Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Hüve Nüktesi Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:14    Güncellendi: 21.02.2025 22:14

Hüve Nüktesi Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Hüve Nüktesi nerede, hangi tarihte ve ne maksatla telif edilmiştir?

“Nur Âleminin Bir Anahtarı” ile “Hüve Nüktesi”, 1946-1947 yıllarında Emirdağ'ında telif edilmiştir.

“Hüve Nüktesi”, ehl-i zındıkanın fikirlerini çürüten, iki kere iki dört eder derecesinde tevhidi isbat eden, hârika bir eserdir.

Üstadımız bu eserin telif sebebini bir mektubunda şöyle ifade ediyor:

"Ben zannederim ki; 'Hüve Nüktesi' gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış. Onların istinatgâhı olan tabiat tağutunu, kesif toprakta bir derece saklanabilirken, şeffaf havada, hüve nüktesinden sonra hiçbir cihetle o tağutu saklamak imkânı kalmamış ki; küfr-ü inadi ve temerrüd-i irtidadi sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar. İnşallah nurlar adliyeleri lehine çevirip bu hücumunu dahi akim bırakacaktır."(1)

Burada hedef şahıslar değil fikirler, ideolojiler ve düşüncelerdir.

(1) bk. Şualar, On Dördüncü Şua, Muhtelif Mektuplar.



2. Hüve’nin kelime manası ve bu nüktenin muhteviyatını kısaca açıklar mısınız? Yani "Hüve Nüktesi" denilince akla ne gelmelidir?

"Hüve" bir zamirdir ve “O” demektir. Üstad Hazretleri bu risalede, hava unsurunun Allah’ın varlığını ve birliğini nasıl gösterdiğini açıklamakta ve hu (hüve) dememizi temin edecek kadar bir havada bu hakikati ispat etmektedir. O bir parçacık hava, bir anda sesleri taşımak, tohumlaşma, nefesi tazelemek, elektrik, çekme ve itme kuvvetlerinin iş yapmasını temin etmek v.s sayısız işler görmekle, Allah’ın varlığını ve birliğini gösterdiği gibi, hüve zamiri de Allah’a işaret etmektedir.

Burada, "hüve"den başka bir kelime ele alınıp, izahlar onun üzerinden de yapılabilirdi. “Hüve”nin seçilmiş olmasında ayrı ince nükteler vardır. Yani "hüve" zamiri, hem bu kadar işleri bu şuursuz hava zerresine yaptıran sonsuz güç sahibi olan Allah’ı göstermektedir hem de onu söylememize yardım eden bir özellikte yaratılmıştır. 

"Hava zerresinden havanın yaptığı bütün bu işleri ona kim yaptırıyor?" sorusuna yine hava zerresi "O zat ancak Allah'tır." cevabını fıtrat ve hâl diliyle cevap vermektedir. 



3. Hüve ile beraber tevhid ifadelerinin zikredilmesindeki hikmet nedir? Lafzında ve maddî cihette bir hayalî ve fikrî seyahat ne manaya geliyor? İman mesleğinin vücub derecesindeki suhuleti ne demektir?

"Kardeşlerim, لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ  ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ deki (هُو) 'Hû' lâfzında, yalnız maddî cihette bir seyahat-ı hayaliyye-i fikriyyede hava sahifesinin mütalâasıyla ani bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde; meslek-i îmâniyyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasını ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkülatlı, mümteni binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.”(1)

“La ilahe illahu” ve “Kul huvellahu” da geçen “hüve” zamiri, açıkça Allah'a delâlet ettiği gibi, bu “Hüve Nüktesi”ndeki “hüve” zamiri de Allah'a delâlet eder. Ve bu nüktenin temelinde Allah'ın varlığını ve birliğini ispat vardır.

"Lafzında yalnız maddî cihette bir seyahat-ı hayaliye-i fikriye,..” ifadesinde kastedilen mana şudur:

Biz evvela “hüve” kelimesini telaffuz ederken kullandığımız havayı, onun vazifelerini, bir anda nice işleri birlikte yapmasındaki harikalığı hayal edecek, düşünecek ve bu konuda bir seyahat yapacağız. Hüvenin mânâsına daha sonra geçeceğiz.

“Ani surette görünme” ifadesi, Üstad'ın hava sahifesini mütalâası esnasında, bu nüktede verilen derslerin onun kalbine bir ilham, bir sünuhat olarak doğduğunu bildirmektedir.

“Meslek-i îmâniyyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunması”

Vücub; “vacip olma, kesinlikle olma, zaruri olma, aksinin düşünülemeyeceği kadar kat’î olma” gibi mânâlara gelir. Bunun zıddı, “imtina”dır, yani “varlığı imkânsız olma, kesinlikle olmama” demektir.

“Vücub-ü vücud”, Allah’ın varlığının vacip olduğunu, olmamasının düşünülemeyeceğini, ezelî ve ebedî olduğunu ifade eder.

Mahlûkatın varlıkları “mümkün” grubuna girer, olup olmamaları müsavidir, Allah’ın irade etmesiyle var veya yok olurlar.

Allah’ın şerikinin varlığı ise mümteni”dir, olması imkânsızdır.

“Bir harf kâtipsiz olmaz.” ifadesi üzerinde konuşacak olursak, bir harfin mutlaka bir kâtibi olması şarttır, aksi düşünülemez, kâtibin varlığı vücub derecesinde kat’îdir, zaruridir. O harfin kendi kendine olması yahut mürekkep zerrelerinin o harfi yazmaları ise imkânsızdır, mümtenidir.

Bir harfin kâtip tarafından yazıldığını kabul etmek vücub derecesinde kolaydır, bunun aksini kabul etmek ise mümtenidir, imkânsızdır.

(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi.



4. "Bir çiçeğin yaratılmasını esbaba havale etsek, toprağın her bir zerresinin o çiçeği hâsiyetiyle tanıması lazım gelir." deniliyor. Halbuki modern ilme göre, çiçeklerin farklılıklarının tohumlarındaki DNA sebebiyle olduğu söyleniyor.

Bu konuyu şöyle özetleyebiliriz.

Evvela, toprak olmasa, güneş ve hava olmasa DNA tek başına bir mana ifade etmez. Kader kalemiyle yazılan bir tohumun çatlayıp filizlenmesi için, bütün sebeplerin bir araya gelmesi, onun imdadına koşması gerekir. Ya diyeceğiz ki, “Her bir sebep kendi başına bütün bu işleri biliyor, ona göre hareket ediyor." ya da "Bu hârika işler her şeyin tedbir ve idaresini yapan, her şeyin dizgini elinde ve hazinesi yanında olan Allah’ın sevk ve idaresi ile oluyor.”

