Birinci ayetin kısa bir meali şöyledir:
“Biz Kur’ân'dan müminler için bir şifa ve rahmet indiriyoruz...” (İsrâ, 17/82)
Bu Söz’de, Kur’ân’ın ders verdiği hakikatlerin insanın kalbine ve ruhuna kazandırdığı faydalı neticeler ve ibretli dersler, felsefe hikmetiyle mukayese edildiğinden, âyet-i kerîme ile konu arasında tam bir münasebet vardır.
Âyet-i kerîmede geçen “şifa” kelimesi, sadece, hastalıktan kurtulma manasına gelmez. Kur’ân nuruyla aydınlanan bir kalp, evvela küfür ve şirk hastalığından kurtulur. Bunu bütün kötü fiillerden, zararlı huylardan, menfî davranışlardan kurtuluş takip eder.
Sebeplere teşebbüsü ihmal etmemek, mutlaka bir hazık tabibe görünmek şartıyla bu âyet-i kerîmenin hastalara okunması da bilhassa ruhî hastalıklarda, inşallah şifaya vesile olur. Cerrahî müdahale gerektiren bir durumda sadece bu âyeti okumakla iktifa etmek doğru değildir. Aksi halde, kâinatın nizamını temin eden ve tekvinî şeriat denilen ilâhî kanunlara aykırı bir yol tutulmuş olur. Bu hal, tohum ekmeden, sadece dua ederek, hasat mevsiminde mahsul beklemeye benzer.
“Kur’ân kalblere kuvvet ve gıdadır. Ruhlara şifadır...”
“...Kur’ân hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, mü'minlere hüda ve rahmettir.”(1)
İkinci âyet-i kerîmede ise,
“Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik; bu ona yaraşmaz da." (Yâsin, 36/69)
buyurulur. Bu âyet-i kerîme, Kur’ân güneşinin parlak hakikatlerinin, şiirin hayallerinden çok uzak olduğunu ifade eder. Üstad Hazretleri, bu âyetin tefsiri sadedinde şu açıklamayı getirir:
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibar ile şiirden addedilmemiştir. Hem de âyetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle âdi şeylerden bahsi hârikulâdedir. Şiirin hârikulâdelerden bahsi, alelekser âdidir.”(2)
Dolayısıyla, bu âyet-i kerîme de mevzuyla doğrudan alâkalıdır.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Habbe.
(2) bk. age., Şemme.
Sualin son kısmından başlayarak, önce felsefe hakkında kısa bir malumat verelim:
Felsefe, Yunanca “philosophia” kelimesinden Arapçaya, oradan da dilimize girmiş bir kavramdır. Philosophia ; “philo” ve “sophia” kelimelerinden meydana gelmiştir. “Sophia” Yunanca’da “bilgelik ve hikmet” demektir. Yunan literatüründe düşünür ve filozoflar bilge ve hikmet sahibi insanlar olarak vasfetmişlerdir. Türkçemizde kullandığımız felsefe (philosophia) kelimesi hikmeti ve bilgeliği seven manasına gelir.
İlk çağlarda “hikmet ve bilgelik sevgisi” olarak kabul edilen “philosophia”nın (felsefe), temel esaslarından birisi olan “hikmet”, hem ilim, hem de fazilet manalarını ihtiva etmektedir. Buna göre felsefe sözünden hem olup biteni bilme, hem de iyi olanı keşfetme manalarını çıkarabiliriz. Meşhur İslam Filozofu İbn Sina felsefeyi şu şekilde târif etmektedir:
“Felsefe, insanın eşyaya, tüm hakikatlere vakıf olabileceği kadar vakıf olması, onun sırrına ermeye çalışmasıdır.”
Filozoflar, insan hayatıyla alakalı her şeyi, akıl merkezli olarak, düşünmekle, felsefeyi, her şeyi araştıran bir saha olarak görmüşlerdir.
Felsefenin ele aldığı konular üç ana bölümden müteşekkildir. Bunlar; ontoloji (varlık), epistemoloji (bilgi) ve aksiyoloji (değerler) dir.
Bu kısa açıklamadan sonra sualin cevabına geçelim.
Önce, bir hususu ifade etmek gerekiyor: Üstad'ın karşı çıktığı felsefe, mazideki felsefî görüşlerden ziyade, bu asrın düşünce dünyasına hükmeden yanlış hayat telakkileridir. Bunların neticesi çoğu zaman küfre, dinsizliğe çıkmaktadır. Risale-i Nur Külliyatı’nda “felsefe” kelimesi, birçok yerde bu kâinatı “mana-yı ismiyle” inceleyen, yani yaratıcıyı hiç dikkate almadan sadece eserlere nazar eden “fen bilimleri” olarak kullanılmaktadır.
Üstad'ın felsefeye karşı çıkması, o yolda giden insanların sadece aklî ilimlerle uğraşıp, kendilerini ve bu âlemi sahipsiz telakki etmeleri, Allah’ı ve âhireti hiç hatırlamadan sadece dünyaya çalışmaları sebebiyledir.
‘Münazarat’ta dinî ilimlerle fen ilimleri iki ayrı kanada benzetilmiş, “talebenin himmetinin bu iki kanat ile pervaz edeceği,” yani uçacağı ve yükseleceği nazara verilmiştir. "Lemeat"ta ise din ilimleri gözün siyah kısmına, fen ilimleri ise beyaz kısmına benzetilmiş, her ikisinin ittifakıyle gözün vazife yapabileceğine dikkat çekilmiştir. “Nur-u akıl kalpten gelir.” denilerek, imanın mahalli olan kalbi ihmal ederek sadece akılla iştigal etmenin insanı karanlıkta bırakacağı belirtilmiştir.
İşte Üstad'ın karşı çıktığı felsefe, sadece aklı esas alan tek kanatlı ve nursuz felsefedir. Yoksa Üstad'ın fen ilimlerine karşı çıktığı düşünülemez. Zira o, kâinatı ve ondaki hâdiseleri Allah’ın varlığına, birliğine, sıfatlarının nihayetsizliğine delil olarak görmüş ve davasının izah ve ispatında bu fennî hakikatleri çokça nazara vermiştir.
Risalelerde içinde bulunduğumuz bu asırdan “enaniyet asrı” olarak söz edilir. Bu asrın fen ve sanayi asrı olmasının bunda büyük payı vardır. İnsanlar madde ile fazla meşgul olmaları neticesi maneviyattan uzaklaşmışlar, hayatı sadece dünya hayatı olarak görmeye başlamış ve insanın gayesini de “refah içinde rahat yaşama” şeklinde tayin etmişlerdir. Bu ise, insanları dinden uzaklaştırmış, dünyaya bağlamış ve sefahete yönlendirmiştir.
Hadiseleri vahiy mihverli olarak gören ve izah eden peygamberlerle, sadece aklı esas alan felsefeciler arasındaki fikrî mücadele tarih boyunca devam etmiştir. Ancak, günümüzün fen ve teknoloji asrında mazideki manada bir felsefe değil, aklın mahsulü olan fen ilimlerini her konuda kifayetli görme manasına bir felsefe söz konusudur.
Bu asrın fikir tartışmaları, milattan önceki felsefî cereyanlarınkinden çok farklıdır. Bu asırda dinden uzak kalmış bir kısım ilim adamları, maneviyatı inkâr için tabiatı ve maddeyi birer alet olarak kullanmışlar, dine karşı âdeta savaş açmışlardır. Kendi felsefî görüşünü dile getirmekle ve savunmakla iktifa eden eski zaman felsefecileriyle, bu asrın inançsız ilim adamları birbirinden çok farklıdır. Dolayısıyla, felsefenin o asırlardaki manası ile bu asırdaki manası da birbirinden çok uzaktır.
Yakın tarihe kadar, komünist ülkelerde “ateizm, evrim ve materyalizm” cereyanları ders kitaplarına alınmış ve dinsiz bir gençlik yetişmesine hassasiyetle çalışılmıştır. Gelişmiş ülkelerde ise teknolojideki baş döndürücü ilerleme neticesi, “menfaat, madde ve sefahat” beşer hayatında hükmetmeye başlamış, bunun neticesi de yine sefih ve dinsiz bir neslin yetişmesi olmuştur. Bütün bunlar insanların “vahiyden uzaklaşıp kendi akıllarının mahsulü olan batıl görüşlere sapmaları” neticesi ortaya çıkmıştır.
Buna göre Üstad'ın felsefeyi hedef alması, hakikatte, imansızlığı ve dinsizliği hedef alması demek olur.
“İşta bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde... Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem'olmuştur.”(1)
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.
a. “Âdiyat”, “âdet üzere her zaman vuku bulan işler” manasına geliyor. Her sabah Güneş'in doğması ve her akşam batması normal bir hâdise olarak görülmekte, sürekli olarak ve şaşmaz bir nizamla meydana geldiğinden insanlar bu hâdiseye ülfet etmekte, sanki üzerinde tefekkür edilmeye değer bulmamaktadırlar. Hâlbuki bu hadise “hârikulâde birer mu'cize-i kudrettir.”
Dünyanın kendi etrafında ve güneş etrafında saatlerce dönmesi neticesinde sabah olmakta ve Güneş doğmaktadır. Bir dağ yerinden kopsa da semaya doğru uçsa bu hâdiseye kimse lakayd kalmaz, herkes günlerce onu konuşur. Hâlbuki dünya böyle nice dağlar, nice denizler ve ovalarla birlikte dönmekte ve iki ayrı hareketle nizamını hiç bozmadan hareket etmektedir. Bu hâdise devamlı ve muntazam cereyan ettiği için insanlar onu âdet ve ülfet perdesinde saklarlar ve gereken hayreti göstermezler. Sabah ve akşam namazlarını kılan bir mümin, bu ülfet perdesini yırtar ve bu büyük icraatın sahibi olan Allah’a, onun emrettiği gibi ibadet eder.
İşte Kur’ân-ı Kerim birçok âyetiyle kâinattaki bu hârika hâdiselere dikkatimizi çeker. Kışın ölmüş yerin bahar mevsiminde yeniden dirilmesini sıkça nazara verir ve insanların haşir meydanına böyle çıkacaklarını hatırlatır.
Ana rahminde nutfenin, alakaya, mudğaya tâ insan haline gelinceye kadar geçirilen devreler de Kur’ân'da sıkça bahis mevzuu edilir. İnsanı o karanlık menzilde, anne ve babasının ilim ve iradeleri haricinde devirden devire geçirerek, bu dünya hayatı için lüzumlu bütün cihazlarla donatan ancak Allah’tır. Kur’ân-ı Kerîm bu mu’cize icraatlara dikkat çekerek, doğum hâdisesini normal ve basit gören ve üzerinde tefekkür etmeyen insanları ikaz eder. Onlara sahipsiz olmadıklarını, ana rahminde kendilerini böylece terbiye eden Allah’ın onları başıboş ve hesapsız bırakmayacağını, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık safhalarını müteakip onlara ölümü tattıracağını ve ebedi âleme sevk edeceğini defalarca nazara verir.
Kur’ân-ı Kerim, rüzgârlardan, bulutlardan, arıdan, örümcekten, deveden, meyvelerden, gece ve gündüzden, aydan, yıldızlardan ve daha nice mahlûkattan bahsederek insanların nazarını bu mu’cize eserlere çevirir.
“...İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani melufları olan şeyleri kendilerince malûm bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer hârika ve birer mu'cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; tâ onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im'an-ı nazar edebilsinler.”(1)
b. Cenab-ı Hakk’ın bu âlemde yarattığı hârika mahlukâta ve hadiselere ibret nazarıyla bakan herkes, ilimden bir nasip alır; “ukûl” kelimesi bütün akıl sahiplerinin bu noktada hisse sahibi olduklarına işaret eder.
“Bu harika varlıkları böyle hikmetli ve güzel yaratan bir Zât var.” diye hükmetmek bir ilimdir. Eşyanın hususiyetleri hakkında daha fazla malumat sahibi olanların, tefekkürleri daha derin ve hayretleri daha ileri derecede olabilir. Ancak, bu hârika eserleri ülfet perdesiyle seyredenler, eşya hakkında ne kadar malumat sahibi olurlarsa olsunlar, ibret nazarına kavuşmadıkça hakikî manada bir ilim sahibi olamazlar.
On İkinci Söz'de geçen “Mücevherlerle yazılmış Kur’ân” misalini hatırlayalım. Böyle kimseler, eşya hakkında çok şey bilseler de onları Allah’ın eseri olarak seyretmedikleri takdirde, mücevherlerle yazılan o Kur’ân'ın Allah kelamı olduğunu hiç düşünmeden sadece o cevherlerin özelliklerinden söz eden kişiler gibi olurlar.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.
“Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizât-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp, câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten hurûc eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nâdir ferdleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder."
"Meselâ, en câmi' bir mu'cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden hurûc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı, bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder.”
“Meselâ, en latîf ve umumi bir mu'cize-i rahmet olan bütün yavruların hazîne-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzûz etmiş, kabîlesinden cüdâ olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lûtuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister.”(1)
Fen ilimleriyle meşgul olan ilim adamları, elbette bütün mahlûkatla alâkadar olurlar. Ancak, onları ilâhî birer sanat olarak nazara almayanların bu bilgileri çok sönük ve ruhsuz kalır. Onlar, sadece eşyanın özelliklerine ehemmiyet verirler ve her şeye menfaat açısından bakarlar. O hârikaları ehemmiyetsizmiş gibi geçiştirir, intizamdan çıkan fertleri daha fazla nazara verirler. Üstad'ın verdiği insan misalini esas alırsak, tıp ilmi insan vücudunu bütün incelikleriyle ortaya koyar, her organın, her eklemin vazifelerinden tafsilatlı olarak söz eder. Ancak bu bilgiler o kadar ruhsuz olarak verilir ki, bunları okuyan çoğu gencin kalbinde iman ve marifet nurları parlamaz. Olanlara “âdiyat” perdesinden bakar, bilgi edinmek, sınıfını geçmek, ihtisas yapmak, dünyevî makamlarda ilerlemek gibi fânî ve cüz’î hedefler ilim ve marifetin önüne çıkar. “Fakat insanın kemâl-i hilkatinden hurûc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı, bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder.”
Üstad bu anlayışı kınamaktadır.
Aslında onların bu velvelelerinin altında, kâinattaki mükemmel nizamı tasdik etmek ve o nizama zıt gibi görünen bu ibretli halleri garip karşılamak saklıdır.
Aklı esas alan felsefe, Kur’ân güneşi yanında, sönük bir fener hükmündedir. Bu yüzden felsefenin sönük ışığı mevcudatı aydınlatıp okutmaya yetmiyor. Mevcudata ve hâdisata Kur’ân’ın nuru ile bakılırsa her şey aydınlanır, her varlık üstündeki sayısız hikmet okunur.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
a. Bu konu On İkinci Söz'deki harika misalle (cevherlerle yazılan Kur’an misali) çok güzel ortaya konulmuştur. Bu sorunun cevabı o Söz'ün tamamıdır. Burada sadece bir misal vermekle yetineceğiz:
Bir meyveyi “nimet” olarak görmeyen, kendini bu dünyada Rahman’ın misafiri bilmeyen, ağaçları tablacı olarak değerlendirmeyen, yani “Nimetten in’ama geçmeyen ve Mün’imi (nimet vereni) bulmayan” bir insan, o meyve hakkında ne kadar bilgi sahibi olursa olsun “fakr ve iflastan” kurtulamaz. Yani, o adam bu kadar bilgisine rağmen ilim fakiridir, ondan da öteye “iflas” halindedir.
b. Akıl kuvvesi İşaratü’l-İ’caz'da şu şekilde tarif ediliyor:
"Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinap eder."(1)
Aklın üç mertebesinden ikisi batıl birisi haktır. Batıl olanlar aklın ifrat ve tefrit makamları, hak olan ise vasat mertebesidir. İfrat mertebesi cerbeze, tefrit mertebesi gabavet ve vasat mertebesi ise hikmettir. Yani hikmet "hakkı hak batılı batıl" bilmek anlamına geliyor.
Sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin karışımından hâsıl olan adalettir. Bu sebeple hikmet kelimesi Kur’an yoluna ait ve ona mahsus bir terimdir başka batıl yollara verilemez.
Üstadımızın hikmeti Kur’an’a ibreti de felsefeye izafe etmesinin altında bu incelik yatmaktadır.
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fâtiha Sûresi Tefsiri.
Üstad Hazretleri “Muhakemat” adlı eserinin "Unsur-u Belağat" bölümünde üslupları şöyle sınıflandırır:
“Zira üslûbun esasları üçtür: Birincisi: Üslûb-u mücerrettir. İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir."
"Eğer ilâhiyat ve usul bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir."
"Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, ziynet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni, elinden gelirse elden bırakma.”(1)
Üslub-u müzeyyen ile yazılan eserlerde tasvirler ağırlık kazanır, okuyucuya bilgi vermenin yanında, hatta ondan daha öncelikli olarak, onun zevkine hitap edilir. Yani, bazı hisleri galeyana getirmek ve zevkleri tattırmak bu üslupta esastır. Şiirlerin kahir ekseriyetinde hâkim olan üslup, üslub-u müzeyyendir. Bu süsleme nesirle yazılmış yazılara göre şiirde çok daha ileri derecededir.
Şiirin ruh âlemimizdeki müspet tesirleri inkâr edilemez. Ruh dünyamıza çok faydalı olan bir şiiri okuduğumuzda o anda bir takım ulvî hisler ruhumuzu sarar. Bu da ruh için önemli bir faydadır.
Üslub-u âlide ise esas olan, hakikatleri hem akla hem de kalbe mal etmektir. Bu yapılırken hiç zînete girmeksizin, öyle bir üslup kullanılır ki, kalp de akılla birlikte hissesini alırlar. Her ikisi de tatmin olurlar.
Ayet-i Kerîme'de,
“Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da.” (Yasin, 36/69)
buyurulmakla, Kur’ân hakikatlerinin ulviyetinin hayalî tasvirlerle süslenmeye ihtiyaç duymadığı anlatılmaktadır. Yoksa başkalarının şiir yazmasına bir engel yoktur. Nitekim Allah Resulü (asm), İslâm’dan önce Gassani hükümdarının sarayına mensup olan büyük şair Hassan bin Sabit hakkında,
“Hassan’ın beyitleri düşmana ok darbesinden daha tesirlidir.”(2)
buyurmuşlar ve Mescid-i Nebevi'de ona mahsus bir minber yaptırmışlardı. Hassan bin Sabit oraya çıkıp ashab-ı kiram huzurunda İslâmiyet’i metheden şiirleri okurdu.
Bununla birlikte, âlimler ekseriyetle şiire iltifat etmemişler ve şiir yazmayı pek hoş karşılamamışlardır.
Dipnotlar:
(1) bk. Muhakemat, İkinci Makale, On İkinci Mesele.
(2) bk. Şamil İ.A., III, 197, Hassan b. Sabit md.
Bu cümle Kur'anın hem nesir (düz yazı) hem de şiir tarzında indirildiği, ama buna ne nesir ne de şiir denemediğini izah ediyor. Bu noktadan hiç kimsenin bu belağat ve harikalıkları taklit edemediği ilan ediliyor. Ayrıca vezin ve ölçülülük, manayı vezne (şiir) feda etme gibi bir zaafa götürebiliyor. Safiyeyi kafiyeye feda etme gibi düşkünlüğe kapı açabiliyor.
Bunun için şiir ve vezin, muhakkiklarce fazla tercih edilmemiştir. Kur'anın her bir kelimesi, bütün cümleyle hem irtibatlı hem de müstakil bir özelliğe sahip olmasından âdeta bir özel konumda bir değer kazanmış oluyor. Üstad'ımız bunu semadaki yıldızların her birisinin kayıt altına girmeyip âdeta merkez olmasına benzeterek, cümle içindeki ahengi ve dengeyi koruyan bir merkez statüsünde tutuyor.
Bu konu aşağıdaki iki maddede şöyle ortaya konabilir:
a. Cahiliye döneminde şiire büyük rağbet gösterilmesine rağmen, Kur’ân-ı Kerim nazım olarak nazil olmamış ve yepyeni bir üslupla, bütün nazım ve nesirleri belağat noktasında geri bırakmıştır. Nazirinin getirilmesi konusunda muarızlara açıkça meydan okunmuştur.
b. Şiirde, bilhassa da aruz vezninde her bir kelime vezne uyum gösterecek şekilde seçilir. Aynı manayı kendisinden daha güzel ifade edecek bir başka kelime varken, vezin kaydı o faydalı kelimeyi dışarıda bırakır.
Üstad Hazretleri, her bir Kur’an ayetinin sadece bulunduğu sayfayla, sureyle değil, bütün Kur’an’la münasebeti bulunduğunu söyleyerek buna yıldızları misal veriyor. Her bir ayet de bir yıldız gibidir ve bütün ayetlerle “ya sarahaten, ya remzen, işareten, ya imaen,…,” alakası vardır.
"Ehl-i hakikatın çok ileri giden bir kısmı, Kur'anın kelimatında pek çok münasebatı ve sair ayetlerdeki cümlelere bakan vücuhları, alakaları göstermişler. Hususan ülema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'anda, bir sahife kadar esrarı, ehline beyan ederek isbat etmişler."
"Hem madem Hâlık-ı Külli Şey'in kelâmıdır; her bir kelimesi, kalp ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i maneviye kalp ve bir şecere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir." (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, On Sekizinci İşaret)
“Serbest her bir âyet” ifadesi, “vezin kaydı altına girmemek” manasınadır.
Fatiha Sûresinde geçen “Rabbü’l-âlemîn” isminin Kur’ân'ın tümüyle münasebeti vardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim insanların terbiyesi için nazil olmuştur. Kur’ân'ın imana dair âyet-i kerîmeleri insan kalbini terbiye ettiği gibi, ibadete ve muamelata dair âyet-i kerîmeleri de yine insanın manen terbiyesi ve terakkisiyle alâkalıdır.
Hamd ve senanın ancak Allah’a mahsus olduğunu ifade eden bu birinci âyet, tevhidi ifade etmektedir. Kur’ân'da geçen tevhidle alâkalı bütün âyet-i kerîmelerle bu âyet-i kerîmenin yakın münasebeti vardır.
Meselâ, semada ve arzdaki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerini ifade eden âyet-i kerîmelerde tesbih noktasında tevhid söz konusudur.
“ (Habibim) şüphesiz sen, sevdiğine hidâyet veremezsin. Lâkin Allah, dilediğine hidâyet verir. O, hidayete lâyık olanları daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56)
âyet-i kerîmesiyle, hidayet verme fiilinde ve “Hadi” isminde Allah’ın birliğine dikkat çekilir.
"Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir, 81/29)
âyet-i kerîmesinde de irade noktasında tevhide dikkat çekilmiştir.
Fatiha’nın sonunda gelen, “mağdub” ve “dâllin” güruhlarına dâhil olmamakla alâkalı dua âyetinin, Allah’ın gazabına uğrayan ve O’nun çizdiği istikamet yolundan sapan bütün güruhlara bakar vecihleri vardır.
Ahlâksızlıklarla ve ölçüde hile yapanlarla alâkalı bütün ayetlerin birbirleriyle konu yakınlıkları vardır. Yapılan isyanlar farklı olsa bile, hepsinin aynı neticeyi doğurması sebebiyle bütün bu âyet-i kerîmeler birbiriyle münasebettardır.
Üstad Hazretleri Kur’ân'ın dört temel unsur üzere müesses olduğunu ifade eder: “Tevhid, Nübüvvet, Haşir, ‘Adalet ve İbadet’ ”
İnsan ancak bu dört esasa inanmak ve muktezasınca amel etmekle manen terakki eder ve Üstad'ın ifadesiyle “cennete layık bir kıymet alır.” Buna göre, bu dört esas, insanın kurtuluşunu ve manen terakkisini netice vermeleri noktasında birbirine baktıkları gibi, bu esasları tayin ve tespit eden bütün âyet-i kerîmeler de yine insana hitap etmekte ve onun terbiyesini temin etmekte ittifak ederler.
