Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

On Beşinci Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:21    Güncellendi: 21.02.2025 22:21

Giriş Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "And olsun ki, biz dünya semasını kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için atılacak şeyler yaptık." Bu ayetin izahını yapar mısınız? Kişinin aklının almadığı ve tenkit ettiği konu ne olabilir? Zihnin darlaşması ve aklın göze inmesi ne demektir?

بسم الله الرحمن الرحيم
 وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِّلشَّيَاطِينِ ۖ وَأَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابَ السَّعِيرِ

“And olsun ki, biz dünya semasını kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için atılacak şeyler yaptık.” (Mülk, 67/5)

Bu âyet-i kerîme hakkında tefsir âlimlerimin izahlarını hülasa olarak arz edelim:

Dünya semâsı, dünyamıza en yakın olan semâ tabakasıdır. Bununla birlikte, daha üst tabakalarda olsalar bile ışığı dünyamıza ulaşan yıldızlar da dünya semâsının kandilleri sayılırlar.

Yıldızların bizlere bakan üç vazifesi vardır:

Birisi; dünya semâsında birer kandil olmaları, gecenin zifiri karanlığını kısmen kırıp yolumuzu aydınlatmaları…

İkincisi; insanların yönlerini tayin etmelerine ve yollarını bulmalarına yardımcı olmaları…

Üçüncüsü ise; şeytanların recmedilmesinde vazife almaları…

Âyet-i kerîmede geçen, “onları şeytanlar için atılacak şeyler yaptık.” ifadesi “atılacak ateş taneleri, ateşten mermiler yaptık” şeklinde de tefsir edilmiş ve şu noktaya bilhassa dikkat çekilmiştir: Şeytanlara atılan şey, yıldızın tamamı değil, onun kütlesinden kopan ışıklı alevlerdir.

Bazı tefsir âlimleri, 

“Ancak bir söz kapan olursa, onu da delen ve yakan bir alev takip eder.” (Saffat, 37/10) 

âyet-i kerîmesini buna delil getirmişlerdir.

Bu âyet-i kerîme, müteşabih bir âyet olup, atışın mahiyeti, şeytanların bundan nasıl etkilendiği yahut bu ateş kütlesiyle nasıl imha edildikleri gibi konular hakkında fazla tevil yapılmamıştır. Burada verilen temel mesaj, şeytanların, kulak hırsızlığı yaparak, yerdeki kâhinlere yanlış haber ulaştırmalarının menedildiğini bildirmektir.

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 15/9) âyet-i kerîmesiyle haber verilen İlâhî korumanın bir yönü de budur.

Yıldız kayması olarak gördüğümüz hâdise, meleklerin şeytanlar karşısındaki muzafferiyetlerinin bir ifadesidir. Bir kaleye bayrak çekilmesi, o kalenin fethini gösterir. Burada ateşin şeytanları yakmasından ziyade, şeytanların mağlubiyetinin ilanı söz konusudur.

Bazı tefsir âlimlerine göre, burada yıldızların hareketlerinden kendilerince manalar çıkaran kâhinlerin sözlerinin asılsızlığına da işaret edilmektedir. Onlar da insanları aldatmaları cihetiyle şeytanların vazifesini yaparlar. Böylece insî şeytanların gayb hakkındaki konuşmalarının da asılsızlığı ders verilmiş olmaktadır.

 “Ateşin şeytana ne zararı olabilir?” şeklindeki bir suale cevap olarak, şeytanların ateşten yaratıldıkları hatırlatılır.

Üstad Hazretleri, bütün yıldızların değil, “yıldızların küçük bir nev’inin” şeytanların recmine alet edildiklerini kaydeder.

“Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin âzametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektebli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız!”(1)

Bu semâ âlemlerini kim yaratmış, kim tanzim etmiş ve kim böyle mükemmel süslemiştir? Bu sualin cevabı, astronomi ilminin ruhudur. Bunu hiç düşünmeden doğrudan gökyüzünü incelemek ruhsuz bir ilim olur. Ruhsuz olunca da onu tahsil eden kişilerin zihinleri darlaşır ve akılları gözlerine iner. Meseleleri çok dar bir dairede değerlendirirler ve sonunda görmedikleri şeylere inanmama bataklığına düşerler.

İşte, yıldız kaymalarıyla, şeytanların recmi arasında bir alâka kuramayarak âyete itiraz eden kişilerin de hastalıkları, zihin darlığıdır ve eğer tövbe etmezlerse, akıbetleri, imansızlık olacaktır.

Görmediğine inanmayan bir kişi şu görünen fizik âleminin bile çok büyük bir bölümünü inkâr etmekle karşı karşıya kalır. Bugün, ilmin tespitine göre insan gözü şu âlemdeki ışınların çok az bir kısmını görebilmektedir.

Işınlar bir yana, görmediğine inanmayan kişi bedenindeki atomları, genleri; ruhundaki aklı, hafızayı, his dünyasını; yemeklerin tadını, çiçeklerin kokusunu da inkâr edecektir. Zira bunların hiçbiri gözle görünmemektedir.

İnsanın gözü madde âleminin sadece şekiller ve renkler boyutunu görürken, kulağı sesler âlemini, burnu kokular âlemini, dili tatlar âlemini ve aklı hikmetler ve mânalar âlemini görebilmektedir. İnsan sadece gözden ibaret bir varlık değildir ve görmesi de göze münhasır kalmaz. Bunun aksini düşünmek zihin darlığıdır.

Zihnin daralması, sathi düşünmeye yol açar. Bunun neticesi ise, sadece gördüğüne inanmak gibi garip bir safsatadır.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



2. "Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi!" Bu konuyu biraz açar mısınız?

İnsan ezelî ve ebedî olan Kur’ân’ın âyetlerini aklına nur yaparsa kâinatı, arşı ve bütün gayb âlemlerini dolaşabilir.

Fen ilimleri, maddî âlemin ancak belli bir bölümünü ihata edebiliyor. Bunun da bir kısmı tahminlere dayanıyor.

Kendi cüz’î ışığına güvendiği için, zifiri karanlıkta kalan ateşböceği gibi, sadece kendi cüz’î ilmine güvenip ve aklına güvenip vahiy güneşi altına girmeyenler de küfür ve şirk karanlığına saplanırlar.


Birinci Basamak Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Birinci Basamağın başında mesele, hakikat ve hikmet açısından nazara verilmektedir. Bu hakikat ve hikmet bakışını biraz daha izah eder misiniz?

“Hakikat” ve “hak” kelimeleri, birbirine yakın mâna ifade ederler. "Hakikat”; gerçek demektir; zıddı, “yanlış, yalan ve hurafedir.” Hak ise Allah’ın bir ismi olarak “değişmekten münezzeh” manasına gelir. Ayrıca, batılın zıddı manasında da kullanılır. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. 'Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru.' derler.” (Âl-i İmrân, 3/191)

Üstad Hazretlerinin,

“Kâinatı had ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehâsin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedâhe mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister.”(1)

 ifadesi, yukarıdaki âyet-i Kerîminin tefsiri mahiyetindedir. Güzellikleri yaratıp da onları seyredecek gözler yaratmamak, her şeyi hikmetle yaratıp da onları düşünecek akıllar yaratmamak hakikate de hikmete de uygun değildir.

Cin ve insin nazarları ne bu güzellikleri ne de bütün bu manaları düşünmeye kâfi gelmediğine göre, meleklerin yaratılmasını hem Hak ismi, hem de Hakîm ismi iktiza ederler.

Bu âyet-i kerîme, diğer bir cihetiyle de âhiretin varlığını ispat etmektedir. Haşir risalesinde âyetin bu ciheti harika bir şekilde izah edilmiştir. Kâinatı, kâmil mânasıyla, bir insan fabrikası olarak yaratıp, insanlara akıl verip, semâ ve arzı seyrettirip, vicdanlarına iman ve ibadet ihtiyacını koyup sonra âhireti getirmemek de hem Hak ismine hem de Hakîm ismine zıddiyet gösterir.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



2. Semâvatın sekenelerine şeriatta melaike ve ruhaniyat tesmiye edildiği ifade ediliyor. Bu sekeneler hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Evvela şu noktayı tesbit etmek gerekiyor: Ruhaniyat denilince cismanî olmayan bütün varlıklar anlaşılır. Bunlar, melekler, cinler ve vefat eden insanların ruhlarıdır. Burada ise ruhaniyat kelimesi melekler mânasında kullanılmıştır. Konunun tamamında bu mâna hâkimdir. Onun için sualin cevabını bu noktadan vermeye çalışacağız.

