Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

On Dördüncü Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:16    Güncellendi: 21.02.2025 22:16

On Dördüncü Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Üstad Hazretleri On Dördüncü Söz’e الر ٭ كِتَابٌ اُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ âyetiyle başlamıştır. Âyetin kısaca bir izahını yapar mısınız?

Önce söz konusu âyet-i kerîmenin mealini verelim, daha sonra tefsir kitaplarından kısa bir açıklama takdim edelim:

“Elif lâm râ. Bu öyle bir kitaptır ki, her işi hikmetle yapan ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah tarafından âyetleri sağlam şekilde tanzim edilmiş, sonra tafsilâtıyla açıklanmıştır.” (Hûd, 11/1)

“Kur’ân âyetleri sağlam şekilde tanzim edilmiştir. Bu sağlamlık hem lafız, hem de mâna itibariyledir. Ona ne yanlışlık, ne noksanlık, ne de tenakuz ârız olmaz. Yine bu sağlamlık, onun hükmünün devamlı oluşunu, kendinden sonra onu neshedecek bir İlâhî kitap gelmeyeceğini de ifade eder."

"Fussilet, yani fasledildi kelimesi için 'tafsilen açıklandı, mücmel bırakılmadı' manası verildiği gibi, 'fasıl fasıl çok konulara yer verdi' şeklinde de mâna verilmiştir. Bu ikinci manaya göre, onda iman, ibadet, peygamber kıssaları, helal ve haramlar gibi birçok mevzu harika bir nizam ile yer almıştır."

"Bu tafsilin 'Hakîm' ve 'Habîr' olan yani, hikmetiyle her şeyi yerli yerinde yapan ve ilmiyle her şeyden haberdar olan Allah tarafından yapıldığı haber verilmiştir. Allah bütün âlemleri hikmetli yarattığı gibi, O’nun bütün emir ve yasakları da hikmetlidir. 'Habîr' ismiyle, kâinatın yaratılış safhalarından, insanın ana rahmindeki geçirdiği devrelerden, insanlık tarihinde yaşanan ve peygamberlerin başına gelen hâdiselere kadar her şeyden haberdardır. Nitekim bu sûrede peygamber kıssalarına oldukça yer verilmiştir. Bunun  'Habîr' ismiyle yakın alâkası vardır.”

İlave bilgi için tıklayınız:

143. DERS (Hud Suresi, 1-12) İlâhî Mesaj.



2. Hud Suresi, birinci âyet-i kerîme ile On Dördüncü Söz’de işlenen konular arasında nasıl bir alaka vardır?

Bu Söz’de bazı kimselerin anlamakta zorluk çektikleri “göklerin ve yerin altı günde yaratılması, yaş kuru her şeyin kitab-ı mübinde yazılmış olduğu” gibi hakikatlerden misâl olarak beş hakikat üzerinde durulmuş ve bu gibi meselelere nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda ortaya bir numune konulmuştur.

“Elif lâm râ. Bu öyle bir kitaptır ki, her işi hikmetle yapan ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah tarafından âyetleri sağlam şekilde tanzim edilmiş, sonra tafsilâtıyla açıklanmıştır.” (Hûd, 11/1)

Bu âyet-i kerîmede, Kur’ân âyetlerinin sağlam şekilde tanzim edildiği nazar-ı dikkate takdim edildikten sonra bu âyetlerin 'Hakîm' ve 'Habîr' olan Allah tarafından tafsil edildiği beyan edilmektedir. Burada geçen tafsil meselesini iki şekilde anlayabiliriz. Birisi, bir âyette mücmel olarak yani hülâsa olarak beyan edilen bir hakikatin tafsilatının başka âyetlerde bulunduğudur. Meselâ, Fatiha Sûresinde geçen sırat-ı müstakim ehlinin, bir başka âyet-i kerîmede peygamberler, sıddıklar, şüheda ve salihler olduğunun beyan edilmesi gibi.

Diğer mâna ise, âyetlerde geçen mücmel hakikatlerin Allah Resulü (asm.) tarafından tafsilatıyla anlatılmış olmasıdır.

Daha sonra gelen birçok tefsir âlimi de kendilerine ihsan edilen ilim ve hikmetle, âyetlerde geçen hakikatleri daha tafsilatlı olarak tefsir etmişlerdir.

O halde, bir insan kendi aklıyla anlayamadığı bir hakikati, evvela Allah Resulünün (asm.) hadislerindeki açıklamalara bakarak, daha sonra, gerektiğinde, tefsir âlimlerinin söz konusu âyet hakkındaki izahlarına müracaat ederek öğrenme yoluna gitmelidir. Bu iki ehemmiyetli me’haza müracaat etmeden sadece kendi fikriyle yapacağı tahlil ve izahlar, onun kalbini tatmin etmeyebilir ve ruhunda şüphe ve tereddütlere yol açabilir.

Üstad Hazretleri bu konuda, misâl olarak, beş mesele üzerinde durmuş ve yaptığı izahlarla fikir ufkumuzu açmış, bilgimize derinlik kazandırmış, bizleri sathî düşünmeden kurtarmış, böylece, benzeri meselelerle karşılaştığımızda o hakikatin de bizim idrakimizin ötesinde çok cihetleri olabileceği konusunda aklımıza yol göstermiş, düşüncemize istikamet kazandırmıştır.



3. Hadis-i şeriflerin, Kur’an'ın hakiki müfessiri olmasını nasıl anlamalıyız? Burada "teslim ve inkıyad"ın özellikle nazara verilmesinin sebebi nedir ve nasıl anlaşılmalıdır?

"Kur'an-ı Hakîm'in ve Kur'an-ın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek."

- Hadis-i şerifler, Kur’ân'ın hakiki müfessiri olarak zikredilmektedir. Bunu nasıl anlamalıyız?

Bir önceki sualin cevabında da ifade ettiğimiz gibi, Kur’ân'da geçen mücmel hakikatlerin açıklanması, tafsil edilmesi konusunda en birinci kaynak Allah Resulünün (asm.) hadîs-i şerîfleridir.

Kur’ân'da namaz kılmamız emredilmekle birlikte, bu vazifeyi nasıl yerine getireceğimiz, hangi namazı kaç rekât kılacağımız gibi bütün tafsilatlar hadîs-i şerîflerden ders alınmıştır. Keza, Kur’ân'da İsra sûresinde miraç mucizesinin ilk safhası haber verilmiş, Necm sûresinde ikinci safha hakkında esasa müteallik malumat verilmiş, bu mucizenin sair teferruatı ise, bu konudaki hadislerde yer almıştır.

Bu noktada, İçtihat Risalesi (Yirmi Yedinci Söz)'nin başına konulan şu âyet-i kerîme de çok ehemmiyetlidir:

“Halbuki onlar bu haberi Peygambere ve aralarındaki salahiyet sahibi kimselere götürselerdi, onlar içerisinde hüküm çıkarmaya gücü yetenler, elbette onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisâ, 4/83)

Bu âyet-i kerîmenin haber verdiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm), ashabının tevil noktasında ihtilafa düştükleri bazı meseleleri içtihat yaparak tefsir etmiştir. Buna göre, Allah Resulü, Kur’ân-ı Kerîm'in hem birinci müfessiri, hem de ondaki bazı hükümleri beyan etmesi cihetiyle de ilk müçtehittir. Âyet-i kerîmede geçen, “aralarındaki selahiyet sahibi kimseler” ifadesi, bu içtihat vazifesini ashabın bazı âlimlerinin de yerine getirdiklerini haber vermektedir.

- Bu paragrafta Kur’ân-ı Hakim’in ve hadîs-i şerîflerin bir kısım yüksek ve ulvî hakikatlerine çıkmak için “teslim ve inkıyad” bilhassa nazara verilmektedir. Bunun sebebi nedir ve nasıl anlaşılmalıdır? 

Bu bahisle alakalı olarak Yirmi Dördüncü Söz'de şöyle buyurulur:

“Nasıl Kur’ân-ı Hakîm'in müteşabihatı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehadîsin de Kur’ânın müteşabihatı gibi müşkilatı vardır. Bazen çok dikkatli tefsire ve tabire muhtaçtır.”

Kur’ân-ı Hakîm'de ve hadîs-i şerîf’lerde birtakım yüksek ve ulvî hakikatler ya mecaz yoluyla ya temsil ve teşbihlerle veya işarî manalarla ifade edilirler. Bunları ilk bakışta herkesin nazarı ihata edemeyebilir. Ancak, ders verilen bu mânaların hak olduğu öncelikle tasdik edildikten sonra, hem ilmen gayret göstererek, hem de nafile ibadetleri artırıp, tefekkürü derinleştirerek o yüksek hakikatlere yaklaşılabilir ve onlar insan kalbine açılabilir.

“Teslim ve inkıyadı” kifâyetli seviyeye ulaşmamış kişiler, bu gibi ulvî hakikatleri kendi akıllarının mizanıyla tarttıklarında, birtakım şüphe ve tereddütlere düşebilirler. İşte bu gibi kimseleri ikna ve akıllarını tatmin için bu Söz’de misâl olarak bazı meseleler ele alınmış ve akılların tek başına varmakta zorlandıkları o hakikatleri kalbe kabul ettirmenin yolları gösterilmiştir.

Burada, okuyucuya aynı zamanda bir usul öğretilmektedir. Şöyle ki:

Bazı ulvî hakikatleri anlamakta zorluk çeken kimselerle, o hakikatler üzerinde doğrudan münakaşa etmek yerine, onların ruhlarını terakki ve kalplerini inkişaf ettirecek vesileler üzerinde durulmalı, imanlarının taklitten tahkike çıkmasına gayret edilmelidir. İnsanın, küçük yaşta hazmedemediği bir gıdayı ileri yaşlarda rahatlıkla hazmetmesi gibi, o kimseler de teslim ve inkıyad hususunda zahmet çektikleri bazı hakikatleri, böyle bir manevî terbiye neticesinde rahatlıkla anlayacaklar ve hakikate teslim olacaklardır.



4. Yerlerin ve göklerin altı günde yaratılmasının hikmeti nedir? Kâinat yerine "yer ve gökler" tabiri niçin tercih edilmiştir? Birinci Mesele'yi tafsilatlı bir şekilde izah eder misiniz?

"Mesela: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ  'Altı günde gökleri ve yerleri yarattık.' demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur'aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan her bir asırda, her bir senede, her bir günde Fâtır-ı Zülcelal'in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal'in emriyle âlem dolar, boşanır."(Sözler, On Dördüncü Söz)

Ayet-i kerimenin tamamının meali şöyle:

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; Güneş'i, Ay'ı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de ona mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (A'râf, 7/54)

Ayetin başında “Rab” isminin geçmesi ayrı bir ehemmiyet taşır. Zira terbiye, kademeli olarak yapılır. Bir anda yaratmaya terbiye denmez; halk denir, ibda denir.

Tefsir âlimlerinin büyük kısmı, “altı gün” ifadesinin, bizim bildiğimiz yirmi dört saat hesabıyla olmadığını ifade eder ve derler ki, “arz ve semanın henüz bulunmadığı bir safhada, yerkürenin kendi etrafındaki dönmesi manasındaki bir 'gün'den söz edilemez.”

Gün ifadesi, devir manasınadır. Sema ve arz, ezel ve ebede nazaran altı gün sayılacak kadar olan altı devrede yaratılmışlardır.

Bin ve elli bin sene konusunda tefsirlerde şu ehemmiyetli malumata yer verilir:

Hac suresi 47. ayette, “Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir.”  buyurulur. Meâric sûresi dördüncü ayette ise, “Melekler ve ruh, ona 'miktarı elli bin yıl olan' bir günde yükselip çıkar.” buyurulur. Ayette geçen ruhtan maksat Cebrail aleyhisselamdır. Ve bu ayette Hac suresindeki “sizin saymakta olduklarınızın” kaydı konulmamıştır. Buna göre bu ayette geçen gün, melek günüdür. O gün için belli bir süre tayin etmek mümkün değildir. Ve ayette asıl maksat meleklerin yükseldikleri mertebelerin ne kadar yüce olduğunu anlatmaktır.

Bununla birlikte bu ayet-i kerimelere birçok işarî manalar verilmiştir. Müfessirlerimiz Hac suresinde geçen günün, ahiret günü, kıyamet günü olduğunu söylemişler ve bunun “dirilişle mizan arasında geçen zaman” olduğunu ifade etmişlerdir. Bunun mü’minler ile inanmayanlar için farklı olacağını da kaydetmişlerdir.

Bazı âlimlere göre, Mearic suresinin dördüncü ayetinde haber verilen sür’atli seyir, ruhların mizandan sonra cennete varışları için de geçerlidir.

Üstad Hazretleri, kabirle başlayıp cennetle son bulacak yolculuğun amele göre, takva kuvvetine göre farklı şekilde katedileceğini belirterek şöyle buyurur:

"Bir kısım ehl-i takva, berk gibi bin senelik yolu, bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi elli bin senelik bir mesafeyi, bir günde kat'eder." (bk. age., Dördüncü Söz)

Diğer bazı müfessirler ise altı günü sadece dünyanın yaratılışına tahsis ederek, ayet-i kerimeye,  “Semavatı yarattı, arzı da altı günde yarattı.” şeklinde mana verirler.

Bir anda değil de altı devrede yaratılmanın çok hikmetleri zikredilir. Bunlardan birisi de “bir anda yaratılmanın bazılarınca tesadüfe verilebileceği, mahlukatın safhalar hâlinde terbiye görerek, sonunda insanın misafir olacağı en güzel bir saray şeklinde terbiye görmesinin ise ancak ilim, hikmet ve rahmet  ile olabileceği, bunların ise tesadüfe verilemeyeceği” şeklindedir.

Ayrıca müfessirler, “semavat ve arz” ifadesinin, onlardaki bütün varlıkları da içine alacağını ifade ederler.

Bu vesileyle ibda ve inşa konusuna kısaca temas edelim:

Cenâb-ı Hakk’ın iki nevi yaratması vardır, birisi ibda” ile yoktan yaratma, diğeri “inşa” tarzında kademeli olarak, safhalar hâlinde yaratmadır. Kâinatın bir küçük misali olan insanda her iki yaratılışın da misali vardır. İnsanın ruhu -ibda ile- bir anda, bedeni ise kademeli olarak -inşa ile- yaratılmıştır.

Bir Risalede dünyada hikmetin, ahirette ise kudretin daha hâkim olacağı nazara verilir.

Üstad Hazretleri kâinatı bir ağaca benzetir, insanın ise onun en mükemmel meyvesi olduğunu nazara verir. Kâinat safha safha yaratıldığı için onun meyvesi olan insan da yine kademeli olarak yaratılmıştır. Kâinatın geçirdiği altı devrenin bir küçük misali de insanın ana rahmindeki teşekkülünde kendini gösterir. O da “nutfe, alaka, mudğa, azm, lahm ve halk-ı cedid” safhalarından geçmiştir.

Kâinat bir anda yaratılsaydı insan bu safhalardan geçmeyecek, kemal yaş olan kırk yaşında hiçbir şey bilmeyen bir büyük çocuk olarak ortaya çıkacaktı. Yahut, ona bütün bilmesi gerekenler de, meleklerde olduğu gibi, bir anda verilecek, terakki ve tekâmül kapısı kapanacaktı.

Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî isimleri yanında sayılamayacak kadar çok fiilî isimleri de vardır. Birbirinden farklı olan her fiil ayrı bir ismin tecellisini netice verir. Rızık vermek ayrı, hayat vermek ayrı bir fiil olduğundan, birincisinin icra edilmesiyle Rezzak ismi, ikincisinin icrasıyla da Muhyi ismi tecelli etmiştir. İşte âlemin ve onda yaratılan bütün canlıların geçirdikleri her bir safha, ayrı bir ilahi fiildir ve ayrı bir ismin veya isimlerin  tecellisine hizmet etmektedir. Bu safhalar bire indiğinde birçok isim tecelli etmeyecek demektir.

Sadece bitkilerden bir misal vermekle iktifa edelim. Bu misali diğer bütün canlılara ve kâinatın tamamına teşmil edebiliriz.

Cenâb-ı Hak, bir ağacın bütün hususiyetlerini bir çekirdek içinde, Üstad'ın ifadesiyle, “manevi kader kalemiyle” yazıyor. Bu ayrı bir fiildir. Sonra, o çekirdeği açıyor. Bu da yine farklı bir fiildir. O çekirdeğe neşv ü nema veriyor, onu büyütüp geliştiriyor. Bunlar da yine ayrı birer fiildirler. Neticede o ağacı kemal noktasına getiriyor ve orada durduruyor. Bunlar da yine farklı işlerdir. Ağaçtan meyve çıkarıyor. Ve o meyvenin içine ağacın bütün plan ve programını yerleştiriyor. Bunlar da yine birbirinden ayrı harika fiillerdir. Bütün bu farklı fiiller, farklı isimlerin tecellisini netice verirler. Ağaç bir anda yaratılsaydı bütün bu fiiller yerine, sadece, “yoktan yaratma” fiili icra edilecek ve diğer isimler tecellisiz kalacaktı. O zaman yeryüzünde ne civciv görebilecektik, ne kuzu. Bitkiler âleminde ise fidanlardan hiç söz edilmeyecekti.

 Doğrudan “kâinat” demek yerine, “semavat ve arz” denilmesinin sebebine gelince, bu ifade tarzı, insanın tefekkür ufkunu daha da genişletmektedir. Nitekim bir ayet-i kerimede de o müşriklere semavat ve arzı kimin yarattığı sorulduğunda, ister istemez, Allah diyecekleri haber verilir.

Üstad Hazretleri, yeryüzündeki bütün canlıların semavat ve arzın izdivacıyla ortaya çıktıklarına dikkat çeker.

İnsan, semadaki varlıklara ve hadiselere de muhtaçtır, yerdeki varlıklara ve icraatlara da. Öyle ise, insanı yaratan ancak semavat ve arzın Rabbi olabilir.

Öte yandan bu ikinci ifade tarzında sema ve arzın ayrı ayrı tefekkür edilmeleri de sağlanmış oluyor. Nitekim Fatiha Sûresinde “Rabbü’l-âlemin" ismi geçer ve Allah’ın bütün âlemleri terbiye ettiği nazara verilir. Kur’ân'ın hülasası mahiyetinde olan bu sûrede geçen “Rabbü’l-âlemin" ismi yerine daha sonra tafsilata geçilmiş ve farklı isimler zikredilmiştir; “Rabbüssemavati vel arz”, “Rabbi Musa ve Harun”, “Rabbünnas” gibi.

 Kur’ân-ı Kerîm'de “göklerin ve yerin altı günde (devrede) yaratıldığı” haber verilmektedir. Nur Külliyatında, “eyyam-ı Kur’âniyenin” yani Kur’ân'da geçen “gün” mefhumunun “bin ve elli bin sene gibi uzun zamanları” ifade ettiğine dikkat çekiliyor. Burada geçen “gibi” kelimesi, bu rakamlar dışında başka rakamlar da olabileceğine işaret etmektedir.

Nitekim Üstad Hazretleri de Barla Lahikası'nda günler ve senelerdeki bu farklılık hakkında şöyle buyurur:

“Malûmdur ki, Küre-i Arz'ın mihveri üstündeki hareketiyle gece-gündüzler ve medar-ı senevîsi üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin belki sevabitin ve Şems-üş Şümus'un dahi her birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medarı üzerinde deveranı dahi bir nevi seneleri gösteriyor...” (Barla Lahikası, 250. Mektup)

Üstadımız, aynı mektupta, bütün hak dinlerinin ve şeriatların asıllarının Kur’ân'da olduğunu ifade ettikten sonra, Kur’ân'ın “altı bin altı yüz altmış altı” ayetinin, Kur’ân nurunun “eyyam-ı şer’iyye” ile bu kadar yıl hüküm süreceğine işaret ettiğini kaydeder. Bu rakama fetret dönemi ilave edildiğinde “Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedi bin senedir.” (bk. Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Munavî, Feyzu’l-Kadir, h.no: 4278, III, 547) hadis-i şerifinde haber verilen rakama tekabül eder.

Üstad Hazretleri, aynı konunun devamında, “eyyamın lisan-ı şer’ide itlâkatı” olduğunu, yani mutlak bırakıldığını nazara verir ve senelerin de mutlak olduğuna, belli bir süre ile kayıtlanamayacağına işaret ederek, jeologların, tarihçilerin ve coğrafyacıların verdikleri rakamların, “Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedi bin senedir.” hadis-i şerefini cerh edemeyeceğini söyler.

Ayrıca şunu da ilave eder: “Çünkü eyyam-ı şer’iyyenin dört saatten, elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var.” Yani hadiste geçen sene ifadesinin de ne kadar müddeti ifade ettiği kesin değildir. Gezegen ve yıldızlara göre değiştiğinden izafidir. Bu sebeple söz konusu ilim adamlarının verdikleri rakamlar hadisin haberini cerh edemez.



5. "Fâtır-ı Zülcelal'in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal'in emriyle âlem dolar, boşanır." İzah eder misiniz?

“Güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.”(1)

“Hem o Kadîr-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, rûy-i zemini, herbir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit-bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor. Birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor.”(2)

Semaların ve arzın altı günde yaratıldığını haber veren âyet-i kerîme, bu yaratmanın her bir safhası tamamlandığında ikinci bir safhaya geçildiğini, böylece bu âlemin birbirini takip eden altı devrede yaratıldığını ders verdiği gibi, bu dünyaya misafir gelen ve giden canlılar âlemi için de benzer bir durum söz konusudur.

Mevsimlerin her biri ayrı bir âlem olarak düşünüldüğünde, bu âlemler de dört gün diyebileceğimiz, dört safhada yeryüzüne gelmekte, vazifelerini tamamladıktan sonra gitmektedirler.

“Seyyal âlemler” denilince Üstad'ın şu ifadesi hatıra geliyor:

“Şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor,..”(3)

“Seyyar kâinatlar” ise, gezen varlıklara bakar. Burada kâinat kelimesi lügat manasıyla kullanılmıştır. Kâinat, “olan şeyler” yani varlık alemi demektir. Seyyar kâinatlar, atomdaki hareketten, gezegenlerdeki harekete, Güneş sisteminin tamamının da Herkül Burcuna doğru gidişinden, bütün galaksilerdeki hareketlere kadar bütün faaliyetleri hatıra getirir. Bu hareketler neticesinde, âlem devamlı olarak değişmekte ve bir sonra uğradığı menzille bir önceki arasında büyük farklılık görülmekte, sema ve arzın altı devrede yaratılışının bir neticesi olarak, bu âlemler de devamlı bir seyir halinde bulunmaktadırlar.

Üstad Hazretlerinin şu ifadeleri bu seyri ve hareketi çok güzel ortaya koyar:

“En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir.”(4)

Dipnotlar:

(1) bk. Şualar, Yedinci Şuâ.

(2) bk. Sözler, On Altıncı Söz.

(3) bk.  Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.

(4) bk.  age.



6. İkinci Mesele'ye konu olan âyetlerin tefsirleri hakkında malumat verir misiniz?