Yirmi Beşinci Söz'de Kur’ân tarifinin sonunda şu ifadeler geçer:
“Hem bütün evliyâ ve sıddîkîn ve urefâ ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her bir meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve her bir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir Kitab-ı Semâvîdir.”(1)
Veliler, hangi ismin tecellisine âzamî derecede mazhar olmuşlarsa, o ismin nuruyla Kur’ân'a bakar ve kendi meşreblerine en münasib yolu ve tesbihleri ondan istihrac ederler.
Bu konuda, evliyanın farklı meşreblerine girmeden, sadece farklı dallardaki âlimlerin aynı sûreden muhtelif manalar çıkarmalarına bir misal vermekle iktifa edeceğiz:
“Allah hiçbir nefse (hiç kimseye) vüs’atini aşan (güç yetiremeyeceği) yük yüklemez.” (Bakara, 2/286)
âyet-i kerîmesini akaid alimleri şöyle tahlil ederler:
İnsan aklı da bir nefistir, bir mahlûktur. Allah ona da gücünü aşan şeyi yüklemez. Dünyanın ücra bir köşesinde yaşayıp İslâm dininden hiç haberdar olmayan bir kişi, sadece kendisini yaratan bir Zât olduğunu bilmekle mükelleftir. Bundan ötesini, meselâ namazı, orucu, haccı bilmek onun aklının gücünü aştığı için bunlardan mesul tutulmaz.
Aynı âyete bir fıkıh âlimi nazar ettiğinde der ki, “hiç su bulunmayan bir yerde toprakla teyemmüm edilebilir; bir organı kesilmiş olan kişi abdestte o organını yıkamaktan mes’ul değildir.” Çünkü Allah kişiye tâkatinin yetmediği şeyi teklif etmez.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Mukaddime.
Yirmi Beşinci Söz'de İhlâs Risalesinin altı cümlesi olduğu ifade edilir ve şöyle denir:
“Her bir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur.
… Demek Sûre-i İhlâs’da otuz Sûre-i İhlâs kadar muntazam, birbirini ispat eden delillerden mürekkep sûreler vardır.”(1)
Bu “otuz” rakamı Lemeat’taki ihlâs bahsinde de geçer. Burada ise “otuz altı” rakamı geçiyor. Biz önce “otuz rakamını” esas alarak açıklamalarımızı yapalım, daha sonra “otuz altı rakamı” üzerinde kısaca duralım.
İhlâs sûresinin altı cümlesi var, her cümle kendinden başka olan diğer beş cümleyi ispat etmektedir. Böylece 6x5: 30 tane ispat cümlesi vardır.
"Allahü’s-Samed" cümlesini misal alalım. Bundan beş tane hüküm cümlesi çıkıyor.
Madem ki Allah Sameddir, öyle ise lem yeliddir ve lem yûleddir (doğurmaya da doğmaya da ihtiyacı yoktur.)(1), (2). Öyle ise, onun misli ve dengi olamaz (velem yekün lehu küfüven ehad)(3). Öyle ise, bu vasıflara sahip ancak odur (hüve)(4); öyle ise o Ehad’dir, Zât’ı birdir (5).
Diğer beş kelimeyi de sırayla başa alıp diğer kelimeleri ondan sonra sıraladığımızda, altı tane cümleden otuz tane hüküm cümlesi çıkar. Yani, misalde olduğu gibi, her bir kelime için “Madem ki,…” ile başlar ve “Öyle ise,…” diyerek bir hüküm veririz. İşte, “Öyle ise,” ile başlayan bu hüküm cümleleri 6x5: 30 tanedir.
“Otuz altı” rakamına gelince, burada hüküm (netice) sayısı değil, cümle sayısı ifade edilmiştir.
Yani, altı tane kelimeyi alt alta yazıp, bunların yanlarına beşer tane de hüküm cümlesi koyduğumuzda otuz altı rakam yazmış oluruz. Yani, cümle sayısı otuz altı, hüküm (netice) sayısı otuzdur.
Sebep Sonuç (hüküm)
1 2 3 4 5 6
2 3 4 5 6 1
3 4 5 6 1 2
4 5 6 1 2 3
5 6 1 2 3 4
6 1 2 3 4 5
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” (Enbiyâ, 21/104)
“O, geceyi, kendisini durmadan kovalayan gündüze bürüyüp örter.” (A’râf, 7/54)
“Tek bir sesledir ki, onların hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler.” (Yâsin, 36/53)
Bu âyet-i kerîmeler, Allah’ın kudretini, azametini, adaletini çok yüksek bir üslupla ders vermektedirler. Ruhumuzda hayret ve haşyet manaları inkişaf ettiren bu âyet-i kerîmeler, gönlümüze hoş gelen bir şiir üslubuyla ifade edilemezler.
Öte yandan, ibadete ve muameleta ait hükümlerin de konuları itibariyle, şiir şeklinde müzeyyen bir üslupla değil, sade ve kolayca anlaşılacak bir üslub-u mücerretle ifade edilmeleri hikmete daha mutabık düşer. Belki âlemdeki hârika güzellikleri ve hikmetli hâdiseleri ders veren âyet-i kerîmelerin şiir şeklinde olmaları akla gelebilir. Cenâb-ı Hak, o tefekkür âyetlerini de yine âli bir üslupla inzal etmiş, içlerine şiirin hayallerini karıştırmamıştır.
Kur'ân'ın her bir âyetinin, küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek için kendimizi o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz etmemiz isteniyor:
"O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem, يُسَبِّحُ sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar."
deniliyor. Konunun devamında bu suale cevap olarak şöyle buyuruluyor:
“Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u mütearife hükmüne geçen, ..., Kur’ânın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathi ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, … bu nev-i i’cazını zevk edemezsin.”(1)
Işık nedir bilmeyen, ömrü zindanda, zifiri karanlıkta geçen bir kişinin bir anda ışığa kavuştuğunu düşünelim. Onun, ışığa olan hayreti, alâkası, ona kavuşmakla kalbinde coşan zevk, bizim gibi her gün güneşle buluşan, gecelerinin çoğu da elektrik lambalarının ışığında geçen bir kişinin ışığı düşünmekten alacağı zevkten çok çok üstündür.
Hidayet güneşiyle ilk defa tanışan o insanların kalplerini istila eden o kudsî zevki bir derece olsun tadabilmek için, hayalen olsun o karanlık cahiliye dönemine gitmek, putlara tapan, bütün kuvvet ve kudreti, bütün ihsan ve nimeti onlardan bilen, semalara, yeryüzüne ve onlarda sergilenen mucize eserlere bakamayan insanların Kur’ân nuruna kavuşmalarıyla, ruhlarında nasıl bir inkişaf, kalplerinde nasıl nuranî bir haz, his âlemlerinde nasıl ulvî dalgalanmalar olduğunu seyretmek gerekir.
“Bu zamandan o zamana bakmak”, yani o devrin insanlarını tetkik etmek üzere fikren o günleri düşünmek başkadır, onların karanlık iklimlerine hayalen girip, sonra hidayet nuruna kavuşarak hâdiselere iman nuruyla bakmak çok daha başkadır.
"Hattâ bir adam, سَبَّحَ ِللّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: 'Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.' ”
"Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.' O da kendini Kur'andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'anın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u huruşla mesudane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti...”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
(2) bk. Şuâlar, Yedinci Şua.
“Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın en yüksek bir derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsili dinle, bak. Şöyle ki:"
"Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. …"
"Aynen onun gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın dahi, … …şecere-i hilkatin hakikatine dair-beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş … ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'ân'ın tasvirine 'Maşaallah, bârekâllah' deyip, 'Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur'ân-ı Hakîm!' demişler.”(1)
Bu hârika temsil dört ayrı sahada bize ışık tutmaktadır:
- Kâinatın hakikati,
- Allah’ın isim, sıfat ve şuunatı,
- İmanın rükünleri ve bunların teferruatı,
- İslamiyet’in esasları ve bunların yan kolları.
“Kâinatın hakikati o gaybî ağaçla açıklanırken, sadece ihtisas sahibi zâtlara mı hitap ediliyor?” diye soruluyor.
Evvela şunu ifade edelim: Sualde ihtisas sahiplerinden “fen ilimleriyle iştigal eden ilim adamları” kastediliyorsa, onlar da bu noktada diğer insanlardan farksızdırlar. Kur’ân'ın izahlarına onlar da en âmî bir insan gibi muhtaçtırlar. Burada esas olarak ele alınan, kâinatın yapısı, sistemlerin vazifeleri gibi şeyler değildir ki muhatap sadece fen konusundaki bilim adamları olsun. Konu, kâinatın hakikatidir.
Hakikat için, Külliyat'ta şöyle bir ifade geçer:
“Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakikatın gölgeleridir.”(2)
Her şeyin bir sûreti bir de hakikati vardır. Karşımızda iki ayrı bina farz edelim. Şekilleri, kat sayıları, metrekareleri, renkleri, mimarî hususiyetleri birbirinden farklı olsun. Bu konuda söylenecek şeyler binaların sûretiyle alâkalıdır. Fen ilimleri de bununla alâkadar olurlar. Hakikate gelince, biri okul, diğeri hapishanedir.
Bu misalde olduğu gibi, kâinatın ne olduğu hakkında en sağlam bilgiler kâinat Halık’ının kelamı olan Kur’ân-ı Kerim'dedir.
Kâinat sarayının göremediğimiz kısımları, gördüklerimiz yanında çok küçük kalır. Göremediğimiz kısımlar, Üstad'ın ifadesiyle, “bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmıştır.” Işığı henüz dünyamıza ulaşmayan yıldızlardan, âlem-i misale, levh-i mahfuza, arşa, kürsiye, âlem-i ervaha, melekler âlemine, hatta cennet ve cehenneme kadar nice âlemler bize görünmezler, saklıdırlar.
Biz kâinat ağacının çok az bir kısmını görüyoruz. Bu muhteşem âlemde “on iki haneli küçük bir köy” kadar kalan güneş sistemi içinde, dünya denilen orta yollu bir gezegende hayat geçirmekteyiz. Ötelerden haberimiz yok. Bu konuda fen bilginleri bizden birkaç derece ileri olsalar bile, aramızdaki fark öyle kayda değecek kadar büyük değil. Onlar da, Meselâ, levh-i mahfuz hakkında bizlerden fazla bir şey bilmiyorlar.
Üstad Hazretleri On Yedinci Söz'de dünya için bazı tarifler sıralar. Bunlar kâinat için de aynen geçerlidir. Özet olarak:
“Dünya bir kitab-ı samedanîdir, … bir mezraadır (âhiretin tarlasıdır), … birbiri arkasında gelip geçen âyineler mecmuasıdır, … seyyar bir ticaretgâhtır, … muvakkat bir seyrangâhtır, … bir misafirhanedir.”
Bu ve benzeri ifadeler bize kâinatın hakikatini anlatır. Bu noktada en mükemmel dersler Kur’ân'da verilmiştir.
İlim adamları, kâinatın hakikatinden çok, bu âlemin kendilerini alâkadar eden ve insanlara fayda sağlayan cihetleriyle ilgilenirler. Bunlar o uçsuz bucaksız gaybî ağaç yanında, küçük bir dal kadar kalırlar.
Bu kâinat, marifetullah için yaratılmıştır. Şu hadis-i kudsî bunu açıkça haber vermektedir:
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlûkatı yarattım.”(3)
O halde kâinatın yaratılmasının hakikati Allah’ın bilinmesi ve tanınmasıdır.
"...Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin.." (İsrâ, 17/44)
"Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi niyaz ve tesbihini bilir. Allah, onların yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir." (Nur, 24/41)
“Yeryüzündeki hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar.” (En’âm, 6/38)
Kur’ân-ı Kerim, insanın ahsen-i takvimde yaratıldığını beyan etmekle, marifet, tesbih ve ibadet noktasında en mükemmel istidadın insana verildiğini bildirmiştir. Bu istidadını iyi değerlendiren insanlar, nice gaybî hakikatlere Allah’ın ihsanıyla vâkıf olurlar.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
(2) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(3) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132.
Allah’ın zâtını bilmek kendisine mahsustur. İnsan aklı Allah’ın bir mahlûkudur ve çok sınırlıdır. Bu sınır, aklın kendi mahiyetini bilemeyişinden başlar, Allah’ın zâtını bilememeye kadar uzanır. Üstad'ın ifade ettiği gibi,
“Hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez...”(1)
Allah’ın bütün sıfatları mutlaktır, kayıt altına girmez; nihayetsizdir, tecellî etmekle onlarda hiçbir azalma düşünülemez. Ezelîdir, evveli yoktur; ebedîdir, sonu yoktur.
Her mahlûk gibi akıl da kayıtlıdır, evveli vardır, bilgisinin son bulacağı âhiri de vardır.
Biz, Allah’ın zâtını bilemiyoruz, ama bütün kalbimizle inanıyoruz ki, Allah ancak Kur’ân'ın tarif ve izah ettiği gibidir.
“Hiçbir şey O’nun misli gibi değildir.” Yani o, insan elinin yaptığı putlara benzemekten münezzeh olduğu gibi, insan fikrinin mahsulü olan hayalî mabutlara benzemekten de münezzehtir.
Onun bütün sıfatları muhittir, tecellileriyle bütün mahlûkatı ihata etmişlerdir. En büyük gibi en küçük mahlûk da onun eseridir. Hayırları o yarattığı gibi şerleri de yine o yaratmıştır.
Ve o, her eserini bütün hususiyetleriyle bilir. Onları bilerek yarattığı gibi, onlarda kendi ilim, irade ve kudretiyle daima tasarrufta bulunur. Onun birliği ve şerikten münezzeh oluşu da bunu iktiza eder.
Allah, “hem Evvel, hem Âhir, hem Zâhir, hem de Bâtın’dır.” Bu Söz'de misal olarak alınan âyet-i kerîmelere bu gözle baktığımızda şunu görüyoruz:
“...Allah kişi ile kalbi arasına gider...” (Enfâl, 8/24)
“Daneleri ve çekirdekleri çatlatan Allah…” (En’âm, 6/95)
“Annelerinizin rahimlerinde size kendi dilediği gibi şekil veren de odur...” (Âl-i İmrân, 3/6)
Allah, kişinin bedenini bilerek yarattığı gibi, ondaki bütün icraatları da yine bilerek ve hikmetle yaratır. Onun bu muhit ve nâmütenahi ilmi, kişinin kalbinden geçenleri de bilmesini gerektirir.
“Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” âyeti bize bu dersi verdiği gibi, bu icraatın benzerlerine de başka âyet-i kerîmeler dikkat çekerler. Kişiyi ve kalbini bilen Allah, toprağı ve onun içindeki taneleri de bilir, o taneler onun birer mu’cizesidirler. Bu çekirdek varlıkları çatlatıp açan, tavırdan tavıra geçirerek son şekillerine vardıran da yine odur.
“O sizi tavırdan tavıra geçirerek (merhale merhale) yaratmıştır.” (Nuh, 71/14)
Allah bu muhit ilmi ile annelerin rahimlerinde ceninleri dilediği gibi şekillendirir. Onların organlarını en hikmetli şekilde tanzim eder. Onları yolcusu oldukları dünya hayatına en mükemmel şekilde hazırlar.
İşte bu âyet-i kerîmeler Cenâb-ı Hakk’ın böyle en gizli ve cüz’î şeyleri bildiğini, yarattığını onlarda tasarruf ettiğini nazara verdiği gibi, birçok âyet-i kerîmeler de kâinatın en geniş dairelerindeki ilâhî icraatları ders verirler. Üstadımız bunlardan da üç misal almıştır:
“...Gökler onun (kudret) elinde dürülmüştür...” (Zümer, 39/67)
“...Gökleri ve yeri altı günde yarattı...” (Hûd, 11/7)
“...Güneşi ve Ayı da emrine boyun eğdirdi...” (Ra’d, 13/2)
İşte bütün Kur’ân'ı bu nazarla tetkik ettiğimizde görürüz ki, âyet-i kerîmelerde haber verilen ilâhî icraatların tümü Allah’a layıktır, en güzel ve en mükemmel şekildedirler ve aralarında çok yakın münasebetler vardır. Ve o gaybî ağacın kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve çiçekleri arasındaki hârika ve muntazam alâka, bütün ilahî icraatlarda, bütün esmâ tecellilerinde de en ileri derecesiyle kendini gösterir. Kur’ân'da birbirine ters düşen hiçbir ilâhî sıfat, isim, fiil ve şe’n görülemez.
Bunun en açık delili şudur:
Kur’ân, Allah’ın bir olduğunu, şeriki ve nazîri olmadığını ders verdiği gibi, bütün Kur’ân ayetleri de bunu desteklerler. Tevhid inancına zıt düşen bir tek âyet bulunmaz.
Fatiha sûresinde ders verildiği gibi,
“Bütün hamd ve sena Allah’a mahsustur.”,
“Allah Rabbül âlemindir.”,
“Din gününün yegâne sahibi Odur.”,
“Ancak Ona ibadet edilir ve ancak Ondan yardım dilenir.”
Fatiha sûresinde nazara verilen bu farklı tevhid derslerine Kur’ân'ın tümünde devam edilir. Bu ilahî mesajlardan birkaçı:
"O her şeye kadirdir.
Semavat, arz ve içindekiler onu tespih ederler.
O dilemedikçe kimse bir şey dileyemez.
Allah hidayeti dilediğine verir.
Allah bütün âlemlerden ganidir.
Allah Samed’dir (Her şey ona muhtaçtır, o ise hiçbir şeye muhtaç değildir.)"
Bütün bunlar Allah’ın Vahid, Ehad, Ferd isimlerinin muktezasıdırlar ve aralarında yakın münasebet vardır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Üçüncü Şule.
a. “Daire-i imkân” denilince bütün mahlukat anlaşılır. Allah’ın varlığı “vacib”dir, yani olması zarurî, olmaması muhaldir; ezelîdir ve ebedîdir. Eşyanın ise varlıkları “mümkin”dir, yani olup olmamaları müsavidir; Allah’ın iradesiyle var olurlar, hâdistirler (evvelleri vardır), fanidirler âhirleri vardır.
“Daire-i vücub” denilince “Allah’ın zâtı, şuunatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri” anlaşılır.
İmanın, daire-i imkânla da yakın alakası vardır. Zira peygamberler, melekler, âhiret daire-i imkandan olmakla birlikte, bunlara iman etmek farzdır. Birisine iman etmeyen mümin olamaz.
İmanın “o iki şecere-i azimenin bir tek dalı olması” meselesine gelince, kanaatimce buradaki “bir tek dal” ifadesini “bir dal” şekline anlamak gerekiyor. Yani, imkân ve vücub daireleri bir ağaca benzetildiğinde, bu ağacın bir dalı imkân, diğeri ise vücub olur. İmkân dalı, atomlardan, hücrelerden, insanlara, hayvanlara, güneşlere, yıldızlara tâ cennet ve cehenneme kadar uzandığı gibi, vücub dalında da imanın altı rüknü ve bu rükünlerin bütün alt şubeleri yer alır. Mesela peygamberlere iman, o dalın bir küçük dalı olarak düşünülürse, onda yüz yirmi dört bin peygambere iman etme manası vardır. Kitaplara imanda, bütün kitap ve suhuflara iman söz konusudur. Kur’ân'a imanda, onun altı bin altı yüz altmış altı âyetine iman dâhildir.
b. O erkânın “dal ve budakları ve en ince teferruatı” ifadesiyle, iman rükünleri de ayrı bir nuranî ağaç olarak düşünülmüş oluyor. İman ağacının altı dalı, her daldan çıkan budaklar ve ince dallar, yapraklar vardır. Misal olarak âhirete imanı ve o daldan uzanan budaklara ve teferruata bakalım:
Kabir hayatı, yeniden dirilerek mahşere çıkma, mahşerin dehşetinden herkesin “nefsî, nefsî” demesi, daha sonra vakfe devresine girilmesi, uzun bir süre beklenmesi, sonra mizan safhası, bu safhada herkesin zerre miskal de olsa işlediği hayır ve şerleri yazılı olarak görmeleri, sonra amellerin tartılması, sırattan geçiş, cennet, cehennem, cennetteki ırmaklar, köşkler, huriler, rü’yete mazhar olma, cehennemde yanan bedenlerin yeniden tazelenmesi, azabın devamı, karanlık, putlarla birlikte yanma hâdisesi”
gibi nice teferruat arasında hârika bir alâka ve irtibat vardır. Bunların tamamı muntazam bir ağaç manzarasını sergilerler. Aralarında tenakuz, hikmetsizlik, nizamsızlık görülmez. Bunu hakkıyla seyredebilenler, bu nizam ve hikmetin güzelliğine hayran olurlar.
c. Bu sualin tam cevabı bütün fıkıh kitaplarında yer alan hükümlerin tamamıdır.
Bunlar arasında da yine bir ağacın dal, budak ve teferruatı arasında olduğu gibi mükemmel bir irtibat vardır. “Farzlar, vacipler, sünnetler, müstehablar, haramlar, mekruhlar (tahrimen ve tenzihen mekruhlar), mübahlar” o ağacın dal, budak ve teferruatı gibidirler.
d."Kur’ân-ı Cami’in nüsus, vücuh, işarat ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübra-yı islamiye” ifadesinin kısa bir izahı:
Nüsus, Kur’ân'ın kesin hükümleri, açık beyanlarıdır. Vücuh, vecihler, cihetler, yönler demek olup, bu nasların farklı cihetlere delalet etmeleri manasına gelir. Meselâ, “Lem yelid ve lem yûled” âyet-i kerîmelerinin açık hükümleri bellidir: “Allah doğurmadı ve doğurulmadı.”
Bu âyetin çok vücuhundan birisi: “Doğuranlar ve doğanlar ilah olamazlar.”
Bu vecihte de birçok remizler vardır: “Hz. İsa ve Hz Meryem ilah olamazlar. Madde ve ondan doğan eşya ilah olamazlar.” gibi
Bu âyetin yine nice işarî manaları da vardır. Bunlardan ikisi şunlar olabilir:
- Doğurup doğanlara değil, Allah’a tevekkül ediniz.
- Doğuran ve doğan âciz varlıkların kibirlenmeleri ne kadar yersizdir!..
Peygamber Efendimiz (asm.) beş şeye hayret ettiğini beyan ettiği hadis-i şeriflerinde bir madde olarak da şuna yer verir:
“Evvelinin bir cife, âhirinin bir laşe olduğunu bildiği halde gururlanan insana şaşarım.”(1)
Bu şaşılacak hâl, bütün doğuran ve doğanlar için geçerlidir. Hiçbirinin gururlanmaya, kibirlenmeye hakkı yoktur.
(1) bk. Alaaddin BAŞAR, Esma-i Hüsna, Zafer Yay.
Söz konusu âyet-i kerîmenin meali şöyledir:
“Hamd O Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi ve onun içine tutarsız hiçbir şey koymadı.” (Kehf, 18/1)
Üstad'ın verdiği gaybî ağaç misalinin çok güzel ortaya koyduğu gibi, ne kâinatın yaratılış hakikatinin, ne esmâ, sıfat ve şuun-u İlâhiyenin, ne ef’al-i Rabbaniyenin; ne iman ve İslâm’ın rükünlerinin ve bunların teferruatının beşer tarafından bilinmesi mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerim bütün bu konuları teferruatlı ve mükemmel olarak izah etmesiyle ispat ediyor ki, ondaki bu gaybî hakikatler Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) ilmine değil, vahy-i İlahiye dayanmaktadır. O sevgili kuluna (asm.), içinde hiçbir tezat, tenakuz ve yanlışlık bulunmayan Kur’ân'ı inzal eden Allah’a ne kadar hamd etsek azdır. Zira bizim aklımızı çok aşan bu hakikatleri Peygamberimiz Efendimizden (asm) ve ona nazil olan İlahi fermandan öğrenmiş bulunuyoruz.