Bilindiği gibi, her fiilin bir faili vardır. Fail ise ancak ilim ve şuur sahibi olmalıdır. Yazılmış bir kitabı, “kalemin yazdığı” söylenemez. Tohum da hârika bir kitaptır.

DNA denilen şey, çiçeğin bütün plan ve parogramının ince ve latîf hatlar ile tohuma yazılmasıdır; bir bilgisayar programının yazılması gibi.

DNA denilen şeyi o tohuma veya çekirdeğe yazmak mükemmel ve muazzam bir hâdisedir. DNA’yı o tohuma veya çekirdeğe yazmakla iş bitmiyor. Onun açılıp inkişaf etmesi için diğer sebeplerin de istihdam edilmesi gerekiyor. DNA’yı yazan ile sebepleri istihdam edenin aynı zat olması zaruridir, aksi düşünülemez.

Zaten toprağın çiçeği tanıması söz konusu değil. Bununla birlikte toprağın içindeki zerrelerin o çiçeğin bünyesinde hareket etmesi, iş görmesi tevhidi ispat etmekte, “kudret-i Samedâniye”yi göstermektedir.

Tohum, toprak ile buluşmadıkça DNA denilen şifreler harekete geçmiyor. Öyle ise toprak ile tohum arasında o muazzam irtibatı kimin tayin ettiğini düşünmek lazım.



5. "Nasıl ki bir avuç toprak yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında..." cümlesine binaen; bitkilerin farklılık sebepleri zaten tohumlarında saklı. Toprağın o çiçeklerin hâsiyetlerini bilmesine gerek var mı?

Bir şeyi yapmak ilimle olur. Tohumların içinde ince ve latîf bir şekilde yazılmış programları bilmeyen bir toprak nasıl onları icat edebilir?

İnsan, bir varlığa gaflet nazarıyla baktığında onun sebeplerden sudur ettiğini, onlardan çıktığını vehmedebilir, ama biraz dikkat etmek bunun böyle olamayacağını ortaya koymaya yeter.

Su çeşmeden akar, ama suyu yapan çeşme değildir. Çeşme, suyun aktığı mekândır. Mekân bir şey yapamaz, ancak o mekânda bir şeyler yapılır.

Topraktan çıkan ağaçları, ağaçlardan çıkan meyveleri de aynen çeşmeden akan sular gibi değerlendirmek gerekir. Ne ağacı toprak yapmıştır, ne de meyveleri ağaç.

Kâinatın tamamı bir fabrika gibi tanzim edilmiş ve bu fabrikada önce bitkiler, sonra hayvanlar ve nihayet insanlar yaratılmıştır. Ama bunları yapan, kâinat değildir, tıpkı mamulleri fabrikanın yapmadığı gibi.

Fabrika, mamullerin imal edildiği mekândır. Nitekim o mamullerin sahibi sorulduğunda herkes fabrikanın sahibinden söz eder; fabrikadan değil.

Ama maddeci felsefe, çiçekleri; toprak, hava, su ve ateş gibi ilimsiz, şuursuz ve cansız maddelerin yaptığını iddia etmektedir. Üstad Hazretleri, “Her tarafı ilim ve şuur olan bir eserin, ilimsiz ve şuursuz sebepler eli ile icat edilmesi mümkün değil.” diyerek, bu düşüncenin batıl olduğunu ortaya koyuyor.

Diğer bir husus:

Bir çiçeğin tohumunda saklı olan programın tatbik sahasına çıkıp yeşerebilmesi için, bütün kâinatın ve sebeplerin bir fabrika gibi işlemesi gerekiyor. Bu sebeplerden bir tanesi olmasa o çiçek hayat bulamaz. Öyle ise çiçeği icad eden Zât'ın bütün kâinatı ve sebepleri elinde tutması, onlara hükmetmesi gerekir. Bütün bunların yapılabilmesi için nihayetsiz bir ilim, irade ve kudret  lazımdır. Bu üç sıfat olmadan bir tek çiçeğin dahi vücuda gelmesi mümkün değildir.



6. Hüve Nüktesi'nin esrarı anlatılırken, toprağın faaliyeti ve vazifeleri nazara verilmektedir. Bu iki unsur arasında nasıl bir münasebet vardır? Ayrıca "emir ve iradenin bir arşı olan havanın ve rüzgârın" ifadesini açar mısınız?

"Evet, nasılki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer; tabiata, esbaba havale edilse lâzımgelir ki; ya o kabda küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin; âdeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan (هُو) 'Hu' lâfzındaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcûd telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin..."(1)

Güneş hadsiz aynalarda bir anda beraber tecellî ettiği gibi, toprak unsuru da bir anda nihayetsiz denecek kadar çok işi birlikte görmekte, hava unsuru da yine sonsuz denecek kadar çok işi beraber, bir anda ve külfetsiz yapmaktadır. Hava unsuru, gözle görülmediğinden Üstad Hazretleri, onun işlerini, gözle gördüğümüz toprak unsurunu misal vererek aklımıza yakınlaştırmıştır.

Ayrı ayrı binler çiçek tohumunu bir saksıya sırayla ektiğimizde, o saksıdaki toprak zerreleri bunların her birini, bütün hususiyetleriyle, hiç şaşırmadan rahatlıkla işler. Bu hal gösteriyor ki, o zerreler, Allah namına ve onun bir memuru olarak bu hârika işleri görürler. Aynı şekilde bir hava zerresi de yeryüzündeki bütün dilleri bilircesine her dilde konuşulanları bir anda, birlikte ve çok kolay bir şekilde arkadaşı olan zerrelere aktarabilmektedir.

Havanın, “emir ve iradenin bir arşı” olmasına gelince, burada arş kelimesi mecazî olarak kullanılmıştır. Hakikatte, arş bir tanedir. İnsan bedenindeki bütün işlerin ruhtan gelen emir ve irade ile icra edilmesi gibi, kâinattaki bütün faaliyetler de arştan gelen emirlerle yapılırlar.

Arş için, “İlahi emirlerin meleklere ilk tebliğ edildiği makam” şeklinde bir tarif yapılmıştır. Arş, emir âleminin merkezidir, halk âlemi denilen bütün mahlûkat o merkezden, o makamdan idare edilirler. Arş, maddî değildir, madde âlemi kürside son bulur, arş ise kürsiyi de ihata etmiştir.

Havada sonsuz denecek kadar çok işin birlikte görülmesi ancak ilahi emir ve irade ile tahakkuk eder. Böylece hava unsuru emir ve iradenin bir arşı gibi olur.

“Zât-ı Zülcelâl olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hük­münde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar dört arş-ı İlâhîsi var:"

"Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafî­zin ve Muhyînin mazharıdır.

İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsuru­dur.

Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur.

Dördüncüsü, Emir ve irâdenin arşıdır ki, unsur-u havadır.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi.

(2) bk. Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem'a, Yirminci Nükte.



7. "Bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin..." İzah eder misiniz?

Allah’ın emir ve irade sıfatlarının bir Arş’ı olan havanın her bir parçasında, yani bir nefes veya bir tırnak kadar olan “Hüve” lafzını söylediğimiz miktardaki havada, bütün dünyadaki mevcut telefonların, telgrafların, radyoların, hadsiz ve muhtelif konuşmaların bulunabilmesi için; ya küçücük ve hassas ölçekli, hârika alıcı ve verici istasyonlarının her bir hava zerresine kurulmuş olduğunu kabul edeceğiz. Çünkü her bir hava zerresinde tüm bu işler bir anda ve beraberce yapılmaktadır. Ya da “Hüve” diyecek ölçüdeki havanın her bir parçasının ve her bir zerresinin, bütün telefoncular, telgrafçılar ve radyo yayın frekansları kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunduğuna, onların hepsinin dillerini bildiğine, her konuşmayı anladığına ve aynı anda diğer zerrelere de bildirdiğine ihtimal vereceğiz! Her bir hava zerresinde hadsiz bir şuur, nihayetsiz bir ilim ve sonsuz bir kuvvet bulunduğunu kabul edeceğiz!

İşte küfür ve dalâlet ehlinin mesleklerinde hava zerreleri adedince imkânsızlıklar, zorluklar ve safsatalar vardır. Bu mükemmel ve kusursuz işler hava zerrelerinin işi olamaz.

Bütün hava zerreleri bu küllî ve mükemmel işlerini, Allah’ın emriyle, izniyle, kuvvet ve kudretiyle yerine getirmektedirler. Bütün zerreler O’nun muti askerleridirler. Allah’ın emri tahtında hareket eden her zerre, bir anda, şimşek süratinde ve “Hüve” telaffuzu kolaylığında vazifesini yapmaktadır.



8. Hüve Nüktesi'nde, hava zerrelerinin telsiz, radyo vs. dalgalarını ilettiği yazılmış; hâlbuki elektromanyetik dalgaların yayılması için havaya ihtiyaç yoktur. Bunu nasıl anlamalıyız?

Risale-i Nurlarda sesin hava zerreleri ile nakledildiği ifade ediliyor. Bunun, sesin hava dalgaları ile nakledildiği görüşü ile tenakuz teşkil eden bir tarafı yoktur. Zaten hava dalgaları da hava atomları ile yapılmaktadır.

Risale-i Nurlar bir fen kitabı olmadığı için, ondan birtakım fennî izahlar yapmasını beklemek ya da fenden bahseden eserler ile mukayese etmek doğru değildir.

Bilindiği gibi, sesin nakli hava ile olmaktadır; havasız yerde ses de olmaz. Kablolu telefonla görüşme yaptığımızda, havadaki ses titreşimleri mikrofon yoluyla elektrik akımına dönüştürülür. Bu akım, karşı taraftaki kişinin kulaklığında tekrar hava titreşimine, yani insan kulağının hissettiği sese dönüştürülür.

Televizyonla, internetle yahut telsiz telefonlarla ses nakli ise elektromanyetik dalgalarla sağlanmaktadır. Müsbet ilimlerde mütehassıs ilim adamlarının ekseriyeti, manyetik dalgaların boşlukta da yayılabildiklerini söylerken, diğerleri bu yayılmanın esir maddesiyle olduğunu söylüyorlar.

Esir, “görülmeyen, latif ve elastikî” bir maddedir. Bizim boşluk dediğimiz her yer, aslında bu madde ile doludur. Önceleri ilim adamları esir maddesini hiç kabul etmezlerdi. Şimdi ise, bir kısım ilim adamları, azınlıkta kalmakla birlikte, esiri kabul etmektedirler.

Esir maddesini kabul edenlere göre, bir atomun çekirdeği ile elektronları arasındaki boşluk da yıldızlar arasındaki boşluklar da esir ile doludur. Bu görüşe göre, havanın ses dalgalarını iletmesine benzer bir şekilde, elektromanyetik dalgalar ve ışık da esir denilen bu teşekkül sayesinde iletilmektedir.

Şu var ki, bu faaliyetler havasız yerlerde de cereyan ederler; hatta daha kolaylıkla ve daha süratle.

Nur Külliyatı’nda geçen çok ehemmiyetli bir kaide vardır:

“Mânâ-yı harfi, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz ve o mânâ-yı harfînin inceliklerinde tedkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yı ismî, sadık, kâzib, her hükme mahal olur.”(1)

Buna göre, bir hâdiseden Allah’ın varlığına, birliğine, ilim ve kudretine delil olarak söz ediyorsanız, ondaki bazı bilgilerin asrın fennine uygun olup olmaması neticeyi değiştirmez.

Meselâ, Üstad Hazretleri, yeryüzünde dört yüz bin nevi nebatat ve hayvanatın birlikte yaratılmalarına, terbiye görmelerine, silahlanmalarına, tâlim ve terhislerine dikkat çekmekle ilahî irade ve kudretin haşmetli icraatını nazara verir. Daha sonra bu rakam bir buçuk milyon olarak nazara verildi, şimdi ise üç milyondan söz ediliyor.

Meselemiz, hayvanların yahut bitkilerin tür sayısını tespit etmek olsa, bu konuya “mânâ-yı ismiyle” bakmış oluruz. O takdirde, rakamların doğruluğu ehemmiyet kesbeder.

Üstadın nazara verdiği mesele, türlerin sayısı değil bu kadar tür canlının mükemmel bir nizam içinde birlikte yaratılmaları ve idare edilmeleridir.

“Hüve Nüktesi”ni de bu şekilde değerlendirmek gerekir. Havada bu kadar çok işin birlikte görülmesi İlâhî hikmet ve kudretin en açık bir delilidir. Bunların bir kısmının bizzat hava zerrelerince, bir kısmının ise esir maddesiyle yahut doğrudan manyetik dalgalarla tahakkuk etmesi neticeyi değiştirmez.

“Esir” maddesini kabul etmeyip, manyetik dalgaların boşlukta da yayılabileceğini müdafaa eden ilim adamları da “Hüve Nüktesi"ni okuyup, manyetik dalgalara o nazarla bakmalı ve o dalgaların sonsuz işleri birlikte görmelerinde tecellî eden İlahî irade ve kudreti hayretle seyretmelidirler.

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şule. 



9. "Kalem-i kudretin hadsiz ve harika ve muntazam yazılarına bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçları ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur." İzah eder misiniz?