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ ٭ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ ٭ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

Ayetlerin mealleri şöyledir:

“Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır.” (En'âm, 6/59)

“Biz her şeyi imam-ı mübinde (levh-i mahfuzda) sayıp yazmışızdır.” (Yâsin, 36/12)

“Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar bir şey O’ndan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa, hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır.” (Sebe', 34/3)

Meallerini naklettiğimiz bu âyet-i kerîmeler üzerinde bazı kısa açıklamalar yapalım:

“Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır...” âyetinin tamamı şöyledir:

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onları ondan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.(En’âm, 6/59)

Bu âyet-i kerîmede, Allah’ın her şeyi ihata eden ilmi hârika bir şekilde nazara verilmektedir. Henüz yaratılmayan nice varlıklar da onun ilmindedirler. Dilediği zaman onları varlık sahasına çıkarır. Bunları ondan başkası bilmez. Kıyamete kadar ve tâ ebede kadar daha neler yaratacağını da yine ancak kendisi bilir.

Böylece başlayan âyetin son cümlesinde, “Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” buyurularak, ancak kendisinin bilebileceği bu varlıkları, ilâhî ilmin ve hafîziyetin en büyük aynası olan levh-i mahfuzda ayrıca kaydettiğini haber vermektedir. “Apaçık bir kitap” için, ilm-i İlâhî veya levh-i mahfuz manası verilmektedir.

Allah’ın nihâyetsiz ve bilinmez ilminden haber veren bu iki cümle arasında, ilminin ihatasına bazı misâller de verilmiştir. Karada ve denizde olan her şey, düşen yapraklar, yer altında gizlenmiş ve açılmak için ilâhî rahmeti gözleyen tohumlar…

“Yaş ve kuru” ifadesi bütün varlık âlemini içine alır. Âyetin baş kısmında geçen, “O, karada ve denizde ne varsa bilir.” âyeti, denizlerin her damlasından, karaların her parça toprağına kadar tüm varlıkların Allah’ın ilminde olduğunu ifade eder. Denizler “yaş” kelimesiyle, karalar “kuru” kelimesiyle temsil edilmişlerdir.

Bu yaş ve kuruları bilen Allah, onların bir arada bulunduğu bütün canlıları da bilir. Ağaçların da hayvanların da insan bedeninin de yarıdan fazlası sudur. İnsanda bu nisbetin üçte ikiye vardığı söyleniyor. Allah, insanı bütün azalarıyla, toprağı bütün bakterileriyle, denizi bütün damlalarıyla, semayı bütün yıldızlarıyla bildiği gibi, bu âlemlerde vazife yapan bütün ruhları ve melekleri de bilir. Mülk sûresinde geçen şu iki âyet-i kerîme de bu noktada çok mânidardır:

“Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; elbette Allah bütün sinelerin künhünü bilir. Yaratan bilmez olur mu? O Latîf’tir, Habîr’dir (her şeyden haberdardır).” (Mülk, 67/13-14)



7. Bütün eşyadan maksat nedir? "Vücudundan evvel ve sonra" tabirinin özellikle tercih edilmesinin hikmeti nedir? Fihriste-i vücut, tarihçe-i hayat ve desatir-i hareket tabirlerinden kastedilenler nedir?

"Bütün eşya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor, demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelal, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlukatın fihriste-i vücudlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde manevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, manevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemal-i intizam ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz."(1)

a. Canlı olsun cansız olsun bütün varlık âlemi, daha yaratılmadan bütün halleri, hususiyetleri, şekilleri ve vazifeleriyle Allah’ın ezelî ilminde takdir edilmişlerdir. Güneşte “Nur” ismini, direksiz duran semada “Kadir” ve “Kayyum” isimlerini, canlılarda "Muhyi" ve "Mümit" isimlerini tecelli ettiren Allah, ilim ve hıfzını da levh-i mahfuzda tecelli ettirmiş, onda yazmıştır. Cümlenin başında bu hakikat dile getirilmiş, devamında ise buna delil olmak üzere canlılardaki hıfz ve muhafazalara dikkat çekilmiştir.

Canlıların bütün hususiyetlerini çekirdeklerinde, yumurtalarında, nutfelerinde hıfz eden bir ezelî ilim, elbette bu varlık âleminin de geçirdiği bütün safhaları ve bundan sonra geçireceği devreleri ve onlarda vuku bulacak hâdiseleri levh-i mahfuzda kaydetmiş ve onu “Hafîz” ismine en büyük bir ayna, bir tecelligâh kılmıştır.

b. Bu tabirler Allah’ın “Kıdem” ve “Beka” sıfatlarına, “Evvel” ve “Ahir” isimlerine bakmaktadır. Burada bize verilen ders ise, bütün âlemi daha yaratılmazdan önce bütün ahvaliyle planlayan, takdir eden, onun geçirdiği bütün safhaları levh-i mahfuzda kaydeden Allah, bir gün gelecek bu âlemin varlığına son verecek ve hayır olsun şer olsun bütün işlerin hesabını mutlaka görecektir.

Bu kâinat ağacının evveli ve âhiri olduğu gibi, insanın da bir evveli ve âhiri vardır. Onun bir ömür boyu işlediği sevaplar ve günahlar kaydedilmiş olup, yer altına atılan bir çekirdeğin orada sümbül vermeye başlaması gibi, insanın da ölümüyle birlikte amellerinin ilk muhasebesi yapılacak, ilk mükâfat ve ilk cezalar kabir âleminde verilecektir. Çekirdeğin yeryüzüne çıkıp orada dal budak salması gibi, insan da yeniden diriliş hâdisesiyle mahşer meydanına çıkacak ve amellerinin bütün teferruatının hesabını o âlemde verecektir.

c. Bu ifadeler genetik ilminin bir hülasası gibidir. Canlıların bütün hususiyetleri tohumlarında genler halinde yazılıdır. O şifrede, ne şekiller vardır, ne rakamlar. Ama genlerin dizilişine göre şekiller de organların sayıları da yerleri de tayin edilmektedir. İlâhî takdirin bu mucize tecellisi bütün akılları hayrette bırakmaktadır.

Üstad Hazretleri genlerdeki bu mu’cize dizilişi “manevî kader kalemiyle yazma” şeklinde ifade etmektedir.

Paragrafta geçen “fihriste-i vücut”, “tarihçe-i hayat” ve “desatir-i hareket” ifadeleri arasında çok ince bir mana farkı vardır. Şöyle ki;

“Fihriste-i vücut” ifadesinde, o çekirdekten çıkacak varlık bir kitaba benzetilmiş, kitabın “içindekiler” bölümü gibi, onda yer alan konuların fihriste olarak çekirdekte de bulunduğu nazara verilmiştir. Ağacın büyüklüğü, dallarının sayısı, yapraklarının şekilleri ve renkleri hülasa halinde çekirdekte yazılıdır.

“Tarihçe-i hayat” ifadesi ise, o tohumun hayatının bütün safhalarıyla yazıldığını ifade eder. Ne zamana kadar büyüyeceği, hangi safhada çiçek açacağı, meyve vereceği gibi hususlar o tohumda yazılmakla, o tohum, bitkinin tarihçe-i hayatını bünyesinde şifreler halinde taşımış olmaktadır.

“Desatir-i hareket” ifadesi de yine o çekirdeğe şifreler halinde konulan kanunları hatırlatmakla birlikte, o çekirdeğin mahiyetine yerleştirilen istidadı da hatırlatmaktadır. Yani, o çekirdek hangi tip toprakta, ne kadar derinlikte, hangi mevsimde, kaç derece ısıda, ne kadar su ile sümbül verecekse, bütün bunlar da o çekirdekte sanki manen yazılı gibidir. Zira bunlara riâyet edilmediği takdirde netice alınamamaktadır.

Bu üç ifadeden birincisini, vücut öncesi, ikincisi vücuttan sonra, üçüncüsü ise hazır zaman için de düşünebiliriz.

“Çekirdekteki nakş-ı kader olan manevî ağaç, bağdaki nesc-i kudret olan mücessem ağaçtan daha aciptir.”(1)

“İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi: Her bir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdek öyle bir sandukçadır ki, o ağacın proğramını ve fihristesini ve plânını ve öyle bir tezgahtır ki, onun cihazatını ve levazımatını ve teşkilatını ve öyle bir makinedir ki, onun ibtidadaki incecik vâridatını ve latifane masarıfını ve tanzimatını taşıyor.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.

(2) bk. Şuâlar, İkinci Şuâ, Üçüncü Makam.



8. Üstadımız Kitab-ı Mübin tabirine; tohumları, çekirdekleri ve kökleri misâl olarak veriyor. Bunu Kitab-ı Mübin’in bir tefsiri olarak değerlendirebilir miyiz? "Yaş-kuru” her şeyin Kitab-ı Mübin'de bulunmasını Kur’an-ı Kerim açısından nasıl anlamalıyız?

a. Kâinat denilmesi yerine semavat ve arz denilmekle, göklerin ve yerin ayrı ayrı düşünülmesine yol açılması gibi, burada da yaş ve kuru mefhumlarına dikkat çekilmektedir. “Biz her şeyi çift yarattık.” mealindeki âyet-i kerîmenin birçok cihetinden birisi “arz ve sema” ise, bir diğeri de “yaş ve kurudur.” Yani, mahlûkat, bahusus yeryüzündeki varlıklar, yaş ve kuru olmak üzere iki esas üzerinde yaratılmışlardır. Yer küresinin yaklaşık üçte ikisi deniz, üçte biri kara olduğu gibi, insan bedeninin de yine yaklaşık üçte ikisi sudur.

Üstad Hazretleri yerküresinin yaratılışından söz ederken şöyle buyurur:

“Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki, mâyi haline gelen bir madde-i seyyâleden taş ve taştan toprak halk edilmiş. Mâyi kalsaydı, kâbil-i süknâ olmazdı. O mâyi taş olduktan sonra demir gibi sert olsa idi, kâbil-i istifade olmazdı.”(1)

Aynı şey insan bedeni için de geçerlidir. İnsan bedeninde hiç su bulunmasaydı beden ortaya çıkmaz, çıksa bile bir işe yaramazdı.

Hayvan bedenlerinin de büyük kısmı sudur, bu durum sebze ve meyvelerde de kendini göstermektedir.

b. Nur Külliyatı'nda “Bir kavle göre Kitab-ı Mübin Kur’ân-ı Hakîmdir.” buyrulmaktadır. Üstadımızın “Kitab-ı Mübin” tabirine; tohumları, çekirdekleri ve kökleri misâl olarak vermesi de bir başka kavil olarak düşünülmelidir. Risalelerde, İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin için “Levh-i mahfuzun defterleri” tâbiri kullanılır ve bunların “ilm-i İlâhînin unvanları” oldukları beyan edilir. Buna göre mazi, hâl ve istakbali bilen Cenâb-ı Hak, bu ilmini İmam-ı Mübin denilen manevî bir defterde kaydetmekle, onda “Hâfiz” ismini tecelli ettirdiği gibi, hazır zamanda yarattığı ve yaratacağı mahlûkatın planlarını çekirdeklerde ve tohumlarda kaydetmekle de onları yine “Hâfiz” isminin tecellisine bir başka ayna yapmıştır. Üstadımız, Kitab-ı Mübin'in bu kayıtların tümünü ihtiva ettiğine işaret etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’e Kitab-ı Mübin denilmesi de onun bütün mahlûkattan ve bütün hâdisattan haber vermesi cihetiyledir. Bu haber veriş, yaş ve kuru her şeyin onda bulunduğu şeklinde ifade edilmiş olmaktadır.

(1) bk.  Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirmi İkinci Pencere.



9. Tabiatın; kader kaleminin sahifesi olan levh-i mahfuzun bir cilve-i aksi olması ve ehl-i gafletin; mistar, masdar ve fâil telakki etmesi ne demektir?

“...Güya her bir bahar, bir tek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil'in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor."

"Hakikat böyle iken, beşerin en acib bir dalaleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz'un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san'at-ı Rabbaniye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu nakş-ı san'atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telakki etmesidir. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Hakikat nerede? Ehl-i gafletin telakkileri nerede?”(1)

a. Bu ifadenin, Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu cümle ile yakın münasebeti vardır:

“Evet, bu cüd-u icad Saniin vücubundandır. Nevide celalidir, fertte cemalidir.”(2)

Bir çiçeğe tek olarak baktığımızda ondaki cemal yani güzellik hemen nazarımıza çarpar ve o çiçeği severiz. O çiçekle kaplanmış bir dağa baktığımızda kalbimizde “hayret” manası hükmeder.

İşte her bir bahar da bir yönüyle çok güzel, bir başka yönüyle ise insanı hayrete düşüren muhteşem bir tablodur. Onda cemâl ve celâl birlikte kendini gösterir.

Öte yandan, ilâhî kudretin bir baharı bir çiçek kadar kolay yaratıp, yeryüzüne takıp sonra yine aynı kolaylıkla ondan koparıp alması bir celâl ve azamet tecellisidir. Baharın kendisi cemali gösterirken, bu azametli tasarruf celali göstermektedir.

b. Lisanımızda, tabiat kelimesi hem “kâinat” manasına, hem de “fıtrat” manasına kullanılmaktadır. Buradaki kullanımı, “fıtrat” manasınadır. Gözün tabiatında görmek, kulağınkinde işitmek vardır. Aynı şekilde, çekirdeğin tabiatında ağaç olmak, yumurtanın tabiatında civciv olmak vardır. Ehl-i gaflet, o varlıklara bu tabiatları, bu fıtratları, bu istidatları Allah’ın koyduğunu gözden ırak tutarak, eşyanın yaratılışını o çekirdeklerin ve tohumların tabiatlarına vermekle dalâlete düşüyorlar

Bir çekirdeği terbiye ederek ağaç haline getiren Allah’tır. O ağaçtaki bütün hususiyetlerin, hülasa olarak o ağacın çekirdeğine konulması da ayrı bir sanat, ayrı bir mu’cizedir. Ehl-i gaflet işte bu hakikatten gaflet ederek, ağacın yaratılışını çekirdeğin tabiatına, ondaki bu hususiyete vermektedirler.

c. Çekirdeklerde, yumurtalarda ve nutfelerde kaderin yazdığı manevî yazılar ve şifreler için “kitabet-i fıtriye, nakş-ı san'at ve münfail mistar-ı hikmet” tabirleri kullanılmış. Bu yazılar, bu nakışlar ve hikmetli programlar kendilerinden çıkan eserlerin faili yani yapıcısı, ustası değillerdir.

Masdar, sudur mahalli demektir. Yani, bir yerden suyun çıkması, suyu o yerin yaptığı manasına gelmez.

Mistar; cetvel, ölçü demektir. Bir cetveli nasıl yapmışsanız, onunla çizdiğiniz şey de onun şeklini alır. Ama o şekil o cetvelin işi değildir. İşte genlerdeki bazların dizilişi, misdara benzetilmiştir. Mahlûkatın genlerdeki o yapıya göre yapılmasını yanlış tefsir eden ehl-i gaflet, “binayı planın yaptığını yahut çizgiyi cetvelin çizdiğini” iddia eden kimselere benzerler.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.



10. "Hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri..." Buradaki âyetlerin izahı ile melekler hakkında bilgi verir misiniz? Her bir meleğin müekkel olduğu mahlûkatın hilkatine göre bir mahiyet arz ettiği manası çıkar mı?

Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık'ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs'at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki: Zât-ı Zülcelal تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ ٭ وَ سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ٭ اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor. ”(1)

- Zikredilen âyetlerin izahlarını yapar mısınız?

“Yedi gökle yer ve onların içindekiler onu tesbih eder.” (İsrâ, 17/44)

“Biz dağları onun (Dâvud'un) emrine verdik ki, onunla beraber tesbih ederler.” (Sad, 38/18)

“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik.” (Ahzâb, 33/72)

İlk iki âyet tesbihle alâkalıdır.

Dokuzuncu Söz'de tesbihin üç ayrı şubesi şöyle nazara verilir:

“… Rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekâisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr -ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve Kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.”(2)

Buna göre tesbihin birinci manası Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih etmektir. Tesbih denilince öncelikle bu mana anlaşılır. İnsan, “bilmeme, güç yetirememe, unutma, yanılma,” gibi bütün noksanlıklarını hatırlayacak ve Rabbini bütün noksanlıklardan tenzih edecektir.

Tesbihin ikinci manasına göre, insan Kur’ân-ı Kerîm'in beyanlarına ters düşen ne kadar batıl itikad, yanlış telakki, sapık mezhep varsa, Cenâb-ı Hakk’ı bunların hepsinden tenzih edecektir.

Üçüncü maddede ise kâinatın kusuratından tenzih söz konusudur. Kâinat, denilince bütün varlık âlemi anlaşılır. Varlıkların kusurları, onların noksan taraflarıdır; günah manasında değildir. Ağacın görmemesi, işitmemesi, bütün canlıların acıkmaları, susamaları, maddî eşyanın bir mekâna muhtaç olmaları  birer noksanlıktır.

İşte bütün bu noksanlar âlemi, her birini kendi mahiyetine en uygun cihazlarla donatan, en münasip vazifeler verip gerekli bütün şartları en mükemmel şekilde hazırlayan Rablerini tesbih ederler.

Varlıkların mahiyet farklılıkları tesbihlerinin küllî veya cüz’î olmasını da netice verir. Bir taş kendi basit varlığıyla, Allah’ın vacib ve ezelî varlığını tesbih ve tenzih ettiği gibi, bir kuş da kendi cüz’î görmesiyle Allah’ın her şeyi ihata eden mutlak görmesini tesbih eder.

Misâller çoğaltılabilir.

Şu var ki, insanoğlu tesbih denilince kendi tesbihini anlar ve bunu mikyas almakla diğer varlıkların tesbihlerinin mahiyetini hakkıyla idrak edemez. Nitekim bir âyet-i Kerîmede, mealen, şöyle buyuruluyor:

"Yedi gök ve yer, bir de bunlar içinde bulunanlar (insan, cin ve melekler) Allah’ı tesbîh ederler. Hiçbir varlık yoktur ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz, onların tesbihini (dillerini bilmediğinizden) anlamazsınız. O gerçekten Halîm’dir, Gafûr’dur." (İsra, 17/44)

Sualde geçen üçüncü âyet ise emanetle alâkalı. Bu konu Otuzuncu Söz'de, “Ene” bahsinde geniş manada tefsir edilmiştir. Konuyu kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Emanet çok geniş bir kavramdır. Çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir. Üstad Hazretleri bu emanetin müteaddit vücuhundan bir vechinin de ene olduğunu” beyan etmiştir.

Allah’ı sıfatlarıyla ve isimleriyle tanıma noktasında en mükemmel istidat insana verilmiştir. İnsan bu istidat sayesinde kendine verilen cüz’î ilim, irade, kudret gibi sıfatlarını, şuunatını vahid-i kıyasî yaparak Allah’ın sıfatlarını ve şuunatını bilmektedir. İşte emanet, bu vazifedir. Ve bu vazifeyi semavat ve arz ve dağ yüklenememişlerdir. Zira onlarda böyle bir istidat yoktur.

Bu teklifin mahiyetini bilmiyoruz. Ancak, bu âyet-i kerîmeden insanın istidadının göklerden, dünyadan ve dağlardan daha büyük olduğu dersini alıyoruz. İşte bu istidadı yerinde kullanan insan, marifet ve tesbih noktasında da diğer varlıklardan çok daha ileri bir kemale erebilmektedir.

- Melekler hakkında bilgi verir misiniz? Melekler hakkında paragrafın başında zikredilen hususiyetlerden; her bir meleğin müekkel olduğu mahlûkatın hilkatine göre bir mahiyet arz ettiği manası çıkar mı?

“Melek” kelimesi, “elçi, güç, kuvvet” gibi manalara gelir. Melekler, nurdan yaratılmışlardır. Üstad'ın şu ifadeleri melekler hakkında çok veciz malumat taşımaktadır:

“...Ne emrolunsa onu işlerler. Müzâheme ve münâkaşayı icâb edecek bir sebep yoktur. Zîrâ, memleket geniş, fıtratları sâfî, kendileri mâsum, makamları sabittir.”(3)

Mahlûkat içerisinde imtihana tabi tutuldukları için makamları sabit olmayan sadece iki tür canlı vardır: İnsanlar ve cinler. Diğer bütün canlıların makamları sabittir. Bir ağaca müekkel melek, terakki edip de dağa yahut bütün bir ormana müekkel melek olma noktasına gelemez.

"(Melekler) Hem insana benzer ki, o Sâni'-i Zülcelal'in makasıd-ı külliyesini bilir bir ubudiyet ile tevfik-i hareket ederler. … Cinslerine göre kâinattaki mevcudatın envaına göre vazife-i ibadetleri tenevvü' ediyor.”(4)

On Beşinci Söz'de şöyle buyurulur: “…bu nihâyetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihâyetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır.”

Bu ifadelerden meleklerin çok farklı vazifeler gördükleri ve yine çok farklı ibadetler yaptıkları anlaşılmakta, buna paralel olarak da meleklerin nihâyetsiz envaı, yani sayılamayacak kadar çok türleri olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bir başka risalede “bir yağmur tanesine müekkel meleğin, arşa müekkel melek cinsinden olmadığı” belirtilmektedir.

Üstad Hazretleri yedi kat sema ve arz hakkındaki risalesinde (On İkinci Lem’a) şöyle buyurur:

“Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp bütün görünen gökleri bir semâ sayıp, onu bu dünyanın semâsıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semâvat var olduğunu fehmeder.”

Bildiğimiz sema ve arzdaki mahlûkatın ibadetlerini temsille vazifeli olan melekler birinci kat semada vazife yapmaktadırlar. Tefsirlerde, bu meleklerin diğer altı katta vazife yapanlara kıyas edildiğinde denizden bir katre kadar kalacakları beyan edilmektedir.

Elmalılı Hamdi Efendinin tefsirinde de bu manayı destekleyen şu ifade geçer:

“...kavl-i muhtar vechile bütün kâinat-ı maddiye bir sema olduğuna göre meleklerin makamlarının ne kadar yüksekliklere ve derinliklere varacağını tasavvur etmelidir…”(5)

Nur Külliyatı’ndan bir başka risalede ise, meleklerin, kâinatta hüküm süren ve tekvinî şeriat denilen kanunların “mümessilleri, mütemessilleri” oldukları kaydedilir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

(2) bk. age., Sözler, Dokuzuncu Söz.

(3) bk. age., On Beşinci Söz.

(4) bk. age., Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat.

(5) bk. H. YAZIR, Hak Dini Kur'an Dili, 1/306.



11. "Tayr-ı müsebbih ve hamid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır..." İzah eder misiniz?

"Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semâvâtın kelimat-ı tesbihiyesi güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmidiyesi hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek her bir ağacın, her bir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi, zeminin de ve zeminin her bir kıtasının da ve her bir dağ ve derenin de ve ber ve bahrinin de ve göklerin her bir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır." (Sözler, On Dördüncü Söz)

Ses çıkarabilen, konuşan varlıkların konuşmaları ve sesleri birer tesbih ve zikirdir. Mesela, kuşların cik cikleri, kedilerin mır mırları, devenin bağırması vs. hepsi birer sesli zikirdir. Ama biz bu zikirleri kendi lisanımızda olduğu gibi anlamıyoruz. Bizim bu zikirleri anlayamamamız ayette şu şekilde ifade ediliyor:

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar onu tesbih eder; onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halîmdir, bağışlayıcıdır.” (İsrâ, 17/44)

"Haşiye-1: Hatta bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. 

