlık ve külliyet ifade eder hitabı umumidir.

"De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah'ım!.." (Âl-i İmran, 3/26)

Mülk, kavram olarak zaten umumi bir kavramdır, mülk içine bütün mahlukat girer.

"O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter. O, güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yarattı." (A'râf, 7/54)

Burada zaten azamet ve kibriya ve bütün mahlukatın mutasarrıfı manası çok açık.

"Ey yer, vazifen bitti suyunu yut. Ey gök, hacet kalmadı, yağmuru kes." (Hûd, 11/44)

Hüküm ve emir manasına azamlık ifade ediyor.

"Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder." (İsrâ, 17/44)

Mabudiyet ve ilahlık noktasından azamlık manasıyla alakası var.

"Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir." (Lokman, 31/28)

Burada yaratma ve kudret açısından azamet ve kibriya ve azamlık ve cüziyet berebar var.

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik..." (Ahzâb, 33/72)

Burada insana, nasıl azametli bir Zat'ın emaneti yüklenmiş, titre ve kendine gel, deniyor.

"O gün semâyı, kitap sayfalarını dürer gibi düreriz." (Enbiyâ, 21/104)

Bütün semayı bir yaprak gibi dürmek, azamet ve azamlık ifade eden bir ayet.

"Onlar Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır..." (Zümer, 39/67)

Burada ifade çok açık ve net.

"Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, elbette görürdün ki..." (Haşir, 59/21)

Burada, Kur’an'ın, ism-i a'zamdan, her isimin azamlık mertebesinden süzülüp gelen bir kitap olmasından, ağırlık ve azametinden dolayı dağa nispet edilmesi meseleye tam işarettir.

İkinci soru birincisinin devamı olmasından, aynı mana ve cevap ikinci soru için de geçerlidir. Şöyle bir fark vardır:

Tesbih ve tahmid, yani hamd ve tenzih, azamet ve kibriya manasının iki gerekli vazifesidir. Ve bu iki vazifeyi bütün mahlukatın yaptığını ve halife konumunda olan insanın da en büyük ve gerekli vazifesi olduğunu ihtar ediyor. Şükür ve tenzih şu alemin en hakikatlı bir esasıdır. Bu esas ise yaratılışın ikmal ve tamamı için lüzumlu bir vazife olduğunu ders veriyor. Zaten ifadede bir umumilik va azamlık manası onda da vardır.



17. "Başlarında “elhamdülillah, sebbehe ve yüsebbihu” bulunan surelerin başlarına dikkat et ki, bu sırr-ı azimin şuaını göresin,.." Kur’ân'ın sırr-ı aziminin şuaını gösteren hakikatler nelerdir?

Sözü edilen sırr-ı azîm, “Kur’ânın ism-i azamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden” gelmesidir. Bu ince hakikati tam anlamasak bile, Güneş'ten bir “şua” kadar olsun görebilmemiz için, sualde sözü edilen sûrelerin başlarını dikkatle mütalâa etmemiz gerektiği nazara veriliyor.

Sözü edilen sûrelerin ilk âyetlerinden bir kısmının mealleri şöyledir:

Elhamdülillah:

“Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm olan Allah’a mahsustur.” (Fatiha, 1/2-3)

“Hamd o Allah’adır ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi onundur. Ahirette de hamd onundur. O, hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden haberdardır.” (Sebe, 34/1)

Sebbehe:

“Göklerdekiler ve yerdekiler Allah’ı tesbih ederler. O Aziz'dir, Hakîm'dir.” (Cuma, 62/1)

“Yüce Rabbinin adını tesbih et.” (A’la, 87/1)

Yüsebbihu:

“Göktekiler ve yerdekiler, Melik, Kudüs, Aziz ve Hakîm olan Allah’ı tesbih ederler.” (Cuma, 62/1)

“Göktekiler ve yerdekiler Allah’ı tesbih ederler. Mülk onundur. Hamd onundur. Ve o her şeye Kadir'dir.” (Teğabün, 64/1)



18. "Hem الۤمۤ'lerin ve الۤرٰ'ların ve حٰمۤ'lerin fâtihalarına bak, Kur’ân’ın, Cenâb-ı Hakkın yanında ehemmiyetini bilesin." İzah eder misiniz?

“Fâtihalar” denilince sûrelerin başları anlaşılır. Nitekim sûre başlarına “fevatihü's-suver”, sûre sonlarına da “havatimü’s-suver” denilmektedir.

Başlarında huruf-u mukattaların yer aldığı sûrelerin ilk âyetleri büyük bir ekseriyetle Kur’ân hakkındadır. Bu ilk âyetlerde Kur’ân'ın hak ve hakikatle dolu, hikmetli, hidâyet kaynağı, âyetleri muhkem bir İlâhî ferman olduğu tekid edildikten sonra, sûrenin tamamında insanlık âlemine hikmet ve hakikat dersleri verilir. 