Bir insan tek bir konu üzerine, büyük bir araştırma yaparak kitap yazarsa, elbette kitabında bir zıtlık ve bir tutarsızlık bulunmaz. Kaldı ki buna rağmen, çoğu yazarın eserinde zıtlıklar bulunabiliyor.
Kur’ân-ı Kerim, birbirine zıt olan bütün konuları mükemmel bir ahenk içinde ve bir zıtlık olmaksızın ifade ediyor. Şöyle ki;
İmanın altı rüknü, bu rükünlerin bütün teferruatı, İslam'ın beş rüknü, o rükünlerdeki bütün hükümler, farzlar, vacipler, helal ve haramlar, insanın manen teraki ve tedennisi, toplum hayatının nizam ve ahengi, ticari hayatın şartları, harp hukuku gibi birbirinden çok farklı konuların tamamında beyan ettiği esaslar ve verdiği hükümler arasında en ufak birtezat bulunmamaktadır.
Bir insan, en fazla bir iki ilimde derinleşip ehl-i ihtisas olabilir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim bütün ilimlerin esasına temas edip, bütün ilimlerin künhüne vakıf bir beyanda bulunuyor.
Şayet Kur’ân’ı bir beşer olan Hz. Peygamber (asm) -hâşâ- kendi hevasından çıkmış olsa idi, onda çok tenakuz ve tezatlar olacak, bu da ortaya çıkacaktı. Hâlbuki Kur’ân bu tarz tezat ve tenakuzlardan münezzeh ve mukaddestir. Hiç kimse de bunu iddia etmemiştir, edememiştir...Cazip, cezbeden, kendine çeken, hoşa giden manasına gelir. Bu asırda, nefsin hoşuna giden ve sonu günah ve isyana çıkan çok cazip eğlenceler, sefahet meclisleri, içkili toplantılar, kumar çeşitleri ve daha nice isyan ve haramlar karşısında birçok genç, iradelerine hâkim olamayarak bu fitneye kapılmakta ve haramı helali, ölümü, kabir azabını ve âhiret hesabını düşünemeyecek hale gelmektedir. Aklını bu manada kaybedenler, hasta olduklarını bilmiyorlar ki tedavi için gayret göstersinler. Daha kötüsü, o pis ortama ünsiyet etmekle, işledikleri günah ve isyanlarla iftihar edecek kadar yoldan çıkıyorlar. Bunların ıslahı, imkânsız değilse bile çok zordur. Onun için Üstadımız bu derste “daha aklını kaybetmeyen gençlerle” bir sohbet yapmaktadır. Bu imanlı ve faziletli gençlerin sayısı arttıkça “iman, ibadet ve güzel ahlak” sahasında da bir cazibe meydana gelecektir.
Bu zamanın fitnesinin en tehlikeli tarafı, her türlü menfi düşüncenin ve bozuk hayat düzeninin ferdîlikten çıkarak cemaatleşmesi, dernekler, kulüpler, localar, gazeteler, televizyonlar halinde birer şahs-ı manevî olarak faaliyet göstermeleridir. Gençler kendi iradeleriyle baş başa bırakılmıyor, büyük yatırımlar yapılarak, kalabalık kadrolar çalıştırılarak gençliğin ahlâksız yapılması için yoğun gayret gösteriliyor.
Tanzimat’la başlayan, “kendi kültürümüzden kopup Avrupa’nın bozulmuş ahlâk yapısını tasvib hareketi”, daha sonra dış mihraklarca kasıtlı olarak desteklenmiş ve ülkemizin istikbalinin tehlikeye düşmesine büyük bir titizlikle gayret edilmiştir. Dürüst, çalışkan, ahlâklı, bilgili ve gayretli gençler yerine, sadece kendini düşünen, şehvet esiri, idealsiz bir nesil yetiştirilmek istenmiş ve bunlar zararlı ideolojilerin her türlüsüne açık hale getirilmişlerdir.
Bu asrın manevî hekimi olan Üstad Hazretleri, şer cephesindeki bu şahs-ı manevîlere karşı, “deha derecesinde bir kabiliyete” sahip kişilerin bile, tek başlarına karşı çıkamayacaklarını beyan ile bunlara karşı hayır ve müspet cephesinde de bir şahs-ı manevî teşkil etmenin lüzumuna ehemmiyetle dikkat çekmiştir.
“Cazibedar fitne” ifadesi, şahs-ı manevî haline gelmiş bu tahribkâr cereyanlara karşı gençlerin mukavemet etmekten âciz kalıp onlara kapılarak yoldan çıkmalarını ifade etmektedir.
"Rivayette var ki, 'Fitne-i âhir zaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.' Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş, azab-ı kabirden sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ.. مِنْ فِتْنَةِ اٰخِرِ الزَّمَانِ vird-i ümmet olmuş."
"Allahu a’lem bissavab, bunun bir te’vili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler."(1)
(1) bk. Şuâlar, Beşinci Şuâ, İkinci Makam.
Bu kısa dünya hayatı, ruhlar âleminden başlayıp cennet yahut cehennemle nihayet bulacak olan beşer yolculuğunun çok küçük bir safhasıdır. Bu hayat, bir çekirdek gibidir; ebedî saadet de ebedî azab da bu küçük çekirdekten çıkmaktadır. İnsan nefsinin, akla ve kalbe galip gelerek onlara ölümü ve âhireti unutturmaması için İlâhî Fermanda âhiret ve ölümle alâkalı âyet-i kerîmeler çokca yer almıştır. Üstadımızın ifadesiyle Kur’ânın üçte biri haşir ve âhirete aittir. Bu da bize gösteriyor ki, genç olsun ihtiyar olsun, bütün insanların bu dünya imtihanını kazanmalarında en büyük bir esas, ölümü hatırlamaları, kendilerini ölüm ötesine göre hazırlamalarıdır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (asm.) de
“Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz.”(1)
buyurarak ölümü çokça düşünmemizi teşvik etmiştir.
Üstadımızın, başı üzerine astırdığı levhanın bir cümlesi de: “Nasihat istersen ölüm yeter.” ibaresidir.
Bu bütün insanlar için geçerli olmakla birlikte “gençlik damarı akıldan ziyade hissi dinlediği” için gençlerin bu hatırlatmaya daha çok ihtiyacı vardır. Ancak, bu ihtarın yeri, zamanı, dozu ve üslubu çok mühimdir. Üstadımız, “Hakîm” ismine mazhariyetinin de bir icabı olarak bu hususta şunları tavsiye etmiştir:
- Gençlere tatmak istedikleri her türlü zevkin meşru olanları da bulunduğunu anlatmak.
"Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur."(2)
- Gayrimeşru dairedeki lezzetlerin zehirli bir bal gibi olduğunu, o lezzetlerin içinde çok elemler bulunduğunu ikaz etmek.
"O dairedeki bir lezzetin bazen bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifâtât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir."(3)
“Haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz'î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer.”(4)
Dipnotlar:
(1) bk. Tirmizi, Zühd 2.
(2) bk. Sözler, Altıncı Söz.
(3) bk. age., Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(4) bk. Şualar, On Birinci Şua, Beşinci Mesele.
Buradaki "medet" tâbiri, "Risale-i Nur eczanesinde bizim manevî hastalıklarımızı tedavi edecek bir ilaç var mı?" manasında kullanılmaktadır.
Evet, Risale-i Nurlar bu asrın manevî yaralarına tedavi edecek ve merhem olacak Kur’ânî bir eczanedir.
"Meded"in diğer bir manası yardım etmektir ki, Üstad Hazretleri bu asrın manen hasta ve perişan insanlarını Kur’ân’dan aldığı Risale-i Nurlarla tedavi ediyor, onların imdadına koşuyor.
"Meded"in diğer manası da muhtaç gönüllere manevî himmet etmek ve onların manevî imdadına koşmaktır ki, Üstad Hazretleri bu asrın en büyük bir mürşidi ve manevî tabibi olması sıfatıyla meded ediyor.
“Mugis” “Muin” ve “Hâdi” Allah’tır. Hidayet Allah’ın elindedir, medet ondandır. Peygamberler, âlimler ve evliyalar hepsi birer vesiledirler. Ağacı meyveye, arıyı bala vesile eden Allah, bu büyük zâtları da hidayete vesile etmiş ve insanlığın imdadına göndermiştir.
Üstat Hazretleri bu zamanın şahsiyet ve enaniyet zamanı olmadığını, bu sebeple iman ve Kur’ân hizmetini de Risale-i Nur'un şahs-ı manevisinin üslendiğini beyan eder. Bu şahs-ı manevî bütün Nur talebelerini içine alan bir şirket-i maneviyedir.
"Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok."
"Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. ..."(1)
Kabirden kastedilen şey; insan cesedinin gömüldüğü bir çukur değil, ebedî hayatın ilk başlangıcı olan berzah âlemidir. Yani kabir âlemi ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur, manasındadır.
"Herkes ister istemez buraya girecek." tâbirinde ise; insanlığın ruhlar âleminden, anne karnına, oradan dünyaya, kabre, haşre, sırata ve en nihayetinde cennet ve cehenneme gideceği mecburî yolculuğa işaret ediliyor. Bu yolculuktan kimse kurtulamaz, her insan bu safhaları yaşamak mecburiyetindedir.
"Birinci Yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır."
Birinci yol müttakilerin, salihlerin ve doğrudan cennete giden Müslümanların yoludur. Bu husus âyet-i kerîmede şu şekilde ifade ediliyor:
“Bilesiniz ki, Allah’ın veli kullarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.
Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.
Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu en büyük kurtuluş ve mutluluktur.” (Yunus, 10/62-64)
"İkinci Yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek."
İkinci yol; iman eden fakat imanın gereği gibi yaşamayan gafil ve günahkârların yoludur. Bunlar her ne kadar günahkâr olup kabir ve cehennemde azap görecek de olsalar, kabre imanla göçmeleri şartıyla, kâfirler gibi ebedî cehennemde kalmayacaklar.
Dalâletin üç manası vardır:
Birinci manası küfür ve şirk ehli.
İkinci manası bid'attir. Yani sünneti terk edip sünnete aykırı fikir ve davranışları tasvib etmek. Bu kimselere ehl-i bid’at manasında “ehl-i dalâlet” denir.
Dalâletin üçüncü manası ise fısk ve sefahettir. Yani iman etmiş, sünneti kabul etmiş, ama farzları yapmıyor ve büyük günahları da serbestçe işliyor. Bu kimselere günahkâr manasında “ehl-i dalâlet” denilir.
“Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenler” cümlesi bu üçüncü manada kullanılmaktadır...
Haps-i münferid; tek kişilik ceza yeri, yani hücre hapsi demektir; insanın kabir zindanında tek başına azap çekmesi manasındadır. Allah, inandığı halde, inandığı gibi yaşamayanlara bu cezayı takdir etmiştir.
"Üçüncü Yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek."
Üçüncü yol, bütün ehl-i küfrün ve ehl-i şirkin yoludur. İslâm dinini kabul etmeyen, Allah’a ve Resul-i Ekrem Efendimize (asm) iman etmeyen herkes bu üçüncü yolun yolcusudur. İdam-ı ebedî ifadesi, onların cehennemde ebedî kalacaklarını ve cennet yüzü görmeyeceklerini ifade eder.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
“Hapis ve idam” kelimeleri, dünyevî cezalar için kullanılmaktadır. Buradaki kullanımları ise mecazî manadadır.
Bu dünyada iman etmemiş olan yahut iman ettiği halde isyanların galebesiyle son nefesinde küfür üzere ölen kimseler, ebediyen cehennemde kalacaklardır. Bunun idam ile benzerliği şudur:
Hapis olan kimse, yirmi otuz yıl da hapishanede kalsa sonunda çıkıp dostlarıyla görüşme şansına sahiptir. İdam olan bir mahkûm ise, artık bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılmıştır, hiçbirini görme imkânına sahip değildir.
Son nefeste imanla göçtüğü halde, mizanda günahları sevaplarından fazla gelen müminler de cehenneme girerler, ama cehennem onlar için bir hapishane gibi olur. Oradaki cezalarını tamamladıktan sonra cennete girme ve bütün dostlarıyla buluşma imkânına sahiptirler.
Küfür üzere ölen kişinin “idamını”, yokluğa mahkûm olmak şeklinde anlamamız mümkün değildir. Böyle bir yanlış telakkiye göre, cehennem sadece günahları sevaplarından fazla olan müminler için hazırlanmış olur. Hâlbuki cennet imanın meyvesi olduğu gibi, cehennem de küfrün meyvesidir. Kâfirler için hazırlanmış olan o azap beldesinde, günahları fazla olan müminler de bir süre hapsedileceklerdir.
“İman manevi bir tubâ-i cennet çekirdeğini taşıyor, küfür ise manevi bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor.”(1)
(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
Bu ikinci yolda gidenler ehl-i sefahet ve ehl-i dalâlettir. Bunlar doğru yoldan saparak ahlâksızca yaşarlar. Şu var ki, bu insanlar, ölümün hiçlik olduğuna inanan küfür ehlinden farklıdırlar. Yaptıkları isyanların cezasını göreceklerini bilir, âkibetlerinin azab olduğunu bir bakıma görürler, fakat nefsin ve şeytanın esaretinden de bir türlü kurtulamazlar.
Bu kimseler, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz...”(1) hadis-i şerifiyle haber verildiği gibi, son nefeslerinde imansız göçmüşlerse, akıbetleri inanmayanlarla aynıdır. İmanla göçmüşlerse ve günahları sevaplarından fazla ise, kabir onlar için bir haps-i ebedî olur.
Buradaki “ebedi” kelimesi çok uzun bir zaman manasındadır. Nitekim dünya hayatımızın “bekasını” ifade ettiğimizde beka kelimesi bu “hayatın devamı” şeklinde anlaşılacaktır. Yoksa dünyanın bâki olmadığı açıktır.
Müebbed hapis de olsa (haps-i ebedî), “hapis” kelimesi bir gün kurtuluşa erme manasını içinde saklar. İdam ise öyle değildir.
(1) bk. Münavi, Feyzü’l-Kadîr, 6/226.
Ahirete inanmayan bir adama "Senin baban, annen, evladın, eşin öldüğünde ne olacak?" diye sual edilse, adamın vereceği cevap “Benim gibi onlar da yok olup gidecekler.” olacaktır. İşte bu dünyada böyle inanman insanlara, kabir hayatında Allah onların ve sevdiklerinin her an idam edilecekleri hissini tattıracaktır.
Dünya hayatında insana verilecek en acı ve en ağır ceza idam cezasıdır. Çünkü idam cezası senin dünyevi hayatının yok olup gitmesine sebep oluyor. Aynı şekilde "Öldükten sonra ikinci bir hayat yok." diyen bir adam için, yok olmak ve hiçliğe düşmek en ağır en acı bir idam cezasına benzetiliyor.
İnsan diğerkâm bir varlık olduğu için, gözü önünde yokluğa ve hiçliğe düşen anne ve babasına karşı duyarsız ve ilgisiz kalması mümkün değildir. Sevdiklerinin gözü önünde yok oluşu, ruhunda ve kalbinde derin yaralar açar ve hayatı zehir olur.
Mesela, birisi senin gözünün önünde evladını boğazlasa, sen bu esnada mutlu kalıp hayatını normal bir şekilde idame ettirebilir misin? Bir ana baba için en dehşetli şey, evladının gözü önünde ölmesidir. Bir de bu ana baba ölümü yokluk ve hiçlik olarak görüyorsa, o zaman acı ve azap bin katına çıkacak; zira evladı ile bir daha asla görüşüp kavuşamayacak...
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kabre girmek için üç yoldan başka yol yoktur (VİDEO).
Bu iki şıkkın hangileri olduğu kesin olarak belirtilmemekle birlikte, birinci ve ikinci yolların kastedildiğini düşünüyoruz. Birinci şıkta kabrin ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı olduğu zikrediliyor. Bu bedihî olduğu gibi, ikinci şık da bunun gibi bedihîdir, açıktır.
Kabir hayatı, mahşer, cennet ve cehennem hakkında çok sayıda âyet-i kerîme olduğu gibi yine çok sayıda hadis-i şerif de mevcuttur. Allah Resulü, “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”(1) buyurmuşlardır.
Âyet ve hadis ile sabit olan bu kabir hayatı, bir mü’min için bedihîdir, delil istemez. Kaldı ki Risalelerde de geçtiği gibi, kabirleri keşf eden birçok evliya bu hayatı görmüşler, oradakilerle konuşmuşlar ve bizlere de haber vermişlerdir. Peygamber Efendimiz (asm.) de miraç mucizesiyle cennet ve cehennemi bizzat müşahede etmişlerdir.
Esas olarak, kabre göçmenin her üç yolu da mümin için açık ve seçiktir, delil istemez. Ancak isyankârlar ve küfür ehli için bu hakikatler perdelidir, onlara tam inanmazlar veya inanmak istemezler. Bu ifadeler, şüphe içinde olan yahut isyanları sebebiyle o hayatın olmamasını temenni eden bu gibi kişiler için bir ikaz ve teyid makamında kullanılmıştır. Yani, kabre katiyen girecek ve o hayatı tadacaksınız. Günahları galip bir isyankâr olarak göçmüşseniz o hapis hayatını yaşayacaksınız, ölümü ebediyen yok olma sanıyorsanız, yanıldığınızı görecek ve o âlemde ebediyen azap çekeceksiniz, cennetin yüzünü de yine ebediyen göremeyeceksiniz.
(1) bk. Tirmizi, Kıyamet, 26.
“Peygamberin üzerine düşen sadece tebliğdir...” (Maide, 5/99)
âyetinin hükmünce, peygamberler kendilerine vahiyle gelen ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara doğrudan tebliğ ederler. Davalarını ispat için ise gerektiğinde mucize gösterirler. Kur’ân-ı Kerim'de esas olan, fazla ispat yoluna gitmeksizin, hakikatlerin doğrudan tebliğ edilmesidir. Ancak, bazı konularda temsiller getirilerek hakikatlerin akla kabulü kolaylaştırılır; yeniden diriliş için, “ölmüş arzın baharda yeniden dirilmesinin misal getirilmesi” gibi.
Evliya meşrebinde aklı ikna etmekten çok, kalbe kabul ettirmek esastır. Keramet ve keşfiyatla muhatabın o veli kula itimadı artar; onun tavsiyelerine aynen uyar, verdiği tesbihleri hassasiyetle çeker.
“Kulum bana en fazla farzlarla, sonra nafilelerle yaklaşır…”(1)
mealindeki hadis-i kudsî, tarikatların temelidir. Yani, farzlar eda edildikten sonra nafilelerin (farz ve vacip dışındaki ibadetlerin) artırılması yoluna gidilir. Zikir de bir nafile ibadettir. Bu yolda ihlâsla yürüyen zâtlar, zaman içinde bazı hakikatlerin keşfine mazhar olurlar.
Muhakkikler de Allah’ın veli kullarıdırlar. Ancak, bunlarda zikir ve tesbihle fazla iştigal etmekten ziyade, meseleleri tahkik ederek, bütün inceliklerine nüfuz ile “aklen ispat etmek” esastır.
“Neden ve niçinlerle” genç dimağların karıştırıldığı, şüphe ve tereddütlerin artırıldığı bu zamanda, bilhassa yüksek tahsil gençliğinin problemlerini, onlara zikir yaptırma ve tesbih çektirme yoluyla çözmek imkânsız gibidir. İman konusunda bocalayan, sefahete düşmüş, günahlarla ruhu kirlenmiş bir genci, bir mürşide bağlamak ve onun emirlerine kayıtsız şartsız uyar hale getirmek çok zor olduğu için, bu zamanın irşad tarzı, insanlara “hem aklı ikna, hem de kalbi tatmin edecek” marifet dersleri vermektir. Risale-i Nur bu vazifeyi en mükemmel şekilde yapmaktadır.
Risale-i Nur'un hedefi, sarsılma tehlikesine maruz taklidî imanları tahkikî hale getirmek, sadece akılda bırakmayıp kalbe, sırra da mal ederek şeytanın el uzatamayacağı derinliklere yerleştirmektir.
"İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: 'Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.' Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor."
"Bu iman-ı tahkikinin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir."(2)
Risale-i Nur mesleği, tarikat berzahına girmeden hakikatleri doğrudan kalplere yerleştirmesi yönüyle sahabe mesleğine benzemektedir.
Dipnotlar:
(1) bk. Buhârî, Rikak 38.
(2) bk. Kastamonu Lahikası, 13. Mektup.
Tırnak içindeki ifade, âyet veya hadis meali olmamakla birlikte, âyet ve hadislerde sıkça zikredilen iman-amel münasebetinin güzel bir ifadesidir. Misal olarak “Asr Suresi”ni vermekle iktifa edeceğiz:
“Asra yemin olsun ki, insan elbette hüsrandadır (zarardadır). Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, hakkı birbirine tavsiye edenler ve sabrı birbirine tavsiye edenler hariç.” (Asr, 103/1-3)
İnsanın, dünya hayatında en küçük bir zarardan korunmak için dikkat ettiği ve çeşitli tedbirler aldığı malumdur. Hatta bir kişinin; "Bu yolda gitmen zararlıdır, başına bir bela gelebilir." demesini bile dikkate alıp, yolunu değiştirir. Buna rağmen, küfür ve isyan yolu hakkında "Yüz de yüz ebedî zarar" diyen binlerce doğru ve sadık insanların ihtar ve ikazının ciddiye alınmaması, hakikaten düşündürücü bir durumdur.
Aklı başında olan bir insan, ebedî saadeti netice veren iman yolunu terk edip, ebedî cehennemi netice veren küfür yoluna girmez.
Dalâlet ve sefahat, “yüzde yüz” cehennem yoludur. İman ve ubudiyet yolu ise yine “yüzde yüz” cennet yoludur.
Yolların neticeleri yüzde yüz ile ifade edilmekle birlikte, bu yolda gidenler için yüzde doksan dokuz nisbetinin kullanılması, insanların havf ve reca (korku-ümit) muvazenesini muhafaza ederek yaşamaları içindir.
“Yeis” gibi “ucub” da tehlikelidir. Yeis, Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir. Ucub ise Allah’ın azabından emin olmaktır. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi ifrattır. “Sırat-ı müstakim” olan orta yola göre, insan elinden geldiği kadar isyandan uzak yaşamaya çalışacak, ama bunu başaramadığı takdirde de Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyecek, bir gün ıslah olmayı o nihayetsiz rahmetten bekleyecektir. Öte yandan, bir insan ne kadar ibadet ederse etsin, yine âkibetinden korkacak, kendini garantide görmeyecektir.
Allah’ın Rahmân, Rahîm, Ğaffar, Settâr gibi cemalî isimlerini düşünmek insanı yeisten kurtaracağı gibi, Aziz, Cebbâr, Celil, Kahhâr gibi celalî isimlerini düşünmek de insanı ucub tehlikesinden kurtarır.Âhiretin varlığına dair getirilen bütün delil ve bürhanlar, bu emare ve âsâr şumülüne girerler. Ayrıca peygamberlerin göstermiş olduğu bütün mu’cizeler ve aklî ispatlar da bu muhtevada düşünülebilir.
Başta Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz olmak üzere Risale-i Nur’un birçok dersinde bu emareler hârika bir şekilde izah ve ispat edilmiştir.
Rum Sûresinin 50. ayeti Haşir Risalesinin yazılmasında ilham kaynağı olmuştur.
“Şimdi Allah’ın şu rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor). Şüphe yok ki, o, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve o, her şeye kadirdir.”