Hatırıma geldi: "Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?’ Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi, sarih bir surette "Yâ Rahîm, Yâ Rahîm, Yâ Rahîm, Yâ Rahîm" diyerek, güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. 

Aklıma geldi: "Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?" Sonra, sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil; fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hırhırları arkasında "Yâ Rahîm" fark edilir. Git gide hırhırları, mırmırları aynı "Yâ Rahîm" olur; mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel "Yâ Rahîm" çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, "Bir derece işitiyoruz" dediler… (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal)

Konuşamayan ve ses çıkaramayan cansız varlıkların tesbih ve zikirleri ise, lisanıhâl ile yapılan tesbih ve zikirlerdir. Mesela bir elma tadı, kokusu, rengi ve estetik sanat ciheti ile Allah’ı bize tarif eder. İsim ve sıfatlatının tecellilerini üzerinde gösterek bize bu yönde rehberlik eder ve aynı zamanda hâl dili ile zikir ve tesbihte bulunmuş olur. Melekler de bu tesbih ve zikirleri vekaleten ve nezareten sesli bir formata dönüştürür. 

Ayette kainattaki her varlığın Allah’ı övgü ile tesbih ettiği belirtildikten sonra “Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız veya anlamıyorsunuz buyurulmaktadır. 

Fahreddin er-Râzî bu ifadeyi şöyle açıklıyor:

Bir elma düşünelim; bu elma çeşitli atomlardan (cüz’-eczâ’) oluşmaktadır ve bu parçacıklardan her biri Allah Teâlâ’nın varlığına tam ve başlı başına bir delildir. Bu atomlardan her birinin kendine özgü doğal yapısı (tab‘), tadı, rengi, kokusu, hacmi gibi nitelikleri vardır. Atomun bu özel sıfatlarla belirlilik kazanması imkân dahilindedir ve bu belirliliği ona ancak kudretli ve hakîm olan bir belirleyici kazandırabilir. Şu halde elmanın her bir parçası yüce Allah'ın varlığına eksiksiz bir delildir. (bk. Razi, Tefsir-i Kebir, XX, 210-211). 

Ayetteki "Her şey Allah'ı tesbih etmiştir." ifadesi, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Canlı varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri, onun her çeşit noksanlıklardan ve yüce şanına yakışmayan şeylerden berî olduğunu dil ile ifade etmeleridir. Bütün alimler, canlı varlıkların Allah'ı bu şekilde tesbih ettiklerini söylemişlerdir. 

Fakat, canlı olmayan varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı alimlere göre, canlı olmayan varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri, onun yaratıcılığına, gücünün her şeye yettiğine delil olarak gösterilmeleridir. Bu şeylerin varlığı, Allah'ın yüceliğini göstermektedir. Onların bu hâli, tesbihleridir. 

Bazı alimler de cansız varlıkların canlı varlıklar gibi Allah'ı zikrettiklerini söylemişler ve bu hususta delil olarak da yukarıda geçen şu ayeti göstermişlerdir:

"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, onu tesbih ederler. Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm'dir, çok bağışlayandır." (İsrâ, 17/44)

Bu görüşü savunan alimlere göre, cansız sanılan her şeyde, insanların fark edemedikleri bir canlılık vardır. Bütün eşya, atomlardan meydana gelmiştir. Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar, akla şaşkınlık verecek bir hızla dönmektedir.

Diğer bazı âlimlere göre ise, kâinattaki her şey, canlı ve cansız bütün varlıklar, Allah'ın emrindedirler. Yüce Allah, dilediği gibi bu varlıklarda tasarrufta bulunur. Her şey onun emrinin karşısında teslimiyet içerisindedir. Onların tesbihleri, bu teslimiyetleridir. (Muhammed Ali es-Sabûnı, Safvetü't-Tefâsîr, İstanbul 1987, III, 319 vd.)

İlave bilgi için tıklayınız:

"İşte, bütün o masnuat, bütün onlardan matlup neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir surette gösterdiklerinden..." Detaylıca izah eder misiniz? Bu tabirlerin; evamir-i tekviniyenin tarifi ve gayesi içerisinde gösterilmelerini nasıl anlamalıyız?

Zulmet-i küfür nasıl sanat-ı Rabbaniyeyi gizliyor? Hâlbuki kâfirde de Cenab-ı Hakk’ın ilahi sanatları tezahür ediyor!



12. Meleklerin "tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misâlde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân" etmelerini nasıl anlamalıyız?

“...Şu binler başları olan zeminin her başında yüz binler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misâlde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.”(1)

“Âlem-i misâlde tercümanlık” ifadesi, bu dünya ile misâl âleminin dillerinin farklılığına işaret eder. Misâl âleminin bir misâli sadık rüyalardır. Peygamber Efendimize (asm.) bir kısım sahabesinin şehit olacakları, rüya âleminde, “bir takım sığırların boğazlanması” şeklinde gösterilmiştir. Buna benzer bir şekilde, bu âlemde mahlûkatın yaptıkları tesbihlerin, âlem-i misâlde “o âleme uygun bir başka şekilde temessül ettiği” ve meleklerin, bu noktada, bir vazife yaptıkları nazara verilmektedir. Meleklerin bu tercümanlığı nasıl yaptığını bilemeyiz. Üstad'ın buyurduğu gibi, “Akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.”

Âlem-i ervahı, ruhaniyat âlemi şeklinde de anlayabiliriz. Âlemler birkaç farklı şekilde tasnif edilmiştir. Bir tasnifte de bütün âlemler “cismanî ve ruhanî” olmak üzere ikiye ayrılır. Ruhaniyât denilince, cismanî olmayanlar, yani “melekler, cinler ve vefat edenlerin ruhları” anlaşılır.

Buna göre, “âlem-i ervahta temsil ve ilan” vazifesi, meleklerin “mahlûkatın tesbihatlarını temsil” vazifesiyle aynı manaya gelir. Yoksa, meleklerin bu vazifesi âlem-i ervah denilen bir başka âlemde temsil ettikleri şeklinde anlaşılmamalıdır.

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.



13. "Müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır... Bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır." İzah eder misiniz?

“Evet, müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cem'iyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır."

"İşte bak, misâl olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik Sâni'-i Zülcelal'ine ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.”(1)

a. “Müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır.” ne demektir? Cansızların da şahsı manevisi olur mu? “O cemiyet imtizaç edip ittihat ederse; o şahs-ı manevi o cemiyetin ve cemaatin manevi ruhu ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir müekkel meleği olacaktır.” Bu ifadeyi açıklar mısınız?

“Şahs-ı manevî” mefhumu; müşterek bir gaye için bir araya gelen insanların kurdukları şirketler, dernekler, cemiyetler,.., için kullanılır. Böyle bir toplulukta, artık şahıslardan tek tek söz edilmez de “şahs-ı manevî” dile getirilir.

Bunun bir benzerini cansız eşyada da görüyoruz. Güneş’in, Merkür’ün, Uranüs’ün ayrı isimleri vardır, her biri ayrı bir varlıktır. Ama bir araya geldiklerinde tümüne birden “Güneş sistemi” denilir. Bu da bir çeşit şahs-ı manevidir. Güneş'in ve her bir gezegenin tesbihlerini temsil eden melekler olduğu gibi, onların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan ve büyük vazifeler deruhte eden bu sistemin de ibadetlerini, tesbihlerini temsil eden vazifeli melekler vardır.

b. Paragrafta nazara verilen Barla’daki dağ ve çınar ağacı ile ilgili örnekte; Sâni-i Zülcelâl’e medih ve fasih bir tesbih yapıldığını “işittiğin ve gördüğün gibi” cümlesinde “işitme ve görme” mecaz olarak mı kullanılmıştır? Nasıl anlamalıyız?

Burada işitme ve görme mecaz olarak kullanılmıştır. Duyu organlarımızla, o ağacın tesbihlerini işitmemiz de görmemiz de mümkün değildir. Ancak, her şeyin Allah’ı tesbih ettiğine iman eden kalbimiz ve o ağaçtaki muntazam sanatı, hikmetli tanzimi tefekkür eden aklımız sanki o ağacın tesbihlerini işitir ve görür gibi olurlar.

Nitekim Üstad Hazretleri "...Kalp kulağı ile hangisini dinlesen اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ dediğini işitirsin."(2) buyurmakla, insanın manevî kalbinin de nice manevî sözleri işitebileceğine dikkatimizi çekmiş oluyor.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

(2) bk. age., Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Dokuzuncu Pencere.



14. "Kadir-i Mutlak o derece sühulet ve süratle ve mualecesiz ... gibi görünüyor, fehmediliyor." cümlesini, o meselede geçen âyetleri de nazara alarak misâllerle izah eder misiniz?

Birinci âyet:

“Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, onun işi sadece 'Ol!..' demektir; o da oluverir.” (Yâsin, 36/82)

"Ol!" deyince hemen oluvermenin manası, Allah’ın bir şeyi irade ettiğinde, onun tahakkuku için zamana ve vasıtaya ihtiyacı olmadığını, dilediğinin hemen olacağını ifade eder. “İbda”da, yani yoktan ve bir anda yaratmada bu açıkça görülür, “inşa”da ise safhalar halinde yaratmanın her biri de yine “kün” emri ile olmaktadır.

Yaratmanın her çeşidi mübaşeretsiz, yani dokunmadan, temas etmeden tahakkuk ettirilir. Temas, iki maddî şey için söz konusudur. Elimizle kalemi tutarız, zira ikisi de maddîdir. Madde olmakla birlikte, elimize göre biraz daha latif olan havayı ise tutamayız.

Maddeden münezzeh olan Allah’ın icraatları da dokunmaksızın gerçekleşir. On Altıncı Söz'deki güneş misâlini hatırlayalım. Güneş, maddî-nuranî olduğu için yeryüzündeki eşyayı aydınlatması da ısıtması da mübaşeretsizdir. Meleklerin işleri de mübaşeretsizdir.

Dünyaya müekkel melek, dünyamızı yine mübaşeretsiz döndürür.

Ruhumuzun bedenimizdeki işleri de mübaşeretsizdir.

Güneş, gezegenlerini dokunmaksızın etrafında gezdirir. Mıknatıs da çivileri dokunmadan kendine çeker.

Allah’ın yarattığı bu mahlûklarda mübaşeretsiz iş görmenin bu kadar çok misâli gözümüz önünde cereyan ederken, bir ismi “Nur” ve bütün sıfatları nuranî olan Allah’ın yaratması ve diğer fiilleri elbette mübaşeretsiz olacaktır. Ve öyle de oluyor.

Not: "Kün" emri hakkında daha geniş bilgi için Yedinci Söz'de geçen, “Emr-i kün feyekün’e malik bir sultana acz tezkeresiyle istinat etme” hakkındaki sualin cevabına bakılabilir.

İkinci âyet:

“(Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir.) Kıyamet’in kopması, bir göz kırpması gibi veya daha az bir zamandır.(Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.) ” (Nahl, 16/77)

“Ol...” emriyle alâkalı açıklamalar, kıyametin bir anda kopması için de geçerlidir.

Üçüncü âyet:

“Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16)

Cenâb-ı Hak, maddeden ve mekândan münezzeh olduğuna göre, burada sözü edilen yakınlık ilim ve kudret bakımındandır. Her iki manayı da ders veren farklı âyet-i kerîmeler vardır. Bunların birlikte düşünülmesiyle, yakınlığı hem ilim, hem de kudret olarak anlıyoruz. İlmin yakınlık sahası bir yönüyle kudretten daha geniştir. Zira kudret gerektirmeyen nice şeyleri de Allah bilmektedir; henüz yaratmadığı mahlûkat gibi. Lakin kudretiyle yaptığı icraatları da yine ilimle birliktedir. Yani, icraatlar ilim dairesinde ve kudret ile yapılırlar.

Dördüncü âyet:

“Melekler ve Rûh (Cebrâil), ona miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler.” (Meâric, 70/4)

Daha önce de bir sual münasebetiyle ifade ettiğimiz gibi, “elli bin sene” tâbiri için iki farklı izah getirilmiştir. Birisi, bu “sene” melaike ve ruh senesidir. Diğer manası ise, bu “sene”nin âhiret senesi olduğudur. Cennette sonsuzluk hüküm süreceği için, âhiret senesini “mahşer, vakfe, mizan ve sırat safhalarının tümü” olarak düşünmek gerekir. Bu dönemler mümine ve kâfire göre farklı olacaktır.

Bazı müfessirler, bu âyet-i kerîmede bilhassa meleklerin urûcu anlatıldığından, bu senenin âhiretle bir alâkası olmadığını, sadece meleklerin arşa yükselmelerinin anlatıldığını ve mesafenin büyüklüğünün nazara verildiğini söylemektedirler.

15. "Sâni'-i Kadîr nihâyet derecede masnuata karib olduğu halde, masnuat nihâyet derecede ondan baîddir." Ne demektir ve nasıl anlaşılmalıdır? Aşağıdaki soruları da cevaplar mısınız?

“Hem o Sâni-i Kadîr nihayet derecede masnuata karib olduğu halde, masnuat nihayet derecede ondan baîddir. Hem nihayetsiz kibriyasıyla beraber, gayet cüz'î ve hakir umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san'attan hariç bırakmıyor.”

“Güneş, ulviyetiyle beraber bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zâtlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde; o şeffaf şeyler ise, binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler, kurbiyet dava edemezler.”

“Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, 'Nur-un Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur' olan Zât-ı Zülcelal, her şeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğuna …  … şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.”(1)

Evvela, sualin bütün şıkları için söz konusu olan şu nokta üzerinde önemle durmak gerekiyor:

Üstadımızın da ifade ettiği gibi, Güneş Cenâb-ı Hakk’ın “Nur” isminin kesif bir zılali (gölgesi) gibidir. On Altıncı Söz'de bu konu işlenirken tecelliler “kesif ve maddî, maddî nuranî ve nuranî” olmak üzere üç grupta incelenir ve Güneş'in “maddî nurani” olduğu nazara verilir. Burada birçok yüksek hakikatin izahında güneşin hem maddî olduğu, hem de “Nur” isminin bir gölgesi olduğu nazardan uzak tutulmayacaktır ki, temsilin hakikate tatbikinde yanlış telakkiler ortaya çıkmasın.

Sualin uzun olması münasebetiyle cevap verirken her şıkta o şıkka ait suali tekrar edeceğiz.

a. “Hem o Sâni'-i Kadîr nihâyet derecede masnuata karib olduğu halde, masnuat nihâyet derecede ondan baîddir.” 

Allah, maddeden ve mekândan münezzeh olduğuna göre, buradaki yakınlık ve uzaklığı mesafe olarak düşünmek mümkün değildir.

Güneşin ışığı gözümüzün içine girdiği halde, biz elimizi gözümüze sokamıyoruz. Demek oluyor ki, Güneş, ışığıyla bize bizden daha yakındır. Ama zâtıyla, hem o bize uzaktır, hem de biz ona uzağız. Bu ise güneşin maddî olmasından dolayıdır. Tam nuranî olsaydı, o bize uzak olmazdı, sadece biz ona uzak olurduk. Bu uzaklığımız ise “onu hakkıyla bilemeyişimiz” cihetiyledir.

İç organlarımızın, meselâ, ciğerimizin tesbihini temsil eden bir melek, bize bizden daha yakındır, biz ise onun hakikatini bilmekten çok uzağız.

“Zâhir” ve “Bâtın” olan Cenâb-ı Hakk’ın bize bizden daha yakın olması, bizim hem zâhirimizi, hem bâtınımızı bilmesi ve kudretiyle bizde tasarruf etmesi cihetiyledir.

Allah’ın zâtını bilme noktasında biz ondan nihâyetsiz uzağız. O ise bizim hem zâhirimizin, hem bâtınımızın yaratıcısı olduğu için, bizi her yönümüzle bizden dahi iyi bilir ve bize bizden daha yakındır.

Külliyat'da defalarca ve ehemmiyetle nazara verildiği gibi, Allah’ın varlığı vacibdir. Yani varlığı zâtındandır, ezelî ve ebedîdir, olmaması muhaldir.  Bizim varlığımız ise "mümkin"dir, yani varlığımız zâtımızdan değildir, olmamız da olmamamız da mümkündür, evvelimiz ve âhirimiz vardır.

O halde, mümkünün varlığı vâcibin varlığından, “mahiyet olarak,” sonsuz derece uzaktır. Vacib ise bu mümkin varlığın yaratıcısı ve mutasarrıfı olduğundan, ona ondan daha yakındır.

b. “Hem nihâyetsiz kibriyasıyla beraber, gayet cüz'î ve hakir umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san'attan hariç bırakmıyor.” 

Bu ifadeler, Üstad'ın şu cümlesiyle yakından alâkalıdır:

“Bazen olur ki sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz, ama icraatında onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mani olurlar.”(2)

İnsanın iradesi cüz’î olduğu için, bir anda ancak bir işi irade edebilir. Kudreti de iradesine tabi olarak, bir anda ancak bir iş görebilir. Bundan dolayı insanlar mesai taksimi yaparlar. Bir ülkenin üst seviyedeki bir idarecisi, her işi bizzat yapacak güçte değildir. Onun için, küçük-büyük her işi, insanların kabiliyetlerine göre taksim eder. Kendisi sadece idare ve teftiş vazifesini deruhte eder.

Meselâ, bir bakan sadece genel müdüre muhatap olur, o da müdürlere, müdürler de şeflere muhatap olurlar. Bir bakanın, bütün memurlara bizzat muhatap olması zaten mümkün değildir.

Cenâb-ı Hakk'ın, mahlûkattaki tasarrufu böyle değildir. Nihâyetsiz ilmiyle her şeyi bildiği gibi, nihâyetsiz kudretiyle de her işi bizzat yapar, yaratır. Nur derslerinde çok güzel nazara verildiği gibi, “her şey her şeyle bağlıdır, her şeyi yapamayan bir şeyi yapamaz, en küçük bir şeyde en büyük bir sanat eseri gösterilebildiği için küçük dediğimiz şeyler sanat cihetiyle çok büyüklerden daha büyük olabilirler.”

İnsanlar, iradelerinin cüz’îliği sebebiyle sadece bir alttaki kişilere muhatap olup, diğerlerini alt idarecilere bıraktıkları halde, Cenâb-ı Hak, “nihâyetsiz kibriyasıyla beraber gayet cüz'î ve hakir umûru dahi, ehemmiyetle tanzim eder.”

Yarı nuranî bir varlık olan Güneş, denizlere ışık verirken, ırmakları, damlaları, gözleri, çiçekleri de ihmal etmez. Büyük-küçük demeden hepsine birlikte nazar eder.

Buna göre, Allah’ın en küçük şeyi de en büyük gibi “ehemmiyetle tanzim” etmesine Güneş, bir derece, ayna olmaktadır.

c. “İşte bu hakikat-ı Kur’âniyenin vücuduna, mevcudatta meşhud sühulet-i mutlak içinde intizam-ı ekmel şehadet ettiği gibi, gelecek temsil dahi, onun sırr-ı hikmetini gösterir.” 

Şu uçsuz bucaksız fezadan, yeryüzündeki sayısız denecek kadar bitkilere, hayvanlara kadar bütün varlık âleminde, her iş en mükemmel bir intizam içinde ve son derece kolay bir şekilde icra edilmektedir. Ağacın dallarından insanın kollarına, çiçeğin yapraklarına, Güneş'in gezegenlerine kadar her şeyde harika bir nizam hükmetmektedir. Bu mükemmel yaratılışta, büyük-küçük farkı yoktur; yani, büyüklere önem verilip de küçükler ihmal edilmiş değillerdir. Güneş'in, gezegenlerini çevirirken ve Ay’a feyiz verirken, bir damla suyu ve bir küçük çiçeği de ihmal etmemesi gibi.

d. Güneş'in şeffaf şeylere onların zatlarından daha yakın olması ne demektir?

Önceki bir şıkkın cevabında belirttiğimiz gibi, Güneş tecelli cihetiyle bir aynanın içine girmekte, yedi rengiyle, ışığıyla, ısısıyla onda kendini göstermektedir. Bu ise Güneş'in o aynaya, aynanın kendisinden daha yakın olması demektir.

e. Cilvesi ve timsaliyle tasarrufu ve onları müteessir etmesini nasıl anlamalıyız? Ayrıca cilve ve timsal arasındaki fark nedir?

“Cilve, mazhar, timsal” gibi ifadeler, ekseriyetle birbiri yerine kullanılmakla birlikte, aralarında az da olsa  bir fark vardır. Güneşe karşı tutulan bir aynada, Güneş'in bir misâli görünür. Bu misâlî güneş, asıl güneşin timsalidir.

Aynada Güneş'in görünmesiyle o ayna Güneş'e mazhar olur. “Mazhar” “bir şeyin göründüğü, zahir olduğu mekân” demektir.

Aynadaki misâlî güneşin de ışığı, ısısı ve yedi rengi taşıması yönüyle o timsale “cilve” de denilir. Bir kitap da onu yazan zâtın ilmine ayna olmakla birlikte, kitabın sayfaları müellifin ilminden bir cilve taşımazlar. Yani, o sayfaların kendileri de ilim sahibi olmazlar. Güneş'in aynadaki aksi ise Güneş'in hususiyetlerine, bir derece, sahip olması yönüyle ondan bir cilve taşımaktadır.

f. “Güneş onlara zatlarından daha yakın olduğu halde onlar ise binler sene güneşten uzaktırlar.” 

Üstad Hazretlerinin ifadesiyle Cenâb-ı Hakk'ın “mevcudatla münasebeti hallakiyetidir.” Yani varlıkları O yaratmış, lüzumlu sıfatlarla O teçhiz etmiştir. Ve bu münasebet daimîdir. Bir mimar, bir camiyi yapıp tamamladıktan sonra artık onunla bir alâkası kalmaz, başka eserler yapmaya koyulur. Bu kâinattaki İlâhî eserler öyle değildir. Cansız dediğimiz bir atomda bile sürekli olarak bir hareket vardır. Zaten, canlılar devamlı değişmekte ya kemale veya zevale doğru aralıksız yol almaktadırlar. Bütün bu işler sonsuz bir ilim ve kudretle icra edilmektedir.

gGüneş'in eşyadan müteessir olmaması ve eşyanın ona kurbiyet dava etmemesini, Cenab-ı Hak ile mahlûkat arasındaki münasebet açısından nasıl anlamalıyız?

Müteessir, tesir altında kalan demektir. Güneş'in aynayı aydınlatmasıyla ayna bir tesir altına girmiş, kendisi zâtı itibariyle ışıktan mahrum iken, şimdi güneş ışığının tesiriyle aydınlanmıştır. Aynalar ise güneşe ışık vermekten, ona tesir etmekten çok uzaktırlar.