Melaike, melek’in çoğuludur. “Melek” kelimesi “elçi, resul, kuvvet” gibi manalara gelir. Melekler; nurdan yaratılmış, fıtratları günah işlemekten uzak, muhtelif şekillere girebilen latif varlıklardır. Arşı taşıyan melekler, arşı kuşatan melekler, koruyucu melekler, dört büyük melek, günah ve sevapları yazan melekler, mahlukatın tesbihlerinin temsil eden melekler, madde âleminde Allah’ın kanunlarının yerine gelmesiyle vazifeli melekler gibi pek çok kısımları vardır.

Melekler için şöyle ikili bir tasnif de yapılıyor:

1. Marifete müstağrak olup başkasıyla meşguliyetten uzak olan melekler. İlliyyun veya mukarrebun denilen arşa müekkel melekler bu sınıftandır.

2. İşlerin tedbirini gören melekler.

Bu konudaki tefsirlerin büyük çoğunluğunda meleklerin kâinatın tedbirinde bir vazife yaptıkları anlaşılıyor. Meleğin kelime olarak kuvvet manasına da geldiği dikkate alındığında, bu hususu Kader Risalesinin ışığında şöyle düşünebiliriz:

İnsan ruhunda kudret sıfatı varsa da bunun kullanılması konusunda, ona yapacağı işe meyil veya meyilde tasarruf selahiyeti verilmiştir. Bunun ötesinde, hayır olsun şer olsun her şeyi Allah yaratmaktadır. Buna göre, “Allah’tan başka kimsede havl ve kuvvet yoktur.” hükmü esas olmakta, her şeyi O yaratmaktadır. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insan, irade yönüyle de meleklerden daha ileridir. Zira melek Allah’ın izniyle ancak hayrı irade edebilmekte, insana ise hayır olsun şer olsun her şeyi irade edebilme kabiliyet ve selahiyeti tanınmaktadır.

Bu hakikatlerin ışığında, şöyle söyleyebiliriz:

Bizde olduğu gibi meleklerde de kuvvet vardır. Ancak onu kullanmaları, bir bakıma bizim kendi kuvvetimizi kullanmamıza benzer. Meselâ, küremizi döndürmekle muvazzaf bir melek, bu vazifesini hiç aksatmadan yerine getirir. Bunu yaparken Allah’ın kendisine verdiği kuvveti bu istikamette harcamaya müteveccih olur. Bundan ötesini yine Allah yaratır. Yani, küremizi döndüren, melek kuvveti değil, İlâhî kudrettir.

Yirmi Dokuzuncu Söz’de meleklerin görevleri hakkında şöyle buyrulur:

“Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir; kelâm sıfatından gelen şeriat-i İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de, melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı irade sıfatından gelen şeriat-i tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakikî olan kudret-i fâtıranın ve irade-i ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki, ecrâm-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mâbedi hükmündedirler.”(1)

1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat.



3. "Zemin, küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat ve zîşuur mahlûklardan doldurulması... Semâvât dahi zîşuur ve zevi’l-idrak mahlûklarla doludur." Yeryüzü ile semânın birbirine misal olması nasıl oluyor, izah eder misiniz?

Kâinata nispeten küçük bir nokta kadar kalan yerküremizde üç milyonu aşkın canlı türü yaratan ve terbiye eden ilahî hikmet, elbette bu hadsiz fezayı, bu uçsuz bucaksız galaksileri ve onları içine alan sema tabakalarını boş bırakmaz. Onları da meleklerle ve ruhanîler ile şenlendirmiştir.



4. Birinci Basamak'ta, semâvatın sekenelerinin idrak sahibi olduğu ifade ediliyor. Zeminde olduğu gibi, semâvatta da idrak sahibi olmayan mahlûkat yok mudur?

“Onlar dahi ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı Rububiyyetin dellâllarıdırlar.”(1) cümlesinde geçen vazifeleri sadece insanlar, cinler ve melekler yapabilmektedirler.

Hayvanlar, şu âlem sarayını seyretme, ondaki ince hikmetleri ve güzel sanatları tefekkür etme, her kelimesi nice mânalar taşıyan bu kâinat kitabını okuma kabiliyetinden mahrumdurlar.

“Saltanat-ı Rububiyyetin dellâlları” olma vazifesini insan dışındaki canlılar ancak lisan-ı halleriyle yaparlar; bu noktada diğer bitki türleriyle ve cansızlar âlemiyle benzerlik arz ederler. Güneşler, yıldızlar, dağlar, deryalar gibi, ağaçlar ve çiçekler de kendilerini ancak Allah’ın terbiye ettiğini halleriyle ilan eder, kendilerine mahsus tesbihlerini yaparlar. Ama insanlar, cinler ve melekler, kendilerindeki terbiye tecellilerini görme ve gösterme yanında, âlemdeki İlâhî terbiyeleri de idrak eder, okur, anlar ve ilan ederler.

Yeryüzünde yaşayan canlılardan sadece insan nevinde akıl ve bunun neticesi olarak tefekkür etmeistidlalde bulunma, hükümler çıkarma kabiliyeti vardır. Diğer canlılar şuur sahibidirler, ancak akıl sahibi değillerdir. Her canlı, yavrusunu, rızkını ve düşmanını tanır. Bu yönüyle şuur sahibidir. Ancak, düşünmekten ve ibret almaktan uzak sade bir ruhları vardır.

Üstad Hazretlerinin ifadelerinden, semâda bu tip canlıların bulunmadığını anlıyoruz. İlim de henüz, canlıların yaşadığı bir gezegen yahut yıldız keşfetmemiştir.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



5. Birinci Basamak'ta, semavatın sekeneleri olan meleklerin de insanlar ve cinler gibi "seyir, mütalaa ve dellallık" yaptıkları ifade ediliyor. Bu benzetmenin ana maksadı ne olabilir?

İnsanlar gerek yeryüzündeki mahlûkatı, gerek semadaki sistemleri, yıldızları, ışınları ancak icmalî olarak düşünebilirler. Yani, Güneşi bir lamba, yıldızları birer mum kadar görürler. Mesela, Güneş'in hususiyetleri konusunda sadece o sahanın mütehassısları teferruatlı bilgiye sahiptirler. Ancak, onlar da Güneşi devamlı temaşa ve tefekkür edecek halde değillerdir. Teleskoplarla Güneşi biraz daha yakından görseler bile, teleskopun başında sürekli beklemezler. O halde, Güneşi temaşa ve tefekkür etmek için, -tabiri caizse- hususî vazifeli, bütün işi o olan ve onu çok uzaklardan değil en yakından görecek, bilecek, ondaki harikaları temaşa ve onun tesbihini temsil edecek melekler lazımdır.

Cinler de insan nev’inden daha geri bir mahiyete sahiptirler, onların da kabiliyetleri bu vazifeyi tam olarak yapmaya yetmez.

İnsanların nazarı sema âlemini bütünüyle tefekküre kâfi gelmemekle birlikte, onun muhakeme gücü, tefekkür boyutu melek nevinden ileridir.

Her melek ancak, kendine verilen vazifeyi yapacak bir fıtrata sahiptir. İnsan ise her mesleği seçebiliyor, her ilmi tahsil edebiliyor. Ama en büyük meleklerden olan Cebrail, Azrail’in işini yapamıyor; Azrail de vahiy getiremiyor.

İnsanın tefekkür noktasına, meleklerden üstünlüğünün bir yönü de şudur:

Bir meyve ağacını temaşa eden bir melek onun güzelliğini, tenasübünü, kuru ağaçtan o yumuşak meyvelerin çıkmasındaki harika icraatı ve terbiyeyi seyredebilir, ancak o ağacın meyvelerinin tadına bakamaz, onların ne gibi vitaminler taşıdığını, bunların da insana nasıl faydalar sağladığını bilemez.

Güneşe müekkel melekler, Güneş'in ışığını bilseler bile, ısısını bilmezler. Onu ancak, ateşten yaratılan cinler ve ısıdan anlayan insanlar düşünebilirler.



6. "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihâyetsiz vazifeye..." Buradaki "taam aç olana verilir" ifadesinin konuyla alakası nedir?

Üstat Hazretleri namaz için "kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbâniyemin havâ-yı nesîmi” ifadesini kullanır.

Zikir, tesbih, ibadet ve tefekkür meleklerin temel gıdası gibidir. Müminlerin ruhları da özellikle namazlarda bu manevi gıdalarla beslenirler. Ayrıca, daha fazla gıdalanmak, daha çok sevap kazanmak için de nafile ibadetler yapar ve ilâhî sanatları tefekkür ederler.



7. Birinci Basamak'ta "İns ve cin, şu nihâyetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubûdiyyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. " buyuruluyor. İnsanın küllî vazife ve ubudiyet açısından melekler ve ruhanîlerle mukayesesini yapar mısınız?