Bu âyetlerden bir kısmının mealleri şöyledir:

Elif-lâm-mim:

“İşte o kitap (Kur’ân); onda hiç şüphe yok. (O) müttakiler için hidâyet kaynağıdır.” (Bakara, 2/1)

“Allah, kendinden başka hiçbir ilah bulunmayan Hayy ve Kayyum olandır. O, sana bu kitabı hak ve hakikatle dolu, kendinden öncekileri doğrulayıcı olmak üzere indirmiştir. Bundan önce de Tevrat ile İncili indirmişti. Bunların hepsi insanlar için birer hidâyet kaynağı idi. Hakkı batıldan, hayrı şerden ayırt eden Furkan’ı da indirmiştir. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için pek çetin bir azap vardır. Allah intikam sahibidir.” (Âl-i İmran, 3/2-4)

“Bunlar hikmetli kitabın âyetleridir. O, muhsinler (tevhid ve ihlas ehli) için bir hidâyet ve rahmettir.” (Lokman, 31/1)

Elif-lâm-râ:

Elif-lâm-râ. İşte bunlar, o hikmet dolu kitabın âyetleridir.” (Yûnus, 10/1)

Elif-lâm-râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır. Sonra hikmet sahibi, her şeyi bilen Allah tarafından (bu âyetler) tafsil olunmuştur.” (Hûd, 11/1)

Hâ-mim:

“Bu kitabın indirilişi Azîz ve Alîm olan Allah tarafındandır.” (Mü’min, 40/1)

“(Bu Kur’ân) Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussilet, 41/1)



19. "Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın?" Burada vasıtasız derken, iletişimin vasıtasız olması daha iyi değil midir?

Vasıta, kullanıldığı yere göre hüküm alır. Bazen vasıta makbul iken bazen de sebeb-i kusurdur.

Mesela, basit bir memur başbakanın huzuruna perdesiz ve protokolsüz çıksa bu bir zafiyettir, bu idarede bir otorite boşluğu var demektir. Memurun başbakan ile görüşmesi ancak protokol ile mümkündür. Protokol burada amiriyetin ve otoritenin bir sembolü bir göstergesidir.

Ama başbakanın dertli ve zavallı bir vatandaşı ile perdesiz ve protokolsüz görüşmesi, onun şefkat ve merhametindendir. Burada araya vasıta ve protokol koymak, şefkat ve merhamet ile bağdaşmaz. Vatandaş her ihtiyacında ne kadar başbakana direkt ulaşabilirse bu o kadar makbuldür. Birincisinde vasıta ve protokol makbul ve gerekli iken ikincisinde ise gereksiz ve makbul değildir.

Temsilde hata olmasın, Allah, bütün insanlığa bir şeriat ve kural koyacağı ve talimatlarını vereceği zaman, haşmet ve azameti gereği araya vasıta ve protokol koyuyor ki, ta herkes bu şeriat ve kuralların Allah’ın en üst düzeyden bir hitabı ve emri olduğunu bilsin. Kimse bu talimatlara özel ve kişiye has diye bakamaz, herkes uymak ile mükelleftir, uymayan cezalandırılır.

Ama Allah, sonsuz rahmet ve şefkat eseri olarak her mahluku ile özel ve vasıtasız görüşür, onların ihtiyaç ve dertlerini dinler ve cevap verir. Burada vasıtasızlık makbul iken orada vasıta makbuldür. İkisinin alanları farklı olmasından dolayı kıyasa gelmez.

Burada vasıtaya kablolu telefon ile kablosuz telefon mukayesesi ile bakarsak mesele anlaşılmaz. Burada vasıta çok farklı bir manaya işaret ediyor.



20. "Miracın sırr-ı lüzumunu, yani ta semâvâta, ta Sidretü’l-Müntehâya, ta Kab-ı Kavseyne gidip,.." İzah eder misiniz?

Mi’racın kelime manası “uruc (yükselme) aleti, asansör” demektir. 

Istılah manasıyla mi’rac “Resûllulah Efendimizin (asm.) rü’yetullaha mazhar olma yolculuğu"nun unvanıdır. Bu yolculuk iki safhada tahakkuk etmiştir. Birinci Safha, Mescid–i Haram’dan Mescid–i Aksa’ya (Beytü’l–Makdis) gelmesidir; bu yolculuğa “İsra” denilir. Bu safha Burak denilen semâvî bir binekle gerçekleşmiştir. İkinci Safha ise Mescid-i Aksa’dan manevî bir asansörle yedi kat semâyı geçmesi, daha sonra, cennet ve cehennemi görüp, Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaşması ve burada Hz. Cebrail’i de geri bırakarak “Refref” denilen manevî bir asansörle Allah’ın huzuruna varması ve rü’yete mazhar olmasıdır.

Mi’rac Risalesinin “Hakikat-ı Mi’rac” bahsinde izah edildiği gibi, mi’racta esas olan, Hz. Peygamber’in (asm.) manevî terakkisidir.