Varlık âleminin, Allah’ın isimlerine ayna olmaları da bir yönüyle buna benzer. Bir canlı, yaratılmasıyla  halk fiilinin, şekillenmesiyle tasvir fiilini, rızıklanmasıyla terzik fiilinin, hayata kavuşmasıyla ihya fiilinin tesirinde kalmış ve öylece bu hususiyetlerine kavuşmuştur.

Not: Sualin a şıkkı cevaplandırılırken kurbiyet (yakınlık) üzerinde durulmuştu.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

(2) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam.



16. "Hem o Güneş, her şeffaf zerreye hattâ ziyası nereye girmiş ise orada hazır ve nâzır gibi olduğu,.. Güneş'in aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır.” Bu meseleyi Cenâb-ı Hak ile mevcudat arasındaki münasebet açısından nasıl anlamalıyız?

"Hem o Güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmiş ise orada hazır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre Güneşin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır."(1)

Bu cümle, Üstad Hazretlerinin aşağıdaki ifadesine bir misâl olabilir:

"Kâinatta tasarrufları görünen ef'al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir sûrette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir."(2)

Allah’ın bütün sıfatları mutlaktır, yani başkaları tarafından kayıt altına alınamaz. Yine bütün sıfatları varlık âlemini ihata etmiştir. Ancak, Üstad'ın ifade ettiği gibi bu sıfatların tecellisi “hikmet, irade ve mazharların kabiliyetine” göredir. Şöyle ki,

Bütün kuvvetler Allah’ın ihsanıdır. Allah, bu ihsanını varlık âleminde hikmetle ve mahlûkatın kabiliyetlerine göre gösterir. Karıncanın yürümesi de, bizim bir iş görmemiz de güneşin gezegenlerini döndürmesi de ancak Allah’ın ihsan ettiği kuvvet iledir. Ancak, güneşe lazım olan kuvveti karıncaya vermek hikmete uygun düşmediği gibi, karıncanın kabiliyeti de bu kuvveti taşımaya uygun değildir.

Bir misâl de İlâhî isimlerden verelim. Bütün canlıları rızıklandıran Allah’tır. Ama her canlıya, onun midesine, ağzına ve dişlerine en uygun rızık verilmiştir“Rezzak” isminin tecellileri bütün yeryüzünü doldurmuştur, ancak her canlı bu rızıklardan kendi kabiliyetine göre istifade edebilmektedir.

İşte bu hakikati de Üstadımız Güneş misâliyle çok berrak bir şekilde aydınlatmıştır. Güneş'in ışığı bütün zemini ihata etse de her ayna kendi kabiliyetine göre ondan bir feyiz alabilmektedir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

(2) bk. Şuâlar, Yedinci Şuâ.



17. "Hem Güneş'in azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar.” Nuraniyet ile ışık farklı mefhumlar mı? İlâhî nuraniyyet nasıl anlaşılmalıdır?

“Hem Güneş'in azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar. Demek azamet-i kibriyası, cüz'î ve ufak şeyleri, nuraniyet sırrıyla harice atmak değil; bilakis daire-i ihatasına alıyor.”(1)

Nur, “zulmetin ve kesafetin” zıddıdır. Üstad Hazretleri imanın nur, küfrün ise zulmet olduğunu çokça nazara verir. İman nuruyla insanın kalbi aydınlanır; bütün faziletler ve güzellikler bu nurlanmış kalpte kendini gösterir.

İman nur olduğu gibi, ilim de bir nurdur. O nur ile cehalet karanlığı ortadan kalkar.

Bu nurlar ışıktan çok farklıdır. Işık güneşin bir eseri, iman ise kalbin, ilim de dimağın birer meyvesidirler.

Allah’ın bütün isimleri nuranîdir. “Hakîm” ismi hikmet nurunu, “Âlim” ismi ilim nurunu, “Kadir” ismi kudret nurunu taşırlar. Bunların zıtları ise hep zulmettir. Hikmetin zıddı olan abesiyet, ilmin zıddı olan cehalet, kudretin zıddı olan acziyet birer zulmettirler. Yani bu karanlıklardan bir şey ortaya çıkmaz.

"Güneş nuraniyet vasıtasıyla, bir tek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor." temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

(2) bk. age., Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.



18. "Yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir." İzah eder misiniz? Feyizlendirme ne demektir?

“Hem Güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde farz-ı muhal olarak fâil-i muhtar farzetsek, o derece sühulet ve sür'at ve vüs'at içinde, zerreden katreden deniz yüzünden seyyarata kadar izn-i İlahî ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azîmeyi yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir.”(1)

a. Sadece bir mahz-ı emir ile yapılması, zerre ile seyyarenin emre karşı müsavi olması, deniz yüzüne verdiği feyzi zerreye de kabiliyetine göre de kemal-i intizam ile vermesi konularını izah eder misiniz?

“Yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir.” ifadesinde “emr-i kün feye kün”e işaret edilmektedir. “Allah bir şeyi yaratmayı diledi mi ona sadece 'Ol!' der, o da hemen oluverir.” Üstadımız bu emrin izahında şu açıklamayı yapar:

“Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten,..”(2)

Burada da hayal edilebilir ki, güneş o geniş sahadaki sayısız tecellileri, sanki diler dilemez bunlar gayet kolaylıkla vücuda gelmişlerdir. İster deniz yüzüne feyz vermek istesin, isterse bir katreye, her iki halde de aynı kolaylıkla iş görmektedir.

b. Feyizlendirme ne demektir? Tecelliyat ve tezahüratla nasıl bir münasebeti vardır?

Burada feyiz kelimesi mecazî olarak kullanılmıştır. Güneş'in Ay’ı aydınlatması, denizlerde görünmesi, şişeleri parlatması, aynaları ışıklandırması, insan kalbinin iman ve marifet ile feyizlenmesine benzetilmiştir.

Tecelli ile tezahür arasında şöyle ince bir fark vardır:

 Tecellide kendisinde olan bir vasfın, bir küçük misâlini (cilvesini) karşıdakine vermek, tezahürde ise orada görünmek, zahir olmak söz konusudur. Güneş'in aynadaki aksinin de kendine göre bir ışığının ve hararetinin bulunması bir tecellidir. Güneş'in o aynada görünmesi ise tezahürdür. Bununla birlikte, bu iki kelime çoğu zaman birbiri yerinde kullanılmaktadır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

(2) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



19. Güneş'in nur ve hararetinin Allah’ın ilim ve kudretine nisbetle toprak gibi kesif olduğu ifade edilmektedir. Buradaki nisbeti açar mısınız? Toprağın misâl verilmesinin hikmeti ne olabilir?

“İşte, sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak'ın Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatın üç esasının nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, 'Nur-un Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur' olan Zât-ı Zülcelal, her şeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğuna, hem o derece külfetsiz, mualecesiz, sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür'at ve sühuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz'î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyası ihata ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.”(1)

a. “Güneşin nur ve hararetinin Allah’ın ilim ve kudretine nisbetle toprak gibi kesif olduğu” ifade edilmektedir. Burada sözü edilen “nisbeti” biraz açar mısınız?

Mahlûkların varlıkları, Allah’ın vacip varlığına nisbetle gölge kadar, hatta gölgenin gölgesi kadar zayıf kaldığı gibi, bir ismi “Nur” olan Allah’ın, nuranî sıfatlarından olan ilim ve kudretine göre, güneşin nur ve harareti gölge gibi zayıf kalırlar. Bu mânâ toprak gibi kesif olma şeklinde ifade edilmiştir. Hiç ışığı olmayan toprak ile Güneş arasında aydınlık yönünden çok büyük bir mesafe vardır. Toprakta hiç ışık yoktur, güneş ise muhteşem bir ışık kaynağıdır.

İşte Allah’ın ilim ve kudreti yanında, güneşin nur ve harareti de o kadar sönük kalırlar. Burada ilim nura benzetilmiştir, nurla eşya aydınlandığı gibi, ilimle de cehalet karanlığı kalkar, eşya ve hâdiseler doğru değerlendirilir. “Hareketten hararet, hararetten kuvvet doğduğu” için de Güneş'in harareti kudrete benzetilmiştir.

b. Kesafette toprağın misâl olarak verilmesinin bir hikmeti var mıdır?

Bütün elementler kesiftirler. Ancak, kesafetin de farklı şekilleri ve dereceleri vardır. Hava ile suyun, su ile toprağın kesafet dereceleri bir değildir. Toprak en kesif olmakla birlikte, bütün bitkilere, hayvanlara ve insanlara bir bakıma analık etmektedir. Âdem babamız topraktan yaratıldığı gibi, biz de dolaylı olarak yine topraktan yaratılmış bulunuyoruz.

“Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir. Evet, kesif bir şeyin âyinesi ne kadar latif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nuranî ve latif bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmanın cilvelerini cilâlı gösterir. Meselâ hava âyinesinde yalnız şemsin zaîf bir ziyası görünür. Su âyinesinde şems, ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb'ası görünmüyor. Fakat toprak âyinesi, çiçeklerinin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.”(2)

c. “Cenâb-ı Hakk’ın bütün işleri külfetsiz, mualecesiz ve suhuletle yaptığı ve bütün eşyayı bir emr ile yarattığı” ifade ediliyor. Bizim müşahedemize göre her şey büyük bir ihtimamla, zaman içinde ve kademeli olarak meydana gelmektedir. Bu hususta düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Allah’ın iki ayrı şekilde yaratması vardır: İbda ve inşa.

“İbda” yoktan yaratmak, “inşa” ise kademeli olarak, safhalar halinde yaratmaktır. Bu dünya hikmet dünyası olduğundan çoğu varlıklar inşa ile yaratılırlar. Fatiha sûresinde, Allah’ın Rabbü’l-âlemîn olduğunun bildirilmesi, bu âlemdeki yaratılışta terbiyenin, yani kademeli olarak yaratmanın daha hâkim olduğunu göstermektedir. Ruhların ve meleklerin yaratılması ibda ile yani bir anda, zamansız olduğu gibi, âhiret kudret âlemi olduğundan orada ibda hâkim olacaktır.

Bununla birlikte, bu dünyadaki ilâhî icraatlarda sualde geçen mana yine hâkimdir. Sonsuz denecek kadar çok iş, bir anda, birlikte ve sonsuz bir kolaylıkla yapılmaktadır. Kâinatın bir küçük misâli olan kendi bedenimize bakalım. Yüz trilyon civarında hücremiz var ve her birinde de yine yüz trilyon kadar atom var. Bütün atomlarda ve hücrelerde işler son derece kolay, mükemmel ve âdeta zamansız yapılıyor. Biz, bu işlerin birbirini takip etmesiyle ortaya çıkan neticeleri görüyor ve bunların kademeli olarak yapıldığını düşünüyoruz. Halbuki bu kademelerin her birinde nice ibda misâlleri vardır. Meselâ, karaciğerimizin tek bir hücresinde, saniyenin binde biri kadar kısa bir zaman içinde 500 farklı kimyevî muamelenin tahakkuk ettiği söylenmektedir.

Ruh âlemimizde de bunun bir başka misâlini yaşıyoruz. Muhatabımızın ağzından çıkan ses sanki “kün” emriyle bir anda dimağımızda “mana” olarak yerleşiyor. O anda kulak zarından, beyindeki işitme merkezine kadar nice işler görüldüğü gibi, aklın çalışmasından hafızanın ona yardım etmesine kadar da nice faaliyetler yapılmaktadır.

Gökyüzüne bakalım. Bütün yıldızlar birlikte ve son derece bir intizam ile düşmeden, çarpışmadan varlıklarını sürdürüyorlar. “Kayyum” ve “Kadir” isimleri bunların tümünde beraber ve zamansız tecelli ediyor.

Bütün varlık âleminde şu anda görülen işleri birlikte düşünelim. Bu sonsuz işler de yine son derece kolay bir şekilde icra ediliyorlar. Sanki bu varlık âlemi her an “kün” emrine muhatap oluyor ve bir sonraki anı doğuruyor. O da aynı emre uyarak kendinden sonraki anda olacak hâdiseleri mahsul veriyor.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şule.



20. On Dördüncü Sözün Beşinci Meselesinin giriş kısmını daha iyi anlayabilmemiz için, zikredilen âyetlerin meallerini de vererek, bir izah getirebilir misiniz?

"Beşincisi: ' وَمَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ den tut, tâ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ ye kadar... Hem اَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ den tut, tâ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ e kadar... Hem خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ dan tut, tâ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ e kadar... Hem مَا شَاءَ اللّهُ لاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ den tut, tâ وَمَا تَشَاؤُنَ اِلاَّ اَنْ يَشَاءَ اللّهُ ya kadar hudud-u azamet-i Rububiyeti ve kibriyâ-i ulûhiyeti tutmuş olan ezel, ebed Sultanı, şu âciz ve nihayetsiz zayıf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz’î bir ihtiyarla, icada kabiliyeti olmayan zayıf bir kesb ile mücehhez benî Âdeme karşı şedid şikâyât-ı Kur’âniyesi ve azîm tehdidatı ve müthiş vaidleri ne hikmete binaendir ve ne vech ile tevfik edilir? Ne suretle münasip düşer?' demek olan derin ve yüksek hakikate kanaat getirmek için, şu gelecek iki temsile bak: ..."(1)

Önce, âyetlerin meallerini sırayla verelim:

1. “Onlar Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyâmet gününde yeryüzü bütünüyle onun tasarrufundadır; gökler de onun kudretiyle dürülmüştür.” (Zümer, 39/67)

2. “Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfâl, 8/24)

Bu konuda iki ayrı izah yapılmıştır: Birisi, “Allah, kişinin kalbine ondan daha yakındır.” Diğeri; “Allah dilediği takdirde, kişinin kalben arzu ettiği bir şeyi gerçekleştirmesini önler.”

3. “Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir.” (Zümer, 39/62)

4. “Allah onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da bilir.” (Bakara, 2/77)

5. “Gökleri ve yeri yaratan odur.” (En'âm, 6/73)

6. “Sizi de sizin yaptıklarınızı da yaratan Allah'tır.” (Sâffât, 37/96)

7. "Bu Allah'dandır (Allah dilemiş de yaratmış.). Kuvvet ve kudret ancak Allah'ındır.” (Kehf, 18/39)

8. “Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz.” (İnsan, 76/30)

Bu âyet-i kerîmelerde Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu, gökleri ve yeri, insanları ve işlerini onun yarattığı, gizli ve açık her şeyi bildiği, o dilemedikçe insanın bir şey yapamayacağı nazara verilmektedir. Hakikat bu iken, bu küçük insanın yaptığı isyanlara büyük ehemmiyet verilmesi ve Kur’ân-ı Kerîm'de şiddetle tehdit edilmesinin hikmeti soruluyor. Ve bu suale iki temsil ile cevap veriliyor.

Ve dersin son kısmında, küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet” içinde bulunan kişi hakkında, “Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi Esmâ- İlâhiyyenin cilve-i cemallerine perde çeker.” denilmektedir.

İnsanlar, Üstad'ın tâbiriyle “sağir bir cüz, hakir bir cüz’î” iseler de iman ve hidâyet yolunu terk edip küfür ve isyan yolunu tuttuklarında çok büyük tahribat yapmaktadırlar. Bu tahribatın büyüklüğü iki misâlle nazara veriliyor:

Bir bahçeyi sulamakla vazifeli kişinin vazifesini ihmal etmesiyle bütün bağın kuruması, bir gemide dümencilik eden kişinin ihmaliyle gemideki bütün insanların zarara uğramaları veya mahvolmaları.

İhmal zahiren küçük görünüyor, ama neticeleri çok büyük olduğundan o kişiler şiddetle ikaz edilir ve ceza görürler.

Bu konu Yirmi Üçüncü Söz'de en güzel şekilde açıklanmıştır. O Söz’de ve sair risalelerde verilen mesajları kısaca ifade edelim:

- İnsan kâinatın en mükemmel meyvesi, arzın halifesidir.

- Kâinat insan için olduğu gibi insan da şükür ve ibadet içindir.

- Hamd ve ibadet kâinatın meyvesinin meyvesi, gayetü'l-gayattır, gayelerin gayesidir.

- Küfür ve isyan kâinatı bir tahkirdir. Güneşlerden, aylardan, bitkilere, hayvanlara kadar insana hizmet eden bütün varlıkları isyan ve küfre hizmet ettirmek, o varlıklara büyük bir haksızlık, dehşetli bir zulümdür.

- Bu âlem ve içindekiler Allah’ın isimlerinin tecellileridir. O tecellileri küfür ve isyanda kullanmak Esmâ-i İlâhiyeye bir hürmetsizliktir; büyük bir cinâyettir.

- Ahsen-i takvimde yaratılmakla Allah’ın en mükemmel eseri olan insanın, küfür ve dalâlet yolunda gitmesi, kendi üstün mahiyetine karşı da işlenmiş büyük bir zulümdür. Nitekim, Altıncı Söz'de bu manayı teyit makamında “En kıymettar aletleri en kıymetsiz yerlerde sarf edip nefsine zulmettin.” buyrulmuştur.

Bütün bu sayılanlar birlikte nazara alındığında çok iyi anlaşılır ki, bu küçük insana yapılan tehditler “cinâyetinin büyüklüğü” sebebiyledir.

Suale, kısaca böyle cevap verdikten sonra, bazı kişilerce yanlış tevil edilen son âyet “Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz.” üzerinde kısaca duralım:

“Şüphesiz ki bu bir öğüttür; artık dileyen Rabbine bir yol tutar.” (İnsan, 76/29)

âyet-i kerîmesinde, Kur’ân ile tebliğ edilen bütün hükümlerin bir nasihat olduğu, Allah’a giden yolu seçmenin ise insanın hür iradesine bırakıldığı açıkça beyan edilerek, “Dileyen Rabbine bir yol tutar.” buyurulmuştur. Buna göre, söz konusu âyeti Cebriyeciler gibi tefsir edip, insanın iradesinin hiç olduğunu, Allah dilemedikçe onun dilemesinin bir mana ifade etmeyeceğini söylemek aklen mümkün değildir.

Bu âyet-i kerîmede, kulun iradesinden, tercih ve kararından söz edilirken, Allah’ın iradesinin mutlak olduğu da nazara verilmiş, kulların İlâhî hükümler karşısında hür ve bağımsız olamayacakları hatırlatılmıştır.

“İnsanlar hür oldular ama, yine abdullahtırlar.”(2)

"Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz." (İnsan, 76/30) âyet-i kerîmesi, “Şüphesiz Allah Âlim ve Hakîm'dir.” (Her şeyi bilendir, hikmet sahibidir) şeklinde son bulur.

Dilememiz de Allah’ın bir ihsanıdır.

Âyette geçen dileme fiillerinden birisi insanın cüz’î iradesine, diğeri ise Allah’ın mutlak ve küllî iradesine bakmaktadır. Böylece, hem insan iradesinin varlığı kabul  edilmete  birlikte, bu iradenin kâfi olmadığı da ayrıca hatırlatılmaktadır.

İhtiyarî fiillerde, yani insanın kendi iradesine bırakılmış işlerde, insan dilemedikçe Allah o işi yaratmaz. Misâl olarak, insan konuşmayı dilemedikçe Allah onu konuşturmaz. O diledikten sonra, konuşma fiilini Allah yaratır.

Bir de insan iradesi dışında meydana gelen ızdırari fiiller vardır, kalbimizin çalışması, saçlarımızın uzaması, kanımızın temizlenmesi gibi. Bunları irade eden de yaratan da Allah’tır. Kulun iradesi burada geçersizdir.

Bazı işler de vardır ki insan onu yapmayı irade eder, ama Allah küllî iradesiyle ona izin vermez. Bunlar günah ve sevaba konu olmayan işlerdir. Meselâ, insan bir şehre gitmek ister, ama yakalandığı bir hastalık yahut geçirdiği bir kaza sebebiyle maksadına ulaşamaz. İşte âyet-i kerîmeyi daha çok bu gibi işler için yorumlamak gerekir. Yani bizim bir şeyi irade etmemiz, o işin mutlaka meydana geleceği manasına gelmez, esas olan Allah’ın meşietidir, o dilerse biz o işe muvaffak oluruz.

Âyet-i Kerîmeyi kendi ihtiyarî işlerimiz için yanlış tefsir ederek, “Allah dilerse namaz kılarım; benim bu konuda bir iradem yoktur.” demek doğru değildir. Üstad'ın Kader Risalesinde buyurduğu gibi, böyle yanlış bir tefsir, insanları, “Mütemerrid nüfus-u emmarenin işlediği seyyiatın mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak” gibi çok yanlış ve tehlikeli bir yola sokar.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

2) bk. Divan-ı Harbi Örfi, Hakikat.



21. "Mesela şahane bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçekdar masnular içinde bulunuyorlar..." Devamıyla izah eder misiniz?

"Birinci Temsil: Mesela, şahane bir bağ var ki nihayetsiz meyvedar ve çiçektar masnûlar, içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrasındaki deliğin kapağını açmaktır. Ve şu hizmetkâr ise tembellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit Hâlık’ın sanat-ı Rabbaniyesinden ve Sultan’ın nezaret-i şahanesinden ve ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden başka, bütün hademelerin o sersemden şekvaya hakları vardır. Zira hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi."(1)

Üstad Hazretleri burada bir bahçe misâli veriyor. Bahçenin neşv-u nemasında binlerce kişi çalışıyor. Bu binlerce kişiden birisinin vazifesi de bahçeye giden su kanalının vanasını açıp kapamakdır.

Bahçenin yeşermesi için bütün vazifelerin ifa edilmesi gerekiyor. Vanayı açıp kapamak, bu bin vazifeden sadece bir tanesidir. Öyle ise bahçenin güzellikleri, bütün çalışanların gayretlerinin mahsulüdür; ama bahçenin kuruması bir adamın vazifesini terk etmesi iledir.

Vanayı açmakla görevli olan adam bu görevi yerine getirse, bağda yetişecek bitkiler, çiçekler, meyveler Allah’ın birer sanat eseri olarak onun isimlerine ayna olacaklardır. Ziya, hava ve toprak da bu yüksek maksada hizmet etmekle şeref kazanacaklardır.

İşte o hizmetçi vananın kapağını açıp bahçeyi sulamazsa, onun bu küçük ihmali ile bahçe kurur ve mezkûr gayeler tahakkuk etmez.

Şimdi bahçenin sahibinin, söz konusu adamı sürekli ikaz etmesi, vazifesini terk etmesi halinde cezaya çarptırması, onun vazifesini terk etmesinin büyük tahribata yol açacağı içindir. Vanayı açmayan o adam, bahçede çalışan bin kişinin hukukuna ihanet etmiş oluyor. Elbette bahçenin sahibi o bin kişi namına ondan hesap soracak ve gerekli cezayı verecektir.

İnsan da şu kâinat bahçesinde suyun vanasını açıp kapamak gibi çok basit ama çok da ehemmiyetli bir vazifenin başındadır. Kâinat bahçesinde hava, su, ateş ve toprak gibi sayısız hizmetçiler, Allah’ın istihdamı ile çalıştırılıyor. İnsan da bu bahçenin en mükemmel meyvesidir. Bütün kâinat onun için çalışıyor ve ona hizmet ediyor. Eğer insan iman ve ubudiyet vazifesini terk ederse, kâinatın tümünün hukukuna tecavüz etmiş olur. Cenâb-ı Hak da bütün kâinat namına ondan hesap soracaktır.