Âyetin başında Allah’ın rahmet eserlerine bakmamız emrediliyor ve akabinde de yeryüzünün kışın öldükten sonra baharda dirilmesinin insanlar için ne büyük bir rahmet olduğu nazara veriliyor.
Kış mevsiminde aynen bir ölü gibi iradeden mahrum, yine bir ölü gibi kendinden habersiz ve donuk olan yeryüzü, bahar mevsiminin gelmesiyle yeniden hayata kavuşuyor.
İlk insandan günümüze kadar her asırda milyonlarca insanın yaratılması haşrin emaresidir.
İnsanın akşam uyuması sabah olunca uyanması da bir haşir emaresidir.
“Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar mâkul ve lâzım ve kati ise, haşrin sabahı da berzahın baharı da o katiyettedir.”(1)
Her altı ayda bir insan vücudunun yenilenmesi ve tazelenmesi, insanın yılda iki defa ölüp dirildiğini gösteriyor.
Bahar, yeryüzünün “ba’s” yani dirilme mevsimidir. O mevsimin gelmesi için yerkürenin aylarca Güneş etrafında dönmesi gerekiyor. Bu ise ancak Allah’ın kudretiyle ve takdiriyle gerçekleşen çok büyük bir hâdise ve yine çok büyük bir rahmettir.
Yeryüzünü dirilten bir rahmet ve kudret, onda serilmiş olan bitkilerde de kendini gösteriyor. Üstad Hazretleri, bir ağaçta; “yaprakları, çiçekleri ve meyveleri cihetiyle üç çeşit haşir numunesinin sergilendiğini” nazara veriyor.
Çiçeklerin ve meyvelerin dirilmeleri kendi kudret ve iradeleriyle değil, Allah’ın rahmet ve inayetiyle olduğu gibi, insanın da bu dünyadan göçtükten sonra kıyamet ve haşirle yeniden dirilmesi yine Allah’ın kudretiyle ve rahmetiyle olacaktır.
(1) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz.
Gaflet; dikkatsizlik, vurdumduymazlık, ehemmiyetli işleri bırakıp kıymetsiz şeylerle uğraşmak gibi manalara geliyor.
Üstad Hazretleri bir risalesinde şöyle buyurur:
“Gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar.”(1)
Bir başka risalesinde de şu çok önemli tespite yer verir:
“Nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir."(2)
Bunun küçük bir misalini haylaz talebelerde görüyoruz. Bir talebe, sınıfta kaldığı ve okuldan atıldığı takdirde, istikbalde başına ne gibi sıkıntılar geleceğini çok iyi bilir. Ama kötü arkadaşlara uyarak yanlış yola saptığında artık onda gaflet hâkim olur, bunları hiç düşünmez bile.
“Muvakkaten hissetmeme” ifadesi, ya insanın gençlik dönemine bakar; zira bu dönemde insan gafletin zirvesindedir. Veya dünyanın geçici olması yönüyle bu ifade tüm dünya hayatına bakar.
“Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da yine o manevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar.”
İnsan, başıboş bir varlık olmadığını gafletle ve sefahetle düşünmek istemese bile, vicdanı bunları o kişiye daima hatırlatır.
“Akıl tatil-i eşgal etse de nazarını ihmal etse, vicdan Sanii unutamaz. Kendi nefsini inkar etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir.”(3)
Sahipsiz, başıboş, sonu ölümle bitecek bir yolculuk yaptığına inanan insan, kendini uzun süre aldatamaz. Vicdanı onu daima rahatsız eder.
İnsan, son derece âciz bir varlık olduğu halde, bu âlemde “her şeyin onun imdadına koştuğu” hakikatinden bir süre gaflet etse bile, aklı başına geldiğinde, bu işlerin tesadüfen olamayacağını, bu ihsanlara ve ikramlara karşı Rabbine şükretmesi gerektiğini vicdanı ona ihtar eder.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem’a.
(2) bk. age., On Üçüncü Lem’a.
(3) bk. Mesnevî-i Nuriye, Nokta.
Yirmi Üçüncü Söz'de insanın sermayece en âlâ hayvandan yüz derece ileri olduğu halde, dünya lezzetlerinden istifade noktasında serçe kuşu gibi bir hayvandan yüz derece aşağı düştüğü kaydedilir. Bunun sebebi ise şöyle açıklanır:
“Çünkü her gördüğü lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve her bir lezzetin dahi elem-i zevâli, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil; elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder.”(1)
Öte yandan, “lezzet” denilince sadece bedenî zevkleri anlayan kişi, sadece hayvanî lezzetlere nazar etmiş, gerçek zevk olan kalbî hazları, vicdanî lezzetleri ikinci plana atmıştır. Bu haliyle, hayvanî zevkleri en ileri seviyede tadabilse de yine hayvandan yüz derece aşağı bir zevk alır. Çünkü ruhanî lezzetler, cismanî lezzetlerden binler derece daha ileridir.
Konunun bir başka yönü ise şu âyet-i kerîmeye bakmaktadır:
“… Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hattâ daha sapıkdırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” (A’raf, 7/179)
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Makam.
İman ve taat dairesinden çıkan bir Müslüman,
"Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir."
"Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi (a.s.) tanımaz ve Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez.”(1)
a. Burada “diğer peygamberlerden” maksat, İncil’de haber verilen peygamberlerdir. Bir Hristiyan, Peygamber Efendimizi (asm.) tanımasa da onları tanıyabilir. Bu tanımadan fayda görüp görmeme meselesine gelince, Peygamber Efendimiz (asm)'den sonra, tâ kıyamete kadar bütün insanlar, peygamber olarak Onu (asm.) tanımakla mükelleftirler. Bugünkü Hristiyanlar, Hz. İsa’nın (as) ümmeti değildirler. Çünkü bugün artık Hz. İsa’nın (as) peygamberlik vazifesi geçerli değildir.
Peygamber Efendimiz (asm)'den sonra dünyaya gelen insanlar inanç yönünden iki grupta mütalaa edilirler: Ümmet-i davet ve ümmet-i icabet.
Kur’ân’a ve Peygamberimize (asm) inanan müminler ümmet-i icabettirler. Diğer bütün insanlar ise ümmet-i davettirler. Yani, bugünün Müslümanları, bilhassa ilim sahasında selahiyetli zevat, onları İslâm’a davet etmekle mükelleftirler.
b. Bugün Hristiyan dünyasındaki birçok kimse teslise inanmıyor. Bu asrın insanını artık üç ilah safsatası tatmin etmiyor. Bunların kahir ekseriyeti artık dinsiz bir hayatı tercih ediyorlar. Az bir kısmı ise Hristiyanlığı kabul etmemekle birlikte, kendi aklını kullanarak bu âlemin mutlaka bir sahibi, bir yaratıcısı olması gerektiğine inanıyorlar.
Kurtulma meselesi ayrı bir konudur.
“Allah hiçbir nefse gücünün üstünde bir yük yüklemez...” (Bakara, 2/286)
âyetinin hükmü her zaman ve her konuda geçerlidir. Bu konuda da insanlar İslam’ı tanımaya ne ölçüde güç yetirebileceklerse o nisbette mesul olurlar. Bütün insanlık âlemini bu yönden tek tek tahlil etmek bizim gücümüzü çok aşar. Hakikat-ı hali ancak Allah bilir.
c. Bugünün Hristiyan dünyasını, ne tahrif olmuş İncil ne de toplumdaki tesirleri çok azalmış olan papazlar değil, toplumun kendi görüş ve tecrübelerinin mahsulü olan “prensipler” yönlendirmektedir. Bu prensiplere herkes büyük bir hassasiyetle uyar. Bunlara uymamanın neticesi, beşerî kanunların muktezası olan cezalardır. Bu prensiplere hassasiyetle uyan insanların ruhlarında, zaman içinde, bazı güzel hasletler yerleşir; insan haklarına riayet etmek, yalan söylememek, işine zamanında gelmek, sözünde durmak, aldığı vazifeyi tam olarak yerine getirmek gibi. Bütün bunlar din kaynaklı değildir. Yani, bunlara uyan kimse, “uymasam günahkâr olurum, âhirette ceza görürüm” gibi bir endişe taşımaz. Tek endişesi, kanunlar karşısında suçlu olmak ve cezalandırılmaktır.
d. Sualde geçen şu nokta çok mühimdir: “Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor.”
Batı insanında kanunların, toplum yapısının, genel kültürün koyduğu esaslar yerine bir Müslüman’da İslâm’ın koyduğu esaslar hükmeder. Müslüman, bir haksızlık yaparken bunun haram olduğunu bilir ve bu bilgisine rağmen o cürmü işlemekle imanında bir zafiyet meydana gelir. Kur’ân'ın koyduğu temel hükümlere, Resulullah Efendimizin (asm) tebliğ ettiği esaslara rağmen, onlara karşı koyarcasına işlenen haramlar, o insanı zaman içinde dinden uzaklaştırabilir; bununla da kalmayıp din düşmanı haline getirebilir.
Dinden çıkan bir Hristiyan öyle değildir. O, kendindeki güzellikleri dinden değil, toplumun prensiplerinden aldığı için, dinden çıksa da o güzellikleri sürdürebilir. Dinden çıkan bir Müslüman ise bütün bu güzelliklere âdeta savaş açar.
Konuyu şöyle bir tahlil edelim:
Bir insan dinden çıkmışsa, lâik idarelerde bunun farkına bile varılmaz. Kendisi dinsizlik propagandası yapar ve açıkça bir fikir mücadelesine girerse, bu başka meseledir. Böyle bir kimseye de ancak fikir çerçevesinde cevaplar verilir; mesele hukuka yansımaz.
Şer’î idarelerde ise, bir kişinin dinden çıktığı kendisi açıklamadıkça bilinmez. Böyle bir insanın namaz kılıp kılmadığı da fazla bilinmez. Ama kendisi açıkça namaza karşı çıkıyorsa, orucunu alenî olarak yiyorsa ve zekâtını vermiyorsa, bu adam Üstad'ın tâbiriyle “İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat aleti” olmuştur.
Günümüzde, Batılılaşmanın bir neticesi olarak bazı Müslümanlar Batı standartlarına uygun bir hayat sürmekte, günlük hayatlarında İslam’ın hükümleri yerine iktisadî hayatın kaidelerini esas tutmakta, faize rahatlıkla girmekte, stokçuluğu marifet sayabilmekte, İslam’ın kabul etmediği çok farklı yollarla kazanç elde etmekte; bunlarla birlikte Müslüman olduğunu da söylemektedirler. Bugün içtimaî hayatımızda dini İslam, fakat yaşayışı batıl olan birçok insan vardır. Bunların çoğu ciddî bir dinî terbiye görmemişler, anne- babalarının ve çevrenin verdiği bir İslam anlayışıyla hayatlarını sürdürmüşlerdir. Bunlar işlerini yaparken de dinî esaslara uygunluktan çok, toplumdaki umumî gidişatı esas almışlardır. Hayatın gayesini, bir Batılı gibi, menfaat olarak kabul eden bu kişiler, sadece sanata, ticarete ehemmiyet vererek, dini “ikinci, üçüncü planda” düşünmekle, farklı bir Müslüman tipi sergilerler. Bunlar zamanla dinden çıksalar da çoğu kimse bunun farkında bile olmaz. Bu kimseler dinsizliği gaye edinen ve insanları dinden, ahlâktan uzaklaştırarak toplum düzenini bozmaya çalışan anarşist ruhlu dinsizlerden farklıdırlar. Üstad'ın tabiriyle bunlar “adem-i kabul” grubuna girerler, dine karşı lakayttırlar, ama din düşmanlığı gibi bir davaları da yoktur. Bunlar da sanat, ticaret ve sair konularda başarılı olduklarında topluma faydalı olabilirler.
Üstad'ın “kabul-ü adem” dediği “dinsizliği dava edinme ve imanın hilafına bir yol açma” çok daha farklıdır. Din, iman ve ahlâk düşmanı olan anarşistlerden, topluma zarardan başka bir şey gelmez. Bundandır ki İslamî yönetimlerde bu gibi kimselere hayat hakkı tanınmaz.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
"İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval dahi, mesela elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar." (Sözler, On Üçüncü Sözün İkinci Makamı)
Helal dairesi bir insanın bu dünyada mutlu ve keyif içinde yaşaması için yeterlidir, haramlara girmeye lüzum yoktur.
Mesela, etler içinde inek, koyun, deve, keçi, tavuk, türlü türlü kuş etleri helal kılınmış iken, sadece domuz eti ve vahşi ve yırtıcı hayvanların etleri haram kılınmış. Görüldüğü gibi helal dairesi daha geniş daha fıtri daha lezzetli iken haramlar hem az hem gayr-ı fıtri hem de sağlıksız şeylerdir.
Yine içecekler içinden başta su, süt, bütün meyve suları, ayran, şerbetler helal kılınmışken insana ve sağlığına zararlı olan alkol yasaklanmıştır. Burada da helal dairesi keyfe kâfi ve daha geniştir.
Ayrıca haram lezzetler içinde peşin cezalar ve azaplar konulmuş bir gram lezzet verirken, arkasından tonlarca azap ve acıya vesile oluyorlar.
Mesela, içki içmekten cüzi bir lezzet alır ama arkasından sağlığını kaybeder, trafik kazalarına sebep olur, yuvası dağılır, asayişi bozar. İçkinin dünyevi sayılamayacak kadar zararları vardır ki bir gram lezzet için on ton azabı kabul etmek akıl kârı değildir. Uhrevi cezalarından hiç bahsetmiyoruz bile.
Ömrünü haram ve günahlar içinde geçiren bir adama elli sene sonraki vaziyetini sinema ile gösterme imkânımız olsa idi, kabirde çektiği şiddetli azaba bakıp şimdiki güldüklerine nefret edip ağlayacaktı.
Madem hakikat bu şekilde helal dairesindeki keyifle yetinip haramlardan uzak durmalı, ebedi saadetimizi mahveden günah ve kirlerimizden tövbe ve istiğfar ile arınmalıyız.
İlave bilgi için tıklayınız:
Helal dairesi, insanın bu dünya hayatında da mutlu ve huzurlu olabilmesi için yeterlidir, harama girmeye lüzum yoktur. Yani insan iman edip helal dairesinde yaşarsa, hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olur. "İslam, insanı dünya hayatından mahrum eder, sadece ahiretini imar eder." gibi bir yaklaşım doğru değildir.
Hem helal dairesi haram dairesinden daha geniş daha huzurlu daha zararsızdır. Mesela, içeceklerden sadece alkol haram kılınırken bütün meyve suları, şerbetler, ayran, soda vesaire hepsi helal kılınmıştır. Alkolün zararı bini geçerken helal içeceklerin hiçbirisi zararlı değildir. Haramlar birkaç tane iken, helaller binlercedir; buna rağmen insan helali yeterli görmeyip harama giriyorsa, azabı hak ediyor.
Terbiye-i Muhammediye, denilince, Allah Resulünün (asm.) insanları Kur’ân ahlâkı ile ahlâklandırması, onun hükümlerine itaat ettirmesi, yasaklarından sakındırması, kısacası, insanları Allah’ın razı olacağı kâmil müminler haline getirmesi anlaşılır.
Bütün ömrünü Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak geçiren bir insan, hem dünyada hem de âhirette mesut olur.
İman, başlı başına büyük bir saadettir. Kendini Allah’ın eseri bilmek, bu dünyada onun misafiri olarak yaşamak, onun saadet diyarı olan “cennete layık bir kıymet almak” için çalışmak, takva ve salih amel dairesinde bir ömür geçirmek, ruhunu kötü huylardan uzak tutup, güzel ahlâkla tezyin etmek bu dünyada bir cennet hayatı yaşamak demektir.
Dünya, âhiretin tarlası olduğundan bu sürurlu ve saadetli hayatın âhiretteki meyvesi de “ebedî bir cennet” olacaktır.
"Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak."
"Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahatte gitmiş ise hem dünyada, hem ahirette binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile israfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve manevi elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. ..." (Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.)
Sorular:
a. Daire-i meşruada kalmayan gençliğin; dünyada, kabirde ve âhirette başlarına gelecek belalar ve elemler neler olabilir?
b. Gençlik nimetine şükür olarak; o gençliği iffet, namusluluk ve taatte sarfetmek nazara veriliyor. Bir gencin bu vasıflara sahip olabilmesi için tavsiyeleriniz nelerdir?
c. Hastanelerde, hapishanelerde ve kabristanlarda sıkıntı ve ızdırap çekenlerin ekseriyetinin gençliğini su-i istimal edenler olduğu nazara veriliyor. Bu hususu istatistiklerle teyid eder misiniz?
d. Tefsir ve hadislerden kabir hayatı ile alâkalı bazı bilgiler verir misiniz?
e. Buradaki "ebedî gençlik"ten kasıt nedir?
Cevaplar:
a. Üstadımız bu sualin cevabını “hastanelerden, hapishanelerden, kabristanlardan” sormamızı istiyor. Ölüme ve yaralanmaya yol açan çoğu kavgaların temelinde hep gençlik nimetinin yanlış kullanılması yatar. Hastanelerde yatanların büyük ekseriyeti de, gençliklerinde kapıldıkları kötü alışkanlıkların cezasını çekmektedirler. Bunun en açık misali sigaranın ve içkinin yol açtığı problemlerdir.
Öte yandan, gençlik daimî olmadığı için, bu mevsimde işlenen hatalar, insanın âhir ömründe “ya vicdan azabı ya dostlarından sadakat yerine hıyanet görmek, yalnız başına kalmak, işlediği isyanlarıyla imanı zayıf düştüğünden ölümden fazlasıyla korkmak, devamlı tedirgin ve endişeli bir hayat sürmek” gibi nice manevî elemleri mnetice vermesi de konunun bir başka cihetidir.
Günümüzde birçok insanın bunalıma ve depresyona girdiği, herkesin malumudur. İşte Üstad, evhamlı hastalıklarla bu manevî buhranlara işaret ediyor.
"Evham", insanın aklî melekelerinin zaafından ortaya çıkan manevî bir hastalıktır. Asrımızın en büyük hastalıklarından biri de strestir. Bunun temelinde de israf ve gayr-imeşru hayat vardır.
"İsraf" nimetlerin ölçüsüz ve hesapsızca kullanılmasıdır. Bu nimetler gençlik, sağlık, vakit, mal, mülk şeklinde sıralanabilir. Hayatını ve gençliğini haram dairede geçiren birisi, hem maddî hem de manevî hastalıklara, sıkıntılara ve azaplara müptela olur. Hem sağlığını hem gençliğini hem de hayat sermayesini israf etmiş olur.
b. Risale-i Nur Külliyatı’nda “her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaının iman olduğu” beyan edilir. Buna göre, “iffet, namusluluk ve taatin" de kaynağı imandır. İmanımızı taklitten, tahkike çıkaran Nur dersleri bu noktada bizim için büyük bir ilahî ihsandır; bundan âzamî derecede faydalanmaya çalışmamız gerekir.
Öte yandan, Üstad'ımızın şu çok önemli tespitini de daima hatırlamamız gerekir:
“Zaman şahs-ı manevi zamanıdır.”
Bu tespitin devamında, bir şahsın dâhi derecesinde bir kabiliyete de sahip olsa cemaatten gelen şahs-ı maneviye karşı mağlup düşebileceği kaydedilir. Bu noktadan hareketle diyoruz ki, bir gencin kendini bu fitne ve fesat hareketleri karşısında korumasının vazgeçilmez yolu, kendi gibi düşünen gençlerle birlikte olmak, cemaat halinde hareket etmektir. Bugün başta Nur talebeleri olmak üzere İslam’a hizmet eden bütün hamiyetli insanlar birer şahs-ı manevî halinde çalışmakta ve mensuplarını bu sayede koruyabilmektedirler.
İnsanların nefislerine hitap ederek kirli kazanç elde edenlerden, ülkemizi geri bırakmaya çalışan dış mihraklara kadar geniş bir kitle, gençliğimizi ifsad etmek için bütün güçleriyle çalışıyorlar. Böyle bir vasatta “iffetli ve namuslu yaşamak”, küfür ve isyan yoluna girmeyip iman ve ibadet yolunda yürümek ancak bir şahs-ı maneviye dâhil olmakla ve onun içinde gayret göstermekle mümkündür.
c. Türkiye İstatistik Enstitüsü İnternet Sitesinde yayınlanan “Hükümlüler İstatistiklerine” göre, 1998-2008 yılları arasında hüküm giyenlerin, yaşlara göre dağılımı aşağıdaki gibidir:
14 ve daha küçük 663 % 0.01
15-17 6946 % 0.7
18-24 166.845 % 18.0
25-34 307.685 % 33.1
35-44 265.667 % 28.6
45-54 132.945 % 14.3
55-64 37.356 % 4.0
64 + 11.215 % 1.2
Buna göre bir suçtan hüküm giyen 18-34 yaşları arasındaki gençlerin oranı % 51.1’dir. Buna, 35-44 yaş grubunu da eklediğimizde (yani 18-44 yaş), bu oran % 79.7’ye varır.
Gençlik yaşının son sınırını 40 kabul etsek ve yaklaşık bir hesapla 35-44 yaş grubundakilerin yarısını (28.6 / 2 = % 14.3) gençlere aktarsak, hükümlü gençlerin oranı 51.1 + 14.3 : % 65.4 olur.
d. Tefsir ve hadislere göre kabir hayatı:
Kabir azabı, dünya ile âhiret arası bir geçiş dönemi olan “berzah âleminde” verilecektir. Bu âlemde görülecek muameleler çok çeşitlidir. Şehitler kendilerini ölmüş bilmeyecekler, ilim tahsil ederken vefat edenler de hükmen şehit olup onlar da o âlemde tahsillerine devam edecekler, güzel ameller “hoş kokulu çiçekler ve sevimli arkadaşlar” şeklinde temessül ederek mü’mine zevk ve haz verecekler, kötü ameller “canavarlar şeklinde” amel sahibini korkutacak ve ona azap vereceklerdir.
Kur’ân-ı Kerim'de, “berzah” kelimesi birkaç kez geçmekle birlikte, kabir hayatı hakkında en açık bilgi Mü’min Sûresinin 46. ayetinde verilir. Bu ayette, Firavun ve hanedanının her gün, sabah-akşam ateşle azap olundukları haber verilerek, kıyamet koptuğunda onların en şiddetli azaba atılacakları beyan edilir. Tefsir âlimleri, kıyamet kopuncaya kadar, her gün sabah-akşam verilen azabın “kabir azabı” olduğunda ittifak ederler. Bu azabın, sadece Firavun hanedanına mahsus olmayıp, bütün küfür ehli ve isyankâr insanlar için de geçerli olduğunu belirtirler.
"Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de: 'Firavun'un hanedanını azabın en şiddetlisine sokun.' denir." (Mü’min, 40/46)
Üstad Hazretleri, Kur’ân'ın birinci tefsirinin “hadis” olduğunu söyler. Berzah âlemi ve kabir azabına dair birçok hadis-i şerif vardır. Onlardan birkaçını aşağıda takdim ediyoruz:
"Kabir, ahiret menzillerinin ilkidir. Bir kimse o duraktan kurtulursa, sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulmazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır."(1)
Resulullah (asm) iki kabre uğradığında:
"Hiç şüphesiz, bunlar azap görüyorlar. (Gözlerinde) büyüttükleri bir şey hakkında azap görmüyorlar. Evet, o günah büyüktür. Biri (iki kişinin arasını bozmak için) söz taşırdı. Diğerine gelince, idrar(ının üzerine sıçrayıp bulaşmasın)dan sakınmazdı." buyurdu.(2)
"Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: Cennet ehlinden ise, cennet ehli makamlarından bir makam; cehennem ehlinden ise, cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: Burası senin (ebedî) durağındır. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir, denilir."(3)
"İnsan öldükten sonra kabre konulunca Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek 'Rabb'in kimdir?', 'Peygamberin kimdir?', 'Dinin nedir?' diye soracak, iman ve güzel amel sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak gösterilecektir. Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılarak cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münafıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken müminler nimetler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir."(4)
e. Üstadımızın “ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak” ifadesi, cennette “hastalanma ve yaşlanma” gibi rahatsızlık verici hallerin olmayacağını ders vermektedir.