Burada insanın, semâ âlemini hakkıyla tefekkür ve temaşa etmekten âciz olduğu nazara veriliyor. Zira mahlûkat hayalin ulaşamayacağı kadar çok, insanın ise bütün sıfatları sınırlıdır. İradesi cüz’îdir; bir anda iki şey irade edemez ve yapamaz. Görmesi de cüz’îdir; bir anda iki ayrı şeyi seyredemez. Onun sıfatlarındaki bu cüz’iyete karşılık semâ ülkesinin haşmeti ve vüs’ati nihâyetsizdir. Yıldızları birer lamba kadar gören insan, onlardaki haşmetli icraata nezaret etmekten çok uzaktır.

Güneş ışığının dünyaya sekiz dakikada geldiği, bununla birlikte ışığı hâlâ dünyaya ulaşmamış yıldızların olduğu ve  bütün bu yıldızlar âleminin birinci sema tabakasında bulunduğu, ondan öte altı tabaka daha olduğu, arşta sayısını ancak Allah’ın bildiği meleklerin sürekli olarak bir vecd ve huzur ile kendilerinden geçtikleri dikkate alındığında, insanın ibadetinin ve tefekkürünün çok sınırlı ve cüz’î olduğu anlaşılır. Bu ise, meleklerin varlığını gösteren çok önemli bir delildir.



8. Kur’ân-ı Kerîm'de bazı âyet-i kerîmelerde arz ile semâ beraber zikredilerek denk tutulmuştur. O halde; melaike ve ruhaniyatın semâvâtı mesken etmesi ve onların meskenlerinin köşklere ve saraylara benzetilerek daha süslü olarak nazara verilmesi nasıl olur?

Kur’ân-ı Kerîm'de bazı âyetlerde arz ile semâ beraber zikredilerek denk tutulmuştur. Muazzez Üstadımız; arz ile semayı “akar bir çeşme ile varidatı olmayan bir göle veya denize” benzetmektedir. Bu cihetten bakılırsa arz, küçüklüğü ve hakareti ile beraber kâinata denktir.

Meleklerin meskeni sadece sema değildir. Yeryüzü de meleklerle doludur. Zaten, o nuranî varlıkların oturacak mekânlara, saraylara ihtiyaçları da yoktur. Semayı nice isimlerine ayna, nice sanatlarına mazhar olarak yaratan Cenâb-ı Hak, o muhteşem ve güzel mülkünü boş bırakmayarak onları meleklerle şenlendirmiş, o mahlûkatını onlara seyrettirmiştir.

Asıl köşkler, altından nehirler akan cennet köşkleridir. Ve bunlar müminler için hazırlanmıştır. Yıldızların birer köşk olarak tasvir edilmesinde, müminleri cennet köşklerine teşvik etme, melekler gibi ibadet ve itaat üzere bir ömür geçirerek dünyanın fâni ve basit evlerine değil, ebedî ve mükemmel saraylara rağbet ettirme manası saklıdır.

9. "Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım Melâikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehâdeti seyredip gezerler." İzah eder misiniz?

Risalelerde “Beden ruhun hanesidir.” buyuruluyor. Bu ifadeden ruhun, bilmeyeceğimiz bir keyfiyette, bedeni hane olarak kullandığı, göz penceresinden bu âlemi seyrettiği gibi diğer duygularla da bu âlemle alâka kurduğu anlaşılıyor.

Burada ise, meleklerin seyyar cisimlerle münasebetleri, “onlara binmeleri” olarak ifade ediliyor. Böylece, meleklerin o maddî cisimlerle birlikte hareket ettikleri, içlerine dâhil olmamakla birlikte, onların tesbihlerini temsil ve onlardaki ince sanatları tefekkür ettikleri ders veriliyor.

Gezegenlere müekkel melekler onlarla birlikte hareket ederek, o semâvî cisimleri temaşa ve tefekkür ettikleri gibi, katrelere müekkel olan melekler de aynı vazifeyi katrelerde ifa ederler.

Biz de bir kitabı okuduğumuzda, ruhumuz görme sıfatıyla o kitabın satırlarını tararken, gözümüz maddesiyle o kitapla herhangi bir temasta bulunmaz. Bunun çok daha farklı ve meleklere mahsus bir şekli de onlarla bindikleri seyyarat arasında geçerlidir.

10. "Bir kısım ecsam-ı hayvâniyye, hadiste 'Tuyurun Hudrun' tesmiye edilen cennet kuşlarından..." Niçin bütün hayvanlar değil de sadece belli hayvanlar nazara verilmiştir?

"Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvâniyye, Hadîste 'Tuyurun Hudrun' tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle, cismanî mu'cizât-ı fıtratı temâşa ederler."(1)

"Bir kısım" denilmekle, uçmayan hayvanlar ayrı tutulmuştur. Yürüyen hayvanlar da cesetlerindeki hasseler yardımıyla bu cismanî âlemi görürler ve onunla temas kurarlar. Ama burada seyyarelerden ve katrelerden söz edildiği için, onlarla alaka yönünden, uçan hayvanlar daha uygun düşmektedir ve diğerleri bahis dışı bırakılmış oluyor.

Sözü edilen hadis-i şerifin metni Yirmi Dokuzuncu Söz’de şu şekilde verilmiştir:

“Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler.”

Haşirden önce ruhların cesetlere girmeleri mümkün olmadığına göre, ehl-i cennetin ruhları, berzah âleminde, cennette gezmeleri için yeşil kuşların cevflerine girmektedirler. Âlem-i cismaniyat ifadesi, bu kuşlar için, cennetin cismanî olan yönüdür.

Berzah âleminde ehl-i cennet, o yeşil kuşların bedenleri yardımıyla cenneti gezdikleri gibi, bu dünya âleminde de her bir kuşun ruhu, o kuşun bedeni sayesinde bu cismanî âlemi gezmekte ve ondan istifade etmektedir.

İnsan bedeninde de aynı mana, tahakkuk eder. İnsanın ruhu göz penceresiyle bu cismanî âlemi seyrettiği gibi, diğer duygularıyla da onlara münasip âlemleri seyreder. Kulaklarıyla sesler âlemine, diliyle tatlar âlemine muhatap olur.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



11. "Tuyurun Hudrun tesmiye edilen cennet kuşlarından tut ta sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridir." Cennet kuşları dünyaya geliyorlar mı? Tesbihat, kuşlara mı ruhlara mı ait?

"Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler. Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler."

"Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, hadiste 'tuyurun hudrun' (1) tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler."(2)

Gerek cennetteki “Tuyurun Hudrun” ve gerekse dünyamızda olan sinekler ve kuşlar, ruhlara bineklik vazifesi yaparlar.

Temaşa eden kuşlar değil, ruhlardır. Ruh o hanede misafirdir. Bu hanede gözlere “pencere olma” vazifesi düşmüştür. Gören pencere değildir, ruh o pencereden bakar.

Üstadımızın “Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.” ifadesinde “bu âlem” kaydı vardır. Demek ki ruh, başka âlemleri göz olmadan da seyredebilir. Bunun en açık misali “rüya” hâdisesidir. Uykuda bu dünyaya bakan pencerelerin kapanmasıyla ruh için başka âleme pencereler açılır. Uyanık halinde karşısındaki duvarın arkasını göremeyen insan, uykuya geçtiğinde geçmiş asırlardaki dostlarıyla görüşür, binlerce kilometre ötedeki mekânları rahatlıkla seyreder.

Üstad, ölüm için; “Itlak-ı ruh” (ruhun kayıtlardan kurtulması) tabirini kullanır. İnsan, ölümün küçük kardeşi olan uykuya geçtiğinde, beden kaydından bir derece kurtulduğu için; rüya âleminde gözsüz görür, kulaksız işitir, ayaksız yürür.

"Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.(İsrâ, 17/44)

"Biz dağları (Davud'un) emrine verdik ki, onunla beraber tesbih ederlerdi." (Sâd, 38/18)

Ayrıca bunun gibi birçok âyet-i kerîmede cansız ve şuursuz varlıklar, canlı ve şuurlu olarak takdim ediliyor ki, bu varlıkların içinde ya da ona vekalet eden şuurlu ruhlara ya da meleklere işaret edilmektedir.

Dipnotlar:

1) "Tuyurun hudrun" Yeşil kuşlar demektir. Hadisin kaynağı: Müslim, İmâra: 121; Ebû Dâvud, Cihad: 25; Tirmizi, Tefsîru Sûreti: 3:19; İbn-i Mâce, Cenâiz: 4, Cihad: 16, Dâremî, Cihad: 18; Müsned, 6:386.

2) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



12. Ruhların, sineklerin cevflerine girerek âlem-i şehadeti seyretmesi ile reenkarnasyon arasında bir münasebet var mıdır?