 Bununla alâkalı olarak bir misâl verelim:

Allah Resûlü ( asm.) yerde iken de Allah’ı “Semâvât ve arzın Rabbi” olarak biliyordu. Ama ışığın güneşle dünya arasındaki yüz elli milyon kilometreye yakın mesafeyi sekiz dakikada aldığı halde, henüz ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızlar bulunduğunu düşünürsek semâ âleminin ne kadar geniş olduğunu hayal âlemimizde bir derece canlandırabiliriz. Allah Resûlünün (asm.) bu muhteşem âlemi bütün tabakalarıyla geçtikten Allah’ın “semavât ve arzın Rabbi” olduğuna dair imanında ve marifetinde  akıl almaz derecede bir inkişaf olduğu muhakkaktır. Sema âlemine, kürsiyi, arşı, cennet ve cehennemi eklediğimizde bu yüksek makamlarda ve bu sonsuz menzillerde seyahat eden bir ruhun kazandığı marifetin ne kadar ileri bir noktaya vardığını hayal etmemiz bile mümkün değildir.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hak, o en sevgili kulunu rü’yetine mazhar kılmakla şereflendirmek dilediğinde, Onu böyle bir terakki ve tekâmül yolculuğuna çıkardı.

Mi’racda esas olan,  Cenâb-ı Hakk’ı görmek için belli bir mekâna gitmek değil, bütün mekânları ve makamları geride bırakan ulvî bir mertebeye çıkarak O’nun rü’yetine mazhar olmaktır.

Sidretü’l-Müntehâ:

 Mehmet Kırkıncı Hocamızın “Kırk Soru Kırk Cevap” (Zafer Yayınları, 2013) adlı kitabında âlimlerimizden yaptığı bazı nakiller şöyledir:

 İbni Mes’ud’tan gelen bir rivâyette onun şöyle dediği görülür: “Sidre-i Müntehâ, cennetin uç kısımlarında bulunan bir yerdir."

 Keşşaf’ta da “Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır.” şeklinde bir ifade vardır.

 Fahreddin Razi de  “….  Sidre-i müntehâ, hayret-i kusvâ (en son hayret) manasını ifade eder.” Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir.

Evet, bu dünya gölgeler âlemidir, asıllar ise âhirettedir. Gölgede yaşayan bir insan, asılları anlayamaz. Zira Peygamber Efendimiz (sav.)’in ifadesiyle; “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de kalb-i beşere hutur etmiş” bir âlem olan cennetin mahiyeti anlaşılamadığı gibi, onun çok ötesinde büyük bir ikram olan rü’yetin mahiyeti de bu dünyada asla anlaşılmaz, idrak edilmez.    

Kâbe kavseyn:

Kâbe kavseyn, mi’rac mu’cizesinin en son ve en ileri safhasında, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) rü’yete mazhar olduğu makamın ismidir.

Kavseyn iki yay demektir. Bu ifade mecazîdir. Risale-i Nur Küllîyatında, kâbe kavseyn için, “imkân ve vücub ortasında kâbe kavseyn ile işaret olunan makam,” denilmektedir. Buna göre söz konusu teşbihteki yaylardan birisi imkân yani mahlûkat âlemi, diğeri ise vücub yani “zât, şuunat, sıfat, esmâ ve ef’al” âlemidir. 

Buna göre Peygamberimiz Efendimiz (asm) mi’raçta bütün mümkinat âlemlerini geçmiş ve onları arkasına almıştır. Fakat vücub âlemine bir mahlûkun girmesi mümkün değildir.  İşte bu ikisinin arası "kâbe kavseyn" olarak ifade edilmiş ve Peygamber Efendimiz (asm.) Rabbini bu makama erdiğinde görmüştür.

Tarfetü’l-aynda yerine gelmek ise:

Cenâb-ı Hak, zaman içinde zaman yaratabilir, yaratmış da. Rüya, bast-ı zaman ve miraç hâdiseleri bunun delilidir.

21. Şakk-ı Kamer'in Resul-i Kibriya'nın risaletinin mucizesi, mi’raçın dahi, bir mucize-i ubudiyet olduğu belirtiliyor. Mi’raç nasıl Peygamber Efendimizin ubudiyetinin mucizesi oluyor?


Mucize göstermekte esas maksat, Habib-i Kibriya Efendimizin (asm.) risaletini tasdik ettirmek yahut münkirleri ilzam ederek inatlarını kırmaktır. 

Mi’raç en büyük bir mucize olmakla birlikte, burada münkirleri tasdike sevk gayesi fazla görülmüyor. Nitekim bu mu’cize bazılarınca hemen inkâr edilmiş. Burada esas hikmet, Allah Resulünün (asm.) Cenab-ı Hak katındaki makbuliyetinin bütün ruhlara ve meleklere gösterilmesidir.

Miraç Risalesinde, mi'raç mu’cizesi hakkında “velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) kerâmet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı” tabiri kullanılır.

Bilindiği gibi, Peygamber Efendimizin (asm.) bir “risalet”, bir de “abdiyet-kulluk” ciheti vardır. Kulluk cihetinde bütün insanlarla müşterektir. Ubudiyet cihetiyle bütün evliyanın seyyididir, mürşididir, üstadıdır. Onun ubudiyetteki ihlâsı, hassasiyeti, mükemmeliyeti o derece ileridir ki, evliyanın ubudiyetleri onlarda keramet meyvesi verdiği  gibi, O’nun ubudiyeti de mi'raç mucizesini netice vermiştir.