Hz. Enes’ten yapılan rivayete göre Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Cennet halkı kıyamet günü Âdem’in suretinde, otuz üç yaşında, bıyıklı, bedenleri kılsız ve kara gözlü bir sima hâlinde haşr edilirler. Sonra cennette bulunan bir ağacın yanına götürülürler ve ondan elbise giyinirler, artık ne elbiseleri eskir ve ne de gençlikleri kaybolur.”(5).
Dipnotlar:
1) bk. Tirmizi, Zühd 5; İbn Mâce, Zühd 32.
2) bk. Buhari, Vudu, 56; Müslim, Taharet, 34; Nesai, Cenaiz, 166.
3) bk. Buhârî, Sahih, Cenaîz, 88; Müslim, Cennet; Tirmizî, Cenâiz; lbn Mâce, Zühd, 32.
4) bk. Tirmizî, Cenaiz, 70.
5) bk. Kenzu’l-Ummal, H. No: 39383.
İman etmeyen bir insan, bu kısa dünya hayatında tadacağı kısacık zevk ve lezzetlerden binler derece fazla elemlere ve kederlere maruz kalır.
İmandan mahrum olmamakla birlikte, yaptığı isyanlarla kalbi gittikçe kararan bir kişinin nefsi gitgide güçlenir, buna karşılık kalbi zayıf düşer. Öyle bir noktaya gelir ki, artık o kişinin imanı hayatına yön veremez olur. Ruh ülkesinde hüküm, nefs-i emmarenin eline geçer. İnsana dilediğini yaptırma gücüne sahip olan böyle bir nefis, o kişinin imanını isyanlara karşı koyamayacak kadar zayıflaştırır. Ruha bağlı olan beden de nefsin sürüklediği istikamete gitmeye mecbur olur. İşte “isyan ile o iman tesir etmezse” ifadesi bu hali anlatmaktadır. Böyle bir kimse de imansızlığın verdiği aynı elemleri çeker.
İnsanın yaratılışında akıl ve fikir olduğu için, mazi ve müstakbeli düşünebiliyor. Yani bu fikrî alâkadarlık onun fıtratında var.
İman nazarı ile bakılırsa, gelecek zaman, bir ikram ve nimetler şerididir. Bu düşünce ve inanç insanı hem rahatlatır hem de ona ulvî bir zevk verir.
Küfür ve gaflet nazarı ile bakıldığında ise, gelecek zaman karanlıklı ve musibetlerle dolu görünür.
Mü’min olan insan, musibetleri Allah’tan bilir ve sabretmek şartıyla büyük kazançalar getireceğine inanarak tevekkül eder. "Kadere iman eden kederden emin olur." cümlesi, bu inceliği ders veren güzel bir kaidedir.
Burada insanı hayvandan ayıran çok mühim bir hususiyet nazara veriliyor. Eğer insan bu dünyaya sadece yemek içmek ve zevk almak için gelmiş olsaydı, ona akıl verilmezdi. Zira, akıl geçmişte olan hüzün verici hâdiseleri insana hatırlatmakla ve gelecek için bir şeyler yapması gerektiğini ihtar etmekle onun hazır lezzetini bozuyor, acılaştırıyor.
Bundan anlaşılıyor ki, insan geçmişi düşünmek, bilhassa da anne rahminde geçirdiği safhalarını, bebekliğini, çocukluğunu düşünmek suretiyle Allah’ın ona ettiği ihsanları hatırlamak, daha sonra ihtiyarlığı, ölümü, kabri, âhireti düşünmek suretiyle, ebedî saadeti için bir şeyler yapmak mecburiyetindedir. Onun aklı bunu emretmektedir; vicdanı bunu emretmektedir; ona o aklı ve vicdanı veren Rabbi de bunu emretmektedir.İnsanın aklı hem mazi hem de istikbal ile alâkadardır; ona bu iki zaman dilimini hatırlatarak, maziden ders alıp istikbale hazırlanmasına yardım eder. Burada ayrı bir mesaj verilmektedir:
Ehl-i dalâlet ve gaflet, maziyi düşündüğünde onu hiçlik olarak düşünür, ölmüş ebeveyninin, dedelerinin, ninelerinin ve diğer bütün sevdiklerinin hiçliğe gömüldüklerini zanneder. Âhirete itikat etmediği için kendisini de istikbalde aynı yolun yolcusu olarak görür. O da bir gün yok olacak, gelecek nesillerce unutulacak, yokluğa gömülecektir. Kendi varlığından ve bütün sevdiklerinden bu ebedî ayrılık, onun ruhuna zulmetler verir.
Burada “zulmet” kelimesinin kullanılması, “İman hem nurdur hem kuvvettir.” cümlesiyle yakından alâkalıdır. İmanlı bir kişi için kabir “zulümatlı bir kuyu ağzı” olmadığı gibi, “kabir tünelinin” öbür ucu ebedî hayata çıkmaktadır ve ebedî bir cennet onu beklemektedir. Bu itikad, o mü’mine ayrı bir kuvvet verir ve dünya hayatını saadet içinde geçirmesini temin eder."Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında madumdur, ölmüştür; akıl alakadarlığıyla ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine madumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvi ve manevi ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor." (Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Birkaç Biçare Gençlere ...)
Kâfir ahireti ve sonsuz hayatı inkar ettiği için onun nazarında geçmişte yaşanılan şeyler yokluğa ve hiçliğe gitmiş, gelecek ise henüz gelmediği ve gelmesinin de garantisi olmadığı için yok hükmündedir. Dolayısı ile kâfir açısından geçmiş ve gelecek koca bir hiçlik ve yokluk kuyusudur.
Geçmişte yaşadığı anılar yokluğa gitti. Ölmüş olan anne, baba, ebe, dede, evlat vs. yokluk ve hiçliğin derin ve karanlık kuyusuna atılmışlar ve onların özlem ve hasreti kalp ve ruhunda derin yaralar açmıştır.
Küfür öyle acı veren bir hastalık ki kâfirin geçmiş ve gelecek bütün dünyasını karanlığa ve hiçliğe gömüyor, dünyasını zehir ediyor. Kafir bu hallerden kurtulmak için kendini ya sarhoşluğa ya gaflete sebep olan uğraşlara veriyor.
İman ise bir nurdur, kalbe girdiğinde kişinin geçmiş ve geleceğini aydınlatıp sonsuz hayatın nurlarını gösteriyor. Ölümün bir yokluk ve hiçlik değil, ebedi saadetin başlangıcı olduğunu gösteriyor.
İmanın; hayata hayat olması:
Evvela "imansız bir hayatın ölümden farksız olduğunu" hatıra getirir. Hayvanla insanın mukayesesini yaparak şöyle diyebiliriz:
Akılsız hayat, hayat değildir, yani hakiki manada bir hayat sayılmaz. Hayvanlar akılları olmadığından, sadece belli şeyleri ilham yoluyla bilmenin ötesinde, ne bu kâinat ne de kendi varlıkları hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdir. İmansız bir insan da sadece bu kısa dünya hayatını bilir, ebedî âlem hakkında hiçbir bilgisi ve inancı yoktur. Bu âlemin de sadece maddesini görür, ondan elde edeceği menfaatleri düşünür. Bu varlık âleminin, ilahi isimlerin tecellileri olduğundan gafildir.
Allah’ı düşünmeksizin, sadece eşya ile alâkadar olmak da hakiki manada bir hayat sayılmaz. İman hayata hayat olunca, insan kendisini Allah’ın en mükemmel eseri olarak gördüğü gibi, ona hizmet eden mahlukatı da yine Allah’ın askerleri olarak değerlendirir. Bu muhteşem ordular ona ancak Allah’ın emriyle ve ihsanıyla hizmet etmektedir. Arzın halifesi unvanıyla yeryüzünde tasarruf eden bu insanın, hayattan aldığı manevi haz ve lezzet, imansız bir kişinin sadece maddeye ve menfaate müteveccih lezzetleriyle mukayese edildiğinde bu ikincisi, birincinin yanında ölü gibi kıymetsiz kalır.
İmanın nuruyla mazi ve müstakbelin ışıklanıp vücud bulması:
İman nuru, insanın bu dünyada kısa bir süre imtihan geçirip kabir, mahşer, mizan, sırat safhalarından sonra, inşallah, ebedî saadete ereceğini gösterir. Ölüm hadisesiyle bedenden ayrılan ruhun, kabir âleminde de hayatını devam ettirdiğini bildirir. Yani, iman nuru hem maziyi aydınlatır hem de istikbali. Mazi derken, kâinatın yaratılışından, Âdem babamızın yaratılmasına ve onun torunlarıyla dünyanın asırlarca şenlenip bu güne kavuşmasına kadar geçen bütün zamanlar anlaşılır.
Allah’ın bu kâinatı altı devrede yarattığı, dünyanın uzun süre bitkilerle, sonra hayvanlarla dolup taştığı, en sonunda ise arza halife olmak üzere insanın yaratıldığı, mazide insanlık âleminin büyük imtihanlar geçirdiği gibi insan aklının kendi başına bilemeyeceği nice hadiseler imanın nuruyla aydınlanır ve mü’minin malumu olurlar. Ve mümin, maziyi böyle bilmekten ulvi ve manevi bir zevk aldığı gibi, aynı nur ile istikbali de bütün tafsilatıyla bilir ve kendini bu kısa dünya hayatında o ebedî âlem için hazırlar.
"Sağ Cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Binaenaleyh felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. … Fakat iman gözlüğü ile o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sâkinleri daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor."
(…)
"Sol Cihet: Yani, gelecek zamana felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman; bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir. Fakat iman gözlüğü ile bakılırsa, Cenab-ı Hakk'ın Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm'in insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz me'kûlât ve meşrubata zarf olan bir maide ve bir sofra-i Rahmanî şeklinde görünecektir. Ve binlerce 'Elhamdülillah' okutturarak tekrar ettirecektir." (Şuâlar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'dan İkinci Bab.)
Bu dünya gölgeler âlemi; âhiret asıl…
Bu dünya fanilik âlemi; âhiret bâki…
Bu dünya imtihan meydanı; âhiret saadet diyarı…
Bu dünya âhiretin tarlası; mahsuller orada alınacak…
Dünyanın mahiyetini böylece nazara aldığımızda, ondan bekleyeceğimiz lezzet ve zevk de “gölge zevk” ve “fani lezzet” olur. Hakiki zevk, ebedî olandır.
“Ahiret daha hayırlı ve bâkîdir.” (A’lâ, 87/17)
İman hayata hayat olursa, yani hayatımız imanla nurlanır ve canlanırsa, o iman sayesinde kalbimizin, ruhumuzun alacakları zevk ve lezzetler de ayrı bir keyfiyet kazanır.
Üstadımız, namazın; “bu fani misafirhanede bakiyane bir sohbet” olduğunu ifade ediyor. Buna göre, bu fani dünyada da o asıllar âleminin zevklerinden bir nebze olsun tadabileceğimiz anlaşılır.
Bunun ilk adımı ve temel şartı imandır. İman ile insan kalbi, bütün âlemlerin Rabbine teveccüh eder. Allah’ın kulu olmanın, O’nun eseri ve bu dünyada O’nun misafiri olmanın zevki, fani lezzetlerle kıyaslanmaz; bu zevk, gölge değildir, asıldır. Zira bu zevk, günün birinde kaybolup gidecek olan bedenimize ait bir haz değil, bâki olan ruhumuza mal olmuş ve onunla birlikte devam edecek bir lezzettir.
Üstad Hazretleri kalbin “âyine-i Samed” olduğunu ifade eder. Samed, “her şey ona muhtaç. O ise hiçbir şeye muhtaç değil.” demektir. Bir çiçek de Allah’a muhtaçtır, bir böcek de. İnsan bedeni de bir yönüyle bunlara benzer, o da bütün bir kâinata muhtaçtır. Ama insan kalbi, “Samed” isminin en büyük, en derin ve en geniş aynasıdır. Zira, insan kalbi kâinat ve içindekilerle değil, onların yaratıcısına iman ile ve O’nu anmakla tatmin olabilmektedir.
“...Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı zikirle tatmin olur.” (Ra’d, 13/28)
âyet-i kerîmesi bu hakikatin en güzel ifadesidir.
Öyleyse hakiki zevk, Allah’a inanmak ve O’nu anmakla insan kalbinde hâsıl olan manevî haz ve ulvî lezzettir.
Allah Bâki’dir, insanın kalbini ve ruhunu da bâki kılmıştır. Ruh da onun ihsanıyla bâkidir. İşte imanın verdiği zevk, bu bâki ruhun Bâki olan Allah’a iman ile onun marifetinde yol almakla kazandığı zevklerdir.
Bu zevklerin çok mühim bir kısmı On Birinci Söz'de güzelce ortaya konulur. “Senin hayatının gayelerinin icmali dokuz emirdir.” diye başlayan bölümde verilen dersleri, bu yönüyle, başlıklar halinde hatırlayalım:
1. Duygularımızla İlahi rahmet hazinelerinin nimetlerini tartıp küllî şükretmenin zevki…
2. Manevî cihazlarımızı kullanarak Esmâ-i İlahiyenin tecellilerini seyretmenin zevki…
3. Ahsen-i takvimde en güzel ve mükemmel bir mahlûk olarak kendimizi diğer mahlûkların müşahedesine takdim etmenin zevki…
4. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a ubudiyet vazifemizi yerine getirmenin zevki…
5. Esmâ tecellileriyle süslenmiş ve mükemmelleşmiş bir mahlûk olarak, bilhassa namaz vakitlerinde, kendimizi Rabbimizin müşahedesine arz etmemizin zevki…
6. Mahlûkatın ibadetlerini, tesbihlerini tefekkür etmenin zevki…
7. Cüz’î sıfatlarımızla Allah’ın küllî sıfatlarını bilmenin zevki…
8. Âlemdeki varlıkların Allah’ın birliğine olan delâletlerini okumanın ve anlamanın zevki...
9. Aczimizi, fakrımızı ve noksanlığımızı iyi değerlendirerek Rabbimizin kudretini, kuvvetini, rahmetini tefekkür etmenin zevki…
Bunların her biri, imanın insan kalbine tattırdığı çok büyük manevî lezzetlerdir.
Dersin devamında hayatın saadet içindeki kemaline geçilir ve şöyle buyrulur:
''Şimdi hayatının saadet içindeki kemâli ise: Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî'nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i Nurunu yerleştirmektir.”(1)
İmanın zevkine varmak, onu inkişaf ettirmek ve muhafaza etmek için iki mühim esas vardır: Salih amel ve takva.
Dünya işlerinde muvaffak olmanın da yolu bu esaslara uymaktan geçer. Yani, insan, bir gayenin tahakkuku için hem bütün gücüyle çalışacak, hem de ona zarar verecek yanlışlıklardan hassasiyetle sakınacaktır.
Salih amelin ölçüsü, Allah Resulünün (asm.) işlediği bütün güzel amelleri yapmaya çalışmak; takvanın ölçüsü ise, bütün kötülüklerden onun (asm) sakındığı gibi sakınmaktır.
İşte, “Hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.”(2) cümlesinde bu esaslar güzel bir şekilde ders verilmiştir. Bir hayat, iman ile kemale erer ve canlılık kazanırsa, onu salih amel takib eder; “feraizle ziynetlendirmek”, yani farzları işlemekle onu daha da güzelleştirmek vazifesi başlar. Kazanılan bu nimetin kaybedilmemesi ve bu güzelliklerin çirkinliğe dönüşmemesi için de takvaya, günahlardan çekinmeye ihtiyaç vardır.
Üstad'ın bu ifadesinde şöyle bir işaret de olabilir:
“Nasıl cansız bir cisim, hiçbir iş göremezse, iman ile hakiki manada canlılık kazanmayan bir hayat da manen ölü gibidir; ondanda ne farzların işlenmesi beklenebilir, ne de günahlardan sakınılması.”
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. age., On Üçüncü Söz.
"Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango -fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren- dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya 'Gel, idam biletini al, darağacına çık.' veyahut 'Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al.' demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki:
'Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakin gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat'î biliniz.' dedi."(1)
Piyango bileti, burada iman ve amel karşılığında ihsan edilen ebedî cennet hayatını temsil ediyor. Darağacı kabir, insanların onda asılması ise ölümdür.
Hakikat bu olduğuna göre, piyango kelimesini, cennetin amel ile kazanılamayacağı, ilahî bir ihsan olduğu şeklinde anlamamız gerekir. Yani, piyango bileti alan bir kimseye büyük meblağda bir ikramiye çıktığında, “Ben bu parayı bilet almakla kazandım.” diyemez. Bilet alma gibi cüz’î bir fiil, o kadar servetin kazanılmasına kâfi gelmeyeceğinden, bu servet bir piyango ikramiyesi olarak düşünülecektir. Bizim bütün ibadetlerimiz de cennetteki ebedî saadeti elde etme noktasında bir bilet alma gibidir.
Buna göre, burada geçen “piyango” kelimesini, bir şans oyunu olarak anlamamız hakikatle bağdaşmaz. Bir kısım insanlar cennete şans eseri olarak girmeyecekleri gibi, bir kısmı da yine o ebedî saadeti şans eseri kaybedecek değillerdir.
İman ve salih amel cenneti, küfür ve isyan da cehennemi netice verir. Ancak, arz ettiğimiz gibi, yapılan ibadetlere karşılık cennetin ihsan edilmesi piyango ile servet kazanmaya benzer. O ibadetler cennet için kâfi değildir. Üstad'ın da ifade ettiği gibi “Cennete girmek mahz-ı fazıldır.” yani sadece İlahî bir ihsan ve lütuftur.
Mü’min için kabir, darağacı değil, ebedî saadetin başlangıcı, nuraniyetli âlemlerin kapısı, cennetin intizar salonu ve ilk adımıdır.
Büyük ikramiye ise, insanın mahşer meydanında aldığı berat senedidir, yani amel defterinin sağdan verilmesine kinayedir, bundan daha büyük bir ikramiye düşünülemez.
Sualde geçen, “saadet-i sermediyenin bileti ve vesîkası olan imân” ifadesiyle açıkça ortaya konduğu gibi cennete girmenin bileti, vesikası, vesilesi “iman”dır. Daha sonra, bu bilet için "mukadderat-ı beşer piyangosu" denilmiştir. Bunun saadet-i ebediye hazinesinin bileti olduğunu, bunu da bütün peygamberlerin, evliya ve asfiyanın haber verdikleri belirtilmiştir. Bu ilahî elçilerin ve hak dostlarının hepsinin ittifak ettikleri nokta, cennete ancak iman edenlerin girebilecekleri, cennetteki mertebelerin ise salih amele göre tahakkuk edeceğidir.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
"'Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al.' demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi."(1)
Burada “adam” ifadesi "insan" anlamında kullanılıyor. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre "adam" kelimesinin birinci anlamı "insan", ikinci anlamı ise "erkek kişi" demektir.
Lakin burada “adam” kelimesi cinsiyeti değil bir duruşu tanımlamaktadır. Duruş da kötülüğe davet eden ile iyiliğe davet eden anlamındadır. Kötülüğe davet eden adamın kadın olması, bu asırda ekser günahların kadınlar vesilesi ile işlenmesine kinayedir.
Adam olmak, adam gibi iş yapmak, adama benzemek; bu deyimlerin talep ettiği davranış kalıpları bir cinsiyeti vurgulamaktan ziyade, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, olumlu davranışları ifade ediyor.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
Üstad Hazretleri İkinci Lem’ada "Her bir günah içinde küfre giden bir yol var." buyurarak, bu hakikati misâllerle açıklar.
İnsan fısk ve günah vadisinde ilerledikçe bu menhus yolculuğa alışır; ona tiryaki olur. İnsana her türlü çirkin işleri yaptıran, onu günah bataklığına sürükleyen şeytan; “Artık senden adam olmaz, Allah bu kadar büyük günahları affetmez.” diyerek, ona tövbe kapısını kapatmak ister.
Allah Resulü (asm.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
“Kul, bir günah işlediği zaman, kalbinde bir kara leke hâsıl olur. Tövbe ettiğinde kalp temizlenir, parlar.”(1)
Şeytanı dinleyen ve nefsine mağlup olan insan, kusurunu görmek istemez; görse de avukat gibi kendini savunur. Günah bataklığına dalan insan tövbe ve istiğfar etmezse, bu hal onu inkâra kadar götürebilir.
Günahlara müptela olan bazı gençler; “Yaşımız genç, ileride tövbe ve istiğfar ederiz.” deyip kendilerini avuturlar. Hâlbuki ecel gizlidir, ne zaman geleceği belli olmaz. "Erteleyenler helak oldu."(2) hadîs-i şerîfi bu noktada büyük bir ikazdır.
İnsan âciz ve zayıf olarak yaratıldığı için, nefis, şeytan, kötü arkadaş ve muhitin de tesiriyle bazen istikametten sapabilmekte ve günahlara dalmaktadır.
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
"Günah işlediğin zaman, karşılığında onu mahvedecek sevap işle!"(3)
Evet, rahmeti nihayetsiz olan Allah, kendisine şirk koşulmasından başka bütün günahları affedebileceğini beyan etmiştir. Bir mümin, işlediği günahları hafife almaz ve helâl görmezse, imandan çıkmaz. Tövbe etmeden ölse de imanlı ölmek şartıyla Allah dilerse onu affedebilir. Cenâb-ı Hak, şirk üzere ölenlerden başka, küçük ve büyük günahları kulun tövbe etmesiyle affedeceğini şöyle ifade buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar.” (Nisa, 4/116)
Dipnotlar:
(1) bk. İbn Mâce, Zühd 29.
(2) bk. Müsned, 1/129; Mecmau’z-Zevaid, 5/172.
(3) bk. Gazali, İhya, 4/65.
"İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir."(1)
“Aynen zâhiren göründüğü gibi düşer”, yani görünüşte kabir, insanı yokluk karanlığına atan zulümatlı bir kuyudur. İmansız birine göre kabir çok dehşetlidir, çirkindir, yüzü soğuktur. Halbuki, aynı kabir bir mü’min için darağacı değil, ebedî saadetin başlangıcı, nuraniyetli âlemlerin kapısı, cennetin intizar salonudur.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
"İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru dairedeki gençliğin sefahetkârane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel celladı başını kesmek için gelebilir." (Sözler, On Üçüncü Söz)
Burada gaflet içerisinde olan ve aklını başına almak istemeyen ve akibeti görmeyen gençlerin uyanması için Üstadımız ciddi telkinlerde bulunmaktadır. Ölüm haktır ve muhakkaktır. Ne zaman ecel gelecek onu da Allah'tan başka kimse bilmez.
Öyleyse ecelin ne zaman geleceği belli olmadığı için, hayatımızın her aşamasında ve durumunda teyakkuz içinde olmalıyız. Ölümü ihtiyarlara yakıştırıp gençliğimizi gaflete atmamalıyız.
Çünkü ölüm insanı bazen anne karnında bazen bebeklikte bazen gençlikte bazen yaşlılıkta da bulabiliyor. Gençliğimize güvenip ölümü kendimizden uzak görmek, çok büyük bir gaflet ve yanılgıdır.
Kur’an, kainat ve insan tevhidin üç büyük delilidir. Ve bu deliller arasında sıkı bir bağ, kuvvetli bir ilişki mevcuttur. Biri, diğeri olmadan olmaz. Zaten Kur’an, kainat ve insan delili üzerinden tevhidi ispat ediyor.