Reenkarnasyon yani tenasüh; ruhun, bir bedenden diğer bir bedene intikalini kabul eden bâtıl bir itikattır. Bu inanca göre, bedenler ruhların kalıpları gibidir; ruh, kalıptan kalıba, bedenden bedene göç etmektedir. İnsan ruhu, cesedini terk ettikten sonra, karada, havada yahut denizde yaşayan herhangi bir hayvanın bedenine girmekte, oradan da başka bir hayvanın bedenine, bilâhare, tekrar diğer bir insanınkine girerek varlığını devam ettirip gitmektedir. Hattâ bâzı iptidaî kavimler, insan ruhunun, önce madenlere, sonra nebatlara, daha sonra insanlara geçerek bir devr-i dâim şeklinde bir bedenden diğer bir bedene hicret ettiğine inanmışlardır.

Fisagor, "Ruh, tamamen maddeye galip oluncaya kadar beden değiştirir." diyerek bunu, bir felsefî nazariye haline koymaya çalışmıştır. Tâ İlk Çağlara kadar uzanan bu görüş, daha çok basit fikirli insanlarca kabul görmüştür.

Semâvî kitablara inanmayan, peygamberlerin tebliğlerinden uzak olanlar, Allah -u Azimüşşân'ın âhiretteki ebedî ve daimî menzillerini idrak edemediklerinden yahut dar düşüncelerine sığıştıramadıklarından, fıtratlarındaki ebediyet arzusunu tatmin ve teskin edebileceği zannıyla bu fikre saplanıp kalmışlardır. Bu yanlış itikada, zamanla felsefî bir kılıf bile giydirilmiştir.

Reenkarnasyon akla aykırı olduğu gibi, İslam’a göre de küfürdür. Kur’ân’ın dörtte biri, ölümden sonra ikinci yeni bir hayatın varlığından bahsetmektedir.

Şu âyetler, bunu açıkça ilan ediyor: 

"Nihâyet, onlardan birine ölüm gelip çattığında, 'Rabbim, der, lütfunla beni  geri gönder. Ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş yapayım.' Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır." (Mu’minun, 23/99-100)

Tenasühün akıl ve mantık açısından hiçbir tutarlı tarafı yoktur.

Tenasüh varsa ve vâki ise, bütün insanlara şâmil olması, az çok her insanın, hâlihazır bedenine girmeden önce misafir olduğu bedenleri ve o bedenlerde iken yaptığı işleri hatırlaması gerekir. Milyarlarca insanın yaşamadıkları, bilmedikleri ve inanmadıkları bir hurafeyi, ısrarla piyasaya sürmenin mantık ve muhakeme açısından hiçbir değeri olamaz.

13. Kesafetli topraktan letafetli hayatın, küduretli sudan nuraniyetli zevilidrakin yaratılmasını izah eder misiniz? Zulmet bahrinden, zişuur mahlukatın yaratılması ne manaya gelmektedir?


"Elbette kesafetli topraktan ve küdûretli sudan mütemadiyen letâfetli hayatı ve nuraniyyetli zevil-idrâki halkeden Hâlık'ın, elbette ruha ve hayata münâsip şu nur denizinden ve hatta zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem çok kesretli olarak vardır..." (Sözler, On Beşinci Söz.)

Burada su ve toprağın katı maddeler olmalarına rağmen, onlardan latif hayatın yaratılmış olması misal verilerek, nurdan ve zulmetten de mahlukların yaratılabileceği ifade ediliyor. Zira bunlar suya ve toprağa göre daha latif olduğundan, hayata menşe olmaya daha liyakatlidirler.

Melekler, nurdan yaratılırlar. Zulmetten ne gibi varlıklar yaratıldığını kesin olarak bilmemekle beraber, bunların cinlerden bir kısım olabileceği tahmin ediyoruz. Ama bazı varlıkların zulmetten ve karanlıklardan yaratılmaları mümkün olacağını da bütün ruhumuzla tasdik ediyoruz.

Bildiğimiz kadarıyla, ruhaniyat üçe ayrılıyor: Cinler, melekler ve bir de vefat etmiş olan insanların ruhları. Cinler ateşten, insanlar ve hayvanlar topraktan, melekler ise nurdan yaratılmışlardır. Bilemediğimiz bir başka grup da karanlıktan yaratılmış olabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden ve hatta elektrikten ve sair seyyalat-ı latifeden halk olunan..." Bu sayılan maddelerden yaratılan farklı seyyalat-ı latifenin her biri ayrı bir cins midir?

"Belki madde-i nurdan, hatta zulmetten, hatta esîr maddesinden, hatta manalardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zihayat, zişuuru kesretle halkeder..." ifadesini açıklar mısınız, manadan varlık nasıl yaratılır?

İkinci Basamak Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Zemin ile gökler bir hükümetin iki memleketine benzetiliyor. Bu benzetmeyi izah eder misiniz?

Birçok âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kendisini “semâların ve arzın Rabbi,” “semâların ve arzın Hâlık’ı” olarak tanıtır. Âyet-i kerîmelerde geçen “semâvât” yerine burada "gökler" denilmiş, keza arz da "yer" olarak geçmiştir. Her ne kadar semâlar yerküremizden çok büyük ise de kâinat ağacının meyveleri yerküresinde yer almışlar, semâlar da yeryüzü de bu meyvelerin meydana gelmesi için el ele çalışmışlardır.

Ahirete iman ile göçen müminler de ölüm ile maddî cesetlerini çıkarıp yıldızlarda seyran ederler.

"Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor. Vahye istinad eden bütün edyân-ı semaviyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melâike ve ervah semadan zemine geliyorlar."(1)

Buradaki "gökler" tâbirinden göğün tek olmadığını anlıyoruz.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



2. Zeminle gökler arasında irtibatla mühim muamelelerin olduğu söyleniyor ve semâdan zemine gelenler sayılıyor. Zeminden semâya gidenler hususunda düşüncenizi alabilir miyiz?

En yakın yıldızın dünyamıza yaklaşık dört küsur ışık yılı uzaklıkta olduğu söyleniyor. Buna göre, arzdan semâya gidenleri, yerküresindeki maddî varlıklarda aramamak gerekiyor. Semâya gidenleri Üstad Hazretleri şöyle dile getiriyor:

"Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider. Öyle de ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesedlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler."(1)

“Ağırlıklarını bırakan”, yani vefat etmekle beden yükünden kurtulan ruhlar, Allah’ın izniyle semâya giderler. Bu İlahî izin peygamber ruhları, evliya ruhları ve imanla vefat edip kabir azabına dûçar olmayan diğer mü’minlerin ruhları içindir.

İnsanların her zikrinden ve tesbihinden bir melek yaratıldığı dikkate alındığında, yerden de semâya melekler gönderildiği söylenebilir. Öte yandan, bilhassa Kadir Gecesi'nde semâdan arza inen meleklerin tekrar geri dönmeleri de arz ile semâ arasındaki gidip gelmeye bir misal olabilir.(bk. Kadr, 97/4)

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



3. Melaike ve ervahın zemine geldiği ifade ediliyor. Bunlar kimlerdir, gelme keyfiyetlerini nasıl anlamalıyız?

Yeryüzü de semâ gibi meleklerle doludur. Dikilen her yeni ağaca, açılan her yeni çiçeğe müekkel yeni bir melek yaratılmaktadır.

Üstad Hazretleri ölümü “ıtlak-ı ruh” yani ruhun serbest kalması şeklinde tarif eder ve bir risalesinde ölüm hakkında şöyle buyurur;

"...ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir."(1)

İman ile göçen ve kabir azabı görmeyen müminlerin ruhları yıldızlarda gezebiliyor ve berzah âleminde nice dostlarıyla görüşüyorlar. Bu yüksek ve serbest ruhlar, belli zamanlarda, bilhassa cuma gününde, arefe ve bayram günlerinde yeryüzüne inmektedirler. Bunun keyfiyetini bilemeyiz. Ancak, kendi ruhumuzda buna delil olacak çok hususiyetler vardır.

Üstadımızın “… herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider.” ifadesi, bu noktada bize ufuk açmaktadır.

Meselâ, gözümüz maddî olduğu için yerinde dururken, ruhun görme sıfatı bir anda semâya çıkar, Güneş'e varır, yıldızları dolaşır. Beden kaydından kurtulan bir ruhun da bu işi bizzat ve çok kolay bir şekilde yapacağını müstakim her akıl rahatlıkla kabul eder. Ama kendi ruhunun mahiyetini bilemeyen insan, bu gitme ve gelmelerin de keyfiyetini, hakikatini bilemez.

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı.



4. "Sekine-i arz için semâya çıkmaya bir yol vardır." cümlesinde "sekine-i arz"dan maksat nedir?

“Sekine-i arz” denilince, arzda sakin olan, yerleşmiş bulunan bütün canlılar anlaşılmakla birlikte, semaya çıkma hadisesi bilhassa insanlara bakmaktadır.