Bir hava zerresinin bir anda bütün sesleri işitmesi ve diğer zerrelere bildirmesi, insan aklının alamayacağı harika bir iştir. İnsan, birisiyle konuşurken diğerinin konuşmasını anlamaz, bir anda iki kişiyle konuşamaz, iki konuşmayı birlikte değerlendiremez.

İnsanda bulunmayan bir meziyet ve hasiyetin cansız hava zerrelerinde bulunması, ancak o zerrelerin “Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle” iş görmeleri ve ona “intisab ve istinad” etmeleriyle izah edilebilir. Yani bu işleri yapan, ancak, kudreti ve bütün sıfatları nihayetsiz olan Allah’tır. Atomlar onun emriyle iş gören birer memurdurlar. Güneş'in ziyasını aksettiren aynalar gibi, onlar da Hâlık'ın ilim, irade ve kudretine birer ayna olmuşlar ve bu sayede bu kadar işi, birlikte ve gayet kolayca yapma imkânına kavuşmuşlardır.

Üstad Hazretleri, bir neferin padişaha istinat ettiğinde, onun ordularının kuvvetini arkasında bularak bir şahı esir edebileceğini beyan ederek, intisabdaki kuvveti çok güzel ortaya koyar. İşte hava zerreleri de sonsuz bir kuvvete ve ilme istinad ettiklerinden, nihayetsiz denecek kadar çok işi “bir anda şimşek süratinde ve هُوَ telâffuzu” kolaylığında, birlikte görebilirler. O intisab ile hava sayfası, “kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntâzam yazılarına bir sahife olur.” Kudret kalemi, o sayfada milyonlarca kelimeyi birlikte yazar.

Bir ağaç da o kudret kaleminin önünde bir sayfa gibidir. Bahar mevsiminde bütün çiçeklerin birlikte açmaları gösteriyor ki, o kalemin işleyişi beşerin yazı yazmasına benzemez.

Biz bir anda bir harf yazar, daha sonra diğerini yazmaya başlarız. Çünkü irademiz cüz’îdir, yani bir anda iki şeyi irade edemeyiz. Kudretimiz de iradeye bağlı olarak bir anda ancak bir iş yapabilir, o da cüz’îdir. Ama gözümüzle görüyoruz ki, ağacın en alt kısmındaki bir çiçek yahut yaprakla, en üstünde bulunanlar, küllî bir irade ve muhit bir kudretle birlikte yazılıyorlar.

İşte o kalem sahibi, yeryüzü sayfasında nihayetsiz bitkileri birlikte yazdığı gibi, insan bedeninde yüz trilyon kadar hücrede yine birlikte iş görmekte, denizde balıkları beraber yüzdürmekte, semada kuşları birlikte uçurmakta, gezegenleri yine birlikte döndürmekte ve böyle daha nice birbirinden farklı, hatta bazen birbirine zıt işleri beraber yapmakta, birlikte icra etmektedir.

İşte o kudret kalemi, hava sayfasında da bütün sesleri birlikte yazmakta, bütün işleri beraber görmektedir.

Sonsuza göre az-çok, büyük-küçük farkı yoktur. Bu mefhumlar, sınırlı olan varlıklar içindir.

"Zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur." Bu cümlede de hem zerrenin hem de kaderin derin manaları nazara verilmiştir. Şöyle ki;

Nasılki harfler noktaların bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. aynı şekilde yaratılan herbir zerre veya atom, adeta Allah'ın kendisine takdir ettiği vazifelerin noktalarından teşekkül eden bir harf gibidir. Mesela, bir hava zerresinin; ciğerlere hayat kaynağı olması, elektriği, sesi, ısıyı taşıması, tohumlaşmaya vesile olması, görüntüleri nakletmesi, çekme ve itme faaliyetlerine vesile olması gibi bütün vazifelerin herbirisi kader kaleminin bir noktası gibi olup birleşiminden âdeta o zerre harfi meydana gelmiş oluyor. 



10. " 'Hu zamirinin mutlak ve müphem işareti hangi zata bakıyor?' işaretine bir karine-i teayyün o hüccette bulunması..." ifadesini açar mısınız?

Hüve, “O” demektir. Bu zamir mutlaktır (kayıtsızdır), yani herkes ve her şey için kullanılabilir. “Hüve” dendiği zaman kimden söz edildiği de müphemdir. Müphem: Kapalı, gizli demektir; mutlak ise: Kayıt ve sınır konulmamış demektir.

Ancak لَآ إِلَهَ إِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ آ للَّهُ ve benzeri tevhid ifadelerinde “hüve” zamiri o kadar çok kullanılmıştır ki, Meselâ, "La ilahe illa hû" denildiğinde Allah hatıra geldiği gibi, sadece mutlak olarak hüve (hu) denildiğinde de karine-i taayyün (bir şeyin belli olmasına, tayin edilmesine yardım eden işaret, iz) ile yine Allah hatıra gelir.

Günlük konuşmalarımızda da bunun misalleri çokça görülür. Sadece “o” dediğimizde, bununla kimden söz ettiğimiz bilinmez ve anlaşılmaz. Ama birisi hakkında konuşuyorsak, sözün bir yerinde “o” dediğimizde, sözünü ettiğimiz kişiden bahsettiğimiz hemen anlaşılır.

"Hû" o demektir ve zamirdir. Peki, "ozâmirinden kim kastedilmiştir? İşte bu müphem ve mutlak bırakılmıştır. Ancak "hu" zâmirini söylerken, ağzımızdan çıkan hava zerrelerinin hareketlerinden, fâaliyetlerinden yola çıkarak, bu "hû" zâmirinin kime işâret ettiğini bulmak mümkündür. Yani, bu Hüve Nüktesi'nde ifâde edildiği gibi, o vazifeleri kim atom tanelerine yaptırıyor ise, "hû" zâmiri de ona işâret ediyor demektir.

İnsanın yapmaktan âciz kaldığı bu vazifeleri, ancak bütün zerrelere hâkim olan Allah yaptırabilir. Dolayısıyla "hû" zâmiri Allah'a delâlet etmektedir.



11. Üstadımızın "hareket-i fikriye ile seyahatinde hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalaa" etmesini "âlem" kelimesini esas alarak izah eder misiniz? Mücmel hakikatin tam vazıh ve mufassal aynelyakîn müşahede edilmesi ne demektir?