Yani Kur’an kainat ve insan delilinin nasıl okunacağını gösteren bir rehber bir kılavuzdur. Dolayısı ile İslam alimlerinin sadece Kur’an okuyup kainat ve insanı ihmal ettiği yönünde bir tez mümkün değildir.
Kur’an’ın sureleri ve ayetleri hep kainattan bahseder ve onları referans gösterir. Hatta öyle ki surelerinin ismi de çoğunlukla kainatın içindeki varlıklardan oluşmaktadır. Yıldız, inek, karınca, arı bunlardan bazılarıdır.
Diğer hususa gelince, mucizelerin nakli konusunda sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin dönemindeki alimler, belli bir ilmi disiplin içinde olayları nakletmişler ve bu nakli belli bir usul ve çerçeve içinde yapmışlar. Tanık oldukları mucizeleri alelâde bir kulak rivayeti şeklinde yapmamışlar.
Rivayet eden kişinin güvenilirliği, ravi zincirinin tutarlı olup olmadığı, ravilerin sayısı ve kronolojik analizi gibi birçok konu cerh ve tadil ilmi adı altında bir disiplin olarak geliştirilmiş ve sonraki nesillere bu titiz çalışma ve analiz sonucu aktarılmıştır. Ve her alim bu olayı kendi çerçevesinden tahkik edip ondan sonra onaylamıştır. Yani alimler birbirisini körü körüne taklit ederek bu güvenilir dememiştirler.
Hatta öyle ki bazen kendi aralarında çok hararetli fikri tartışmalar ve çatışmalarda olmuştur. Ama alimler arasında genel bir konsensüs de oluşmuştur. Üstadımızın bahsettiği ittifakta böyle içi dolu ve tutarlı bir ittifaktır. Tartışmaya açılmamış nesilden nesile körü körüne taklit edilmiş bir örf, bir anane bir töre değildir hadis ilmi.
Hatta bir sonraki nesil bir öncekinden daha da ileri giderek, olayları daha etraflı daha sıkı bir denetime tabi tutmuştur. Çünkü olayın içindeki birisi dışarıdan kuş bakışı şeklinde gören birisinden daha etraflı daha kapsamlı göremez.
"Gençler ekseriyetle suiistimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz." (Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam)
Gençlik ve hayatımızı günah ve haramlarda sarf etmenin büyük bir bela ve cezayı netice verdiğini anlamanın ve görmenin yolu, dünyadaki neticelerine bakmaktır. Yani gençliğini kötüye kullanan insanların sonu ya hastanede ya hapishanede ya meyhanede ya da kabir azabında son bulur. Bunun en kati delili hastane, hapishane ve meyhanedekilerin ekserisinin buralara düşme gerekçesi olarak gençlikteki hatalarını göstermeleridir.
İnsan bedeni gıdasız ve besinsiz kalınca nasıl maddi hastalıklara maruz kalıyorsa, aynı şekilde ruhi ve psikolojik rahatsızlıkların temelinde de manevi gıdasızlıklar ve günahlardan gelen zehirlenmeler çok etkilidir. Herkes aynı sıkıntıya maruz kalacak diye kesin ve kati bir hüküm yok, ama genellikle durum budur.
Üstelik burada sadece ruhi hastalıklardan bahsedilmiyor. Bıçaklanma, yaralanma, kavga ve uyuşturucu bağımlılığından tevellüt eden hastalıklar vesaire hepsi insanı hastaneye düşürüyor ve geneli de gayrimeşru şeylerin neticesidir.
Kalp, ruh ve vicdan iman, ibadet ve güzel ahlak ile beslenmez ise kişi hem dünyanın ağır yükünden kurtulmak, hem ruhun açlığının ıstırapından kurtulmak hem de aklın tacizini susturmak için ya kendini eğlence ve gaflete atacak ya da meyhanede teselli arayacaktır. Meyhane genellikle dertler ile özdeşleştirilir, bu sebeple meyhane ile manevi sıkıntılar arasında doğrudan bir bağ ve orantı mevcuttur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik...
Gençlik ve hayatımızı günah ve haramlarda sarf etmenin büyük bir bela ve cezayı netice verdiğini anlamının ve görmenin yolu, dünyadaki neticelerine bakmaktır. Yani gençliğini kötüye kullanan insanların sonu ya hastanede ya hapishanede ya meyhane de ya da kabir azabında son bulur. Bunun en kati delili hastane, hapishane ve meyhanedekilerin ekserisinin buralara düşme gerekçesi olarak gençlikteki hatalarını göstermeleridir.
İnsan yaşlandığı ve gücü bittiği zaman günah işlemeye zaten mecal bulamaz, öyle ise yanlış ve hataların kahir ekseriyeti gençlikte vuku buluyor. Günah ve hataların membaı ve kaynağı gençlik olduğu gibi, cennetin kazanılması ve ibadetlerin de kemali gençlikte kazanılıyor. Bu sebeple bir insan için en önemli sermaye ve en mühim zaman dilimi gençliktir. Cennet de cehennem de gençlikte kazanılıyor. O zaman en çok dikkat edeceğimiz dönem de gençlik dönemidir.
Hastaneler, hapishaneler, meyhaneler ve kabirler hâl dili ile insanlığa istikamet ve helal dairede gitmelerini haykırıyor. Şayet insanlık bu haykırışa kulak vermez ise, hem dünya da hem ukbada büyük bir sıkıntıya ve azaba düçar olacaktır.
“… Beş on senelik gençliğin gayr-i meşrû zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü 'Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.'"(1)
Berzah; “perde, iki şey arasındaki engel” demektir. Berzah; insanın kabre girmesiyle başlayan yeni bir hayatın, ayrı bir âlemin ismidir. Bu âlemin, toprağın altıyla fazla bir alâkası yoktur. Bedenleri çürüyüp dağılanlar, boğulduklarında balıklara yem olanlar, vahşi hayvanlarca öldürülenler yahut yakılıp kül haline getirilenler de berzah âlemine giderler. Ruhlar bu yeni âlemde, Allah Resulünün (asm.) haber verdiği üzere “ya cennet bahçelerinden bir bahçede” mahşere kadar safa sürerler yahut “cehennem çukurlarından bir çukurda”(1) kabir azabı görürler.
Sakar; cehennemin yedi tabakasından biridir. Bazı tasniflerde ikinci, bazılarında üçüncü veya dördüncü tabaka olarak geçer. Bu tabakaların her birinin azabı farklıdır. Hangi tabakada kimlerin azap göreceğine dair farklı açıklamalar yapılmıştır. En üst ve en hafif tabaka "cehennem"dir. Burada günahkâr Müslümanların ceza göreceği ifade edilmiştir. En alt ve en şiddetli tabaka ise “haviye” olup, burada münafık ve mürtedlerin azap göreceği kaydedilir.
Cehennemin Yedi Tabakası
1. Cehennem (derin kuyu). Azabı en hafif tabakadır.
2. Sair (çılgın ateş). Ateşi ve azabı şiddetlidir.
3. Sekar (kırmızı ateş). Bu daha şiddetlidir.
4. Cahim (yanan kızgın ateş).
5. Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı).
6. Lazy’ (Lâzâ) (alevli ateş.)
7. Haviye (uçurum). Azabı en şiddetli tabakadır.
Cehennem yolunu kendi arzusuyla, bilerek ve severek seçen, ikazlara ve tebliğlere kulak asmayan, başkalarını da bu yanlış yola çekmeye çalışan kimseler hakkında “Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.”(2) buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak, böyle kimselere merhamet etmediği gibi, cehennemdeki azap melekleri de merhamet etmezler, mü’minler de etmemelidirler.
Sualin metninde acımayla alâkalı iki ayrı ifade geçiyor: Birisi, “en acınacak halde olduğu halde”, diğeri “hiç acınmaya müstahak olmaz.”
Birinci grubun halleri acımayı ve imdad koşmayı gerektiriyor, ama zarara rıza ile girdikleri ve hallerinden memnun oldukları için sizi reddettiklerinde artık onlara merhamet edilmeyecektir.
Burada verilen temel mesaj, bu gibi kimselere ölçüsüz şefkat gösteren kimselerin, sonunda kadere itiraz tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceklerini ikaz etmektir. “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez.”(3) hakikatini gözden ırak tutmamak, bu gibi kimselere yersiz acımak yerine, yanlış yollara sapma tehlikesine maruz olanlara şefkat edip onların kurtulmaları için gayret göstermek en doğru, en isabetli ve en faydalı yoldur.
Dipnotlar:
(1) bk. Tirmizî, Kıyamet, 26.
(2) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
(3) bk. age., Lemeat.
Samimi bir tövbe eden kulunu Cenâb-ı Hak affettiğine göre, insanın affetmemesi nasıl olur?
Bazı insanlar günahlara kendi rızalarıyla ve severek girer, bununla da yetinmeyip başkalarını o pis yola çekmeye çalışırlar. Bunlar merhamete layık değillerdir.
Yaptığı hataların yanlış olduğunu bilen ama nefsine söz dinletemeyen, bu halden de rahatsız olup kurtulmayı kalben isteyen insanlara günün birinde tövbe nasip olabilir. Ve onlar mazide ne kadar günah işlemiş olurlarsa olsunlar Allah sonsuz rahmetiyle onlara hidayet ve istikamet nasip edebilir.
“Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez.” ifadesi, hüküm veren hakimi, cezayı tatbik edecek yetkiliyi alâkadar eden bir kaidedir. Yoksa günahlara, sefahate, isyana ve dalâlete girmiş insanlara acımak, şefkat etmek ve hikmet dairesinde kurtulmalarına çalışmak dinimizin emri ve insanlığın icabıdır.
Şu ifadeler Üstadımızın şefkatini ortaya koymaktadır:
“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükselmiş içinde evladım yanıyor ve imanın tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı ve evladımı kurtarmaya koşuyorum...”(1)
“Rahim ve Hakîm” isimlerine mazhar olan Üstadımız, günah ve isyan yangınında yanan insanlara acımış, imdatlarına koşmuş, onların ızdıraplarını kalbinin derinlerinde hissetmiştir.
Ayrıca Zübeyir Ağabeyimizin bu meselede şu tazarruu çok manidardır:
“Eğer teessür ve ızdırap karşısında kalpten bir parça kopsa idi; bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında, o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lazım gelirdi.”
Fakat adâletin tatbiki, hukukun işlemesi, beşerî münasebetlerin korunması, hayatın muhafazası için canilerin cezalandırılması şarttır. Böyle kimselere adâletin gereği yapılır, asla acınmaz ve şefkat edilmez.
Hapse düşmüş bir genç, dünyevî istikbali için hiçbir faaliyet gösterecek halde değildir. Eğer hapis müddeti de uzunsa, çıktığında artık bir meslek sahibi olma şansını da büyük ölçüde kaybetmiştir. Zaten kısa olan bu dünya hayatının en verimli dönemi olan gençliğini hapiste geçirmeye mahkûm olan bir genç, bu halden büyük ızdırap duyar ve istikbalinden fazlasıyla endişe eder. Böyle bir kişinin hakiki tesellisi, bu dünyanın zevk ve safa yeri olmayıp “bir imtihan meydanı ve âhiretin tarlası” olduğu hakikatini göz önüne alarak, hapis müddetince birçok haramdan uzak kalmanın rüçhaniyetini de iyi kullanıp bâki olan âhiret için bir çalışmak, o âlemde yüzünü güldürecek, derecesini artıracak ve yaptığı hatalara da kefaret olacak hayırlı işler yapmaktır.
Risale-i Nur'da, insanın mahiyeti, dünyaya gönderiliş hikmeti, hangi amellerle manen terakki edip cennete layık kıymet alacağı, âhiret hayatına göre dünya hayatının gölge gibi zayıf kaldığı, ibadetin ehemmiyeti gibi konular insanın hem aklını ikna, hem kalbini tatmin, hem bütün hissiyatını doyuracak bir mükemmellikte işlendiğinden, bu derslere herkesin büyük ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç noktasında birinci sırayı mahpuslar alırlar. Bu derslerdeki hakiki teselli ile onların o mahzun, münkesir ve ümitsiz kalpleri ferahlar, canlanır ve ümitle dolar. Böylece, Allah’a karşı ubudiyet vazifelerini severek, büyük bir iştiyak ve hassasiyetle yerine getirirler.
"Gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker." (Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makamın Haşiyesi)
Çoğu zaman gencin hareketini, davranışını mantığı değil, duyguları belirler. Bu da elem, pişmanlık ve günah kapılarının açılmasına sebep olur. His ve heves akıbete ve sonuca bakmaz, o andaki lezzete bakar, sadece alacağı lezzeti düşünür. Dolayısı ile his ve hevese teslim olmuş bir insanın başı büyük bir bela içindedir demektir.
“Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder.” ifadesi kâr-zarar hesabı yapılamadığını gösterir. Hisleriyle hareket eden “Anı yaşar!..” sonunu düşünmez. Anlık küçük kâr ile gelecekteki büyük kazanç arasında kalındığında tercih, geçici haz duygusundan yana olur. Yani lezzet söz konusu olduğunda küçüklüğüne bakılmaz. Onu elde etmek için elinden geleni yapar. Bu uğurda hissiyat itici unsurdur. Duygularından sıyrılıp mantıklı bakmaya başlasa o arzudan vazgeçmesi gerekecektir.
His ve heves, bir dakikalık intikam lezzeti ile seksen bin saat hapis elemi arasında kaldığında bir dakikalık intikam lezzetini seçecek kadar kör ve sağırdır. Bu yüzden his ve hevesin güçlü olduğu gençlik döneminde, çok dikkatli olmak gerekiyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
- GENÇLİK, HELAL DAİRE, GÜNAH VE HARAMLAR
"Evet, gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün hem hapsin, hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur."
"Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibâhe eder. Belki hamamlarında erkek-kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helal eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor." (Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam)
Gençlerin önünde çok büyük tehlikeler bulunuyor. Bu tehlikelere karşı tedbir alınmazsa yani aklı başında hareket edilmezse, hayatının en tatlı dönemini en acı bir şekle sokabilir.
Özellikle komünizm, gençliğin bu damarını ve körlüğünü kullanarak bu asrı fırtınaları ile sarsıyor. Komünizm zehirli felsefi düşünceleri ile gençliği anarşide ve düzen tanımaz eylemlerde kullanıyor. Kuzeydeki koca devlet komünizm ile yönetilen SSCB yani Sovyet Rusyası idi.
Evet, his ve hevesle her şeyi tartan ve hissi ciddi anlamda etkileyen bu zamanın günahlarına karşı zamanın gençlerine ve insanlarına Allah kolaylık versin inşallah.
İlave bilgi için tıklayınız:
- GENÇLİĞİN KIYMETİNİ BİLMEK!..
"…Ve bilhassa şimâlde koca bir devlet, gençlik hevesâtını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü âkıbeti görmeyen kör hissiyâtla hareket eden gençlere ehl-i nâmusun güzel kızlarını ve karılarını ibâhe eder. … Hem, serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musîbete karşı titriyor."(1)
Şimaldeki koca devletten maksat Rusya’dır. Yakın zamana kadar dünya siyasetine iki devlet istikamet veriyordu: Amerika ve Rusya. Daha sonraları Rusya’nın adım adım gerilemesiyle Avrupa ülkeleri, bilhassa Almanya, uzak doğuda ise Japonya öne çıktılar.
Her ne kadar "sefahet" denilince Avrupa hatıra gelirse de, Rusya’da bir grup komünist parti üyesinin büyük bir coğrafyayı hâkimiyetleri altında tutmasında iki faktörün rolü büyüktür: Cebir ve sefahet. O azınlık idareciler, ülkeyi bir taraftan zulümleriyle inletirken, öte yanda gençleri ifsad etmek için içki alışkanlığını hastalık derecesinde yaygınlaştırdılar ve ahlâksızlığın her nev’ini teşvik ettiler.
Üstad'ın yazdıkları Rusya’da aynen tatbik edilmiştir. Rusya’yı idare eden Komünist Parti idarecileri, kendi halklarını böyle esir ve sefih yaparlarken, dış ülkelerde “eşitlik ve sosyal adalet” propagandalarına ağırlık verdiler. Buralarda, bilhassa Türkiye’de sefaheti yaymak için hususî bir gayret göstermelerine lüzum yoktu, çünkü bu menhus işi “Avrupa’nın nâşir-i efkârı olan gazeteler,..” en ileri derecesiyle zaten icra ediyordu.
Türkiye’de ve birçok geri kalmış ülkede servet düşmanlığını ön planda tuttular. Kendilerine bağlı yazarlar, bütün makalelerinde, roman ve hikâyelerinde sürekli olarak insanların eşit oldukları tezini işlediler ve zengin-fakir ayırımını durmadan körüklediler.
İç savaşları doğurabilecek bu büyük tehlike hakkında Üstadımızın “bütün beşer bu musîbete karşı titriyor” ifadesi aynen yaşanıyordu.
Üstad'ın zamanında, ülkemizi idare edenler de sosyalist fikre çok sıcak bakıyorlardı. O dönemde Türkiye’nin yüzü Avrupa’dan çok, Rusya’ya dönüktü. İç savaş tehlikesi Türkiye için de aynen geçerliydi. Ancak o kirli oyun, ülkemizde hakikî mânâda icra edilemedi. İnsanlar dinden uzaklaştırılıp, sefahete teşvik edilseler de birbirlerine düşman kamplara bölünmediler. Sonraki yıllarda ise iman ve Kur’ân hizmetinin, büyük baskılara rağmen, kalplerde mâkes bulmasıyla iç savaş tehlikesi de ülke gündeminden yavaş yavaş kalktı. Türkiye bölünmedi, ama sonunda Rusya bölündü. Bu bölünme ile sağlanan kısmî hürriyet ikliminde, iman ve Kur’ân fedaileri Rusya’daki insanların da imdadına koşmaya başladılar.
Günümüzde ülkemizde cereyan eden terör hareketleri artık Rusya’dan ziyade dünya çapında silah ve uyuşturucu ticareti yapan çirkef şebekelerin marifetidir. Birçok devletin de bu ifsat komiteleriyle gizli veya açık irtibatı vardır; hatta bunların bir kısmını da zaten kendileri kurdurmuşlardır. Ülkemizin terakki ve teâlisini istemeyen iç ve dış mihraklar, bu fesat şebekelerine maalesef, destek olmaktadırlar.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
Metinde geçtiği üzere, şimalden gelecek iki tehlikeden birincisi, namus ve iffetin ortadan kaldırılıp ahlâksızlığın (sefahat) cemiyete hâkim olması.
İkinci tehlike ise “serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarının helâl” edilmesiyle bir iç savaş atmosferinin hazırlanması.
"...Eğer terbiye-i Kur'âniye ve Nur'un hakikatleriyle kendini muhâfaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesut bir Müslüman ve sâir zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur."(1)
“Terbiye-i Kur’âniye” ifadesi, bütün Müslümanları ihtiva eder. Nur Talebeleri de Kur’ân'ın bu asırdaki manevî tefsiri olan Nur Risalelerinin hakikatleriyle kendilerini bu ve benzeri tehlikelerden muhafaza etmektedirler.
“Sultan olma” meselesi ise, insan nevinin arza halife olmasını ifade eder. Bütün insanlar bu şerefe sahip olarak ahsen-i takvimde yaratılmışlardır. Ancak, bunun icabını yerine getirerek, iman, salih amel ve takva dairesinde yaşayanlar “sair zihayatlara, hayvanlara bir nevi sultan” olurlar. Aksi yolda gidenler ise, Kur’ân'ın haber verdiği gibi, hayvanlardan daha aşağı düşerler.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
"Evet, bir genç, hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namaza sarf etse ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musîbete sebebiyet veren hatâdan dahi tevbe edip sâir zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbâline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabâsına büyük bir faydası olması gibi; o on, on beş senelik fânî gençlikle, ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, bütün kütüb ve suhuf-u semâviye katî haber verip müjde ediyorlar."(1)
Bu cümlede birkaç nokta nazara veriliyor:
- Günün bir saatini namaza vermesi.
- Hapsin, dışarıda işlenecek günahlara engel olması.
- Hapse sebep olan hatasından tövbe etmesi.
- Hapis müddetince de sair günahları işlememesi.
Bu şartları yerine getiren bir genç, kendi hayatını İslamî çizgiye çekmiş olur. Bu halin hapis sonrası da, İnşallah, devam etmesiyle, istikbal hayatını istikamet üzere tanzim eder, aynı hatalara bir daha düşmemeye çalışır. Böylece hem akrabalarına, hem vatanına, hem milletine faydalı bir evlat olur.
Ebedî saadet bir anda da kazanılır. Bir insan bir an iman edip hemen vefat etse ebedî saadete nail olur. Hissiyatın akla galip geldiği on beş senelik gençlik hayatını iman ve ibadet dairesinde geçiren bir gencin, daha sonraki hayatını da aynı şekilde geçirmesi ve ebedî saadete mazhar olması kuvvetle muhtemeldir.
“Başta Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, bütün kütüb ve suhuf-u semâviye kat’î haber verip müjde” ettikleri haber, “Gençliğini iman ve salih amel dairesinde geçirenlerin cennette ebedî bir gençliğe kavuşacaklarıdır.” Dünyevî cezalar bu hükmü bozamaz. Zerre miskal hayır ve şerrin tartılacağı mizanda, o suçlar ve çekilen cezalar da yerlerini alacaklar, hüküm “günahların ve sevapların galip yahut mağlup gelmesine” göre tahakkuk edecektir.
Gençliğini iman ve salih amel dairesinde geçirenler, mizanda günahları galip gelerek cehenneme girseler de sonunda “Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın, bütün kütüb ve suhuf-u semâviyenin kati haber verdiği” ebedî saadete ereceklerdir.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
Gençlik, helal ve meşru dairede sarf edildiğinde hem dünyada büyük bir nimete dönüşür hem de ahirette sonsuz bir gençliğin kazanılmasına vesile olur. Yani gençlik ebedi saadeti kazanmada kuvvetli bir araç ve etkili bir vasıtadır. Çünkü en güzel ibadetler, gençlik döneminde yapılan ibadetlerdir.
Şayet gençlik nimetini haramlarda sarf edersek, gençlik hayırda olduğu gibi şerde de çok etkili ve dehşetli bir vasıta olduğu için insanın başına büyük belalar ve elemli musibetler getirir. Üstad'ımızın başka yerde ifade ettiği bu mana ne kadar düşündürücüdür:
"O gençliğin suistimaliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalp ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neşet eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahathanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin suistimalinden ve taşkınlıklarından ve gayrimeşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin." (Şualar, On Birinci Şua, Beşinci Mesele)
İlave bilgi için tıklayınız:
- GENÇLİĞİN KURTULUŞ REÇETESİ.
"Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla her bir saati bir gün ibadet hükmünde olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler."
Burada kişi haksız bir şekilde hapse atılmış ise ve farz namazlarını da kılıyorsa, hapiste geçirmiş olduğu her bir saati bir gün ibadet olur. Bir saatinin bir gün ibadete dönüşmesindeki sebep masum olması oluyor. Bu masumiyeti onu münzevi salihlerden yapıyor.
"Eğer fakir veya ihtiyar veya hasta ve iman hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tövbe etmek şartıyla, her bir saatleri dahi yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathâne ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethâne, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, haricindeki müşevveş, her tarafta günahların hücumlarına mâruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir, hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir katil, bir müntakim olarak değil, belki tövbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar."
Bu paragrafta ise kişi bir suç ve günahtan dolayı hapse girdiği, ama aynı zamanda hem fakir, hem yaşlı hem hasta hem iman hakikatlerine muhtaçlığını idrak etmiş, hem farz namazlarını kılıp hem de samimi bir şekilde işlediği günahtan tövbe ediyor ise, o zaman bir saati yirmi saat sevaba dönüşüyor.
Haksız yere hapse atılmış olanda hem bu kadar şartlar yok, hem sevabı 4 saat daha fazla.