"Bundan, hisse karib bir hads-i kat'î ile bilinir ki, sekene-i arz için, semaya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider. Öyle de ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervâh-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler."(1) 

Dünya üzerinde insan ve cinlerden başka latif ve ruhanî varlıklar da vardır. Üstad Hazretleri bunların hava unsurundan, karanlıktan, hatta elektrik gibi seyyal ve latif varlıklardan da yaratıldıklarını ifade etmektedir.

Cenab-ı Hak, her varlık nevinden şuurlu ve hayatlı mahlûkları yaratabilir. Topraktan toprak gibi kesif şeyler vücut bulur, ateşten ateşe münasip varlıklar yapılır, nurdan da nuranî varlıklar yaratılır. Elektrikten de elektriğe uygun mahlûkat yaratılmıştır. Üstad Hazretleri bu manaya şöyle işaret etmektedir:

"İşte, nasıl hakikat böyle iktiza ediyor. Hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünkü şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küduretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz'î olan sudan, mütemadiyen, hummâlı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil'idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette, ruha çok lâyık ve hayata çok münasip şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i lâtifeden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır."(2)

Bu noktaları nazara alırsak, semaya giden arzî varlıkların kimler olduğunu bir derece tahmin edebiliriz.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.

2) bk. age., Yirmi Dokuzuncu Söz.



5. Enbiya ve evliyanın ervahlarının ağırlıklarını bırakması ne demektir? Bu açıdan, Resul-i Kibriya’nın cesedi ile miraç yolculuğu yapmasını nasıl anlamalıyız? Cesetlerini çıkaran ervah-ı emvat kimlerdir? Ağırlıkla, ceset ve günah ilişkisi nasıldır?

"Ağırlık"tan kastedilen bedendir. Ruhun bedenden ayrılması, bir insanın ağır bir yükten kurtulmasına benzetilmiştir.

Habib-i Kibriya Efendimizin (asm.) miraç mu’cizesi ruh ve beden beraberliğiyle tahakkuk ettiği gibi, Hz. İsa’nın (as) göğe çekilmesi de yine ruh-beden birlikteliği ile olmuştur. Bunlar birer mu’cizedirler; âdetullah ise bu dünyada ruhların ancak bedenlerden çıktıktan sonra sema âlemlerine yükselebilecekleri şeklindedir.

Şu var ki, enbiya ve evliyanın ruhları cesetlerine galiptir. Belki de bunun için Üstad Hazretleri bunlar için “ağırlıklarını bırakan”, diğer müminler için ise “cesetlerini çıkaran” tabirlerini kullanmıştır.

Öte yandan günahlar da insanın kabir azabı çekmesine, dolayısıyla de semalara yükselmelerine mâni olmaları yönüyle mecazî olarak birer ağırlık kabul edilebilir.

6. "Elbette cesed-i misâlî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler. " Burada sekene-i arz ile havanın mukayese edilmesinin sebebi nedir? "Cesed-i misali" nedir, nasıl giyilir, izah eder misiniz?

Burada geçen “hava” kelimesi, sekene-i hava demektir. Arzın yüzünde ve havasında yaşayan birtakım sakinlerin de semaya gidebildikleri ifade ediliyor. Kesin bir şey söylemek doğru olmamakla birlikte, bunların “mümin cinler” olduğu düşünülebilir.

 Bu dünyada cinler ile insanlar imtihana tabi tutulmuşlardır. İnsanlar, iman etmeleri ve salih ameller işlemeleri halinde, ölümü tattıklarında beden kaydından kurtulup semaya gidebilirler. Aynı mana, cinler için de düşünülebilir. Onlar insanlardan çok daha uzun ömürlü olmakla birlikte, sonunda ölümü tadarlar ve kabir azabıyla kayıtlanmamışlarsa semaya gidebilirler.

Üçüncü Basamak Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Semanın sekeneleri ile zeminin sakinlerinin fıtratları ile mekânları arasında bir tenasüb ve muvazene olduğu anlaşılmaktadır. Acaba yer küresinde bulunan meleklerin, semavatta vazife yapmaları onlar için bir sıkıntı ve meşakkat sebebi olabilir mi?

"Semanın sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttıradı ve vüsat ve nuraniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame ve münakaşayı icap edecek bir sebep yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir."(1)

Meleklerin gıdaları ibadettir. Cennette vazifeli bir melek, cennet ehline hizmetle ibadet vazifesini yerine getirdiği gibi, cehennemde vazife gören melek de cehennem ehline azap vermekle ibadetini yerine getirmiş olur. Onların tenezzüh için mekân seçme gibi bir meseleleri yoktur. Yeryüzünde vazifeli melek de arşa müekkel melek gibi ibadet ve tefekkür zevkinden hissesini alır.

Şu var ki, buranın melekleri buraya göre, arşınki de oraya göredir. Yeryüzündeki canlılar birbirinden çok farklı oldukları halde her canlı, kendi hayatından memnun olduğu, başka türleri kıskanmadığı, halinden şikâyetçi olmadığı gibi, ondan çok daha ileri bir derecede, her melek kendi makamından ve vazifesinden memnundur.

O muti ve nuranî varlıkları, şehir merkezi yerine uzak bir köye tayin edilen memurlarla kıyas etmek yanlış olur.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



2. Semavat için, "Müzahame ve münakaşayı icap edecek bir sebep yoktur..." deniyor. Diğer yandan: "...ta sema âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar,.." deniyor. Burada bir tezat yok mudur?

Sema çok büyük ve ihatalı bir mekân olduğu için, onu tek bir mevki ve makam şeklinde değerlendirmek hatalı olur.

Semanın kısm-ı azamı sükut içinde ve sükunetlidirler. Yani o mülk içinde barınan ve yaşayan varlıklar muti ve emirberdirler. Denebilir ki sema mülkünün yüzde doksan sekizi, doksan dokuzu tam bir itaat ve emir tahtındadır. Burada bir kargaşa ve çalkantı yoktur. Hayır mutlak galiptir.

Lakin semanın yüzde birlik veya ikilik olan sınır kısımlarında bazı çarpışma ve mücadeleler vardır. Cinni şeytanlar, o sema tabakasının sınırlarına yaklaşıp oradan kulak hırsızlığı yapmaya çalışırlarken, oranın muhafızları olan melekler de onlara alevden dökülmüş şahapları fırlatıyorlar.

 Kur’an nazil olmadan önce kahinler, cinler vasıtası ile  semadan yarım yamalak haberler alıp gaybi bazı hadiseleri önceden haber verebiliyorlarmış. Kur’an nazil olmaya başlayınca, bu yol cinlere kapatılmıştır. Yani eskisi gibi cinler nurani ve şeffaf vücutlarına güvenip sema dairesine çıkamadılar artık. Dolayısı ile sema dairesine bahsi geçen kader levhalarının haberlerine de vakıf olamıyorlardı. Böylece sema tarafı büyük bir güvence altına alındı.

 Semanın güvence altına alınmasının sebebi, Kur’an’ın semadan nazil olmasıdır. Böylece Kur’an hakkında en ufak bir şaibe ve şek kalmamış oluyor. Yani "Acaba Hazreti Muhammed’i (asm) -haşa- cinler mi aldatıyor ya da ona gelen vahyin içine cinlerin yalan yanlış haberleri karışıyor mu?" şüphesi bertaraf edilmiş oluyor.

Tabi, cinlerin bu kulak hırsızlığı sema aleminin merkezi ve başkenti konumunda olan mele-i a'la denilen meleklerin müzakere meclisinde değil, sema aleminin, tabiri yerinde ise, taşraları hükmünde olan köşe ve bucaklarındaki mevkileridir. Genelkurmay karargahında alınan kararlar nasıl sınır karakollarına tebliğ ediliyor ise, aynı şekilde mele-i a'lada alınan kararlar da semanın sınır karakolları hükmünde olan yerlerine tebliğ ediliyor. İşte cinlerin kulak hırsızlığı yaptığı yerler semanın bu sınırlarıdır. Yoksa semanın merkezi hükmünde olan mele-i a'la değildir. 

Semanın bu mahiyeti anlaşıldıktan sonra, zahirdeki tenakuz giderilmiş olur. Yani sema dairesinin kahir ekseriyeti sükunet içinde iken, semanın kıyı şeritleri hayır ile şerrin sembolik çarpışmasına sahne olmaktadır.



3. "Evet, zeminde ezdad içtima etmiş, eşrar ahyara karışmış, içlerinde münakaşat başlamış. O sebepten ihtilâfat ve ıztırabat düşmüş. Ve ondan imtihanat ve müsabakat teklif edilmiş. Ve ondan terakkiyat ve tedenniyat çıkmış." Bu cümleyi izah eder misiniz?