“İşte ben لَآ إِلَهَ إِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ آ للَّهُ deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel hakikatı tam vâzıh ve mufassal aynelyakîn müşahede ettim ve هُوَ'nin lâfzında, havasında böyle parlak bir bürhân ve bir lem'a-yı vâhidiyyet bulunduğu gibi; manasında ve işaretinde gâyet nurani bir cilve-i ehadiyyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve هُوَ zamirinin mutlak ve mübhem işareti hangi zâta bakıyor, işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki, hem Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, hem ehl-i zikir makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim.”(1)

a. Allah’ın varlığına, birliğine, sıfatlarına ve isimlerine alamet olan, delil olan her şey bir âlemdir, bir işarettir. Bazı zâtlar “âlem” kelimesini terkipler için de kullanmışlardır. Buna göre, her terkip, elementlerden meydana gelmiş ayrı bir âlemdir.

“Âlem” kelimesi çok şümullüdür. Gayb âlemi, şehadet âlemi, sema ve arz âlemleri, melekler âlemi, insanlar âlemi, hayvanlar âlemi, bitkiler âlemi gibi umumî manada çok âlemler olduğu gibi, her bir insan da ayrı bir âlem kabul edilmiştir.

Unsurlar da birer âlemdirler. Üstadımız burada hava için âlem derken, aynı risalede “hava sahifesinden” söz etmiş, havaya aynı zamanda “sayfa” da demiştir.

b. Bu nüktede yazılanlar, yazılmayanlara göre mücmeldir, yani kısa bir hülâsa gibidir. Üstad Hazretleri, bizlerin istifadesine sunduğu bu mücmel hakikati, bütün tafsilatıyla aynelyakin müşahade ettiğini ifade ediyor. Buradaki “müşahede” kelimesi, gözle görme mânâsında değildir, zira hakikatler göz ile değil, kalp ve akıl ile görülürler. “Aynelyakin” kelimesi, bu görmenin çok net ve katî olduğunu ifade eder.

(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi.



12. "Hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, manada o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip..." Hava zerresinin intizamlı hareket ettiğini izah eder misiniz?

Dalgalar genel olarak, mekanik ve elektromanyetik dalgalar olmak üzere iki ana gruba ayrılır. "Elektromanyetik dalgalar", yayılmak için bir vasata ihtiyaç duymazlar ve boşlukta da yayılabilirler. "Mekanik dalgalar" ise, enerjilerini aktarabilmek için vasatın taneciklerine ihtiyaç duyarlar. Bu yüzden boşlukta (meselâ uzayda) yayılamazlar. Ses dalgaları da mekanik dalgalar olduklarından, yayılmak için maddî bir vasata ihtiyaç duyarlar.

Görüldüğü gibi sesler bir hava atomundan öbürüne intikal ederek yayılıyor. Bu da her bir kelime ve cümlenin her bir zerre tarafından bilinmesini ve alınmasını netice veriyor ki, bu da açık bir kudret mucizesidir.

13. "Hüvenin lafzında bir lem’a-i vahdaniyet bulunduğu gibi; manasında ve işaretinde de nurani bir cilve-i ehadiyyet ve çok kuvvetli bir hücceti tevhid bulunuyor." Bu cümleyi açabilir misiniz?

“Vahdaniyet” Cenab-ı Hakk’ın birliğini ifade eder. Zâtî sıfatlarındandır; “Zât’ında, sıfatında şeriki olmayan” diye tarif edilir.

“Lem’a-yı vahdet” ifadesi, “Allah’ın birliği güneş gibi bir hakikattir, 'hüve' lafzının söylendiği hava da o güneşten bir lem’adır, bir ışık huzmesidir.” manasını ifade eder. O kadarcık bir havaya bu kadar kabiliyetler takan ve bu kadar vazifeler gördüren ancak Allah’tır.

Hüvenin lafzı, bu şekilde, Allah’ın birliğini gösterdiği gibi, manası da Allah’ın vahdaniyetine işaret eder. “La ilahe illa hu”, O’ndan başka ilah (hak mabud) yoktur, demektir. Kendinden başka ilah olmayan Zât ise Ehad’dir, birdir. Ehad, Allah’ın Zât’ının birliğini, “kıdem, beka, muhalefetü’n-lil-havadis gibi Zât’î sıfatlara sahip bir başka ilah bulunmasının muhal olduğunu” ifade eder.



14. "Sahife-i hava, hakkalyakin, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle..." Hakkalyakin neden ilk sıraya alınmış olabilir? Yakînin mertebeleri hakkında bilgi verir misiniz?

Hava unsuru diğer unsurlara nazaran Allah'ın varlığına delâlet etmesi noktasında daha şeffaf daha nuranî daha ulvî olduğu için ve onda tevhid hakikati daha bâriz bir şekilde tezahür ettiği için hakkalyakin öne alınmış olabilir. 

Yakîn hakkında bilgiler:

Yakîn; lügat manasıyla tereddütsüz, şüphesiz ilim demektir.

Daha geniş ve daha güzel, bir başka tarif: “Bir şeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmek.”

Bu tarifte, yakînin iki ehemmiyetli manası karşımıza çıkıyor. Birisi, bir şeyi hakikatte nasılsa öyle bilmek. Buna, “vâkıa mutabakat” deniliyor. Diğeri itikad-ı sahih, yâni bu inançta zerrece şüphe etmemek.

“Yakîn” kelimesinin üç ana mertebesi vardır: İlmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn…

Bazıları, “ilmelyakîn”i zayıf bir itikat zannederler. Hâlbuki bu mertebelerin her üçü de kâmil imanı ifade eder. “Yakîn” kelimesi üçünde de geçtiğine göre, her üç mertebe de “vâkıa mutabık”, her üç mertebe de “şüpheden uzaktır.”

İmanda, vâkıa mutabakatı, yâni hakikata uygunluğu “iman hakikatlerine Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği gibi inanmak” şeklinde anlamak gerekir. Meselâ, Allah’a iman hususunda, Allah’ı vacib, ezelî ve ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh, bütün sıfatları sonsuz olarak tanımak vâkıa mutabıktır. Bütün müminler Allah’a böylece iman ederler.

Bir hakikata inanmak başka, fiil ve hâl âlemini onunla tertip ve tanzim etmek daha başkadır. İşte yakîn imana sahip olanlarda iman, kulun fiil ve hâl âleminde daima tesirini gösterir. Meselâ, melâikeye her mü’min inanır. Melekleri Kur’ân-ı Hakim’in bildirdiği gibi bilen bir insanın bu imanı vâkıa mutabıktır ve şüpheden de uzaktır. Ama melekleri sadece sözü edildiği zaman hatırlamak başka, her adım atışında, her söz sarf edişinde onları yanı başında bilmek daha başkadır. İşte bu ikincisi yakîn imandır. Bunda da üç ana mertebe ve her mertebede sonsuz dereceler var.