"Hapiste geçen ömür günleri, her bir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir. İşte, ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor."(1)
Bir güne on gün sevap meselesinde ise, Allah bir hasenata on misli sevap verdiğini ayetlerinde şu şekilde ifade ediyor;
“Şu kesindir ki Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez. Ama kulun zerre kadar bir iyiliği bile olsa, onu kat kat artırır ve ayrıca kendi tarafından büyük bir mükâfat verir.” (Nisa, 4/40)
“Kim Allah’a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir; kim de bir kötülükle gelirse, sadece kötülüğüne denk bir ceza görür ve hiç kimseye haksızlık edilmez.” (Enam, 6/160)
Dolayısı ile hapiste geçirilen her bir günün sevabı on günlük sevaba tekabül ediyor.
Bir saatin 20 ya da 24 saat sevap olması da bu ayetlerden mülhem manalardır. Yani kişinin şartları ağırlaştıkça sevabı da ona göre çoğalıyor. Farklı rakamların olması bu yüzdendir. Şayet herkese eşit sevap verilmiş olsa, şartları ağır olanlara haksızlık edilmiş olurdu. Haksız yere hapis yatanın sevabı ile bir suçtan dolayı hapse girmiş ama tövbe etmiş birisinin sevabı eşit olamaz.
Hatta salih insanların zulmen hapiste geçirdiği her bir dakikası bir gün ibadet kadar sevaplı ve faziletli olabilir. Sevapların dağılımında kişinin manevi durumu ve masumiyeti de çok önemlidir. Hazreti Yusuf (as)’in zindanda geçirdiği bir dakikası ile Üstad'ın geçirdiği bir dakika arasında da azim bir fark olacaktır. Rakamların muhtelif olması durumların çeşitliliğinden dolayıdır.
Yine de işin doğrusunu Allah bilir. Allah adil olduğundan, Üstadımızın bu bahsettiği genel sayılardan farklı olarak herkesin durumuna tamı tamına hakkettiği kadar sevap vereceği elbette adaletinin gereğidir. Kur'anda Kadir Gecesi'nin bin aydan daha hayırlı olduğu açıkça ifade edilmiştir.(bk. Kadir, 97/3) Buradan da anlaşıldığı gibi bin aydan hayırlı demek, herkesin sevabının farklı olduğu anlamındadır. Belki de bazılarına bin ay iken, bazılarına binlerce ay olabilir. Hasta, mazlum, masum, salih, halis, uyanık, uykulu olma hallerine göre sevapları da farklı olacaklarına işarettir.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
"Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve imân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır."(1)
a. "Binler tecrübeler, hüccetler ve hadiselerle aynelyakin bildim ki,.." ifadesini nasıl anlamalıyız? Üstadımız nelere şahit olmuş olabilir?
b. İman dairesinde olanların elemleri, kederleri, hayat sıkıntıları olmuyor mu?
c. Dünyevi lezzetler için; "bir üzüm tanesi yedirir on tokat vurur" ne demektir?
d. Üstat Hazretleri, “Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır.” buyuruyor. Hâlbuki günümüzde strese karşı neşeli olmak, gülmek, eğlenmek tavsiye ediliyor. Dengeyi sağlamak adına Risalelerde ne tavsiye ediliyor?
a. Önce şunu ifade edelim: Buradaki sözü edilen "aynelyakîn", imandaki “yakîn” mânâsında değil, hâdiselere bizzat şahit olma mânâsında kullanılmıştır. Yani Üstadımız başından geçen yahut şahit olduğu bütün hâdiselerin verdiği tecrübe ile iman dairesinde huzur ve saadetin, günah dairesinde de elem ve huzursuzluğun olduğunu ifade ediyor.
Üstad Hazretleri, kendi ifadesiyle, “her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü” gören büyük bir mürşid olduğu için, bütün musibetleri ve maruz bırakıldığı bütün elemleri gülerek karşılamış, başına imtihan cihetiyle gelen bütün sıkıntılarda, hapislerde, sürgünlerde, ihanetlerde hiç sarsılmamış ve bunların hepsinde inayet-i İlahiyenin bir cilvesi olduğunu hissetmiş, talebelerini de bu noktada sabır ve tahammüle teşvik etmiştir. Bunların çok az bir kısmı Lahika Mektuplarında yazılmakla beraber, büyük kısmı Üstad'ın âhirete göçmesiyle birlikte bizim bilgi sahamızdan kaybolmuştur.
b. Nurlarda geçen, “Bize tattırdığın nimetlerin asıllarını, menbalarını göster.” cümlesinden de anlaşılacağı gibi, bu dünya gölgeler âlemidir, asıllar âhirettedir. Dünyadaki bahçeler, cennet bahçelerinin gölgeleri, dünyadaki nehirler cennet ırmaklarının gölgeleri olduğu gibi, dünyadaki zevkler ve hazlar da cennettekilerin gölgeleri hükmündedir. Yani onlardan o kadar zayıf ve o kadar uzaktırlar.
Bu şuurda olan bir mü’min, “Dünyada rahat yoktur.”(2) hadis-i şerifinin ışığında, dünyanın rahat etme yeri değil, çalışma yeri olduğunu bilir. Yaratılış gayesi olan ibadet vazifesini aksatmadan yerine getirir.
Dünya işlerini bu şekilde ebedileştiren bir mümin için hastalıklar ve musibetler de Üstad'ın ifadesiyle, birer “menfî ibadet” olurlar. Onlara sabır ve tahammül etmek, kimden geldiğini bilerek şikâyet yoluna gitmemek, çaresi olan bir müşkilin halli için sebeplere teşebbüs ettikten sonra Allah’a tevekkül etmek, mü’min için, bu dünyayı bir saadet diyarı haline getirir.
Dünyanın keder ve elemleri insan kalbini ebedî âleme çevirmeleri, günahlara kefaret olmaları, sabredenlerin derecelerini artırmaları cihetiyle, mü’min için ayrı birer rahmet vesilesidirler.
c. Dünya hakikî zevk yeri değil, bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda, birtakım nimetleri tatsak bile, Üstad'ın buyurduğu gibi, “Tasavvur-u zevalden gelen elemler kalbi kanatıyor.” Alınan lezzet ondan ayrılmanın elemi yanında çok küçük kalıyor.
Öte yandan, dünya nimetlerine kavuşmak için büyük gayretler gösteriliyor. Çekilen sıkıntılar aylarca sürdüğü halde, alınan lezzet birkaç dakika yahut birkaç saat kadar kısa kalıyor. Bu yönüyle de bir üzüm yedirmenin bedeli yüz tokat oluyor.
“...Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.”(3)
Dünya lezzetlerini acılaştıran en büyük hâdise, firak ve ölümdür. Meselâ, gençlik ve sıhhat iki büyük nimettir, bütün lezzetlerin de kaynağıdır. Lakin bu iki nimet en fazla yirmi otuz yıl sürüyor, sonra yerini hastalığa ve yaşlılığa bırakıyor. İhtiyarlık ve hastalık dönemlerinde çekilen acılar ve sıkıntılar yanında gençlikte tadılan zevkler bir üzüm yemek kadar küçük kalıyorlar.
d. Elem ve kederin iki farklı şekli vardır. Birisi imansızlıktan veya zaaf-ı imandan neş’et eder. İnanmayan ve gaflete dalan insanlar bu üzüntülerini eğlencelerle ve sefahet ile örtmeye çalışıyorlar. Ölümü ve azabı düşünmemek için içki, uyuşturucu, kumar gibi gayrimeşru şeylerle akıllarını, Üstad'ın ifadesiyle “tenvim edip” uyutuyorlar.
Elem ve kederin bir başka şekli ise, kâmil müminlerde görülür. Onlar nefislerini, gaflet ve günahlardan korumak için, “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz.”(4) hadîs-i şerîfine ittiba ederek ölümü çokça hatırlar ve bütün güçleriyle ölüm ötesine hazırlanırlar. Ölmeden önce kendilerini hesaba çeker, emaneti sahib-i hakikisine teslim edinceye kadar nefisleriyle mücadele ederler.
Bu konuda Risalelerden dersler:
Risale-i Nur’da huzur ve saadetin menbaının iman ve ibadet olduğu ifade edilir.
Saadet, kelime olarak, mesut ve mutlu olmak manasındadır. İlâhî Fermanda da haber verildiği gibi “...Kalbler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur." (bk. Ra'd, 13/28) Onun ile saadete erer.
Dünyanın bütün meşru lezzetleri fanidir ve ebedî alem için yaratılan insan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmemiştir.
Üstad Hazretlerinin ifadelerinde saadet şu şekilde tarif ediliyor:
"Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz."(5)
“Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus!”(6)
"Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır."(7)
"Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor. Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyleyse biz daima 'Elhamdü lillâhi alâ dini'l-İslâm ve kemâli'l-îman' demeliyiz."(8)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
(2) bk. Ahmed b. Hanbel, Zühd, s. 128.
(3) bk. Lem'alar, On Dokuzuncu Lem'a.
(4) bk. Tirmizi, Zühd 2.
(5) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
(6) bk. Sözler, Yedinci Söz.
(7) bk. a.g.e., On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
(8) bk. a.g.e., İkinci Söz.
Üstad'ımız bu gibi ifadeleri ilk etapta mahpuslara verse bile aslında herkesin bu ifadeden hissesi vardır. Gençlikte birtakım hata ve yanlışlar yüzünden dünyamız ağlıyor ve hayatınız acılaştı ise en azından geri kalan ömrümüzü iman ve ibadet yolunda sarf ederek ahiretimizi kurtarmalıyız. Böylece baki âlemde ağlayanlar zümresine iltihak etmemeliyiz.
Dünya hayatında başa gelen bela ve sıkıntılar gelip geçicidir, ama ahirette azap ve acılar daimidir. Bu sebeple ahiretimizi heba edecek tavır ve günahlardan, yılandan akrepten kaçar gibi kaçınmalı meşru ve ibadet dairesinde hareket etmeliyiz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- GENÇLİĞİN KURTULUŞ REÇETESİ.
"Ey hapis musîbetine düşen bîçareler! Mâdem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız; âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın; hapisten istifade ediniz. Nasıl, bazen ağır şerâit altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibâdet hükmüne geçebilir; öyle de sizin, bu ağır şerâit altında, her bir saat ibâdet zahmeti, çok saatler olup, o zahmetleri rahmete çevirir."(1)
Ağır şartlar altında yapılan ibadetlerin, hizmetlerin mükâfatı da o nisbette büyük olur. Bu ağır şart fakirlik de olabilir, hastalık da olabilir, hapis de olabilir. Sıkıntı çeken o kişinin başka suçları ve günahları bu kanunun işlemesine tesir etmez. Zerre miskal sevap da zerre miskal günah da ayrı değerlendirilir.
Üstad'ın şu ifadelerinin de bu konuyla yakın alâkası olduğunu düşünüyorum:
“Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.”(2)
Demek ki, Cenab-ı Hakk’ın esmâ tecellilerini birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. Tarlasını eken bir dinsize rızkını vermesi “Rezzak” isminin muktezasıdır. O kişiyi âhirette cehennemine koyması da “Âdil” isminin icabıdır.
Buna göre, sıkıntı ve zahmetler içinde ibadet yapan kişinin, bunun mukabilinde kat kat almasını iktiza eden İlahî hikmet ve adalet, o kişinin başka günah ve isyanlarına bakmaz. Onların cezası ayrı, bunun mükâfatı ayrıdır.
Burada esas olan musibetlere sabretmektir. Bazen olur ki, dışarısı hapisten daha meşakkatli, daha ağır bir imtihan olabilir. Öyle ise nerede olursa olsun, ağır musibetlere sabretmekle büyük sevaba nail olunur.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
(2) bk. age., Lemeât.
Zeval; yok olmak, son bulmak manasındadır. Elemin bitmesi lezzet, lezzetin bitmesi ise elemir.
“Zeval-ı elemin lezzet olması” bütün canlılar âlemi için geçerlidir. Bir hastalıktan şifa bulmanın lezzetini bütün canlılar tadarlar ve bundan kendilerine göre bir sevinç, bir ferah duyarlar.
“Zeval-i lezzetin elem olması” ise akıl sahipleri için geçerlidir. Diğerleri, lezzetin ne gelmesini ne de gitmesini düşünecek halde değildirler. Onlar sadece hazır zamanda tattıkları lezzetle zevk duyarlar, onun gitmesiyle çok kısa süren bir elemleri olsa da bunu uzun süre düşünecek halde değildirler.
Kâmil mü’minlerin halleri daha başkadır. Onlar bütün hayrın Allah’ın elinde olduğunu bilir, ondan gelen her şeyi güzel görürler. “Esmâ-i hüsnânın hepsi güzel olduğu gibi, bunların bütün tecellileri de güzeldir.” diyerek “Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” makamında yaşarlar. Bunun en yakın misali Üstad Hazretlerinin hayatında görülmektedir. “Kadere iman eden, kederden (elemden) emin olur.” hakikatini bütün ömründe değişmez düstur yapan Üstadımız, başına gelen her türlü musibette inayet-i İlâhiyenin bir cilvesini aramış, hiç ümitsizliğe düşmemiş, şevkini hiç kaybetmemiş ve davasını gönüllere mal etmeye muvaffak olmuştur.
İnsanın aklı hem mazi hem de istikbal ile alâkadardır; ona bu iki zaman dilimini hatırlatarak, maziden ders alıp istikbale hazırlanmasına yardım eder. Ehl-i dalâlet ve gaflet, maziyi düşündüğünde onu hiçlik olarak değerlendirir, ölmüş ebeveyninin, dedelerinin, ninelerinin ve diğer bütün sevdiklerinin hiçliğe gömüldüklerini zanneder. Ahirete itikat etmediği için kendisini de istikbalde aynı yolun yolcusu olarak görür. O da bir gün yok olacak, gelecek nesillerce unutulacak, yokluğa gömülecektir.
Kendi varlığından ve bütün sevdiklerinden bu ebedî ayrılık, onun ruhuna zulmetler verir. Burada “zulmet” kelimesinin kullanılması, “İman hem nurdur hem kuvvettir.” cümlesiyle yakından ilgilidir. İmanlı bir kişi için kabir “zulümatlı bir kuyu ağzı” olmadığı gibi, “kabir tünelinin” öte ucu ebedî hayata çıkmaktadır ve ebedî bir cennet onu beklemektedir. Bu iman, o mü’mine ayrı bir kuvvet verir ve dünya hayatını saadet içinde geçirmesini temin eder.
Şunu da ifade edelim, mazide olmuş bir acı hadiseyi veya çekilen sıkıntıları düşünmek, insanın şevkini kırmaktan öte bir şeye yaramayacağı açıktır. Onda kaderin hikmetini, güzelliğini arayıp istikbal için çalışmak en güzel ve en faydalı yoldur.
Aynı şekilde, “Acaba istikbalde başına neler gelecek, bir hastalığa yakalanır mıyım?” deyip evhama kapılmak, insanı huzursuz eder, olmayan şeyin elemini şimdiden ruhuna çektirir.
"Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimâlinden, bugün, o niyetle mütemâdiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divâneliktir; aynen öyle de geçmiş ve gelecek elemli saatleri -ki, hiç ve mâdum ve yok olmuşlar- şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah'tan şekvâ etmek gibi, 'Of, of!' etmek divâneliktir. Eğer sağa, sola, yani, geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı, ondan bire iner."(1)
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
"İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Ta ki, o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır." (13. Söz)
Bu ifadeler doğrudan Üstad Bediüzzaman'ın, gardiyanlara yönelik öğütleri ve onları manevi kazanca teşvik etmesi bağlamında söylenmiştir. Bu durumda ifadeyi, gardiyanların meslekleri gereği bulundukları konumun manevi boyutunu ve bu hizmeti Allah rızası için nasıl değerlendirebileceklerini gösterecek şekilde izah etmeliyiz.
Bu mektubta gardiyanların görevini sadece bir meslek olarak görmeyip, insanlara şefkatle yaklaşarak ve ibadet şuuru içinde çalışarak bu görevi manevi bir kazanca dönüştürebilecekleri belirtilir.
Hapishane öyle bir musibettir ki, hem mahkûma hem de ona nezaret eden gardiyanlara büyük sıkıntı verir. Gardiyanların mahpuslara insanca muamele etmesi, onların ıslahını düşünmesi ve onlara şefkat göstermesi, Allah için yapılan bir hizmetin temelini oluşturur.
Şayet gardiyanlar farz namazlarını kılarlarsa, onların hizmetleri Allah için olur, mesaileri de ibadet hükmüne geçer. Hem de vazifelerini sadakatla yapar, şefkatle ve minnet etmeden mahkûmların yardımlarına koşarlar. O zaman hapishanede geçen saatleri, çektikleri sıkıntılar, yaptıkları hizmetler büyük bir kazanca dönüşür.
"Sevinç" ifadesini, gardiyanların mahkûmlara güler yüzlü, yumuşak ve şefkatle davranmaları şeklinde anlayabiliriz.
"Minnet etmemek" tabiri; mahkumlarda minnet hissini oluşturmadan onlara hizmet etmek anlamındadır. Çünkü gardiyan hâkim ve güçlü, mahpuslar ise mahkûm ve muhtaçlar... Muhtaç ve mahkûm olanlar minnet ederler, güçlüler de bunu hissettirmemelidirler.
Netice; Bediüzzaman, gardiyanlara hitap ederken, onların vazifelerinin dünyevi bir iş olmaktan öte, bir ahiret sermayesi olabileceğini ifade etmiştir. Bu, ancak farz namazlarını kılmak, Allah rızası için hizmet etmek ve şefkatle yaklaşmakla mümkündür. Gardiyanlık mesleği, doğru niyet ve ahlaki prensiplerle, insanlara faydalı olmanın ve Allah katında büyük sevap kazanmanın bir yolu hâline gelebilir.
Bu meseleye birkaç yönden bakmak gerekir:
Birincisi: İnsanlar arasında asıl olan barıştır. Savaş arızî ve muvakkat bir durumdur. İslâmiyet, Müslümanları barışa amirane teşvik ediyor. İnsanların husumet ve kavga içinde endişeli bir hayat sürmesini istemiyor. Bundan dolayı affetmek en büyük faziletler sınıfından sayılmıştır. Zaten İslâm ceza hukukunda maktulün birinci derece yakınına affetme yetkisi de veriliyor.
İkincisi: Kaderin hâdiselerdeki hissesini hatırlatmakla maktul yakınlarını itidale davet ediyor. Bir nevi psikolojik bir rahatlatma ile maktul ile katilin akrabaları arasında çıkacak muhtemel kavgaya ve ölümlere set çekmek istiyor.
Üçüncüsü: İnsanlar kemal ve anlayış bakımından eşit değillerdir. İnsanların ekserisi avamdır ve tam kemale ermemişlerdir. Yakınını kaybeden avam bir insan, çoğu zaman, kâmil ve ehl-i fazilet bir insan gibi davranamaz ve katili affedemez. Bu yüzden İslâm ceza hukukunda kısas tatbik edilir.
İslâm hukukunda devlet, maktulün velisine "kısasa kısas, diyet ve af" olmak üzere üç tercih hakkı sunar. Aslında bu üç tercih insanlar arasındaki kemalat farklılığına bakmaktadır. En avam adam intikam ve öfkesini tatmin için kısas ister. Orta çapta bir adam fidye ile bir nevi affeder; fâzıl ve kâmil adam ise katili affeder; Asr-ı saadet'te bunun misalleri vardır.
Şimdi ise İslâm hukukunu tatbik edecek bir sistem olmadığı için, insanlar arasında, kan davası adı altında, bir adâlet arayışı vardır. Bu anlayış nice haksızlıklara ve cinayetlere sebep olmaktadır.
Üstad Hazretleri bu fitnenin önüne geçilmesi için, Müslümanların birbirini affetmesini ve barışmalarını tavsiye ediyor. Bilhassa hata ile veya garazsız bir şekilde işlenen cinayetlerin affedilmesi hem katilin, hem de maktulün yakınları açısından çok güzel ve hayırlı bir iştir.
“Eğer o katl, bir adâvetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münâfık o fitneye vesîle olmuş ise, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’î musîbet büyük olur, devam eder.”(1)
Hâdisenin temelinde fitne varsa, yani kasıtlı olarak birileri iki grubu, meselâ iki sülaleyi, iki aşireti birbirine düşürerek büyük bir cinayetler zinciri planlamışsa, onların bu kirli emellerinin önüne geçmek için hemen barışmak elzem hale gelir. Böylece cinayet iki kişi arasındaki bir mesele olarak kalır yahut onların birkaç yakınına yayılır; yangın daha geniş sahalara sirayet etmez. Söndürülmesi de kısmen kolay olur.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
"… Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktülün akrabâsı dahi, intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır; … Bunun tek bir çaresi var: O da Kur'ân'ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktizâ ve teşvik ettikleri olan, barışmak ve musâlâha etmektir."(1)
Musalaha, sulh içinde kavgasız bir hayat sürme hususunda, karşılıklı olarak anlaşmaya varmak demektir. Barış içinde yaşayanların dünya azabından kurtulmalarından maksat, o hapis hayatının “intikam endişesiyle, düşmanı düşünmekle, korku ve hiddet ile” zehirlenmemesidir. Barış ve musalaha içinde yaşasalar, hiç olmazsa hapis müddetince huzurlu bir hayat geçirirler. Üstad'ın da tavsiye ettiği gibi, o birkaç yıllık hapis hayatını ibadetle değerlendirseler o hapsi, cehennem hapsinden kurtulmaya vesile yaparlar. Aksi halde, hapis içinde ayrı ve daha ağır bir hapis hayatı sürerler.
Öte yanda, hapiste sulh yolunu tutanlar, yeni bir suç işlemek suretiyle ebedî hayatlarını tehlikeye atmayacak, azaptan kurtulacaklardır.
Başkalarına endişe, korku, elem çektirmek de kul hakkına girdiğinden, rakiplerine bu mânâda zulmetmek de âhiret azabını netice verir. Sulh ve barış içinde yaşamak onları bu azaptan da kurtarır.
Kur’ân'ın ve İslâmiyet’in barış ve musalahayı iktiza etmesi:
“Sulh, (daima) hayırdır.” âyet-i kerîmesi İslâm’ın barış dini olduğunun nişanesi haline gelmiştir:
"Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir anlaşma yapmalarında mahzur yoktur. Sulh, (daima) hayırdır. (es-sulhu hayr)...” (Nisa, 4/128)
Sulhu emreden başka bir âyet-i kerîme:
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a güven. Çünkü Allah, Semî’dir, Alîm’dir (her şeyi hakkıyla işitir ve bilir)” (Enfal, 8/61)
Bu âyet-i kerîme ile sulha meyleden düşmanlarla barış yapılmasına cevaz verilmektedir. Cenab-ı Hak dilediği takdirde iki düşmanın kalplerini muhabbetle doldurur ve düşmanlığı ortadan kaldırır.
Resul-i Ekrem Efendimizi (asm) öldürmek ve İslâm dinini ortadan kaldırmak için var güçleriyle çalışan, Müslümanları hicrete zorlayan, onları Medine’de de rahat bırakmayan, yaptıkları harplerde nice güzide sahabeyi katleden Mekke müşrikleri, sonunda mağlup düşerler ve sahabeler Mekke’yi fethederler. Müşrikler kendilerine nasıl bir işkence tatbik edileceğini merakla beklerken, Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) bütün Mekkelilere; "Kim evinde kalırsa emniyet içindedir, kim Ebû Sufyân'ın evine giderse emniyet içindedir, kim Kâbe'ye girerse emniyet içindedir." şeklinde bir fermanda bulunur.