Allah dünyayı imtihana münasip bir şekilde yaratmıştır. İmtihanın muktezası olarak iman-küfür, hayır-şer, iyi-kötü, elem-sevinç, darlık-bolluk hep iç içedir. Şayet her şey mükemmel olsa ve şerler olmasaydı, o zaman imtihan diye bir şey olmazdı. 

"Ebû Cehil gibi kömür ruhlu, Ebû Bekir-i Sıddîk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zâyi olacaktı."(1)

1) bk. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, Şakk-ı Kamer Mucizesine Dair. 



4. "Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir." Şecere-i hilkati izah edip, beşer ve insan kavramı arasındaki farka değinir misiniz?

Şecere-i hilkat, yaratılış ağacı anlamına geliyor. Kâinat ve yaratılış bir ağaca benzetilerek ifade ediliyor. 

Bir ağaç nasıl çekirdeğin toprak altına girip çatlayarak ve gelişerek dal budak salıp en sonunda güzel bir meyve veriyor ise kâinatta aynı şekilde bir ağaç gibi nur-u Muhammedi (asm) çekirdeğinden çatlayıp çıkan sonra peyderpey genişleyerek önce cansız varlıklar, sonra nebatat, sonra hayvanat ve en sonunda insanlığın meydana geldiği bir yaratılış ağacıdır. 

Ağacın en önemli gayesi nasıl meyvesi ise kâinat ağacının da en önemli meyvesi insandır. Ağacın kökü, gövdesi, dal ve budakları, çiçekleri nasıl hep meyve vermek üzere akıp gidiyor ise, bütün kâinat ve içindeki külli unsurlar da insana hizmet edip insan için sevk ve idare ediliyorlar. 

Bütün kâinatın insana hizmet etmesi insanın iman edip ibadet ve şükür ile Allah’a kulluk etmesi içindir. Meyve vermeyen ağaç nasıl kesilip yanmak için odun yapılıyor ise aynı şekilde imansız, şükürsüz ve ibadetsiz insan da cehennem alevleri içinde yanmaya namzet işe yaramayan bir kütük gibidir. 

Beşer: Kelime olarak, insan derisinin dış yüzleri, anlamına geliyor. Terim olarak insan, Âdem, insanoğlu, Âdemoğlu gibi manalara geliyor. Bu yönden insan ile beşer arasında pek bir fark yok, küçük nüanslar vardır. Risale-i Nur'da her ikisi de sıklıkla kullanılmıştır. 

Kur’an, insan türüyle ilgili fizyolojik yapısı bağlamında bir şey söyleyeceği zaman “beşer” kavramını tercih etmektedir. Beşer daha ziyade insanın fiziki yapısını ifade ederken, insan manevi yapısını ifade ediyor denilebilir.



5. "Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cem'iyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz'üdür." cümlesini izah eder misiniz?

Ağacın önce kökü, sonra sıra ile gövdesi, dal ve budakları, yaprağı ve en sonunda da meyvesi yaratılır.

Buradaki “en uzak” ifadesi, meyvenin en son yaratıldığını ifade eder. Yine ağacın en cem’iyetli parçası, ağacın tüm özelliklerini taşıyan meyvesidir. Ağacın dalında ve yaprağında, ağacın bütün hususiyetleri yoktur, ama ondan süzülen meyvesinde tüm hususiyetler mevcuttur. O meyvenin çekirdeğini toprağa atarsanız ondan bir ağaç çıkar.

Yine ağacın en nazik kısmı meyvesidir. Çünkü ağaç, “bütün hey’etiyle meyvesine teveccüh” eder. Kök, dal, yapmak ve çiçek hep meyveye hizmet ederler. Nazik olmayı şöyle de anlayabiliriz: Ağacın bazı dallarını koparsanız da hayatı devam edebilir, ama çekirdeğine az bir zarar verseniz, artık ondan bir ağaç çıkmaz.

"Kâinat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyid-ül Enbiya Ve-l Mürselîn, İmam-ül Müttakin, Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir."(1)

Kâinatı bir ağaca benzetildiğinde elementler o ağacın dalları, bitkiler yaprakları, hayvanlar çiçekleri, insanlar onun meyveleri olurlar. Bir ağaç her şeyiyle meyveye hizmet ettiği gibi, bu kâinat da bütün elementleriyle, bitkileri ve hayvanlarıyla insana hizmet etmektedir.

1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şemme.



6. Risale-i Nur'da geçen "dünya" kelimesi hangi manalara gelmektedir?

Türkçemizde "küre-i arz" için dünya kelimesi kullanılıyor. Aslında dünya, âhiretten bu tarafa olan her şey olup, bütün kâinatı içine alan bir ifadedir. Ancak, kullanılırken bu mana pek nazara alınmaz ve yerküresi kastedilir. Bu sebeple, "zemin ve küre-i arz" hakkında yapılan bütün tarifler ve izahlar, dünya için de aynen geçerlidir.

"Nev-i insanî bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir; bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; âhiret sûretine girmek için o da ölecek."(1)

1) bk. Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem’a, Sekizinci Rica.



7. Üçüncü basamakta geçen "bütün kâinatın kalbi, merkezi" ne demektir?

“Kalb” kelimesi burada merkez manasına kullanılmıştır. Kâinatın yaratılış sebebi ve en mükemmel meyvesi olan insan küre-i arzdadır.

"Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim de mahlûkatı yarattım."(1)

hadis-i kudsîsinde beyan edilen marifetullah vazifesini en mükemmel manada yerine getiren kâmil insanlar, başta Peygamber Efendimiz (asm) ve sair peygamberler, hep bu yerküresinde yaşamış ve vazifelerini burada sürdürmüşlerdir.

Diğer taraftan, kıyametin kâfirler üzerine kopacağı düşünülürse, kâinatın hayatının devamı da yerküresindeki müminlerin varlığına bağlıdır. Kalp durunca yahut vazife yapamaz hale gelince insan hayatı nihâyet bulduğu gibi, yeryüzünde iman edenlerin kalmaması yahut tam mağlup hale gelmesi halinde de kıyamet kopacaktır.

Bu yönüyle de küre-i arz kâinatın kalbidir ve kâinatın varlığının devamı, onda yaşayan insanların iman ve marifet vazifelerini yerine getirmelerine bağlıdır.

1) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, 2, 132. 



8. Üçüncü basamakta geçen "bütün mu'cizât-ı sanatın meşheri, sergisi" ne demektir?

Allah’ın her eseri mu’cizedir, yani başkaları onun mislini yapmaktan âcizdirler. Yıldızlar birer sanat mu’cizesi oldukları gibi, her bir çiçek de bir mu’cizedir. Bu mu’cizelerin, çeşit yönünden, en fazla olduğu mekân ise yeryüzüdür.

Her bitki ve her hayvan birer mu’cize olduğu gibi, onların her bir cüzleri de yine ayrı birer mu’cizedir. Mesela, insan yaratmak Allah’a mahsus olduğu gibi, göz yaratmak, kalp yaratmak, ciğer ve böbrek yaratmak da yine Allah’a mahsustur ve bunların her biri ilâhî bir sanat eseridir ve bir kudret mu’cizesidir. Yeryüzünü bu manada seyrettiğimizde, onun bir meşher, yani bir teşhir salonu, bir sergi olduğunu görürüz. Serginin kendisi de mu’cizedir, onda sergilenen her şey de.



9. Üçüncü basamakta geçen "bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi" ne demektir?

Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimleri, dünyada yaşayan varlıklarda, bilhassa insanda, hatta insanın kalbinde tecelli eder.

"Meselâ, kalb-i beşerde şu âlem-i kebîrin safahâtında tecellî ve ihâta eden bütün esmânın âsârını göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevkî tutan kuvve-i hâfıza-i insaniyede bir kütüphâne kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisât-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte derc etmek, elbette ve elbette Hâlık-ı Küll-i Şeye has ve bu kâinatın Rabb-i Zülcelâline mahsus bir hâtemdir."(1)

Sema âleminde, Allah’ın Halık, Malik, Müzeyyin, Musavvir, Kayyum, Hâkim gibi birçok ismi tecelli etmekle birlikte, Rahmân, Rahîm, Rezzak, Şâfi, Hâdi, Tevvab, Ğaffar, Settar gibi isimleri tecelli etmezler. Tecelli yönünden dünyamız semalardan çok daha zengindir.

Öte yandan, küre-i arz kâinattaki tecellilere de nokta-i mihrakiye olmuştur. Yani, havadan, suya, Ay'dan, Güneş'e kadar birçok varlıkta tecelli eden isimlerin hareket noktası, yani tecelli sebepleri arzda yaşayan canlılar ve bilhassa insanlardır.