İşte Kur’ân’ın, insanı şiddetli bir şekilde tehdit etmesi bu sırdan ileri geliyor. Yoksa hakikatte insan gayet zayıf ve âcizdir; ama vazifesini terk etmekle yaptığı zulüm ve tahribat, temsildeki adamın bütün bahçeyi kurutması gibidir. Onun şiddetli bir cezaya çarptırılması, vazifesinin küçüklüğünden değil, tahribatının büyüklüğünden dolayıdır.

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.



22. "Çünkü tek bir adem, hadsiz ademleri intac eder... Küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet esasları, inkârdır ve reddir... Sûret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de hakikatta intifadır, ademdir." İzah eder misiniz?

"İkinci Temsil: Meselâ cesîm bir sefine-i Sultaniyede, âdi bir adam cüz'î vazifesini terketmesiyle, bütün gemideki vazifedarların netaic-i hidematına halel getirdiğinden ve bazı da mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedid şikayet eder. Kusur sahibi ise, diyemez ki: 'Ben bir âdi adamım, ehemmiyetsiz ihmâlimden şu şiddete müstehak değildim.' Çünkü tek bir adem, hadsiz ademleri intac eder. Fakat vücud kendine göre semere verir. Çünkü bir şeyin vücudu, bütün şerait ve esbabın vücuduna mütevakkıf olduğu halde; o şeyin ademi, intifası, tek bir şartın intifasıyla ve tek bir cüz'ün ademiyle netice itibariyle mün'adim olur. Bundandır ki: 'Tahrib, tamirden pek çok defa eshel olduğu.' bir düstur-u mütearife hükmüne geçmiştir. Madem küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet esasları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Sûret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de hakikatta intifadır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi esma-i İlâhîyenin cilve-i cemallerine perde çeker."

"İşte bu hadsiz şikayete hakları olan mevcudat namına o mevcudatın sultanı, şu âsi beşerden azîm şikayet eder ve etmesi, ayn-ı hikmettir ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstehaktır ve dehşetli vaîdlere, bilâşübhe sezâdır."(1)

a. “Çünkü tek bir adem, hadsiz ademleri intac eder. Fakat vücud kendine göre semere verir.” cümlesini bir misâlle açabilir misiniz?

Misâl olarak birinci temsilde geçen hizmetkârı verebiliriz: 

Onun bağa su vermemesi bir ademdir, bu adem birçok ademleri netice vermiştir. Çiçeklerin açmaması, ağaçların meyve vermemesi birer ademdirler. Bütün bu ademler bir tek ademden kaynaklanmıştır. 

Vücudun kendine göre semere vermesine bir misâl: 

Bir insan on lira ile en fazla on liralık hayır yapabilir. Ama o insan bir vazifeyi terk etmekle binlerce kişiye zarar verebilir.

Tahrip kolaydır. Üstad'ın buyurduğu gibi insan bir kibrit ile bir evi yakabilir. İnsan kendi evinde yahut bahçesinde bütün dikkatini sarf ettiği halde, birkaç tane çiçek yahut ağaç besleyebilir. Ama bir dikkatsizliği ile -ki bir ademdir- bir ormanın yanmasına yol açabilir.

"Hem bilmüşahede sabittir ki: Bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idamı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücud, her halde mevcud bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir. Ademî bir şey, madum bir şeye illet olur."(2)

b. "…  Küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet esasları, inkârdır ve reddir … Sûret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatta intifadır, ademdir.” ifadesini bir misâlle izah edebilir misiniz? Çünkü bu cümle farklı ifadelerle ile Külliyatın birçok yerinde geçmektedir.

Bir insan, çaldığı paralarla bir fabrika yapmışsa ortada “mevcut ve sabit” bir fabrika vardır; ama bunun hakikati “haksızlık, insafsızlık, vicdansızlık, adaletsizlik” gibi ademlere dayanmaktadır.

Keza, bir insan küfre girmişse, ortada inkârcı bir adam vardır, ama o inkârın hakikati ademe, yani imansızlığa dayanmaktadır. Buna göre her menfi şey, bir müsbetin terkiyle, ademiyle ortaya çıkar. Ahlâksızlık ahlâkın terkiyle, insafsızlık insafın terkiyle, haksızlık hak ve adaletin terki ile meydana gelir.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz.

2) bk. Lem’alar, On Üçüncü Lem’a.



23. "Madem küfür ve dalâlet, tuğyan ve mâsiyet, esasları inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücutlu görünse de hakikatte intıfâdır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir..." İzah eder misiniz?

"Madem küfür ve dalâlet, tuğyan ve mâsiyet, esasları inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücutlu görünse de hakikatte intıfâdır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatın netâic-i amellerine halel verdiği gibi, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i cemâllerine perde çeker."(1)

Bu konuyu Üstadımızın şu ifadelerinin ışığında tahlil etmek gerekiyor:

"Şu görünen umumî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler, umumî âlemin aynıdır. … Her hususî âlemin anahtarları o âlemin sahibinde olup letâifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyası ve zulmeti, merkezleri olan eşhasa tâbidir."(2)

Bu cümlede geçen “halel verme” ve “perde çekme”, o kişinin hususî dünyası içindir. Güneş, küfür ve dalâlet içinde bulunan bir kişiye de ışık vermekte, yerküresi bineklik etmekte, hava onun da kanını temizlemektedir… Ağaçlar o kişiye de meyvelerini takdim etmekte, arılar ballarını sunmaktadır. İşte ona hizmet eden bu varlıkların amellerinin neticesinde, o kişi Rabbine iman ve ibadet etmek yerine, küfür ve isyan yolunu tutarsa, bu varlıkların bütün çalışmaları neticesiz kalır. Böyle bir kişi, kendine hizmet eden bu varlıklarda ve nimetlerde tecelli eden İlâhî isimleri de okuyamaz olur. O güzel isimlerin güzel tecellilerine kendi âleminde perde çekmiş olur. Dünyada hayvan gibi, hatta ondan daha aşağı bir hayat sürer ve bütün bu nimetlerin hesabını vermek üzere öte âleme göçer.

Küfür ve inkâr: Mevcudat ile yaratıcısı arasına bir perde koymaktadır. Mevcudatın kemâllari ise yaratıya bakan yüzdedir. Perde konmakla o kemâlat görünmez olur.

Meselâ, bir çiçeğin amelinin neticesi, esmâ-i ilâhiyeyi göstermektir. Kâfir, çiçeğe bu nazar ile bakmadığı için, onun nazarında solup giden bir bitki olmaktan öteye gidemez. Bir mü'minin nazarında ise, o çiçek esmâ-i ilahiye'yi okutturan  bir mektub-u Rabbânîdir.

Varlıklara bu nazarla yani mana-yı harfi ile bakmayan kişi, onlardaki ilahî sanatları göremez, tecelli eden esmâyı okuyamaz, yaratılış gayelerini anlayamaz.


Hatime Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir. Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim!" On Dördüncü Söz'ün Hatimesini izah eder misiniz?

"Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir."

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ   وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاۤ اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ

"Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir." (Âl-i İmrân, 3/185)

"Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Deve kuşuna! Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez."(1)

Bu hâtimede dünya hayatının insanlara Allah’ı ve âhireti unutturduğu ve bu hastalıktan kurtulmanın çareleri izah ediliyor. Bu hâtime, yukarıda mealini verdiğimiz âyetin de bir cihetle hakikatli bir tefsiridir.

Üstad Hazretleri bu manevî hastalığı ölümü ikaz ve ihtar ederek tedavi ediyor. Zira bütün hataların ve gafletlerin başı dünya sevgisi olduğu gibi  gafleti izale eden, manevî hastalıkları tedavi eden en tesirli ilaç da ölümü  çokça zikretmektir.

“Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması” ölüm hakikatini değiştirmiyor, kabir kapısını kapatmıyor,  insanın mahiyetindeki sonsuz âcizliği tedavi etmiyor.

Üstad Hazretleri, insanların ekserisinin gaflete dalmasının ve günahlara girmesinin bizi aldatmamasını ikaz ediyor ve onların arkadaşlığının kabir kapısında söneceğini söylüyor. Ondan sonra herkesin amelleriyle tek başına kalacağını, gaflet içinde geçen ve günahlarla kirlenen bir hayatın insanı büyük sıkıntılara koyacağını ihtar ediyor.

Yine devamla insanın şu dünya hayatında başıboş ve gayesiz olmadığını söylüyor ve buna şahit olarak bütün kâinattaki mevcudatın mükemmel bir nizam ve intizam içinde hareket ettiğini delil getiriyor. Öyle ise kâinatın halifesi durumunda olan insanın gayesiz ve başıboş olmayacağını, her şeyin ona hizmet ettiğini, şâyet asıl vazifesi olan iman ve ibadeti terk ederse, bütün mahlûkatın ondan şikâyetçi olacağını ifade ediyor.

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime.



2. Üstadımızın, ekseriyetle nefsini muhatap kabul edip ağır ithamlar yapması tevazu mudur? “Hatimede bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inâyet bahsedilecektir.” buyuruyor. Burada nasıl bir inâyet söz konusudur ve nasıl bir ibret dersi verilmiştir?

a. Evvela, bu tarz ifadeler doğrudan konuşmadan daha tesirli olan “dolaylı anlatmanın” bir gereğidir. İnsan, karşısındaki şahsa doğrudan hitap ettiğinde, muhatabının nefsi hemen kendini müdafaaya geçer, nasihat dinlemek ona ağır gelebilir. Bunun yerine kendi nefsine hitap ederek yahut bir sohbetten nakiller yaparak veya okuduğu bir kitaptan pasajlar aktararak konuştuğunda, karşıdaki şahısla daha rahat bir ortamda sohbet edebilir. Hazreti Mevlâna’nın hayvanları konuşturarak insanlara mesajlar vermeye çalışması bunun güzel bir misâlidir.

Meselenin ikinci yönü: Üstad Hazretleri, nefsini muhatap alarak konuşmakla, bizlere ehemmiyetli bir ders vermektedir. Biz de bu derse ittiba ederek, Nur derslerini evvela kendi nefsimize okumalıyız. O zaman bu ulvî hakikatlerden hem daha çok istifade ederiz, hem de başkalarına daha faydalı oluruz. Bu konuda, Erzurum’un Karayazı ilçesinin yetiştirdiği büyük bir insandan, kendisi için rahmet duasına vesile olması niyetiyle bir nakil yapmak isterim. Talebelik yıllarımızda, sözünü ettiğim Abdullah hocamızla Erzurum’daki Karanlık Kümbet medresesinde sıkça karşılaşırdık. Kendisi bir süre tarikat dersi de vermiş büyük bir âlimdi. Bir defasında tam bir safiyet ve samimiyetle bize şöyle dedi:

“Ben, yıllarca kürsülerde vaaz verdim. Çoklara çok şey anlattım. Ama bu Abdullah’a bir şey anlatamadım. Ne zaman ki Risale-i Nur ile tanıştım o zaman, 'Risale-i Nuru aldım elime, Abdullah’ı koydum karşıma…' 

Ben de, “Risaleleri nasıl okuyalım?” diye soran kardeşlerimize bu hatıramı naklediyorum.

Üzerinde durduğumuz bu iki madde, konunun bize taalluk eden cihetidir. Meseleye Üstad açısında baktığımızda şu ifadelerle karşılaşırız:

“İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar."

 "Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır."

"İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubudiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim."

"Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazen riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.”(1)

Üstad'ın üçüncü şahsiyeti için söyledikleri tamamen tevazudur. İkinci şahsiyeti olan ubudiyet noktasında kendini herkesten ziyade âciz, fakir bilmesi hakikatin ifadesidir. Nitekim "Dert benimdir deva Kur’ân'ındır.” demesi, ikinci şahsiyetteki bu ruh haletinin, bu kalbî tazarru ve niyazın birinci şahsiyeti netice verdiğini gösteriyor.

Üstadımız Mesnevî-i Nuriye’de de şöyle buyurur:

“Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır.”(2)

Üstad Hazretleri, bu hakikati bizzat yaşamış, kendisini Kur’ân hakikatlerine bir ayna olarak görmüş, bütün şerefin Kur’ân'a ait olduğuna defalarca dikkat çekmiş, bu asrın manevî hastalıklarına deva olan Nur derslerini Kur’ân güneşinin lem’aları, reşhaları, şuaları kabul etmiştir. Bu bakış açısının tevazudan ehemmiyetli bir farkı vardır. Bu sözler, tevazudan ziyade, bütün hayrın Allah’ın elinde olduğunu bilmenin, bir meyvenin yaratılmasına ağacın sadece bir sebep olması gibi, kendisinin de bu hakikatlerin muhtaç gönüllere ulaşmasında sadece bir sebep olduğuna inanmanın samimî ifadeleridir.

Hatimenin başında yer alan,

“...Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185)

mealindeki âyetin hakikatini hayatına tam manasıyla tatbik eden Üstad, dünyaya hiç aldanmamış, ehl-i dünyanın rağbet ettiği fani makam ve servetlere hiç iltifat etmemiş, sadece ve sadece insanların imanlarının kurtuluşu için bütün ömrü boyunca çileli ve değerli bir mücadele vermiştir.

b. “Hatimede bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inâyet bahsedilecektir.” cümlesinde sözü edilen, “ders-i ibret”, bu aldatıcı dünya hayatına nasıl bakmamız ve ondan âhiret namına nasıl istifade etmemiz gerektiği şeklinde düşünülebilir.

“Sırr-ı inâyeti” ise, Üstad'ın kendi ifadelerinden okuyalım:

“Şu sırr-ı inâyet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz'ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasib ve lâyık mevkii burası imiş ki, gizli kalmış."

(…)

"Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîm'in en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilâtından bir şu'lesini; acz u za'fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’âna ait yazılarıma ihsan etti. Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu."(3)

Dipnotlar:

1) bk Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, İkinci Mebhas.

2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zühre (Lem'alar, On Yedinci Lem'a).

3) bk. Mektubât, Yirmi Sekizinci Mektup, Mahrem Bir Suale Cevaptır.



3. "Bilir misin, neye benzersin? Deve kuşuna! Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda..." Ancak, deve kuşunun avcıyı görmesi halinde başını kuma sokmadığı, her normal hayvan gibi kaçtığı ifade ediliyor?

Evvela, şunu tespit edelim. Bir hakikate getirilen temsilin her tarafını ve köşesini hakikate tatbik etmek gerekmez. Bazen o gibi tabirler, temsilin aksesuarları ve tamamlayıcıları durumunda olabilirler. Yani getirilen temsil içinde kelime kurgusu da olabilir. Onun için her kelime üzerine hakikati tatbik etmek gerekmediği gibi, temsilin her tarafının da gerçek olması gerekmiyor. Temsil ve teşbihler maksada hizmet eden araçlardır. Bu araçların gerçek olması mecbur değildir.

İkincisi,

"Meselâ, kinâî misallerinden, 'Fülânün tavîlü’n-necad' denilir. Yani, 'kılıcının kayışı, bendi uzundur.' Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıcı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa, çendan uzun bir kılıcı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâziptir. Çünkü mana-yı aslîsi maksud değil."(1)

Bir adamın boyunun uzunluğunu ifade etmek için şöyle bir teşbih kullanılıyor: "Filanca adamın kılıcının kayışı uzundur." Halbuki adamın ne kılıcı var ne de kılıcının bağlama kayışı bulunuyor. Şimdi birisi kalkıp, "Sen yalan söyledin; zira adamın kılıç ve kayışı bulunmuyor." dese maksadı anlamamış olur.

Adamın uzun bir kılıcı ve buna uygun bir kayışı olsa, ama boyu kısa olsa, o zaman ifade yalan olur. Zira bu atasözü boy uzunluğunu ifade etme hususunda bir şiar bir sembol olmuştur. Bu atasözü boyu kısa adamlara sarf edilemez.

Risale-i Nur'daki temsili hikayelerin veya teşbihlerin aslı olmasa da hakikate olan işaretine ve ispattaki katiliğine bir zarar vermez. Deve kuşu temsiline de bu açından bakmak gerekir. Ne yazık ki, edebiyatı zayıf insanlar temsil ve teşbihin işaret ettiği asıl maksada değil de temsil ve teşbihin kendisine dikkat kesiliyorlar.

Deve kuşu çok korktuğunda, başını karnının altına çekmesi ve uyurken kumun üzerine koymasından bu söz söylenmiş olsa gerektir.

Nitekim bu ifade Türk Dil Kurumu "Güncel Türkçe Sözlük"de şöyle geçiyor:

"deve kuşu gibi başını kuma sokmak (veya gömmek)"
"1. bir tehlike, bir olay karşısında yararlı olmayacağı apaçık ortada olan kaçamak bir yola sapmak.

2. başkalarını aldattığını sanarak kendisini aldatmak.

3. tehlikeyi görmek istememek."(2)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.

2) bk. TDK., Güncel Türkçe Sözlük, "Deve Kuşu" md.



4. "Ey nefis! Şu temsile bak gör: Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti, elim bir eleme kalb eder. " Bu cümlede geçen "aziz lezzet" nedir; elim bir eleme nasıl kalbolur?

İki dünya saadeti de ehl-i iman içindir. Bir mümin, bütün ömrünü sadece dünya lezzetlerine hasr etmez. Dünyayı âhiretin tarlası bilir, kendini Allah’ın misafiri, ağaçları tablacı, hâdiseleri birer imtihan vesilesi olarak değerlendirir. Sebepler karşısında zillete düşmez, bütün hayrın Allah’ın elinde olduğunu bilir, vazifesini yapar, neticeye karışmaz.

Bu dünyayı bir misafirhane olarak gören mü’min, bu dünyaya o nisbette değer verir. Nazarı hep ölüm ve ötesindedir. Ona göre çalışır.

"Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş."(1)

Öte yandan mü’min, kendini arzın halifesi olarak görür, halifeye yakışır izzetli tavrını hiç elden bırakmaz. O, dünyaya hizmet etmez, dünyayı kendisine hizmet ettirmenin yollarını arar. Hizmetçisine hizmet etme zilletine hiçbir zaman düşmez.

Böylece bu dünyada izzetli yaşar ve aldığı lezzetler de aziz bir lezzet olur. Böyle yapmayanlar için dünyanın bu aziz lezzetleri elim elemlere dönüşür.

1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.



5. "İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar..." İkinci adamın bakış açısını biraz açabilir misiniz? Ayrıca o biçare adamın, "bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak istemesi" ne manaya geliyor?

"Meselâ; şu karyede (yani Barla'da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır, orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse 'Oraya git', sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı, ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler, zanneder. Şu bîçare adam ise, bütün onlara bedel yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister."(1)

Temsilde "İstanbul’a gitmek"ten maksat cennete gitmektir. Nitekim Üstad Hazretleri bir risalesinde İstanbul için; “dünya cenneti” ifadesini kullanır.

İkinci adam, âhirete inanmayan, “kabri zulümatlı bir kuyu ağzı” olarak gören, “eceli, hakikî ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur” (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf) eden ve bu yanlış düşüncenin bir neticesi olarak ölmüş dostlarının mahvolduklarını, onları artık hiç göremeyeceğini zanneden kişidir.

“Yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister.” denilmesi şundan dolayıdır:

Bu adamın yüzde doksan dokuz ahbabı kabre göçtüğünden dolayı, geriye yüzde bir kalmaktadır. Onlar da bu dünyada kalıcı değildirler âdeta misafirdirler. Bir süre sonra o yüzde birlik bölüm de onunla birlikte kabre göçeceklerdir.

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime.



6. "Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme..." İzah eder misiniz?

"Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister."(1)

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.) sahabeleri, diğer peygamberler ve bütün büyük zâtlar kabrin arkasında, yani cennet bahçelerinden bir bahçe olan berzah âlemindedirler. Bu dünyadan iman ile göçen bir mümin de o seçkin zevata kavuşacak ve bir nevi cennet hayatı yaşayacaktır. Bu durum kabirden korkmayı değil, oraya gülerek gitmeyi gerektirir!

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur?”(2)

Kabirden korkmamanın tek yolu, ona iman ve ibadetle hazırlanmaktır. Bunu yapan bir mümin ölümü mertçe ve gülerek karşılar. Bu manayı Üstadımız şöyle tasvir eder:

"Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem."
(3)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime.

2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.

3) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



7. "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder..." Bu paragrafta nefsin şikâyet ettiği bütün konular, çoğu insanın gündemde tuttuğu, arkasına sığındığı bahanelerdir. Bu bahanelere nasıl cevap verilmelidir?

"Ey nefsim! Deme: 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor."(1)

Bu sorunun cevabına Üstat Hazretlerinin şu tespitini naklederek başlayalım:

"Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem'iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor."(2)

“Sohbette insibağ (boyanma) vardır.” hadis-i şerifi müsbet sohbetler gibi, menfi sohbetler için de geçerlidir. Bu asırda Üstad'ın tespitiyle “Hâcât-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş.” Zarurî olmayan bu ihtiyaçların karşılanması insanların nazarını büyük ölçüde dünyaya çevirmiştir. Öte yandan cemiyetin umumî havasında da dünyanın menfaati, makamı ve zevki ön plana çıkmıştır. Sohbetlerde bu gibi geçici dünya lezzetleri ve makamları ağırlık kazandığından  fertler de bundan büyük ölçüde etkilenmektedirler.

“Zaman cemaat zamanı olduğundan”, toplumdaki aldatıcı şahs-ı manevîlerin tesirinden kurtulmak oldukça güçleşmiştir. Tek çare, müsbet cephede teşkil edilen bir şahs-ı manevînin içine girmektir. Şerli insanlar yerine, hayırlı insanlarla tanışmak, onlarla birlikte olmaktır. Bunu yapamayan kimseler toplumun genel akışına karşı koyamazlar ve o selin içinde sürüklenir giderler. "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, …" demekle de kendilerini teselli etmeye çalışırlar.

Zamanın değiştiğini bahane edip, günahlarına sebep aramak, kişinin kendisini aldatmasından başka bir şey değildir. "Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması” ölüm hakikatini değiştirmiyor, kabir kapısını kapatmıyor. İnsanın mahiyetindeki sonsuz âcizliği tedavi etmiyor.

İnsanların ekserisinin gaflete dalması, günahlara girmesi bizi kurtarmaz. Herkes kabre tek başına girecek, amelleriyle baş başa kalacak ve herkes kendi hesabını yalnız başına verecektir.

İnsanların ne dediğine değil, Rabbimizin ne dediğine bakalım. Hakkın hatırı her şeyin üstündedir.

"Seni intizar etmekte ve senin de süratle ona doğru gitmekte olduğun kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir."(3)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime.

2) bk. Kastamonu Lahikası, 34. Mektup.

3) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.



8. "Ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor." İzah eder misiniz?

"Ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor." (Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime)

Zamanın değiştiğini bahane ederek, günahlarına sebep aramak, kişinin kendisini aldatmasından başka bir şey değildir. "Zamanın değişmesi ve asrın başkalaşması" ölüm hakikatini değiştirmiyor, kabir kapısını kapatmıyor. İnsanın mahiyetindeki sonsuz âcizliği tedavi etmiyor.