Daha sonra kendilerine hitap ederken, "Ben, size kardeşim Yusuf'un (a.s.) dediği gibi derim,.." diyerek, aşağıda mealini verdiğimiz âyet-i kerîmeyi okur:
“Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Allah da sizi mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/92)
Peygamber Efendimizin (asm) bu davranışı, “Sulh en hayırlısıdır.” âyet-i kerîmesinin harika bir tatbikidir.
Müslümanların kendi aralarında sulh içinde yaşamaları konusunda, şu âyet-i kerîme de çok ehemmiyetli mesajlar ihtiva eder:
"İnananlar ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz." (Hucurât, 49/10).
Bu konuda bir de hadis-i şerif naklederek konuyu tamamlayalım:
“Birbirinizle alâkanızı kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve haset etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz. Bir Müslüman’ın, kardeşini üç günden fazla terk edip küskün durması helâl değildir.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
(2) bk. Buhari, Edep 57, 58, 62.
Kader Risalesi'nde manen terakki etmeyen avamın, mazideki hadiselere kader noktasından bakarak yeis ve hüzünden kurtulacakları kaydedilir. Üzüntüye sebep olan hâdise mazide meydana gelmiş ve şu anda artık dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. İnsanın cüz’î iradesine, o hâdisenin istikametini değiştirme noktasında, bir vazife düşmemektedir. Bir şey yapamayışın bir neticesi olarak yeise düşüp üzülmemek için, mazideki hâdiseler kadere verilir: “İlâhî takdir böyle imiş, bunda da bir hayır vardır.” denilerek ruhlar azaptan kurtarılır.
İstikbal hâdiseleri için böyle düşünmek, insanı sefahete ve atalete (tembelliğe) atar. Yani, “Kaderimde varsa olur.” diyerek sebeplere teşebbüs etmemek yahut “Benim kaderimde sefih olmak varmış.” deyip yanlış yolda devam etmek, kaderin yanlış kullanılmasıdır ve insanı menfî neticelere götürür.
“Manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, yeisin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa measi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.”(1)
“Kaderin, sebeple müsebbebe bir baktığı” meselesine gelince, Üstad'ın verdiği tüfek atma misalinde olduğu gibi, “şu netice şu sebeple vuku bulacak” diye ilm-i İlâhide bilinmektedir. Eğer tüfeğin atılmamasını düşünsek, hâdisenin öteki yarısı hakkına bir şey söyleyemeyiz.
Hapishanede Üstad'ın nasihat ettiği kesimde durum farklıdır; yani tüfek atılmış ve adam ölmüştür. Hâdise vukua gelmiştir, geriye dönüş de mümkün değildir. En iyisi kadere razı olup hem yeisten ve hüzünden kurtulmak, hem de yeni cinayetlerin önüne böylece geçmektir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.
"Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î musibet büyük olur, devam eder.
Eğer barışsalar ve öldüren tövbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlahiye teslim olup düşmanını affeder." (Sözler, 13. Söz, İkinci Makam)
Bazen cinayetlerin sebebi, sudan bahaneler nevinden ehemmiyetsiz sebepler olabilir. Buna da arayı açmaya çalışan ve fitne saçan kişiler de kuvvet verebilir. İşte böyle bir durumda zaten olan olmuş, ölen ahirete öldüren de hapise girmiş olacaktır. O zaman kalanlara düşen ise, bir Müslüman duruşuyla bu olaya yaklaşmaktır. Bu durumda barışmak lazımdır ki, geri kalanlar düşman olmasın ve sıkıntı büyümesin. [ وَالصُّلْحُ خَيْرٌۜ "Barışmak her zaman en hayırlıdır." (Nisa, 4/128).] ayet-i kerimesi mucibince davranarak barış yapmak, hem dünya saadeti hem de ahiret rahatlığı açısından en isabetli yoldur.
Münafıkların, nifak ile o cüzi olayı büyütüp daha zararlı daha tehlikeli bir hale getirme riski her zaman vardır. Malum şer ademidir, küçük bir dokunuş küçük bir kıvılcım ile koca ormanı yakmak yüz günde yüz ustanın yaptığı bir binayı küçük bir kıvılcımla yıkmak mümkündür. İnsanların arasını açıp birbirine düşürmek de şerdir, ademidir ve az bir gayret yeterlidir.
Bu sebeple müminler kendi aralarında barış ve hoşgörü içinde olmalı, daima kardeşliğe ve sevgiye özen göstermeli ve münafıklara bu hususta fırsat vermemelidir.
Diğer bir nokta, bir müfsit ve münafığın vesilesi ile iki müminin arası açılmış biri diğerini öldürmüş olabilir. Münafıklar bu durumdan istifade ederek olayı daha da körükleyerek kan davasına çevirip iki müminin akrabalarını da bu işin içine çekerek cinayet sayısını artırarak daha nice canların ölmesine vesile olacaktır. Cüzi bir olayın büyümesi bu anlamdadır.
Müminler birbirine kan davası güdemez ve gütmemelidir. Özellikle bu kan davası bir münafığın vesilesi ile olmuş ise, daha dikkatli ve uyanık olmak gerekiyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
"Eğer barışsalar ve öldüren tövbe etse ve maktüle her vakit duâ etse, o halde, her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır; kazâ ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa, madem Risâle-i Nur dersini dinlemişler, elbette mâbeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktizâ ediyor."(1)
Risale-i Nurlarda “Kaderin her şeyi güzeldir.” buyurulur. Bütün âlemlerde hükmeden bu hakikati çok dar bir dairede, meselâ insanın simasında tefekkür edelim. Yüzümüzdeki organların şekilleri, yerleri, büyüklükleri, vazifeleri, sayıları gibi bütün özellikleri ilâhî takdir iledir. Yani, bu plan ve program tamamen ilâhîdir, insan iradesinin burada hiçbir hissesi olmamıştır, olamaz da.
Bu takdirin her ciheti güzeldir. Gözümüzün iki, burnumuzun bir tane olması güzeldir. Kulaklarımızın yan tarafta, ağzımızın ön kısımda yer alması güzeldir. Alt çenemizin hareketli, üst çenemizin sabit olması güzeldir. Yüzümüzdeki her organın şekli kendi vazifesine göre en güzel şekilde takdir edilmiştir.
Simamızdan verdiğimiz bu misali bedenimizdeki bütün iç organlara da tatbik edebiliriz, daha sonra bedenimizi kuşatan haricî âleme geçer, ilâhî takdirin bütün mahlûkatta en mükemmel ve en güzel şekilde icra edildiğini görürüz.
Üstadımız güzelliği ikiye ayırır: “Hüsn-i bizzat, hüsn-ü bilgayr.”
Birincisi zâtında güzel, ikincisi ise neticeleri itibariyle güzel demektir. Sıhhat zâtında güzel, hastalık ise neticeleri itibariyle güzeldir. Bu gibi hâdiseleri de bir nevi hastalık olarak görmek, onda hakkımızda hayırlı olacak güzel neticeler beklemek bizi “kaza ve kader-i ilahiye teslim olarak affetme” noktasına getirebilir. Aksi takdirde, ihtilaflar artar, düşmanlıklar alevlenir, cinayetler bir iken on olur, yüz olur...
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
"Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hatta dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında 'Maşaallah, bârekâllah' dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler."
"Ben burada gördüm ki, bir tek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mümin, küçük ve cüz’î bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lazımdır." (Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam)
Risale-i Nur'un dersleri sayesinde koğuşta asayiş ve huzur sağlanıyor ve orada mahpus olan dinsiz ve berduşlar da bu durumdan istifade ediyor ve onların teneffüse çıkmasına yardım ediyor.
Bir adamın huzuru bozması yüzünden teneffüs yasaklanıyor ve bu yasaktan dindar olsun dinsiz olsun herkes zarar görüyor. İşte Risale-i Nur bu tarz adamları ıslah ederek hem asayişe hem huzura hem de insanların teneffüse çıkmasına vesile oluyor. Dinsizlerin bu durumdan memnun olmaları bu yüzden. Ayrıca her dinsiz mutlak düşman olacak diye bir kaide yok. Kendi hâlinde çok ateist ve dinsizler var ki, dine düşmanlık etmiyorlar.
Üstad'ımız bu konuyu özetle, "O nurlar ise hakaik-i Kur’âniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz." (Mektubat, On Üçüncü Mektup) sözleriyle ortaya koymuştur.
"Azîz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,"
"Benim katî kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi, sizsiniz. Yani, Nurlar, tesellileriyle ve imânın hakikatleriyle sizi bu hapis musîbetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlardan ve boşu boşuna gam ve hüzün ile giden hayatınızı faydasızlıktan bâd-ı hevâ zâyi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp, tam bir teselli size vermektir..."(1)
Üstadımız bu tavsiyeleri Afyon hapishanesinde yatarken, oradaki mahkûmlara yapmıştır.
"İnayet"ten maksadın ne olduğ, Üstad'ın yukarıdaki ifadelerinde açıkça ortaya konmuştur.
Mahpusların sıkıntılardan kurtulmaları, onlara büyük bir yardım olduğu gibi, hayatlarının faydasız geçmesini önleyip o hayatı kıymetlendirmek, ağlayan dünyalarına karşı âhiretlerini ağlamaktan kurtarmak, yani âhiret âlemini ebedî azap yerine nihayetsiz bir saadete çevirmek, onlar için en büyük bir inayet ve yardımdır. “Sizlere karşı bu büyük vazifeyi yapalım diye inâyet-i İlahiye ile bu hapse girdik.” denilmiş oluyor.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
"Maslahatımızın emriyle ve irşadıyla" maslahat, sulh yolu, fayda, yararlı gibi anlamlara geliyor. Malum bir şey faydalı ve barışçıl ise insanın hayrına demektir. Zararlı ve düşmanca ise insanın kötülüğüne ve şerrine demektir.
Bir şey insan için faydalı ve barışçıl ise o şeye girmek ve ona itaat etmek insan için mutlak hayır ve güzellik demektir. Bu şeye itaat etmek için harici bir neden ve sebep aramaya gerek yoktur.
Mesela, elli altmış kişinin kaldığı bir koğuşta mahpuslar barış içinde ve kardeşçe yaşarlarsa, bu onlar için her hâlükârda daha hayırlı ve güzel olup cezaları ondan bire iner. Yok kavga edip her daim düşmanca yaşarlarsa, o zaman hapis cezası daha katmerli bir belaya bir cezaya dönüşür ve hepsi her gün ayrı bir sıkıntı çeker. Kavga ve düşmanlık o koğuş için maslahat değil, zarardır.
Maslahat yani iyi ve yararlı olan bir şey, harici bir neden olmaksızın bizatihi gerekli ve güzel bir şeydir. Bir de bunu inancımız emrediyorsa, artık buna uymamak aptallık ve canilik olur. Maslahat ve iyilik, kendi kendini emreden, lüzumunu hissettiren bir değer olduğu için kendi içinde doğal bir mürşit bir hoca bir öğretmen barındırıyor.
Bu gibi tenkitleri yapanlar, ya keramet ve şefaati inkâr eden bir güruhun propagandalarına kapılmışlar yahut kendi mizaçlarında bulunan büyüklenme hastalığını, böyle büyük zâtlara da teşmil etme hatasına düşmüşlerdir.
Evvela şunu ifade etmek isteriz:
“Rabbin arıya vahyetti.” ayet-i kerîmesindeki “vahiy” kelimesini tefsir âlimleri “ilham” olarak açıklamışlardır.
Üstad Hazretleri, hayvanat ilhamlarından avam-ı nas ilhamlarına, avam-ı melaike ihamlarından, evliya ilhamlarına ve büyük meleklerin ilhamlarına kadar ilhamın çok çeşitleri olduğunu kaydetmiştir. Bu kadar geniş bir sahada kendini gösteren ilâhî ilhamdan, âhir zaman fitnesinin manevî hekimliğini yapan bir büyük müceddidin mahrum bırakılmasını hangi mantıkla kabul edebiliriz.
Üstad Hazretleri, Risalelerin ekserisinin “sünuhat” olduğunu açıkça beyan etmiştir.
Bu ilahî ihsanın ilan edilmesi meselesine gelince, burada bir incelik var. Bize göre, bunların söylenmesi kibir oluyor, evliya ise bunları tahdis-i nimet olarak beyan ediyorlar, aksine hareket etmeyi nimetleri gizlemek ve bir nevi nankörlük olarak değerlendiriyorlar.
Meselenin çok ehemmiyetli bir ciheti daha var. Fenafillâh makamına çıkan evliya, bütün hayırların, bütün güzelliklerin ancak Allah’ın güzel isimlerinin tecellisiyle olduğunu bilir ve bu manayı kalplerinde bizzat yaşarlar. Bu zâtlar, kendilerindeki güzellikleri de yine esmâ tecellisi olarak görmekte, o tecelliyi methetmenin esmâ hesabına geçtiğini yakinen bilmektedirler. Onlara göre, “bir ayna, kendinde parlayan ışığı methederse, hakikatte güneşi methetmiş olur.”
Bu noktaya varmış olan o muhterem ve mübarek zâtlar, bir çiçeği, bir denizi, Güneşi, semayı metheder gibi, aynı rahatlıkla, kendilerini de methedebilirler. Bütün hayrın Allah’tan olduğunu ruhlarına sindirmiş ve kalplerinin en derinliklerine yerleştirmiş olan bu muhterem zâtların nefislerine, bu medihden dolayı hiçbir kibir ve gurur gelmez.
Kendini anlatmaya can atan, övülmekten hoşlanan ve henüz nefs-i emmare noktasında duraklayan nefislerin bunu anlamaları çok zordur.
Konunun bir de manevî mes’uliyet ciheti var. Kısaca ona da temas edelim:
Hucurât Sûresinde içtimaî hayatın vazgeçilmez birçok düsturlarına yer verilir. Bunlardan birisi de suizandan sakınmaktır:
“Ey iman edenler, zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır…” (Hucurât, 49/12)
Bir Müslüman’ın herhangi bir hareketini kötüye tevil etmek, kişinin kendi iç âleminde o şahsı çekiştirmesi demektir. Bunu başkasına da söylerse, zaten, gıybet etmiş olur.
Üstad Hazretleri Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde, kalbin dört çeşit hastalığını ve tedavi çarelerini beyan eder. Bu hastalıklardan birisi de “suizan”, yani kötüye hamletmek, yanlış tevil etmektir. Orada çok ehemmiyetli bir ifade geçer:
“...eslâf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler.”(1)
Burada bize şöyle bir hakikat ihtar edilmektedir:
"Suizan"dan, bilhassa da İslam’a hizmet etmiş ve müminlerin kalbinde taht kurmuş büyük zâtlara suizandan şiddetle sakınınız. Zira büyüklere suizan etmenin mesuliyet daha büyüktür. Üstad bu risalede isim vermemekle birlikte, kanaatimce, Muhyiddin-i Arabi Hazretlerini ölçüsüzce tenkit edenleri ikaz etmektedir.
Üstad'ın “kalbe ihtar edilme” ifadesini hazmedemeyenler, bunun çok daha ileri derecesini büyük mürşitlerin eserlerinde görebilirler.
O büyük zâtları ve sözlerini burada nakletmek istemiyorum. Sadece, Hazret-i Mevlâna’nın, ilk bakışta müstehcen gibi görünen bazı hikâyelerini, tenkit konusu yapanlara bir cevap olarak, onun bir temsilinden söz etmek isterim. O büyük zâtın büyüklüğüne bütün eserleri birer şahit olmakla birlikte, şu temsili okuduğumda, “Hz. Mevlâna sadece bunu yazmış olsaydı yine büyük bir dâhi olduğunu herkes kabul ederdi.” dedim.
Temsil şöyle:
“Adama, ‘Anneni niçin öldürdün?’ dediler.
'Onu yabancı birisiyle yakaladım.' dedi.
'Peki, anneni öldüreceğine o adamı öldürseydin ya!..' dediler.
'O zaman, dedi, her gün bir adam öldürmem gerekecekti.'”(2)
Hazret-i Mevlâna bu temsil ile “Her kötülüğün anası nefistir.” hakikatini açıklıyor ve “Eğer nefsimizi öldürmesek, her gün bir kalbi kıracak, her gün birileriyle kavgalı olacağız.” dersini veriyordu.
İşte bu hârika temsili yanlış değerlendirerek Hazret-i Mevlana’nın o yüksek ahlâkına ilişmek ne kadar edep dışı ise, Üstad’ın “kalbe ihtar edilen” tabirinden hareketle, onun o engin tevazuuna ilişmek de o kadar yersizdir, o kadar manasızdır ve büyük bir suizandır. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür beni kendime beğendirmemiş.” diyen o büyük Üstad’a karşı büyük bir haksızlıktır.
Dipnotlar:
1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre.
2) bk. Mevlâna, Mesnevi, VI, 260-262.
“Nev'-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile...” diye başlayan uzun cümlede aşağıda bir kısmını nakledeceğimiz birçok hususa dikkat çekiliyor:
“Bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı. … Bir tek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesi. … Mağlûpların dehşetli meyusiyetleri. … Galiblerin dehşetli telâşları. …Fıtrat-ı beşeriyyedeki yüksek istidadatın …yaralanması. … Siyaset-i ruy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sûretinin görünmesi. … Nev-i beşerin mâşuk-u mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviyye, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkıyyeyi bütün kuvvetiyle arayacağı. … ”(1)
a. Bu uzun cümlede Üstad’ımız; özellikle âhir zamanda beşerin, isyan, küfran ve tecavüzatının neticesi olarak meydana gelen harb-i umumî ve onun neticesinde hâsıl olacak gelişmeler ve hâdisatı nazara veriyor ve istikbalde insanlığın Kur’ân hakikatleri ile buluşacağını müjdeliyor. Bu kısmın izahını yapar mısınız?
Bahsin tarihî teferruatına girmeden, o gün olduğu gibi, bu gün de tazeliğini koruyan, yarın da geçerli olabilecek olan temel ihtarları şöyle sıralayalım:
İnsanlar ellerine fırsat geçince başkalarını ezmekten, haklarına tecavüz etmekten geri durmuyorlar.
Fen ve tekniğin gelişmesi, insanları daha medenî yapıp, birlikte daha huzurlu bir hayat geçirmelerine hizmet edeceğine, bu imkânlar, insanların birbirlerini öldürmelerinde kullanılıyor; “eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdada yardım ediyor.” Atılan bombalarla harbe katılmayan çocukların, yaşlıların, hastaların ve masum hayvanların da öldürülmesi en şiddetli bir zulümdür.
Medeniyetin imkânlarını böyle yanlış kullananlar, hem mağdur ettikleri milletleri dünyadan nefret ettiriyorlar, hem de en büyük zararı kendi ruh âlemlerine veriyor ve fıtratlarındaki yüksek istidatları yaralamakla, zalim ve gaddarlar sınıfına dahil oluyorlar.
Dünyanın bu keşmekeş, bu zulümlü, bu huzursuz hali, insanların kalplerini ebedî saadete tevcih ediyor. Bu noktada, hakiki marifet ve hakiki teselli ancak Kur’ân’da olduğundan, akıllarını bütün bütün kaybetmeyenler neticede mutlaka Kur’ânı bulacaklardır.
Üstadımızın beyan ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerim'in dört ana maksadı vardır: "Tevhid, nübüvvet, haşir, ‘adalet ve ibadet’.”
Ebed için yaratılan insan kalbini evvela, Ezelî ve Ebedî olan Allah’a iman, ikinci derecede ise âhirete iman tatmin edebilir. “Necisin, nereden gelip, nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevap veren ancak Kur’ândır ve onu beşere tebliğ eden de Allah Resulüdür (asm.).
Bir insan, kendisini ve bu âlemi Allah’ın yarattığına, her âzâsı ve her hissi hikmetle yaratılan insanın ölümle hiçliğe gömülmeyeceğine, böyle bir neticenin hem insanı hem de onu meyve veren kâinatı abes, hikmetsiz, manasız kılacağına inanırsa, başına gelen her türlü musibete karşı büyük bir dayanma gücü kazanır. Zira, kendisi sahipsiz olmadığı gibi, ölümün ötesi de hiçlik değildir.
Bu dünya imtihanının bir yönü de belaları sabırla karşılayabilmektir. Belaların gelmemesi yahut giderilmesi için insan kendine düşen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirecek, ondan sonra Allah’ın rahmetine ve hikmetine güvenerek O’na tevekkül edecektir.
“Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlar.” ancak Allah’a imanla mutmain olur ve O’nun mukaddes kitabında müjdesini verdiği ebedî saadete iman ve o yolda çalışmakla saadete erebilir. Bu dünyada da her türlü meşakkat ve ızdıraba rağmen huzurlu bir hayat geçirebilirler.
“… Bu hakikat noktasında kat'iyyen Kur’ân'ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.”
b. Üstadımız, bu cümleyi takip eden paragrafta “saniyen” diye başlayıp, Risale-i Nur’u ehemmiyetle nazara veriyor. Bunun hikmeti nedir?
Üstadımız, Nur Külliyatındaki hakikatlerin, “hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’ân’iyye”den alındığını beyan etmekle, Nur derslerinin bu zamanın manevî dertlerine deva ve suallerine cevap olduğunu haber veriyor.
Burada bir hususun ehemmiyetle nazara alınması gerekiyor:
Bütün dertlerin dermanı yeryüzünde serilmiş olan bitkilerde bulunmakla birlikte, biz onlardan doğrudan faydalanmaktan aciz olduğumuzdan, o bitkilerden yapılan ilaçları kullanmak üzere eczaneye müracaat ediyoruz.
Fetva konusunda da doğrudan Kur’ân'dan hüküm çıkarmaktan âciz olduğumuz için müçtehitlere, âlimlere müracaat ediyoruz.
Aynen bu iki konuda olduğu gibi, bu asrın manevî yaralarını tedavi ve suallerine cevap vermek için de Kur’ân’ın bir manevî tefsiri olan Nur Risalelerini okumak, anlamak ve muhtaç olanlara ulaştırmak durumundayız. Böylece, Kur’ân’a ve imana en güzel şekilde hizmet etmiş oluruz.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
İnsanın fıtratına, Allah’ı tanıyacak, sevecek ve ona tazim ve hürmet edecek çok yüksek kabiliyetler konulmuştur. İlahî kader insanın mahiyetini bu gibi latîfe ve kabiliyetler ile teçhiz etmiştir. Lakin bu yüksek kabiliyetlerin inkişaf ettirilmesi insanın iradesine, talebine ve gayretine bağlanmıştır.
Şayet insan bu yüksek kabiliyetlerini ulvî sahada değil de süflî sahalarda kullanırsa, istidatlar heba olup tefessüh ederler. “Fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanması...”(1) ifadesi bu inceliğe işaret etmektedir.
İnsanlık bu yarasını ancak İslam’ın şifalı merhemi ile tedavi edebilir.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam'ın Zeyli.
Osmanlının parlak devirlerinde Batı dünyası skolastik Orta Çağ dönemini yaşıyordu; dolayısı ile dininde mutaassıp ve cahillerdi. Böyle bir dönemde topyekün İslam’ı kabul etmeleri pek mümkün değildi.
Batı dünyası rönesans, reform ve sanayi devrimi gibi vetirelerle taassup ve cehaletlerini kırarak akıllarını prangalardan kurtardılar. Eğitim ve teknik konusunda çok ileri bir seviyeye ulaştılar. Bu gelişmeler İslam’ı arayıp bulmaları konusunda çok müsbet ve münbit bir zemin teşkil etmektedir.
İnşallah geçmişte olduğu gibi, yakın bir zamanda yine “en yüksek gür seda İslam’ın sedası olacaktır.”
Üstadımız İslam güneşinin önündeki perdeleri ve çözümlerini şu şekilde ifade etmektedir:
"Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mâni, mârifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor."
"Dördüncü ve beşinci mânile: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mani dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat nev-i beşerde başlamasıyla, zeval bulmaya başlıyor."(1)
"İstikbale hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir. Evet, saadet saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar."(2)