"Güneş niçin bu büyüklüktedir ve bu özelliklere sahiptir?" sualinin cevabı açıktır. İnsana böyle bir güneş lâzım olduğu için.

Atmosfer niçin başka küreleri değil de arzımızı ihata etmiştir? Çünkü insana böyle bir hava lâzımdır.

Suyun terkibinden, bütün elementlerin hususiyetlerine kadar her şeyin mihrak noktası insandır. Yani bütün bunlar insana göre şekillenmiş, insan için hazırlanmış, ona göre bu meziyetlere sahip kılınmışlardır. İnsanın hizmetine verilen bütün bu varlıklar, ilâhî sıfatların ve isimlerin tecellileriyle meydana geldiklerinden, bütün bu tecellilerin de nokta-i mihrakiyesi küre-i arz, yani onda misafir olan varlıklardır.

1) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam.



10. Üçüncü basamakta geçen "nihâyetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve ma'kesi" ne demektir?

Yeryüzü, canlıların misafir olmalarına en münasib şekilde terbiye edildiği gibi, üzerinde yaşayan her canlı nev’i de ayrı ve hususî bir terbiyeden geçmiştir. Arının ve koyunun terbiyeleri birbirinden çok farklı olduğu gibi, aslanın terbiyesi de ceylanınkine benzemez. Çamın terbiyesiyle, kavağınki; elma ağacının terbiyesiyle hurma ağacınınki de birbirinden çok farklıdır.

İşte böyle, bitkisinden hayvanına, taşından toprağına, havasından suyuna kadar pek çok farklı terbiyelerin yeryüzünde sergilenmiş olmasından dolayıdır ki, arzımız “nihâyetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve ma'kesi” olmuştur.

“Makes”, akis yeri yani “ayna” demektir. İlahî terbiyenin her çeşidine arzımızdaki varlıklar birer ayna olmuş ve bu terbiye faaliyetinin her tarafı istila etmesi cihetiyle de arzımız “nihâyetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri” olmuştur.



11. Üçüncü basamakta geçen "hadsiz Hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvanâtın kesretli enva'-i sağîresinde, cevâdâne îcadın medâr ve çarşısı," ne demektir?

Yeryüzünde üç milyondan fazla canlı türü olduğu tespit edilmiş. Bunlar içerisinde küçük hayvanlar çok daha süratle çoğaldıkları için “enva'-i sağîre” ifadesiyle bu küçük türlere dikkat çekiliyor. Bir çift karasineğin bir bahar mevsimi boyunca beş buçuk milyara çıktığı söyleniyor.

Küçük hayvanlar büyüklerden sayıca çok olduğu gibi, küçük bitkiler de büyük ağaçlardan çok fazladırlar.

Öte yandan, bu küçük varlıklarda çok ince sanatlar sergilenmektedir. Üstat Hazretleri, bu manaya dikkat çekerek, “Bir sineğin hilkati hayret-fezâdır filden,” buyurur.



12. Üçüncü basamakta geçen "pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta numunegâhı" ne demektir?

Cenab-ı Hak, cennetteki bütün nimetlerin numunelerini ve küçük misâllerini dünyada sergiliyor. Tâ ki, bu küçük ve fâni misâllere bakanlar o büyük ve ebedî eserlere müşteri olsunlar. Bu gölgelere bakanlar, bunların asıllarına kavuşma iştiyakı duysunlar.

Hiç tatmadığımız bir meyveyi özlememiz söz konusu olmaz.

Allah Resulü (asm) cennetteki nimetleri “hiçbir gözün görmediğini, hiçbir kulağın işitmediğini ve hiç kimsenin de kalbine gelmediğini” haber veriyor.

Dünyanın nehirleri cennet nehirleri yanında, dünyanın köşkleri cennet köşkleri yanında, dünya bahçeleri cennet bahçeleri yanında gölge gibi zayıf kalırlar.

İnsanlık âlemi, bu dünya hayatında "gölgelerde kaybolmayıp asıllara talip olma" imtihanı veriyor.



13. Üçüncü basamakta geçen "mensucât-ı ebedîyenin sür'atle işleyen tezgâhı" ne demektir?

Dünyamız kendi ekseni etrafında saatte 1.670 km. hızla, Güneş etrafında ise saatte 108 bin km hızla dönüyor. Her an ebedî âlem hesabına sevap ve günah dokuyor. Bir anda yeryüzünde sayılamayacak kadar çok güzellik ve yine sayılamayacak kadar çok çirkinlik sergileniyor. Sokağa çıkan iki gencin karşısına haram bir tablo çıktığında, ona hevesle bakan cehennem namına, yüz çeviren ise cennet namına bir amel işlemiş oluyor.

Müşteriye muhatap olan iki satıcıdan, yalan söyleyen ve malını yersiz metheden günah işlerken, ticaretinin helal dairesinde olmasına dikkat eden sevap meyvesi alıyor.

Konuşan iki gruptan gıybet edenler, yanlış işler planlayanlar cehennem namına çalışırken, hayırlı şeyler konuşan ve yine güzel işlerin meşveretini yapanlar cennetlerini inşa ediyorlar.

Bir dilenciyle karşılaşan iki kişiden biri onu azarlarken, diğeri sadaka verip onun gönlünü kazanıyor.

Böylece, bütün insanların bir anda yaptıkları işlerden, sayısız sevap ve günahlar dokunduğuna göre, zamanın bütün dilimleri ve dünyaya imtihan olmak üzere gelen bütün insanlar birden nazara alındığında dünyanın cennet ve cehennem namına durmadan çalıştığı daha iyi anlaşılır.



14. Üçüncü basamakta geçen "menâzır-ı sermediyenin sür'atle değişen taklidgâhı" ne demektir?

"Taklidgâh" kelimesi, Üstad Hazretlerinin şu ifadelerini hatırlatıyor:

"Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen süratli içtimâlar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtimâ için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller; bir temsildir, bir takliddirler. O zât, mu'cize ile yapıyor. Tâ sûretleri alınıp terkib edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın."(1)

"Taklit" kelimesi, âhiretin asıl, bu dünyanın ise ona nisbetle gölge âlem olması dolayısıyla kullanılmıştır. Dağ resmi dağın, heykel de insanın taklidi olduğu gibi, âhiretteki ebedî manzaralara göre dünyanın geçici manzaraları taklit kadar aşağı derecede kalmakta ve ebediyete âşık olan insan kalbini tatmin etmemektedir.

1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Suret.



15. Üçüncü basamakta geçen "besatîn-i dâimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı" ne demektir?

Bu dünya, çok geniş olan âhiret âlemlerine nisbetle çok dar ve o ebedî mülkün yanında kısa bir zamana sıkışmış gibidir. Ancak, o geniş ve ebedî âlemin bostanları bu kısa dünya hayatındaki tohumlardan çıkmaktadır. İşlenen her güzel amel kısa bir zamanda meydana gelmekle birlikte, sahibine daimî bahçeler, bostanlar kazandıran bir çekirdek gibidir.



16. Üçüncü basamakta geçen "san'atına bir meşher" ile "îcadına bir mahşer" ne demektir?

Meşher; teşhir yeri ve sergi demektir. Mahşer denilince de aklımıza hemen âhiretteki o büyük toplanma mekânı gelir. Burada geçen mahşer ifadesiyle, hesap günündeki o toplanmanın küçük numunelerinin dünyada da sergilendiğine işaret edilmekte ve bu manayı ders veren şu âyet-i kerîme hatırlatılmaktadır:

"Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; o her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum, 30/50)

Öte yandan, mahşer kelimesinin büyük kalabalık manası da var. Bu manasıyla, yeryüzünde üç milyondan fazla hayvan türü birlikte düşünüldüğünde, hayal âleminde muhteşem bir kalabalık canlanır. Buna bütün bitki türleri de eklendiğinde tablo daha da muhteşem olur.



17. Üçüncü basamakta geçen "hikmetine medâr" ne demektir?

Medar kelimesi lügatte "devredilen mekân" demektir. Burada mecaz olarak kullanılmıştır. Hem bir bütün olarak dünyanın kendisinde hem de üzerinde yaratılan her varlıkta ve her hadisede hikmetin hâkim olduğu manasını ifade eder. Bunların hiçbirinde faydasızlık ve abesiyet görülmediğini ders verir.



18. Üçüncü basamakta geçen "kudretine mazhar" ne demektir?

Mazhar, bir şeyin göründüğü, zâhir olduğu mekân demektir. İlim bir manadır, kitapta kendini gösterir. Böylece kitap ilme mazhar olmuş olur. Aynı şekilde kudret de görünmez bir sıfattır, mahlûkatın yaratılmasında ve kolayca idare edilmesinde kendini gösterir.