“İlmelyakîn”, bir şeyin, bir hakikatın varlığını iki kere iki dört eder gibi katî bilmektir. O hakikatı, gördüğü yahut işittiği, kısacası his âlemine giren bir şeyi bilir gibi katî bilmek ise “aynelyakîni” ifade eder. Yine o şeyi yaşadığı bir hakikatın varlığını bilir gibi bilmek ise “hakkalyakîn”dir.

Meselâ, biz hâfızamız olduğunu ilmen ve yakînen biliriz. Ve bundan kesinlikle şüphe etmeyiz.

Aynı şekilde, elimizin varlığını görerek, aynelyakîn biliriz. Bunda da katiyen şüphemiz olamaz.

Bir de hayatta olduğumuzu bilmemiz vardır ki bunu ne düşünerek, ne görerek değil, bizzat yaşayarak biliriz. Bu biliş ise hakkalyakîndir.

Kâtibin varlığına yazının varlığından çok daha kuvvetle inanan her insan, kendi varlığına inanmasının çok üstünde bir iman ile Allah’ı bilecek, ona iman edecektir. Yâni kendi varlığından şüphe etse bile yaratanından etmeyecektir. Bu noktaya gelen mümin yakîne ermiştir.



15. Havanın, "kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi" ve "levh-i mahv-ispat namında yazar bozar tahtası hükmünde" olmasını izah eder misiniz?

"...Öyle ise, bu sahife-i hava, hakkalyakin, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedâhetle Zât-ı Zülcelâl'in hadsiz gayr-ı mütenahî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kâlem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil şuunatında bir levh-i mahv-isbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir."(1)

Bir yazıya baktığımızda onun iki safhada ortaya çıktığını anlarız: Önce neler yazılacağı planlanmış, takdir edilmiş, sonra kalemin hareket ettirilmesiyle (kudretle) o yazı kâğıda dökülmüştür.

Bahar sayfasında çiçeklerin yazılmasında da aynı hakikat kendini gösterir: Her çiçek, rengiyle, şekliyle, bütün hususiyetleriyle ilahî ilimde takdir edilmiş ve kudret kalemiyle o sayfada yazılmış, neşredilmiştir.

Kâğıt üzerinde ve bahar sayfasında gözle gördüğümüz bu hakikat, hava sayfası için de aynen geçerlidir, şu farkla ki onda yazılan ve sonra silinip kaybolan sözleri gözle görmek yerine, ilmen bilmekteyiz.

Bütün yazılar ilahî ilmin en büyük aynası olan levh-i mahfuzda nasıl yazılmışlarsa, aynen öyle de hava sayfasına aksetmekte, kudret kalemiyle o sayfada yazılmaktadır. Olmuş ve olacak her şeyin yazıldığı, kaydedildiği levh-i mahfuzda, gök gürlemesinden, kuş cıvıltılarına ve insanların konuşmalarına kadar bütün sesler yazılıdır. Bu yazının mahiyetini bilemeyiz, ancak Üstad'ın da ehemmiyetle belirttiği gibi, insan hafızası bu noktada bize güzel bir misaldir. Konuştuğumuz birisinin simasından elbisesinin rengine ve söyledikleri sözlere kadar her şeyi hafızamızda kaydedilir. Bu kayıt, kalemle yazı yazmaya benzemez, o cinsten bir kayıt değildir.

Hava sayfasında yazılanlar da yeryüzü sayfasında yazılanlar gibi sabit değildirler, daima tebeddül eder, değişirler. Bir çiçeğin gidip yerine başkasının gelmesi gibi, bir söz havada yazılır, sonra o gider bir başkası yazılır. Bu haliyle hava, yazar bozar bir tahta gibidir. Bu sayfada yazılanlar daha sonra mahvolur ve yerlerine başkaları yazılır, ispat olunur. Bu yönüyle Üstad Hazretleri havaya Levh-i Mahv-ispat demektedir. Aynı ifadeyi “zaman” için de kullanır. Zamanın sayfasında da nice mahlûkat yazılır, sonra silinirler, daha sonra onların yerine başkaları yazılırlar.

(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi.



16. Hava unsurunun nakl-i asvat vazifesini biraz açıklar mısınız? Havanın, emir ve iradenin arşı olması ne demektir? Âlem-i misâl hakkında bilgi verir misiniz?

“İşte hava unsurunun yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i Vahdaniyyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalaletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi, unsur-u havâînin sâir ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, ziya gibi sâir letâifin naklinde şaşırmadan muntâzaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda, bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebâtat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemâl-i intizâm ile yetiştiriyor. Emir ve İrade-i İlahiyyenin bir arşı olduğunu kat'î bir sûrette isbat ediyor."

"Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, câhil maddeler bu sahife-i havaiyyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakîn derecesinde isbat ettiğini kat'î kanaat getirdim ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hal ile لَآ إِلَهَ إِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ آ للَّهُ أَ حَدٌ dediklerini bildim ve bu هُوَ anahtarı ile havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir هُوَ olarak âlem-i misâl ve âlem-i mânâya bir anahtar oldu.”(1)

a. Nakl-ı asvat, seslerin nakli demektir. Buraya kadar, havanın bütün sesleri bir anda ve bütün hususiyetlerini koruyarak diğer zerrelere naklettiği ve onlardan gelen sesleri de aynı anda aldığı izah edilerek, hava sayfasındaki bu hârika icraat dikkatimize sunulmuştu. Bu noktada ise, havanın vazifesinin sadece ses nakli olmadığı ifade edilerek diğer vazifelerinden bir kısmına dikkat çekiliyor ve ses nakliyle birlikte bu işlerin de hiç karıştırılmaksızın hârika bir nizamla icra edildiği nazara veriliyor. Bütün bu işler havada cereyan etmekle birlikte, bunların bir kısmı elektromanyetik dalgalarla icra ediliyor. Bu konuya, daha önceki bir sual münasebetiyle temas edilmişti.

b. Arş bir tanedir. Bütün âlemlerin, tabir-i caizse, idare merkezidir. Üstad Hazretleri bunun insandaki misalinin “kalb” olduğunu ifade eder. Yapacağımız bir iş, önce kalbimize doğar, sonra onu yapmaya karar veririz, daha sonra aklımız o işin tahakkuku için yollar arar, gözlerimiz o iş için bize yol gösterir, ayaklarımız o iş için yol almaya başlar.

“Halk âlemi” denilen bütün bu varlıklardaki faaliyetler “emir âlemi”ne göre icra edilirler. Arş, emir âleminin merkezidir. Allah’ın ilmine ve hıfzına, levh-i mahfuz bir ayna olduğu gibi, ilâhî takdire ve emirlere de arş ayna olur.

Burada da arş kelimesi mecazî manada kullanılmıştır. Allah’ın emir ve iradesiyle hava sayfasında bu mu’cizeler sergilenmektedir.

c. “Âlem-i misal”; âlem-i ervah ile âlem-i şehadet arasında bir perde olarak tarif edilir. Yani bu âlem, ruhlar âleminden daha kesif, şehadet âleminden ise daha latiftir.