İnsanların ekserisinin gaflete dalması ve günahlara girmesi bizi kurtarmaz. Herkes kabre tek başına girecek, amelleriyle başbaşa kalacak ve herkes kendi hesabını yalnız başına verecektir.



9. "Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor." cümlesini nasıl anlamalıyız? Asrımız medeniyet ve teknoloji asrı olarak görülüyor ve insanların düne göre daha güçlü olduğu zannediliyor.

Her insan sonsuz âciz ve yine sonsuz fakirdir. Bedenindeki organların her birine muhtaç olduğu gibi, havaya, suya, Güneş'e, Ay'a da muhtaçtır. Bu ihtiyaçların hiçbirini kendi gücüyle yerine getiremediği için de sonsuz âcizdir. Bununla birlikte, bu asırda zarurî olmayan ihtiyaçlarda büyük artış olmuş ve beşer bunları yerine getirmeye de muhtaç olmakla daha da fakirleşmiş, bunları temin edemeyen büyük kitlenin ise aczi daha da artmıştır.

"Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y, masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir. Kurûn-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!"(1) 

Teknolojideki ilerlemeler bu neticeyi değiştirmiyor. Hüküm ekseriyete göre verildiğinden ve insanların ekserisi de görenek belasından kurtulamadığından günümüzde insanlar düne göre daha çok çalışmakta, sinir sistemlerini daha çok yıpratmaktadırlar. Cemiyetin temeli ve Üstad'ın ifadesiyle “insanın küçük bir cenneti” olan aile hayatı sarsıldığından, bilhassa gelişmiş ülkelerde, evliliklerin yüzde elliden fazlası, kısa bir süre sonra, boşanmayla neticelenmektedir.

Batı medeniyeti hakkında “Dışı süs içi pis, sureti menus, sireti makûs bir şeytan” tarifi bütün toplumlarda az çok hükmünü icra etmekte ve bu günkü medeniyet; "Cemaate, nev'e verdiği servet, haşmete bedel; ferdi, şahsı, fakir, ahlâksız etmiştir." ve etmeye devam etmektedir.

1) bk. Sünuhat.



10. İnsan neden kendini mukayese etme ihtiyacı hisseder? Herkesin arkadaşlığı kabir kapısına kadar mıdır? "Musibette beraber olmak" tesellisi niçin kabrin öbür tarafında esassızdır?

"Hem deme: 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır."(1)

a. Âyet-i kerîmede de haber verildiği gibi, nefsin yapısında kötülüğü istemek vardır. Bunun için nefis, başkaların kötü hallerini de taklit etmek ister. Kötülüğü başkalarıyla birlikte yapmaktan ayrı bir zevk alır. Başkalarını hayırda ve iyilikte taklit etmez de sadece şerde ve fenalıkta taklit eder.

Ahir zaman fitnesinin bütün dehşetiyle hükmettiği bu asırda, toplumun büyük kesimi bu fitneye kapılmakla maneviyattan uzaklaşıp dünyaya ve maddeye dalmıştır. Bununla birlikte, bu fitneden uzak duran ve onunla mücadele edenlerin sayısı da az değildir.

Bir kişi dahi, Allah’ın ihsanıyla, bu yangından kurtulmayı başarsa, artık bu yangına severek girenlerin bir özrü kalmaz. Halbuki bu başarıya ulaşanlar her geçen gün artmakta ve yanlış yolu tercih edenlerin de özürleri her geçen gün biraz daha geçersiz olmaktadır.

b. Dünya arkadaşlığı kabir kapısında son bulur. Kabre giren kişi burada ömür sermayesinin ilk hesabını vermeğe başladığında, dünyada bırakıp geldiği arkadaşlarının bundan haberleri bile olmaz. Eğer kabir azabına layık görülürse, arkadaşları onu çoktan unutmuş olarak kendi sefalarını sürerken, o cefasını tek başına çeker.

Mahşer meydanında da benzeri bir durum vardır. Peygamberlerin bile kendi nefislerini kurtarma endişesine düştükleri o Celâl tecellisi karşısında kimsenin kimseden haberi olmaz.

Mizan safhasında da durum aynıdır. Kimse kimseye bir dirhem sevap verecek halde değildir. Allah’ın seçkin kullarının, yine Allah’ın izniyle şefaat etmeleri dışında, herkes kendi derdiyle baş başadır.

Mizanda günahı ağır gelen yahut küfür üzere ölüp ebediyen cehennemde kalacak olanlarda arkadaşlarından hiçbir menfaat görmezler.

İnsan, bütün bu safhaları arkadaşlarından ayrı olarak tek başına yaşar.

Dünyada hayırlı işlerde arkadaşlık edenler, mizan safhasından sonra cennete giderler ve hakiki arkadaşlık da orada başlar. O selâmet yurdunda ebedî dostluk ve daimî beraberlik vardır.

c. İkinci Lem’ada esas musibetin, asıl hastalığın ve en zararlı yaraların günahlar ve isyanlar olduğu izah edilmiştir. Burada geçen musibet kelimesi günah yerinde kullanılmıştır. Bir kimsenin, aynı günahı toplumun bütün fertleriyle birlikte işlemesi, onun için bir özür olacak değildir. Bunun ne kadar geçersiz ve mânâsız olduğunu zihinlerde iyice yerleştirmek için günah ve isyan yerine “musibet” kelimesi kullanılmış ve böylece insanlara şu mesaj verilmiştir:

Bir insanın başı ağrıdığında birisi kendisine şöyle dese: "Hiç üzülme ve kederlenme. Çünkü bugün şehirdeki herkesin başı ağrıyor." Bu sözler hasta için bir teselli olabilir mi? Hayır!..

Yahut ticareti kötü gidip iflasın eşiğine gelen birisine bir dostu şöyle söylese: "Üzülecek bir şey yok. Çünkü şu anda binlerce kişi de senin gibi iflas etmek üzere." Bu sözler, o kişinin borçlarını ortadan kaldırıp malına mal ilave eder mi? Hayır!..

O halde, başkalarının günah işlemesi de insan için bir özür olamaz. Herkes kendi hastalığını ve kendi iflasını tek başına çeker. Biri diğerine deva olamaz.

"Ve keza 'Musibet taammüm ettiğinde, elem hafif olur. Ben de emsalim gibiyim.' diye yine yük altından kaçar. Fakat, musibet âmm olduğundan, elemi muzaaf olur, kat kat ziyade olur. Çünkü kendisi gibi akrabası, ahbabı da o musibete dâhildir. Çünkü insanın ruhu, ebna-yı cinsiyle alâkadardır. Ne kadar umumî olursa, o kadar da elemi fazla olur."(2)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime.

2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe, Zeylü'z-Zeyl.



11. "Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller." İzah eder misiniz?

"Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller..." (Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime)

Kâinatta hiçbir hadise tesadüfe bırakılmamışken, deprem gibi muazzam bir olayın tesadüfe bırakılması ve amaçsız sanılması asla mümkün değildir. En basit bir şeye yüzlerce hikmet ve gaye takılsın, ama deprem gibi muazzam bir hadise tesadüfe ve gayesizliğe terk edilsin. Yaprak bile kendi başına bırakılmasın, fakat binlerce insanın ölmesine ve binlerce devasa yapının yıkılmasına yol açan zelzele kendi kendine serserice hareket edebilsin. Böyle bir çelişkiyi hiçbir akıllı adam kabul etmez.

Evet, deprem insanları gaflet uykusundan uyandıran bir kamçı, ölümü hatırlatan bir ikaz ve fasıkları cezalandıran bir tokattır.

İlave bilgi için tıklayınız:

DEPREM VE AFETLER.



12. "Zemine nebatat ve hayvanat envaından giydirilen birbiri üstünde..." Burada "Meczup mevlevî" tâbiri niçin kullanılmıştır? "Omuz silkme" benzetmesi neyi hatırlatmaktadır? Bu bahsin, İzmir zelzelesi ile irtibatlandırılmasının hikmeti nedir?

"Meselâ: Zemine nebatat ve hayvanat envaından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i intizam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi [(Haşiye): İzmir'in zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır.] mevt-âlûd hâdisat-ı hayatiyesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz hebâen-mensur gösterip, müdhiş bir ye'se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler."

"Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin, yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle ehl-i şirki cehenneme döker. Ehl-i şükre 'Haydi, cennete buyurun.' der."(1)

a. Burada verilen temel mesaj şudur: Dünya başıboş değildir. Allah’ın emriyle ve onun takdir ettiği mihverden hiç sapmayarak, durmadan dönmekte ve bu hareketlerde hiçbir nizamsızlık görülmemektedir. Böyle itaatkâr bir hizmetkâr, yer sarsıntılarını kendi başına yapamaz. Dünyanın diğer hareketleri gibi zelzele de ilâhî takdir ile meydana gelir.

“Meczup Mevlevî” tâbiri, dünyanın kendi vazifesini bir mevlevî gibi dönerek, büyük bir iştiyak ve aşk ile yaptığını ifade etmek üzere kullanılmıştır.

b. Bu sualin cevabı Üstadımızın şu ifadelerinde verilmektedir:

“Küçük cezalar ta’cil ile küçük merkezlerde, büyük cezalar te’cil ile büyük merkezlerde verilir.”

Bir hayvana takatinden fazla yük yüklediğimizde, bazı hareketlerle rahatsızlığını ifadeye çalışması gibi, “omuz silkme” tabiri de bineğimiz olan yerkürenin bizden memnun olmayışının ilk belirtisidir. Bunun bir ilerisi ise kıyamette bütün sekenesini kabir âlemine dökmesi şeklinde tezahür edecektir.

c. Bu bahis İzmir zelzelesi münasebetiyle yazılmakla birlikte, “Küre-i arzın; benî ademden ve bilhassa ehl-i imandan bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinde omuz silkmesine benzeyen zelzele” ifadesi umumî bir hükümdür, İzmir’e mahsus değildir.

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime.



13. "Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir.” Bu cümleyi nasıl anlamalıyız? “Küfran-ı nimet” tâbirinin tercihi nedendir?

Bu tâbirin şu âyet-i kerîmeyle münasebeti olduğunu düşünebiliriz:

"...Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım. Eğer küfrederseniz (nimetlerime küfran ile mukabele ederseniz) muhakkak benim azabım çok şiddetlidir..." (İbrahim, 14/7)

Ehl-i iman, kendisine teveccüh eden kâinat dolusu nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunmalı ve şükrün en güzel ifadesi olan namazını kılmalı, diğer ibadetlerini de hassasiyetle ve şevkle yerine getirmelidir. Bunu yapmak yerine, nimetleri hiç nazara almamak, onlara ehemmiyet vermemek küfran-ı nimettir.

Burada "küfran" kelimesi lügat manasıyla kullanılmıştır. Küfran; örtmek, kâfir ise örten, gizleyen, perdeleyen demektir.

Müminlerin “küfran-ı nimeti” de bu manada bir örtmek, bir saklamak, görmemek yahut görmezlikten gelmek şeklinde kendini gösterir.

Cenâb-ı Hak, bu küfrana karşı bazen musibetlerle o mümini cezalandırır. Bu, kişiyi gafletten uyandırmak için bir ikazdır ve günahlarına bir keffarettir. “Musibet cinâyetin neticesi, mükâfatın mukaddemesi” olduğu için de bu musibete bir mükâfat olarak onun fânî malı sadaka hükmüne geçer ve bâkileşir.



14. "Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin, yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur." Burada; “âsâr-ı beşeriye” ziynet olarak nazara veriliyor, hikmeti nedir?


“Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin, yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle ehl-i şirki cehenneme döker. Ehl-i şükre 'Haydi, cennete buyurun.' der."(1)

Burada geçen "zînet" ifadesi, bir âyet-i kerîmede, dünya hayatının tarifinde geçmektedir:

"Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46)

“Âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur.” ifadesi çok mühimdir. Bilindiği gibi doğrudan putlara tapmak açık şirk olduğu gibi, riyaya girmek, sebeplere olduğundan fazla ehemmiyet vermek de gizli şirktir.

Beşerin eserleri de birer İlâhî ihsandır. Birçok âyetlerde geminin insanlara bir ihsan olduğunun ifade edilmesi bu noktada büyük mana taşır. Görünüşte gemiyi insanlar yapmaktadır, ama âyet-i kerîmelerde bu, bir ihsan-ı ilâhî olarak zikredilmekte ve üzerinde düşünülmesi, tefekkür edilmesi istenmektedir. Gemi yapımında kullanılan madenleri yaratan da toprak ve suyu ağaç haline getiren de suya gemiyi taşıma gücü veren de Allah’tır.

Güneş'in eliyle ziya veren, arıya bal yaptıran, ağaçlardan meyveler süzen Allah olduğu gibi, insana yüksek bir istidat ve şümullü bir kabiliyet veren ve o kabiliyetten nice sanat eserleri çıkaran da yine Allah’tır. İnsanlar cüz’î iradelerini bu hayırlı işlere tevcih etmenin ötesinde, bu hayırların hakiki sahibi değillerdir.

Bu noktada âyetlerde gemiye verilen ehemmiyet çok dikkate şâyândır:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah'ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah'ın birliğine deliller vardır.” (Bakara, 2/164)

İşte insanlar, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği kabiliyet ile yaptıkları eserler için, Allah’a şükretmeleri gerekirken, şirk yoluna girdiklerinde kıyametin kopmasına müessir bir sebep olacaklardır.


On Dördüncü Sözün Zeyli Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Dördüncü Söz’ün Zeyline konu olan Zilzal Sûresine göre, küre-i arzın hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olmasını nasıl anlamamız gerekiyor; kısaca açıklar mısınız?

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا * وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا * يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا * بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا... الخ

"Şu Sûre katiyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazen de titriyor."(1)

Bu sûre, yeryüzünün kıyamette şiddetle sarsılacağından bahsettiği için bu ismi almıştır. "Zelzele" adıyla da anılmaktadır. Âyet-i kerîmelerin mealleri şöyledir:

"Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı, içindekileri dışarıya çıkarıp attığı ve insan, 'Ona ne oluyor?' dediği zaman,(1-3)

İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır. Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir.(4, 5)

O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır.(6)

Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onu görecektir."(7, 8)

Yirmi Beşinci Söz'de Kur’ân tarif edilirken şu ifadeye de yer verilir:

“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi…”

Kur’ân Allah kelamıdır. İnsanın manen terbiyesi ve cennet ehli olması için lüzumlu bütün esasları ihtiva eder. Bunun yanında, kâinat kitabının nasıl okunacağını, onda cereyan eden hâdiselerin de nasıl değerlendirileceğini ders verir. İşte bu hâdiselerin bir bölümü de musibetler ve felaketlerdir.

Kur’ân âyetleri insana doğru yolu bulmasında bir delil olduğu gibi, kâinatta teşhir edilen tekvinî âyetler de yine insana Rabbini bildirir, isimlerinin ve sıfatlarının tecellilerini ders verir. Kur’ân-ı Kerîm her iki tür ilâhî âyetleri de fasl etmiş, insanlara açıklamıştır. İşte bu âyetlerden biri de zelzele hâdisesidir. Bu On Dördüncü Söz'ün tamamı bir yönüyle bu âyetin manevî bir tefsiridir.

“Küre-i arzın hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar” olmasına gelince:

Dünya, kendi iradesiyle değil, Allah’ın irade ve kudretiyle hareket ettiği gibi, onda vuku bulan zelzele hâdisesi de yine Allah’ın dilemesiyle meydana gelir. Dünyanın, Nuh Tufanı'nda,

"Ve 'Ey arz (yeryüzü), suyunu yut! Ey sema (suyunu) tut!' denildi. Ve su çekildi ve emir yerine getirildi.” (Hud, 11/44)

âyet-i kerîmesinde haber verilen ilâhî hitap üzerine arzın suyunu yutması gibi, zelzele ile belli beldeleri sarsması da Allah’ın emri ve kudretiyledir. Dünyamızın bu emre muhatap olması “vahiy veya ilham” şeklinde ifade edilmiştir.)

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.



2. Suallerin manevî bir canibden gelmesi ve yine manevî ihtar yardımı ile cevapların kalbe gelmesi ne demektir? Bu konuda birtakım tenkitlere ve itirazlara muhatab oluyoruz. Bu hususta kanaatiniz nedir?

“Manevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz'î suale karşı yine manevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.”(1)

Üstad Hazretleri Külliyatın birçok yerinde “kalbe ihtar edildi” ifadesini kullanır. “Leyle-i Kadir'de kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz” ifadesinde “kalbe gelen” tâbiri geçmektedir...

Bu gibi tenkitleri yapanlar, ya keramet ve şefaati inkâr eden bir ekolün tesirinde kalanlar yahut kendi mizaçlarında bulunan kibir hastalığını, böyle büyük zâtlara da teşmil etme hatasına düşenlerdir.

Üstad Hazretleri Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde, dört çeşit hastalıkları ve tedavi çarelerini beyan eder. Bu hastalıklardan birisi de “suizan”, yani kötüye tevil etmek, yanlış tefsir etmektir. Orada çok ehemmiyetli bir ifade geçer:

"Eslâf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Su-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler."(2) 

Burada bize şöyle bir mesaj verilmektedir:

Su-i-zandan, bilhassa İslâm’a hizmet etmiş ve müminlerin kalbinde taht kurmuş büyük zâtlara su-i zandan şiddetle sakınınız. Zira büyüklere suizan etmenin mesuliyeti de büyüktür. Üstad bu risalede isim vermemekle beraber, kanaatimce, Muhyiddin-i Arabî Hazretlerini ölçüsüzce tenkit edenleri ikaz etmektedir.

Hucurât sûresinde içtimaî hayatın vazgeçilmez birçok prensibine yer verilir. Bunlardan birisi de su-izandan sakınmaktır.

“Ey iman edenler zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır…” (Hucurât, 49/12)

Bir Müslüman’ın bir hareketini kötüye yorumlamak, kişinin kendi iç âleminde o şahsı çekiştirmesi demektir. Bunu başkasına da söylerse, zaten, gıybet etmiş olur.

 Üstad'ın “kalbe ihtar edilen” tabirinden hareketle, onun o engin tevazuuna ilişmek ve bu ifadeden kibir ve gurur manası çıkarmak büyük bir suizandır.

“Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür beni kendime beğendirmemiş.”(3)

diyen o büyük Üstada karşı büyük bir haksızlıktır.

Üstad Hazretleri, hayvanat ilhamlarından avam-ı nas ilhamlarına, avam-ı melaike ilhamlarından, evliya ilhamlarına ve büyük meleklerin ilhamlarına kadar ilhamın çok çeşitleri olduğunu kaydetmiştir. Bu kadar geniş bir sahada kendini gösteren İlâhî ilhamdan, âhir zaman fitnesinin manevî hekimliğini yapan bir büyük müceddidin mahrum bırakılmasını hangi mantıkla kabul edebiliriz.

Allah’ın kelam sıfatı küllîdir; Cenâb-ı Hak, peygamberlerle vahiy yolu ile veli kullarıyla da ilham ile konuşmaktadır.

Tefsir âlimleri, “Rabbin arıya vahy etti.” âyetine “Arıya ilham etti.” şeklinde mana vermişlerdir. İnsanlara şifalı bir gıda yapan bir hayvancığına bu derece ehemmiyet veren Allah’ın, kullarını doğru yola iletmeye çalışan sevgili kullarına bazı hakikatleri ilham etmesi niçin akıldan uzak görülüyor? Halbuki şu âyet-i kerîmede bu husus açıkça ortaya konulmuştur:

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz ve şüphesiz ki Allah mutlaka muhsinlerle beraberdir.” (Ankebût, 29/69)

Üstadımız gibi, bütün büyük mürşidler de kendilerine ihsan edilen ilim ve feyiz için Allah’a şükretmişler, bütün hayırları hep ondan bilmişlerdir.

Bu ilahî ihsanın ilan edilmesi meselesine gelince, burada bir incelik var. Bize göre, bunların söylenmesi kibir oluyor, evliya ise bunları tahdis-i nimet olarak beyan ediyorlar, aksine hareketi nimetleri gizlemek ve bir nevi nankörlük olarak değerlendiriyorlar.

Meselenin çok daha ehemmiyetli bir ciheti daha var. Fenafillâh makamına çıkan evliya, bütün hayırların ve bütün güzelliklerin ancak Allah’ın güzel isimlerinin tecellisiyle olduğunu bilmekte, bu mânâyı kalplerinde bizzat yaşamaktadırlar. Bu zâtlar, kendilerindeki güzellikleri de yine esmâ tecellisi olarak görmekte, o tecelliyi methetmenin esmâ hesabına geçtiğini yakinen bilmektedirler. Onlara göre, “Bir ayna, kendinde parlayan ışığı methederse, hakikatte güneşi methetmiş olur.”

Bu noktaya varmış olan o muhterem ve mübarek zâtlar, bir çiçeği, bir denizi, güneşi, semayı metheder gibi, aynı rahatlıkla, kendilerini de methederler. Bütün hayrın Allah’tan olduğunu ruhlarına sindirmiş ve kalplerinin derinliklerine yerleştirmiş olan bu muhterem zâtların nefislerine, bu medihden dolayı hiçbir kibir ve gurur gelmez.

Kendini anlatmaya can atan, övülmekten hoşlanan ve henüz nefs-i emmare noktasında duraklayan nefislerin bunu anlamaları çok zordur.

Risale-i Nurların ekserisi sünuhat şekilde telif edilmiştir. Cenab-ı Hak, rahmet ve kereminden asrımızın manevî mürşidi olan Üstad Hazretlerinin kalbine birçok ulvî hakikati ihsan etmiştir.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.

2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre.

3) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.



3. "Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen..." Bu sual ve cevapta gelecek dehşetli bir zelzeleden mi haber veriliyor?

Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me'yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?"

"Yine manevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş'e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazan kızların sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.”(1)

Söz konusu zelzelenin ardından daha büyük bir zelzelenin geldiği konusunda bir bilgimiz yok. Cümlenin zâhirine bakıldığında, bundan artçı depremleri anlıyoruz.

Burada, zelzelenin kendi eleminin yanında bir de her an yeni bir artçı depremin gelme endişesiyle insanların günlerce korku azabı neticesi sokaklarda gecelemeleri kastedilmiş olsa gerek.

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.



4. Bediüzzaman; kırk bin kişinin vefat ettiği depremi "Teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkılar" söylenmesine bağlıyor, nasıl anlayabiliriz?

Cümlenin tamamı şöyle:

"Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi..."(1)

İsyanların artması ve günahların açıktan işlenmesinin rahmet ve bereket ayı olan mübarek Ramazan ayında irtikâb edilmesi Cenab-ı Hakk’ın gazabını celbeder ve etmiş..

Allah’ı tanımayan adamlara depremin manevî bir tokat olduğunu anlatamazsınBöyle kimselere önce Allah’ın varlığı ve birliği ispat edilir, sonra imanın diğer rükünleri anlatılır.

Halbuki günah ve isyanlarda çok ileri giden geçmiş kavimlerin başına birçok bela ve musibet gelmiş ve niceleri helak olmuştur.