Üstadımız, insanda bunun misalinin “hayal” olduğunu beyan ediyor. Gerek gördüğümüz eşya, gerek öğrendiğimiz şeyler hayalimizden geçerler.

Bunun tersi bir uygulama da olur: Hayal ettiğimiz şeyleri düşünür, sonra icra ederiz.

Nasıl bütün kelimeler havada temessül ediyorsa, bütün işler ve manalar da âlem-i misalde temessül ediyorlar. Üstadımız, “Rüyâ misâlin zılli, misâl ise berzahın zılli olmuştur.”(2) buyurur. Yani, rüya âlemi, âlem-i misalden haber veren bir gölge gibidir.

Buna güzel bir misal:

Abdullah İbni Ömer (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah(S)'tan işit­tim:

"Uykuda iken bana bir kadeh süt getirdiler. O kadar içtim ki, kanıklık te'sîrinin tâ tırnaklarımdan sızdığını hâlâ duyuyorum. İç­tikten sonra artığımı Ömer ibni Hattâb'a verdim" buyuruyordu.

"Yâ Rasûlallah! Bunu ne ile yorumladın?" diye sordular. "İlim ile" cevâ­bını verdi.(3)

İlim, bir manadır, ama rüyada süt olarak görünmüştür. Bütün eşya ve hâdisat gibi bütün manalar da âlem-i misalde buna benzer bir şekilde temessül etmektedirler.

Allah’ın her isim ve sıfatı diğer isim ve sıfatlardan hem hüküm hem de mânâ olarak farklıdır.  Meselâ, irade sıfatının hükmü ile kudret sıfatının hükmü nasıl farklı ise, bu sıfatların galiben tecelli ettiği makam ve alanlar da ona göre farklılık gösterir. Allah’ın irade sıfatının tecellileri kudret sıfatının tecellilerine nisbetle daha latif olduğundan hava da diğer maddî eşyaya göre daha latiftir. Havanın irade sıfatına arş olmasında bu mana da vardır.

Şu dünya hayatında olan biten her şeyin kaydı misal âleminde levhalar suretinde muhafaza ediliyor.  Cennette insanlar dünyadaki hatıralarını görmek istediklerinde, âlem-i misaldeki kayıtlardan izleyecekler. Tabi bu kayıtlar bizim ölçülerimizin çok üstünde kayıtlardır. Hafızamızın kaydı levh-i mafuzun kaydını tam olarak ifade edemediği gibi, hayalimizin kaydı da misal aleminin kayıtlarını kemaliyle temsil edemez. Hafıza ve hayal, levh-i mahfuzun ve alem-i misalin anlaşılmasında bir mülahaza ünvanı olurlar ve onlardan haber verirler. Nur Küliyatı’nda insanın bu alemin küçük bir misâli olduğu anlatılırken kemiklerinin taşlardan,…, haber verdiği ifade edilir. Ancak, bu güzel teşbihi yanlış değerlendirerek  kemiklerimizle taşlar arasında, her konuda bir benzerlik kurma yoluna gitmemiz de doğru olmaz.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi.

(2) bk. age., Lemeat.

(3) bk. Sahih-i Buhari tercümesi, DİB. Yay. c.1, s. 83, h.no: 73.



17. "Gördüm ki, âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hadisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor..." İzah eder misiniz?

"Gördüm ki, âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyâtın fâni ve zail hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve cennette saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski hâtıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim."(1)

Şu gördüğümüz âlemdeki her şeyin, her hadisenin bir misalinin mevcut olduğu ayrı bir âlem var. Ve o âleme, âlem-i misal deniliyor. Misal âlemi, ruhlar âleminden daha kesif; şu âlem-i şahadetten ise daha lâtif. Bu mahiyetiyle, iki âlem arasında bir berzah gibidir. Allah'ın dışındaki her şeyin bir kendisi, bir de böyle misal ve imaj boyutu vardır.

Kısaca âlem-i misal maddi alemlerin film, fotoğraf ve imajının alınıp saklandığı bir arşiv niteliğindedir. Bu alemde maddi alemlerin fotoğrafının alınmasının nedeni ise ahiret aleminde dünyevi hadiselerin yeniden seyrettirilmek istenmesidir. 

Mesela, cennete giren bir insan "Ben dünya hatıralarımı yeniden görmek ve seyretmek istiyorum." dediğinde alem-i misaldeki bu film, imaj ve fotoğraflar gösterime girecek tıpkı bir sinema filmi gibi. 

Bedir savaşını görmek istiyorum denildiğinde Bedir savaşının alem-i misaldeki görüntüsü seyredilebilecek vs...

1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi.



18. "Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misalin iki hücceti ve iki küçücük numunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye..." İzah eder misiniz?

"Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misâlin iki hücceti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayaliye, mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemal-i intizamla içlerinde bir büyük kütüphane kadar malumatın yazılması kat’î ispat eder ki, ..." (Sözler, 13. Söz, Hüve Nüktesi)

Her bir insandaki nüfus kağıtlarının büyük bir nüfus dairesine ve kütüğüne işaret edip ispat etmesi gibi her bir insandaki hafıza kuvvesi levh-i mahfuzahayal kuvvesi de alem-i misale işaret edip ispat ediyor.

Çünkü insanın kafasına yerleştirilmiş tırnak kadar bir et parçası yani hafıza kuvvesi koca kütüphaneyi içine alacak kadar geniş ve büyük bir özelliğe sahiptir ve bu özelliği ile büyük hafıza olan levh-i mahfuza benziyor ve ona işaret ediyor.

Aynı şekilde insandaki hayal kuvvesi de gayet hafif ve latif olma özellikleri ile alem-i misali andırıyor ve ona işaret ediyor...

"... o iki kuvvenin nümune-i ekber ve azamları olan âlem-i misal, hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vech ile mümkün olmadığını, Hakîm-i Zülcelâlin kalem-i kader ve hikmetinin sayfası olduğu, ilmelyakîn ile kat’î bilindi." (bk. age., a.y)

Burada, "Her şeyi toprak, hava, su ve ateş, yani tabiat yapıyor." diyenlerin fikirleri çürütülüyor. Hava zerrelerinin mazhar olduğu o muazzam hikmetli işler, nasıl hava unsuruna verilemez ise; aynı şekilde toprak zerrelerinin mazhar olduğu o muazzam ve hikmetli işleri de toprağa dayandırılamaz. Zira toprak eli ile gelen o muazzam bitki ve hayvanat; toprağın pek fevkinde ve üstünde olup, toprağın o bitki ve hayvanatı icat edip yaratması kabil ve mümkün değildir denilmek isteniyor.