Bu husus bazı âyetlerde şöyle ifade edilir:

“Ne zaman ki, emrimiz geldi, Şuayb ve beraberindeki müminler, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtuldular. Ve o zalimleri korkunç bir gürültü yakaladı da oldukları yerde çöküp kaldılar. Sanki orada hiç güzel gün görmemişlerdi. Dikkat edin, Semud kavmi nasıl helâk olup gittiyse Medyen de öyle yok olup gitti.” (Hud, 11/94-95)

Hz. Lut’un kavmi edepsizlikte haddini aştı, üzerlerine gökten taş yağdı.  

(Azap) emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hud, 11/82, 83)

Hz. Hud’un kavmi olan Ad kavmi güçlüydüler ve kuvvetlerine güveniyorlardı. Bundan dolayı çok şımardılar. Allah ceza olarak dondurucu bir fırtına gönderdi, hepsi helak olup gittiler.

Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için, o mutsuz kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azâbı elbette daha rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez.” (Fussilet, 41/16).

Günümüzde de günah ve isyanların artmasından dolayı depremler, sel felâketi, kuraklık, hortum, kasırga gibi afetler meydana gelmekte ve nice insan vefat etmektedir. Eski kavimlerde olduğu gibi, bugün de ilâhî birer ihtar olan bu musibetlerden ders almayan insanların sayısı pek de az değildir.

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.



5. Deprem ve diğer afetler insanların günahlarıyla alakalıdır diyebilir miyiz? Veya bazen hiçbir alakası olmayabilir mi? Risaleler zaviyesinden bakar mısınız?

Bütün musibetler levh-i mahfuzda yazılmıştır. Bir âyette mealen şöyle buyurulur:

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid, 57/22)

Resul-i Ekrem Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

1. Bir toplulukta açıktan fuhuş işlenir hale geldiğinde, onlar için taun (salgın hastalık) ve daha öncekilerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.

2. Ölçü ve tartıda noksanlık yaptıklarında kıtlığa maruz kalırlar, geçim sıkıntısı çekerler ve zalim idareciler başlarına geçer.

3. Mallarının zekâtını vermediklerinde semadan gelen yağmurdan mahrum kalırlar. Eğer hayvanlar olmasa, kendilerine hiç yağmur gönderilmez.

4. Allah ve Resulü’nün ahdini yerine getirmediklerinde, Allah onlara dışarıdan düşman musallat eder. O düşmanlar onların ellerindeki birtakım mallara sahip olurlar.

5. Onların idarecileri Allah'ın indirdiğiyle hükmetmediği ve Allah'ın indirdiğini seçmediklerinde, Allah onlara kendi içlerinde dâhili fitne verir.” (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4259.)

Gerek ferdin, gerekse toplumun başına gelen bela ve musibetlerin birçok sebebi vardır. Ahlâksızlık, sefahet, fuhuş, içki, kumar, faiz, israf, zulüm, emanete hıyanet, zekât vermemek, şükürsüzlük, kul hakkına riâyet etmemek, ana- babaya asi olmak, ibadet ve taatte noksanlık göstermek gibi sebepler bela ve musibetlerin gelmesine vesiledir.

Bir kısım musibetler de ihtar-ı Rabbanîdir. Bu nevi musibete maruz kalan bir insan, bunu Cenab-ı Hakk’ın bir ihtarı olarak telakki edip, tövbe ve istiğfar ile Rabbine iltica etmelidir.

Bütün bela ve musibetler hem Cenâb-ı Hakk’ın tasarruf ve terbiyesini gösterir hem de insanları ikazdır. Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen o elim hâdiselerden, bela ve musibetlerden ders alınması bir âyette şöyle ifade buyurulur:

“De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da daha öncekilerin âkibetleri nice oldu görün.” (Rum, 30/42)

Şu da var ki her musibet bir günahın ve isyanın neticesi değildir. Ömrünü günah bataklığında geçiren bazı kimseler dünyada pek sıkıntı çekmezken, çoğu mütedeyyin kimselerin hayatı çileli geçmektedir. Cenâb-ı Hak birçok insanı, hatta çok sevdiği büyük zâtları bile musibetlerle imtihan etmekte ve onların derecelerini böylece artırmaktadır.

“Belaların en büyüğünün enbiyâya, sonra evliyâya...” geldiğini haber veren hadîs-i şerifi dikkate alarak her musibeti sadece bir kahır tecellisi olarak tefsir etme hatasına düşmemeliyiz. “Musibet cinâyetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir.” hükmünce, o musibet sadece Kahhar isminin değil, onu takip eden mükâfatlar cihetiyle de Hakîm, Kerîm, Rahîm gibi çok esmânın da tecellilerini taşımaktadır.

Bu bakımdan, musibette, mesela bir zelzelede canını ve malını kaybeden insanlara baktığımızda, bu hâdiseyi sadece Kahhar isminin bir tecellisi olarak değerlendirmemiz eksik olur. Allah’ın nice nimetleriyle besleyip büyüttüğü insanları bir musibete duçar etmesinde de bu hikmeti ve rahmeti aramak gerekir. Bu musibetle insanların fani malları sadaka hükmüne geçmekte, vefat edenler de âhirette ayrı mükâfatlara mazhar olmaktadırlar. Üstadımız, musibetleri “rubûbiyet-i İlâhiyenin icraatı” olarak değerlendiriyor.



6. "Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor, bu biçare Müslümanlara iniyor?" İzah eder misiniz?

Üstadımızın bu soruya cevabı şu olmuştur:

"Elcevab: Büyük hatalar ve cinayetler tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta'cil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a'zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre tehir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir."

"(Haşiye): Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet ediyor."(1)

Müslümanların başına gelen bela ve musibetlerin bir kısmı, “keffaretü’z-zünub”dur. Yani günahlarına keffarettir. Bir kısım musibetler de Müslümanların derecelerini artırmak için gelir, peygamberlerin başına gelen belalarda olduğu gibi.

Diğer bir kısmı da “atmaca kuşunun serçelere taslitinin onların kabiliyetini inkişaf ettirmesi” kabilinden, Müslümanları zorluklara dayanmaya hazırlamaktır.

Musibetlerin bilmediğimiz daha nice hikmetleri vardır.

Bununla birlikte, bu vücut bize emanet olduğu için onu her türlü tehlikeden koruma konusunda azamî hassasiyet göstermekle mükellefiz. Mazide, İslâm âleminde bu konuda büyük ihmaller olmuştur. Meselâ, Afganistan'da meydana gelen bir depremde binlerce kişi vefat ederken, Japonya’da çok daha  şiddetli bir depremde can kaybı olmamış ya da çok az olmuştur.

Bu vesileyle bir konuyu da kısaca hatırlayalım:

Üstad Hazretleri Lemeat adlı eserinde "Madem El-Hakku Ya’lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?" sualine dört ayrı cihetiyle, çok tatminkâr bir cevap verir.

Bunlardan sadece birisini hatırlayalım:

Söz konusu suale verilen cevapların birincisinde, vesileler üzerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin ve sebeplerin çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği neticenin ön şartlarını yerine getirirse muvaffakiyet onun olacaktır. Hangi mahsulden, hangi şartlarda, hangi tekniklerle daha çok verim alınacağı bellidir. Bu vesilelere kim uyarsa muvaffakiyet onun olacaktır.

Mazide bu vesilelere gayrimüslimler daha fazla riayet ettiklerinden, bizden daha fazla muvaffak olmuşlardı.

Şimdi şartlar çok değişmiş ve Üstad'ın “İstikbal inkılabı içinde en gür sadanın islamın sadası” olacağı müjdesinin emareleri kendini göstermeye başlamıştır. Artık Müslümanlar da bazı konularda  batıyla yarışacak, hatta onu geri bırakacak seviyeye gelmişlerdir. İnşaallah bu gayretler netice verecek ve Üstadımızın müjdesi tahakkuk edecektir.

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.



7. "Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?" Zulme veya isyana fiilen, iltizamen ve iltihaken taraftar olmak ne demektir?

"Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?"

"Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zâlim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir."(1)

“İltihak”, söz konusu zulüm cephesinde belli bir vazife deruhte etmektir. “İltizam”da bir vazife yüklenmemekle beraber, kalben o cepheyi desteklemek söz konusudur. “Fiilen”, kelimesi iltihaka benzerse de ondan daha geri bir durumdadır. Meselâ, ne maksatla olursa olsun, böyle bir hareketin yayın organlarının bayiliğini yapmak yahut en azından o yayınlara para vermekle maddeten onları desteklemek de zulme fiilen iştirak demektir.

Malumdur ki, Kur’ân-ı Azimüşşan, değil zulüm yapmayı, zulme edna bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. 

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

"Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."(2)

Bu hadis-i şerif Fetâvâ-yi Hindiye’de şöyle izah edilmiştir:

Bir kötülüğü kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir. Zira kuvvet kullanmak salahiyeti ferdin değil, devletindir. Dil ile düzeltmek yani tebliğ vazifesini yapıp insanları irşat etmek âlimlerin, kalben buğz etmek de avam-ı nasın vazifesidir.

İslâm dini, sultana, devlet reisine ve idarecilere itaati emretmekle beraber, bu itaati mutlak bırakmamıştır. İtaat ancak “Allah’ın emirlerine isyanı gerektirmeyen meseleler” için söz konusudur.

Evet, münkeri işleyen bir idareciye hakkı söylemek bir vazife olduğu gibi; onlara karşı ayaklanmamak da vatan ve millet namına en mühim bir vazifedir. Zira böyle bir isyan hareketinden ancak iç ve dış düşmanlar fayda görecekler, birçok masumların kanı dökülecektir.

Bütün müçtehitler, mücedditler ve İslam âlimleri itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mülahaza etmişler, Allah’ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemişlerdir. Bununla beraber katiyyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişlerdir. Bilakis müminleri isyandan menetmek hususunda gayret ve himmetlerini esirgememiş ve bu vadide bütün Müslümanlara, hâlleriyle hüsnümisâl olmuşlardır.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli. 

2) bk. Müslim, İman, 78; Tirmizî Fiten 11; Nesaî iman 17; İbn Mâce, Fiten, 20.



8. "Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?"

"Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?"

"Yine manevî canibden elcevab: Bu mesele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:"

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً Yani: 'Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.'"

"Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebu Bbekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."(1)

a. وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً Yani: "Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar." (Enfâl, 8/25)

Âyet-i Kerîmede geçen “fitne” kelimesi, bela ve musibet mânâsına gelir. Bu fitnelerin çok şûbeleri olmakla birlikte, ekseriyetle şu beş kaynaktan beslenir:

İmanın yerine küfrün, adaletin yerine zulmün, edebin yerine iffetsizliğin, muhabbetin yerine düşmanlığın, birlik ve beraberliğin yerine ihtilafın geçmesi.

Bunların zararı bütün insanlara dokunur.

Hadis-i şerifte bir geminin dibini delen kişiden söz edilir. Onun zararı sadece kendine ve ona yardım edenlere değil, bu hali görüp de müdahale etmeyene, hatta durumdan hiç haberi olmayana da dokunur.

Tefsirlerde, “Fitne-i amme, yalnız gerçek suçluların değil, onlara müdahale etmeyen, aldırmayan gafillerin de cezasıdır.” buyurulur.

- O halde âyet-i kerîmede nazara verilen korkma ve sakınma meselesini nasıl anlayacağız?

Bu gibi manevi tahribatlara karşı Müslüman’a düşen vazife, evvela bu tehlikelerden kendini korumak, yani iman, salahat, takva, ahlâk, adalet, muhabbet ve ittifak çizgisinde bir hayat geçirmek için nefsiyle manevî mücahede etmektir. Bu cihatta başarılı olanlar, başkalarını da bu müsbet çizgiye çekmek ve lisan-ı münasiple ikaz etmekle görevlidirler. Bilindiği gibi, “münkerden nehiy”, yani kötülüklerden sakındırmak farz-ı kifayedir. Bunu yerine getiren kimselerin başarılı  olmaları halinde diğer insanlar da o fitneden kurtulurlar.

b. Kader Risalesinin Üçüncü Mebhas'ında her şeyin kader ile takdir edildiği ve “kadere iman edenin kederden emin” olacağı izah edilerek, “Kaderin her şeyi güzeldir.” hükmünün bir bakıma izahı yapılır.

İnsanın bütün organlarının yerleri, şekilleri, vazifeleri, büyüklükleri ve sair hususiyetleri hep kader ile takdir edilmişlerdir ve hepsi de güzeldir. Keza, bizi kuşatan âlemin de, havadan sudan, güneşe aya kadar bütün unsurları en faydalı ve hikmetli şekilde takdir edilmişlerdir. Aynen bunun gibi, insanların başına gelen hâdiseler, tabi tutuldukları farklı imtihan şekilleri, uğradıkları musibetler de yine kader ile takdir edilmiştir. Bunların sırlarını anlamaktan âciz olduğumuzu ders vermek üzere Kur’ân-ı Kerîm'de Hazret-i Musa (as.) ile Hz. Hızır’ın seyahatlerine yer verilir. Bir büyük peygamberin dahi vakıf olamadığı bu ince sırları anlamamızın mümkün olamayacağı ders verilir.

Yine başka risalelerde, güzellik iki bölümde incelenir: “Hüsn-ü bizzat, hüsn-ü bilgayr.” Bir şey ya zâtında güzeldir, sıhhat gibi yahut neticeleri itibariyle güzeldir, hastalık gibi. Bizzat güzel olanları herkes rahatlıkla bilir, ama neticesi itibariyle güzel olanları bilmenin çok zor olduğu, sözünü ettiğimiz kıssa ile çok güzel ders verilir.

c. Her musibet bir kahır tecellisi değildir. Neticesi güzel olan birçok musibetler vardır; Allah’ın has kullarının derecesini artırmak, günahkâr kullarının da hatalarına keffaret olmak üzere takdir edilen musibetler gibi.

d. “İmtihan ve teklif muktezası hakikatlar perdeli kalıyorlar..."

Bilindiği gibi iman gayb için söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın, ne Zât’ı, ne melekleri, ne de âhiret yurdu burada görülmez. Peygamberlerin zâtları görünseler bile risalet vazifesi yine gayba girer. Kitapların da yazıldıkları kâğıtlar görünürler ama onların Allah’ın kelamı olmaları gaybdır.

Müşriklerin Allah Resulünü (asm.) yakînen tanımaları, kendisine “Muhammed-ül Emin” demeleri iman etmelerine yetmemiştir. Nitekim mu’cizeler çok açık olmakla birlikte onlar bile iman için zorlayıcı olmamış, çoğu kimse birçok mu’cizeye şahit olduğu halde onlara sihir diyerek yine inanmamışlardır.

Hissiyat akla galip geldiğinde, insan bilerek  yanlış yola girebilir. Basit bir meseleyi haysiyet meselesi yapan kişi, muhatabını öldürdüğünde yıllarca hapishanede çile çekeceğini çok iyi bildiği halde, bu bilgi onun kâtil olmasın mâni olamıyor.

Diğer yandan, işlenen günahlar kalbi karartarak öyle bir noktaya varır ki, Üstad'ın ifadesiyle o kalbin; “hayır ve salahı kabule liyakatı kalmaz.” Böyle birisine ne kadar keramet, hatta mu’cize gösterilse de onun kalbindeki o karanlık, hakikatin görünmesine engel olur.

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli. 



9. "Masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehiller, aynen Ebu Bekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı." İzah eder misiniz?

"Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekirler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehiller, aynen Ebu Bekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."(1)

Deprem gibi herhangi bir musibet geldiğinde sadece kafirlerin, zalimlerin, günahkârların evi yıkılsa idi; o zaman imtihanın sırrı bozulacak, herkes zorla iman etmek zorunda kalacaktı. Oysa Allah dünya hayatını imtihan etmek için tasarladı, dolayısı ile bir bela bir musibet geldiğinde iyi kötü ayırt etmeden hepsine eşit bir şekilde dokunuyor.

İmtihanın amacı; Ebu Bekir (r.a) gibi değerli ruhlarla, Ebu Cehil gibi alçak ruhların birbirinden tefrik ve temyizi içindir. Dolayısı ile Allah imtihanın yapısını bozmamak için; musibet ve bela verdiğinde iyi kötü, mümin kâfir ayrımı yapmıyor, hepsi bu musibetten eşit bir şekilde etkileniyorlar.

Ama müminin mal ve can kaybı şehitlik, sevap, sadaka, ebedi cennet gibi mükafatlarla telafi ediliyor. Allah kimseye zerre kadar haksızlık ve zulüm yapmaz. Kâfirler ve sefihler zarara uğramışsa, zaten onların hatalarına binaen musibet geldiğinden, hak ettiklerini bulmuş oluyorlar. 

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.



10. Zelzele gibi umumî musibetlerde, rahmetle taltif edilenler masumlar ve mazlumlar olarak nazara verilmekte, iman ve itikad şartı zikredilmemektedir. Bu konuyu biraz daha açar mısınız? Rahmetin iltifatı için iman şart değil midir?

"Madem mazlum, zâlim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?"

"Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir."(1)

Evvela, “Rahmetin iltifatı için iman şart değil midir?” suali üzerinde kısaca duralım.

Allah Rahmân’dır. Rahmâniyetin mânâsı, dünyada mü’min olsun kâfir olsun, insan olsun hayvan olsun bütün canlıların rızkının verilmesi, ihtiyaçlarının görülmesidir. Lemeât’ta geçen şu ifade, konumuz noktasında büyük ehemmiyet taşır:

"Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir."(2)

Rızık hayatın hakkı olduğu gibi, şifa da hayatın hakkıdır. “Rezzak” ve “Şâfi” gibi birçok ismin tecellileri için iman şart değildir. Bu tecelliler imana yahut küfre bakmaz, canlının mahiyetine bakar. O hayata ne gerekiyorsa verilir. Zaten dünyanın imtihan meydanı olmasının da gereği budur. Hayatın hakkı noktasında bütün insanlar eşit tutulacaklardır ki, imtihan tahakkuk etsin. Meselâ, ziya ve hava  hayatın lâzımıdır. Bu nimetler sadece inananlara verilse imtihan sırrı bozulur.

Demek ki, bu dünyada rahmetin iltifatı, bütün insanlar ve diğer canlılar için geçerlidir. Cennetteki iltifat-ı rahmet için ise iman şarttır.

Bu noktadan bakıldığında, “bir nevi şehadet” ifadesi “hükmen şehit olma” olarak anlaşılır; bu ise ancak iman sahipleri için geçerlidir.

Harpte öldürülen mü’minler şehit oldukları gibi, kazalarda, bazı ağır hastalıklarda, doğum hâdisesinde, ilim tahsil ederken ölenlerin de hükmen şehit olacakları bildirilmiştir. Bu şehitlerin asıl şehitlerden farkları, bunlar elbiseleri çıkarılarak yıkanırlar, şehitler ise elbiseleriyle defnedilirler.

İnanmayanlara gelince, onların da masum ve mazlumlarının çektikleri sıkıntılar yine neticesiz değildir. Zâlim bir kâfir ile mazlum bir kâfirin cehennem azabından hisseleri aynı olmayacaktır.

Zilzal sûresinde geçen,

“Her kim zerre miskal hayır işlese onu görür, her kim zerre miskal şer işlese onu görür.” (Zilzal, 99/7, 8)

mealindeki âyet-i kerîmenin verdiği derse göre, mahşer meydanında, hesap gününde insanlar bütün amellerini yazılmış olarak bulacak ve göreceklerdir. Burada sadece mü’minler değil, bütün insanlar kast edilmiştir. Zira “her kim” ifadesi bütün insanları içine alır.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.

2) bk. Sözler, Lemeat.



11. Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder? Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?

"Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?"

"Elcevab: Kadîr-i Zülcelal, her bir unsura çok vazifeler vermiş ve her bir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazifesinde, bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men'edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terkedilir. Ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle; o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ bir tek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler."

"Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde 'Onları terbiye et.' diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir."(1)

a. Her bir unsurun sayılamayacak kadar çok vazifesi vardır. Su unsurunun tek vazifesi Firavun’u boğmak olmadığı gibi, toprak unsurunun da birinci vazifesi Karun’u yutmak değildir. Bütün unsurlar, kendilerine verilen aslî vazifelerini devamlı olarak yerine getirmekle birlikte, nadiren de olsa ehl-i isyanın ve zulmün cezalandırılmasında da vazife alırlar.

Yağmurun yüzlerce hikmeti, nice faydaları ve güzel neticeleri var. Ancak bazı kimseler kendi tedbirsizliklerinden ve dikkatsizliklerinden dolayı yağmurdan zarar görseler, ona şerdir diyebilirler mi? Onun için hikmet ve hayır, cüz’î zararlara değil, küllî hayırlara bakar.

Aynen bunun gibi, depremin birçok hikmeti vardır. Deprem, sel, yangın gibi afetlerin büyük yıkımlara sebep olması ekseriyetle insanların kusurlarından ve hatalarından kaynaklanmaktadır. Bu gibi afetler zâhiren şer gibi görünse de zayi’ olan malların sadaka yerine geçmesi, insanları gafletten uyandırması, vefat eden ehl-i imanın manen şehit hükmünde olması gibi güzel neticeleri ve rahmet cihetleri de vardır. Cenâb-ı Hak, hâsıl olacak bu hayırlı neticeler için depremin gelmesine müsaade ediyor, onun cüz’î zararlarına bakmıyor, diye anlayabiliriz.

b. “Kusur”; noksanlık demektir. Allah’ın kudreti gibi hikmeti de nihâyetsiz kemaldedir. Ne kudretine acz ilişebilir, ne de hikmetine abesiyet dokunabilir. O’nun nihâyetsiz kudreti, muhit ilmine ve mutlak iradesine göre icraat yapar. Allah’ın mutlak ilmini ve hikmetini ihata etmek her şeyiyle sınırlı olan insanın idrakini aşar.

“Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” buyuran İmam Gazali’nin bu tespiti, her mahlûkun kendi mahiyetine göre en mükemmel olarak yaratıldığını ifade etmekle birlikte, aynı hüküm bütün hâdiseler için de geçerlidir. Şu var ki, yaratılışa ait mükemmelliği her akıl idrak edebilse de hadisat hakkında bunu başarmak o kadar kolay değildir. Bu noktada bilgimizin ve gücümüzün gereğini yerine getirdikten sonra Allah’ın sonsuz hikmetine itimat etmek ve teslim olmak durumundayız.

“Hakikat” kelimesi bazen “yanlışın ve hurafenin”, bazen “mecazın”, bazen de “zâhirin” zıddı olarak kullanılır. Burada “zâhirin” zıddı olarak kullanılmıştır. Yani, zâhirde (görünürde) kusur zannettiğimiz nice şeyler vardır ki, hakikatte kusur değillerdir. Her birinin kâmil manada hizmetleri, mükemmel neticeleri vardır.

c. “… Hiçbir varlık yoktur ki, O’nu hamd ile tesbîh etmesin. Fakat siz, onların tesbihini (dillerini bilmediğinizden) anlamazsınız. …” (İsrâ, 17/44)

Tesbihi kemal manada insanlar ve melekler yapmakla birlikte, canlı-cansız her varlığın da kendilerine göre tesbihleri vardır. Aynı şekilde bu varlıkların, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıyla, öfkeleri de olabilir. Biz onların tesbihleri gibi öfkelerini de anlayamayız. Biz kendi bilgi ve müşahedelerimizle sınırlı olan anlayışımızla, başka varlıkların, bilhassa cansızların Allah’ı nasıl bildiklerini, O’nu nasıl tesbih ettiklerini anlamaktan çok uzağız. Melekler hakkındaki “Akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.” hükmü, diğer varlıkların da mahiyetlerini, ruh haletlerini, tesbihlerini, zevklerini, korkularını, öfkelerini anlamaktan âciz olduğumuzu ifade eder.

"فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاۤءُ وَاْلاَرْضُ olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu’cizâne, beyan ettiğimiz muvazeneyi ifade ederler."
...
"Şu âyet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: 'Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.' Ve mefhum-u muhalifle delâlet ediyor ki, 'Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.'"
(2)

d. Kur’ân-ı Kerîm'in haber verdiği üzere:

d1. Firavun’un kibirlenerek İlahlık dava etmesiyle, su unsuru harekete gelmiş, Firavun ve askerlerini boğmuştur. Keza, Nuh kavmi de su ile helak edilmiştir.

d2. Zengin olması için Hazret-i Musa (as.)’dan ısrarla dua ve şefaat isteyen Karun’un, kendisine ilham edilen bir ilimle, zengin olduktan sona zekâtını vermeyip “Bunları ben kendi ilmimle kazandım.” demesi üzerine, toprak unsuru yarılıp kendisini ve hazinelerini yutmuştur.

d3. Karşı cinsi bırakıp kendi cinsiyle ahlâksızlık yapan Lût kavminin bulunduğu şehrin, korkunç bir sarsıntıyla, altı üstüne getirilmiş ve üzerlerine, ateşte pişip sertleşmiş kızgın taşlar sağanak halinde yağdırılmıştır.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.

2) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.



12. "Haydi madenî inkılabat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur; başka olamaz." İnkılabat-ı madeniyenin hiç mi hakikati yoktur?

Burada “inkılabat-ı madeniye” inkâr edilmiyor. Bu inkılabın kendi kendine, tesadüfen olmuş gibi gösterilmesine karşı çıkılıyor. “Kadîr-i Mutlak hikmetinin muktezasıyla zâhir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor.” denilerek, inkılâbât-ı madeniyenin zâhir bir sebep olduğu, onu ancak Kâdir-i Mutlak'ın ateşlendirdiği nazara veriliyor.

“Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.”(1)

Sözler’de geçen, “Her bir ağaç bir tablacı hükmündedir.” cümlesi, bu konuda güzel bir misâldir. Padişahın misafirlerine, onun ikramlarını bir tabla içinde takdim eden hizmetçileri düşünelim. Padişahın izzet ve celali ister ki, nimetleri bizzat kendisi vermek yerine hizmetçilerine verdirsin. Ama o nimetlere karşı yapılacak teşekkür, o hizmetçilere değil bizzat padişaha yapılsın.

Öte yandan, insan bu âlemde cereyan eden ve zâhiren faydasız gibi görünen hikmetli hâdiselere “akibeti görmeyen kör hissiyatıyla” nazar ettiğinde, yanlış neticelere varacağı için, onu “kadere itiraz ve hikmeti ittiham” tehlikesinden kurtarmak için sebepler perde olarak yaratılmışlar. Ta ki, bir musibete uğradığında, hissiyatının zirvede olduğu o ilk dönemde itiraz oklarını sebeplere atsın ve imanını yaralama tehlikesinden uzak kalsın.

1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar.



13. Silah misâlinden depremin izahı nasıl yapılmıştır?

Silah misâli, sebeplerin varlığını esas alarak verilmiştir. Tüfekle birisinin vurulmasında nasıl ki o tetiği çeken bir fail varsa, fay hatlarını döşeyen ve o fayı kırıp sarsıntıyı meydana getiren bir fail vardır.



14. Ehl-i ilhad, bütün ilmî hakikatlere rağmen, inat ve mukabeleyi neden yapıyor? “Ehl-i dalaletin, tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak” ifadesine binaen, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini musibetlerle dahi olsa tanıttırmak istemesinin sırrı nedir?

a. Dalalet; fikren yanlış yola sapmak, batıl inançlara kapılmak demektir. İlhad ise, dinsizlik mânâsına gelir. Burada geçen ehl-i dalâletten maksat, İslâm’ın temel hükümlerine aykırı bir yolda giden dalâlet fırkaları değil, imana zıt bir yola sapan, materyalistler, tabiatperestler, evrimciler ve bunlar gibi sonu dinsizliğe varan felsefî cereyanlardır.

Bu batıl fikirleri bir ideoloji olarak benimseyip müdafaasını yapanlar, İslâm’a ve imana cephe almışlar, Üstad'ın tâbiriyle “kabul-ü adem” yoluna girmişler, imana zıt bir yol seçmişlerdir.

İslam beldesinde doğup büyüdüğü halde, zamanla bu yanlış fikirlere kapılanların sapma sebepleri ise “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.” hükmünü izah eden İkinci Lem’a'da üç misâl ile gayet güzel açıklanmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm'de kurtuluşa erenler müjdelenirken, imandan sonra her defasında amel-i salihin zikredilmesi bu noktada çok ehemmiyetlidir. Demek ki, salih amelden uzak kalanlar, zamanla yanlış amellere müptela olurlar. Daha sonra, bu yolun cehenneme çıktığını düşündüklerinde nefislerinde bir itiraz, bir isyan duygusu uyanır. Şeytan bu duyguyu iyi kullanarak sonunda o gibi kişileri dalâlet cereyanlarının içine atabilir.

b. “Ehl-i dalaletin, tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak.” ifadesi, imana zıt bir yola giren ve onun müdafaasını yapan kişiler için kullanılmıştır. Bunlar hakikati bildikleri halde ona zıt bir yol tutmuşlardır. Onlar için tek ikaz yolu, musibetlerle, belalarla acizliklerini göstermek, gururlarını ve inatlarını kırmaktır.

Allah, kâinatı insan için, insanı da iman ve marifet için yarattığından, müşrik kullarını tevhide davet için peygamberler gönderdiği gibi, aynı rahmetin iktizasıyla bu gibi sapık kullarını da uyandırmak için de musibetleri gönderir.

Gani-yi Mutlak olan Allah, mahlûkatının her şeyinden müstağnidir. Yani, ne güneşin ışığına, ne ağacın meyvesine muhtaç olmadığı gibi, insanların iman ve marifetlerine de muhtaç değildir. Işık da meyve de iman ve marifet de kulların menfaati içindir. Şu var ki, Allah sonsuz rahmetiyle, kullarının hayır yolunda yürümesini istemekte, şerre razı olmamaktadır. Bize bizden daha yakın olan, her ihtiyacımızı irademiz ve kudretimiz haricinde gören Rabbimiz, bizim yanlış yola girmememizi istememekte, onun için kitaplar indirmekte, peygamberler göndermektedir.

15. "Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumî ve dehşetli âfâtı, nev-i insanın yüzüne çarparak,.." cümlesini devamıyla açıklar mısınız?

Her şeyin dizgini Cenab-ı Hakk’ın elindedir. Her şey onun kabza-i tasarrufundadır. O izin vermezse rüzgâr esmez, yaprak kımıldamaz. Dilerse rüzgârı kasırgaya çevirir ve beldeleri yok eder.

Elektrik de ne şarktan ne de garbtan alınmış bir madde değildir, o da Cenab-ı Hakk'ın kudretiyle halk edilmektedir.

Üstad’ın su, elektrik ve havayı zikretmesi, onların ehemmiyetinden dolayıdır. Ayrıca “emsalsiz kesilmeyen su ve elektrik” böyle semavî ve arzî musibetlerin maddî sebepleridir. Ancak onlarda tasarruf eden Allah’ın irade ve kudretidir. İşte tabiatçılar ve sebebe tapanlar bu noktayı göremedikleri için, böyle azim işleri gayet âdi ve basit sebeplere isnad ediyor ve ondan biliyorlar. Küfrün en kalın bir perdesini gözlerine çekiyorlar.

16. "Amerika'da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın sûretini vermiş, diye manasız hezeyanlar ediyorlar." Burayı açıklar mısınız; Üstad, bu hâdiseyi nasıl haber almıştır?

O dönemde en büyük haberleşme vasıtası radyo idi. Amerika’da zuhur eden böyle mühim bir hâdise, elbette radyolarda haber verilir ve gazete vasıtası ile ilan edilir. Üstad Hazretlerinin de bu haberi radyodan işittiği kuvvetle muhtemeldir.

Üstad, hâdisenin hülasasını ve bize yarayacak kısmını haber veriyor, geri kalan kısımları ve tafsilatı hakkında herhangi bir malumat verilmiyor.

Burada verilmek istenen asıl ders; insanların küfür ve isyanlarından dolayı semanın hiddete gelmesidir. Onlar bu mühim hâdiseyi de âdi ve basit sebeplere vermiş, ders almamış, küfür ve inatlarında devam etmişlerdir.

O küllî İşârât-ı Rabbâniyeye ve Terbiye-i İlâhiyyeye karşı eblehâne bir temerrüd ile mukâbele edip diyorlar ki: 'Tabiattır; bir mâdenin patlamasıdır, tesâdüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika'da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın sûretini vermiş.' diye mânâsız hezeyanlar ediyorlar.”(1)

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.



17. "Çok mühim ve hikmetli hakikatlere fenni bir nam takmak" ile "Fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca" etmekle ilgili misâl verir misiniz? Ebu Cehil'den daha ziyade muzaaf bir echeliyet nasıl gösterilir?

“Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir:"

"'İşte bu ağaç bundan çıkmış.' diye Sâni'inin o çamdaki gösterdiği bin mu'cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık'ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir."

"Bazen gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı."

"İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: 'Bu budur.' der. Meselâ: 'Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.

"Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve 'âdetullah' namıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca' eder."

"O irca' ile onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebu Cehil'den ziyade muzaaf bir eçheliyet gösterir."(1)

a. Gerek bedenimiz, gerek onu ihata eden ve her taraftan onun yardımına koşan şu muhteşem âlem, sayısız kanunların birlikte çalışmasıyla varlığını sürdürüyor. İnsan aklını hayretlere düşüren ve kalbini şükür ve minnettarlıkla dolduran bu kanunlara “fennî bir nam takarak” konuyu basite irca etmek aklın dalâletine yol açar. Bir misâl olarak mütemadiyen muhatap olduğumuz “yerçekimi kanunu” üzerinde kısaca duralım:

Terziler dikiş makinelerinin yanına bir mıknatıs bırakırlar. Bütün iğneler o mıknatısta toplanır ve dağılmazlar. Aynı kanunun bir büyük kardeşiyle de Rabbimiz bizi ve bütün canlıları yerküreye bağlamış. Böylece insanlar fezaya dağılmaktan korunmuş oluyorlar. Demek ki, sadece mıknatıs iğneleri çekmezmiş, toprak da insanı çekebilirmiş.

Benzer kanunlarla ayı dünyaya, dünyayı güneşe bağlayan bir ilâhî kudretin bu azametli ve rahmetli icraatını hiç düşünmeyip sadece yerçekimi, güneş cazibesi,.., diyerek, bu mu’cize icraatları basit görmek ve düşünmemek insana şükür kapısını kapatır. Bunun neticesi ise, düşünmeden yaşamak ve hayvan gibi, belki ondan daha aşağı bir hayat sürmektir.

“Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar (daha sapık ve aşağıdırlar).” (Furkan, 25/44)

“Âdetullah" namıyla yâdedilen fıtrî kanunlara gelince bunlar saymakla bitmez.

Adetullah üzere, insanlar nutfelerden, kuşlar yumurtalardan, meyveler ağaçlardan doğarlar. Bunun her zaman böyle olması, “tesadüfle” değil, ancak “kanun” kelimesiyle ifade edilir. Tesadüf; nadiren vuku bulan hâdiseler için kullanılsa bile, devamlılık arz eden hâdiseler ancak kanunla ifade edilirler. Çekirdeğin içinden kuş veya nutfeden bir ağaç çıksaydı bunlara belki tesadüf denilebilirdi. Ama nutfeler, yumurtalar ve çekirdekler âleminde gördüğümüz bu harika nizam ancak kanunla ifade edilebilir.

Bir insanın sadece bir gözü olsa, o da koltuğunun altında yer alsaydı, buna belki tesadüf denilebilirdi. Ama bütün insanların iki tane gözü olması ve bunların simetrik olarak yüzde yer alması ancak “kanun” kelimesiyle ifade edilebilir.

b. Nur Külliyatı'nda defalarca nazara verildiği gibi, bu kâinat kudret kalemiyle yazılmış bir İlâhî kitaptır. Her bir varlık, taşıdığı hârika sanat ve ince hikmetlerle “tekvinî birer âyettir”, yani Allah’ın varlığına delildir. Ve yine bu âlemde her eser bir kudret mu’cizesidir.

Ebu Cehil ve benzeri kişiler Kur’ân-ı Kerîm'e ve Allah Resulüne (asm.) inatlarından iman etmemişler ve mu’cizeleri ise sihir diyerek geçiştirmiş, üzerinde düşünmemişlerdi. Kâinat kitabındaki ince mana ve hikmetlerden ise bu asra göre çok uzakta kalmışlardı.

Bu gün, fenlerin her birinin kâinat kitabındaki bir kelimenin ne kadar mânâlar ve hikmetler taşıdığını kör gözlere de gösterecek kadar açıkça ortaya koymalarına rağmen, halâ bu kudret mu’cizelerini tabiata ve tesadüfe verenler elbette Ebu Cehil'den daha ziyade cahil olurlar.

Meselenin bir başka yönü ise, Ebu Cehil’in inançsızlığının çok dar bir daireyi tesir sahasına almasına mukabil, bugünün münkirleri hem kitle haberleşme vasıtalarını kullanarak, hem de ferdî çalışma yerine dernek, kulüp, loca, örgüt gibi şahs-ı maneviler halinde çalışmakla, çok insanların küfür ve dalâletlerine sebep olmaktadırlar. Bu yönleriyle bu asrın din düşmanları, Ebu Cehilleri de Firavunları da Nemrutları da çok gerilerde bırakırlar.

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.



18. "Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve âdetullah namıyla yâd edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder..." İzah eder misiniz?

İrade-i Külliye: Allah’ın iradesi küllîdir, yani hadsiz işleri birlikte irade eder. İnsanın iradesi ise cüz’idir, bir anda ancak bir şey irade edebillir ve ona bağlı olarak da kudretini bir anda ancak bir işe yönlendirebilir. Bu kainatta bir anda hadsiz işlerin birlikte icra edilmesi hem kudret-i ilahiyetin sonsuz olduğunu, hem de irad-i ilahiyenin küllî olduğunu gösterir.

“İhtiyar” kelimesi çoğu zaman irade yerine kullanılmaktadır. Arada şöyle bir fark vardır: İnsanda esas olan irade sıfatıdır, insan görme sıfatıyla görme fiilini gerçekleştirdiği gibi irade sıfatıyla da ihtiyar eder, yani seçme ve karar vermeyi gerçekleştirir. Buna göre, “ihtiyar” irade sıfatının yaptığı işe denilir. Yani insan, iradesiyle ihtiyar eder, seçer. Allah’ın iradesi küllî olduğu gibi ihtiyarı da umumîdir, yani her şeyi kuşatmıştır.

 Kâinatta irade-i İlâhiye ile icra edilen bu hârika işleri, akıl almaz hâdiseleri kanunlara vermek en büyük bir cehalettir, bir safsatadır.

“Hususî ve kasdî bir hâdise-i Rububiyeti kanunlara ircâ eder.” cümlesi, insanları ikaz ve terbiye etmek için vuku bulan zelzele ve sel gibi birtakım hâdiseleri kanunlara verip, Cenab-ı Hakk’ın tasarruf ve rububiyetini görmeyenlerin ne derece bir cehalet içinde olduklarını ifade etmektedir. Meselâ depremi sadece fay hattının kırılmasına bağlamak, Allah’ın rububiyetini görmemektir. Her hâdise gibi deprem de Allah’ın iradesi ile vuku bulan bir hâdisedir.

19. "Zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle, bu hadise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor." İzah eder misiniz?

"...hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle, bu hadise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor." (Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli)

Deprem sadece zalimleri ve fasıkları cezalandırmak için gelmiyor. Gafil müminleri de ikaz edip uyandırıyor. Müminler her ne kadar iman etmiş olsalar bile, onlarda da gaflet ve unutkanlık olabiliyor. Cenab-ı Hak zaman zaman deprem gibi musibetlerle küre-i arzı titreterek, müminleri bu gaflet uykusundan uyandırıp kulluk vazifelerini hatırlatıyorlar.

Aslında depremler, dünyamızın, insanların günah ve isyanlarından dolayı bir nevi korktuğunun göstergesi ve bu sebeple titremesidir.  

İlave bilgi için tıklayınız:

DEPREM VE AFETLER.



20. Üstad Hazretleri, İzmir ve Erzincan depremleri için farklı tefsirler yapmaktadır. Bir depremin nerede imtihan sırrı, nerede ilahî ikaz olduğunun tespitinde ölçü ne olabilir?

Evvelâ, deprem gibi umumî musibetlerin kader noktasından çok sebepleri vardır. Bu yüzden onu sadece  bir sebebe istinat etmek ve öylece izah etmek yanlış olur. Üstad Hazretleri afetlerin gelmesinin bir sebebinin de insanların irtikâp ettikleri günahlar olduğunu beyan ediyor.

Deprem, sel, yangın ve kuraklık gibi afetler, daha ziyade insanların umumî günahlarına hem bir ceza, hem de terbiye hükmündedir. Bu gibi hâdiseler Allah’ın sonsuz şefkatine zâhiren uygun düşmüyor gibi görünse de depremde ehl-i imanın zâyi olan mallarının sadaka yerine geçmesi, gaflet ve dalalette olanlara bir ikaz olması gibi nice rahmet cihetleri de vardır.

Büyük suçlar büyük mahkemelerde, küçük suçlar ise küçük mahkemelerde görülür. Kâfir ve zalimlerin suçları çok azim olduğu için mahkeme-i kübraya bırakılıyor. Cenâb-ı Hak, günahlarına keffaret olması ve âhirete bırakılmaması için, müminlere bu dünyada bela ve musibetler veriyor, onları çeşitli eza ve cefalara maruz bırakıyor.

“… Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:

"Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için ta'cil edildi.

"İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı, ihtimali var. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ "  

"Sadaka belayı def eder ve ömrü uzatır."(2) hadis-i şerifi, sadakanın her çeşidi için geçerlidir. Bir hastayı tedavi edip onu sıhhate kavuşturmak sadaka olduğu gibi, dilencilik etmeye mecbur kalan bir fakire el atıp onu yedirmek ve giydirmek de bir sadakadır.

Beden ruhun hizmetinde, mal da bedenin hizmetindedir. Ruhun hizmetçilerine yapılan bu gibi yardımlar sadaka olursa, elbette bizzat ruha yapılan yardımlar en büyük bir sadaka olur. Bir cahile ilim tahsil ettirmek, bir ahlâksızı kötü yoldan döndürmek, bir kederlinin kalbini ferahlandırmak ruha yapılan yardımlardır ve birincilerden daha ileri seviyede bir sadakadır.

Ruha yapılan yardımların en büyüğü, insanı ebedî cehenneme götürecek hastalıkları tedavi etmek ve ona ebedî saadeti kazandıracak hizmetler vermektir. İşte temel maksadı iman kurtarmak olan Risale-i Nurların bir beldede intişarı ve okunması, insanların imanlarını takviye ettiği gibi, onları her türlü çirkin işlerden muhafaza eder, dünyevî ve uhrevî saadetlerine vesile olur.

Bu hizmetin zaafa uğradığı beldelerde, âhir zaman fitnesi bütün şubeleriyle insanlık âlemini sarar. Üstad'ın bu dersinden anladığımıza göre, Erzincan gibi yerlere böyle musibetlerin gelmesi, hem ehl-i imanı ikaz ederek iman hizmetine daha ciddi çalışmaya teşvik, hem de karşı cereyanlara bir tokat ve onları tahribattan men etme mânası taşıyor.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.

2) bk. Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, III, 63.



21. "O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli imân muhâfızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimâli var." İzah eder misiniz?

"Yedinci Sual: Bu hadise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi neyle anlaşılıyor? Ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?"

"Biçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:"

"Biri: Hataları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi."

"İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var."(1)

İzmir gibi bazı yerlerde dine karşı bir lakaytlık ve alâkasızlık hâkimdir. Zındıka komiteleri bu gibi yerleri merkez seçip, zehirli fikirlerini oradan yaymaya çalışır. İsyanlar ve günahlar ağır basınca da manevî bir tokat olarak bela ve musibetler gelir.

Muhafız ve hamiler ise, iman ve Kur’ân hizmetinde bulunan bütün müminlerdir.

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.



22. "Ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle,.." Bu tesisler nelerdir? Bir kurum mu kastediliyor?


Üstad Hazretleri, Risale-i Nur'un birçok yerinde, zındıka komitelerinden bahseder. Bu komiteler sadece İzmir'de değil, ülkenin birçok yerinde faaliyet göstermektedir. Bunların büyük çoğunluğu dış güçler namına hareket eden gizli istihbarat teşkilatlarıdır.

Masonluk da ülkelerde Yahudi hakimiyetini kurmak ve yahut menfaatlarını korumak için kurulmuş bir zındıka komitesidir.

 Risale-i Nur'da masonluk hakkında şu tespitlere yer veriliyor:

"Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir'de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler, tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı 'Artık yeter' dememden bir bahane bulup, zâlimâne tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, harika bir ihsan-ı İlâhî eseri olarak şâkirâne sabrediyorum ve etmeye de karar verdim."(1)

"Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından -hususan böyle haylaz gençlerde- o herif, bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesiyle bildim ki, sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı zındıka, ifsada ve ahlâkları bozmaya çalışıyor."(2) 

"İşte bunun içindir ki, komünist ve masonlar, kendi zehirli fikirlerinin yayılmasına Risale-i Nur'un kuvvetli bir mâni teşkil ettiğini biliyorlar. Kur'ân'ın hakikî bir tefsiri olmakla kuvvetli bir iman kaynağı olan Risale-i Nur'u ortadan kaldırmak veya okutmamak için çeşitli desiseler ve iftiralara başvuruyorlar. Şimdiye kadar isnad ettikleri yalanlardan hiçbir emare bulunmadığı halde taarruzlarına devam ediyorlar. Bunlardan anlaşılıyor ki, bizi korkutmak ve Risale-i Nur'dan uzaklaştırmak ve diğer taraftan kendi zehirli neşriyatlarını önümüze sürmek, bu suretle millet ve gençliğimizde imanın yok olmasını ve ahlâk sukutunu temin ederek hükûmetin kendi kendine çökmesine muvaffak olmak istiyorlar. Ve vatan ve milletimizi yabancı bir devlete devretmek emelini taşıyorlar."(3)