Yani sebep gayet adi ve basit iken, o sebepten çıkan netice gayet yüksek ve komplikedir. Öyle ise sebebin o neticeyi icat ettiğini düşünmek safsata olur. Burada toprak sebep, onun fevkinde olan neticeler ise müsebbebtir. Her bir çekirdek, nutfe, sperm, tohum gibi hülasa maddeler adeta mücessem birer kaderdirler ve kaderin varlığına işaret ediyorlar. Her şeyin kalem-i kader ve hikmetinin sayfası olduğunu gösteriyorlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

"İnsan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır." cümlesini açar mısınız? Her insan bu hakikati taşıyor mu?

"Misâl-i Musağğar" ne demektir?



19. Hüve Nüktesi'nin muhtasar bir izahını yapar mısınız?

Kur’ân,

“Hiç bir şey yoktur ki, O’na hamd edip, O’nu tesbih ediyor olmasın.” (İsrâ, 17/44) 

buyurur. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu ayetten, “Lâ İlâhe illâ hu” ve “Kul hüvallahü ehad” kelimelerinde geçen “Hüve” zamirine bir köprü kurar. Hüve Nüktesi, “Hüve” ile “hava” arasındaki kopmaz bağı bizim anlayışımız çerçevesinde keşfeden ve nazarlara sunan bir görgü tanığı notudur.

Bu mukaddes kelimelerde geçen “Hu” veya “Hüve” lafızları zamirdir, “O” demektir; Allah’a râcidir, yani “Allah” lafzı yerine oraya gelmişlerdir, yani “Hu” veya “Hüve” Allah demektir. (“Hû”, “Hüve”nin kısa okunuşlu halidir.)

Bedîüzzaman Hazretleri, havanın hakikatini yukarıdaki ayetin dürbünüyle müşahede ediyor. Görüyor ki, her bir hava zerresi Allah diyor. Yani “Hüve!” diyor. Yani her bir hava, “Hüve!” diyor. Her bir hava zerresi Allah’ı zikrediyor, Allah’ı gösteriyor, Allah’ın ilmini, iradesini, kudretini, hikmetini, işitmesini, görmesini bildiriyor. Yalnız hava sayfası okunduğunda bile görülecektir ki, Allah’a iman etmek hadsiz derece kolay, şirk ve dalâlette kalmak hadsiz derece zordur, hatta imkânsızdır.

Nasıl ki bir avuç toprak nöbetle yüzlerce çiçeğe saksılık ediyor. Bunu tabiata veya sebeplere havale etmek için, ya o saksıda küçücük ölçülerde yüzlerce manevî makineler ve fabrikalar bulunması lâzım gelecektir. Ya o bir parça topraktaki her bir zerre, bütün o yüzlerce çiçeği muhtelif özellikleriyle, karakterleriyle, hayatî farklılıklarıyla, dalıyla, budağıyla, rengiyle, kokusuyla, yaşama ve büyüme şartlarıyla tanıması ve bilmesi lâzım gelecektir. Âdeta her bir toprak zerresinin bir ilah gibi ilim ve iktidar sahibi olması gerekecektir. Bu ise imkânsızdır. Buna ihtimal vereni en akılsız adam bile akılsız, deli ve ebleh ilan eder. Oysa toprak ile saksıdaki çiçekler arasında veya toprak ile bitkiler arasındaki bu sıkı bağı ve birliği, bu hayatî alış verişi, Allah’ın ilmine, iktidarına, emrine ve iradesine verdiğimizde, her şeyin kolayca ve mükemmel bir biçimde olup bitişindeki sırrı görmekte gecikmeyeceğiz.

Aynen bunun gibi, Allah’ın emir ve irade sıfatlarının bir arşı olan havanın her bir parçasında, yani bir nefes veya bir tırnak kadar olan “Hüve” lafzını söylediğimiz miktardaki havada, bütün dünyadaki mevcut telefonların, telgrafların, radyoların, hadsiz ve muhtelif konuşmaların bulunabilmesi için; ya küçücük ve hassas ölçekli, harika alıcı ve verici istasyonlarının her bir hava zerresine kurulmuş olduğunu kabul edeceğiz. Çünkü her bir hava zerresinde tüm bu hadsiz işler bir anda ve beraberce yapılmaktadır. Ya da, “Hüve” diyecek ölçüdeki havanın her bir parçasının ve her bir zerresinin, bütün telefoncular, telgrafçılar ve radyo yayın frekansları kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunduğuna, onların hepsinin dillerini bildiğine, her konuşmayı anladığına ve aynı zamanda diğer zerrelere de bildirdiğine ihtimal vereceğiz! Her bir hava zerresinde hadsiz bir şuur, ilim ve iktidar bulunduğunu söyleyeceğiz! Nitekim havanın bütün cüzlerinde aynı derecede ses ve görüntü nakil kabiliyeti ve eksiksiz görev yapma terbiyesi vardır.

İşte küfür ve dalâlet ehlinin mesleklerinde değil bir imkânsızlık, hava zerreleri adedince imkânsızlıklar, olumsuzluklar, mantıksızlıklar, zorluklar, müşkülâtlar ve çıkmaz sokaklar vardır!

Bu ince ve benzersiz işler Allah’a verilse, havanın bütün zerreleri derhal Allah’ın emrini dinleyen ve Allah’ın emrine kâmilen itaat eden birer asker hüviyetine girecektir. Hadsiz ve kapsamlı vazifeler, Allah’ın emriyle, izniyle, kuvvetiyle, kudretiyle, Allah’a intisap ederek ve dayanarak, bir tek zerrenin, bir tek vazifesi kadar kolayca, muntazaman, bir anda, şimşek süratinde ve “Hüve” telaffuzu ve havanın dalgalanması kolaylığında yapılacaktır! Hava böylece kudret kaleminin hadsiz, harika ve muntazam yazılarına birer sayfa olacak; zerreleri o kalemin uçları, zerrelerin vazifeleri de kader kaleminin noktaları hüviyetinde olacaktır. Çünkü bir tek emirle, bütün hadsiz hava zerreleri, bir tek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışmaktadır.

Havanın her bir zerresinde bir birlik mührü vardır. Her bir hava zerresi bu eşsiz mühürle Allah’ın bir olduğunu herkese haykırmaktadır. Hava zerreleri böyle orijinal sıfatlarıyla “Hüve” zamirinin “Allah’a” baktığını göstermektedirler. Demek, Tevhid makamında “Hu” dediğimizde, ağzımızdan çıkan hava zerreleri de “Hüve!” yani “Allah” zikrini söylemektedirler.