Her mahlûk Allah’ın kudretiyle yaratılmakla birlikte, bu hakikat küre-i arzda daha yakından müşahede edilir. Dünyanın hem kendi, hem de Güneş etrafında hassas bir nizamla hareket etmesinde bu kudret göründüğü gibi, rüzgârın esmesinde, canlıların hareket etmelerinde, çekirdeklerin ağaç olmasında, yumurtalardan ve nutfelerden nice canlıların çıkarılmasında da müşahede edilir. Çevremize bu nazarla baktığımızda, her şeyin ilahî kudrete bir ayna olduğunu yakinen görür ve biliriz.



19. Üçüncü basamakta geçen "rahmetine mezher" ne demektir?

Mezher, çiçeklik demektir. Dünyada hayat süren her varlıkta Allah’ın rahmeti bir çiçek gibi âdeta tebessüm eder. Kendi simamıza bakalım; bir çiçek bahçesini andırıyor. Saçımız, kaşımız, gözümüz, burnumuz, kulağımız ve ağzımız birer rahmet çiçeği gibidir.

Bedenimizdeki bütün organlar, onları meydana getiren bütün hücreler, ruhumuzdaki bütün latifeler de ayrı birer çiçek hükmündedirler.



20. Üçüncü basamakta geçen "cennetine mezra" ne demektir?

Hadîs-i şerîfte "Dünya âhiretin tarlasıdır."(1) buyuruluyor.

Risale-i Nur’da ömür dakikaları çekirdeklere, tohumlara benzetiliyor. Demek ki, bu dünya tarlasına zaman ekiyoruz. Hayırlı işlerde geçen zamanlar âhirette cennet meyvesi veriyorlar.

1) bk. Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I, 412. 



21. Üçüncü basamakta geçen "hadsiz kâinata ve mahlûkat âlemlerine ölçek" ne demektir?

Üstad Hazretlerinin Hâşiye'deki ifadelerini aynen aktaralım:

"Evet, küre-i arz küçüklüğüyle beraber semâvata karşı gelebilir. Çünkü nasılki dâimî bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir. Hem bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zâhiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek müvâzeneye çıkabilir."(1)

Metinde de geçtiği gibi, dünya semâvata göre küçük görünse de onda daimî bir tebeddülatla mahsul alınıp başka âlemlere boşaltıldığı, yerlerine yeni varlıkların getirildiği düşünülürse, arzın semadan geri kalmadığı görülür.

"Zahiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvazeneye çıkabilir." cümlesinde mukayeseye esas olan şey, mahsuller değil, o mahsulâtın tartıldığı ölçektir. Mahsulâtın çokluğu  ölçeğin ne kadar büyük bir iş yaptığına bir mikyas oluyor.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz, Haşiye.



22. Üçüncü basamakta geçen "mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme" ne demektir?

Üstad Hazretleri Yirminci Mektub'un “Veyümit” (ölümü veren O’dur) kelimesinin izahında şöyle buyurur:

"Şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile mütemadiyen istikbalden gelip hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür."(1)

Bir asır sonrasının bütün canlıları şu anda istikbaldeler. Yaratıldıklarında hazır zamana (hale) uğramış olacaklar. Öldüklerinde ise artık onlardan söz edilirken geçmiş zaman kipi kullanılacak. Torunlar istikbalde beklerken, dedeler maziye dökülmüş bulunuyorlar.

1) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



23. "Hem şu mahdud arz, hadsiz mu'cizât-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sâir zîhayatlar gibi fıtrî bir had..." İzah eder misiniz?

“Hem şu mahdud arz, hadsiz mu'cizât-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sâir zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur."(1)

Bu cümlede üç ayrı mesaj birlikte verilmiş.

Birincisi: Her şeyiyle sınırlı yer olan yer küresinin “hadsiz mu'cizât-ı kudrete mazhar”  olması.

Dünyamızda yaratılan her eser bir kudret mucizesidir. Ne bir çiçeğin, ne bir böceğin, ne de insandaki her hangi bir organın mislini getirmek beşer için mümkün değildir. Hepsi ilahi bir sanat eseridir ve her biri kudretin bir mucizesidir.

İkincisi: Yer yüzünün en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına fıtrı bir had konulmamış olması.

İnsan dışındaki her bir canlının ruhuna takılan kabiliyetler sınırlıdır. Hiçbiri bu sınırlar dışında bir iş yapamaz. Ama insan öyle değil; hayır olsun şer olsun birbirinden farklı, hatta birbirine zıt sonsuz denecek kadar çok işi yapabilecek bir istidada sahip kılınmış.

Bu iki hakikati birlikte düşündüğümüzde şu hakikat ortaya çıkar:

Yer yüzündeki bu sonsuz kudret mucizelerini hiçbir hayvan türü ne inceleyebilir ne de onlardaki ince sanatı idrak edebilir. Tâ ki onlara hayret etsin ve ruhunda bir hayranlık doğsun. Bu işi ancak kuvvelerine bir sınır konulmamış olan insan nevi yapabilir. 

Üçüncüsü: İnsan bu mükemmel ve çok yönlü istidadını hayırda kullandığı takdirde onun için sonsuz terakki kapıları açılır, aksi halde yani istidadını yanlış kullandığı takdirde yine sonsuz bir tedenniye mahkum olur.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



24. On Beşinci Söz'de: "İns ve cinnin kuvalarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur." deniyor. Peki, neden insan cinlerden üstündür?

Evvela, cinler irade sahibi varlıklar oldukları için, onların nihayetsiz terakki ve tedenni içinde olmaları makul ve zahirdir.

İkincisi, cinlerin nihayetsiz terakki ve tedenniye kabil olmaları, insandan üstün olmalarını gerektirmiyor.

Üçüncüsü, üstünlük bir vasfa müstenit bir şey değil, bütün mahiyete bakan bir husustur ki, insan ile cinlerin tamam-ı mahiyeti mukayese edildiğinde, insanın üstün olduğu sabittir.

Dördüncüsü, ayet ve hadislerde insanın cinlere takdim edilmesi, insanların rütbesinden dolayıdır. Ayet ve hadislerde "ins ve cin" diye hitap olunur ki, bu da zımni olarak rütbeye işarettir. 

Beşincisi,

"Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dediği vakit onlar: 'Âa! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, seni tenzih etmekteyiz.' dediler. Allah: 'Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim.' buyurdu." (Bakara, 2/30)

Bu ayet açık bir dil ile insanın kainata halife olduğunu ve tür olarak, bütün türlerin üstünde bir makama sahip olduğunu ilan ediyor. Kaldı ki, cinler insanlardan önce de var olan bir türdü. Şayet cinler mevcut iken, insanlar onların üstüne halife olarak yaratılıyor  ise, bu da insanların cinlerden daha kapsamlı ve donanımlı olduğuna işaret eder.

Altıncısı, müsavi olmak için yemek ve içmek tek başına yeterli bir vasıf değildir. Yani cinlerin yemeleri içmeleri ve çoğalabilmeleri, insanlara müsavi olmakta tek başına yeterli değildir. Zira hayvanlar da yiyip içiyor, ama insanın şuur ve külliyetine yetişemiyorlar. Cinler terakki ve tedenni için donanımlı olabilirler, ama insan gibi donanımlılar demek yanlış olur. Mesela, cinler soğan kabuğu ve kemik ile beslenirlerken insan için yeryüzü bir sofra hükmündedir.

Bütün bu im ve işaretler ışığında meseleye bakıldığında, insanların cinlerden daha üstün bir makama ve donanıma sahip olduğu anlaşılır. 



25. "Enbiyadan, evliyadan tut…" ifadesinde enbiyanın imtihanı nasıl anlaşılmalıdır? "Madem öyledir; elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semaya ve ehline taş atacaklar." cümlesini izah eder misiniz?

Peygamberler de kullukları cihetiyle ilâhî emir ve yasaklara muhataptırlar, ancak onlarda ismet sıfatı olduğundan günah ve isyandan uzaktırlar. İlâhî emirlere herkesten çok riâyet eder ve insanlara hüsnümisal olurlar. Onların bu manada bir imtihanları söz konusu değildir.

Peygamberlerin imtihanları risalet vazifelerini yerine getirirken uğradıkları zulümlerde ve çektikleri sıkıntılarla kendini gösterir. Nitekim bir hadis-i şerifte; “Belaların en büyüğünün peygamberlere sonra evliyaya,…, geldiği”(1) haber verilmiştir. Bela ve iptila kelimeleri imtihan mânasına da gelirler. Buradaki imtihan, sabır imtihanı, tevekkül ve tefviz imtihanı, kadere ve kazaya bütün kalbiyle rıza imtihanıdır.

Peygamberlerin günah işlemeleri söz konusu olmamakla birlikte “zelle” denilen bazı küçük hatalar onlarda da olabilir. Zelleyi de bir çeşit imtihan sayabiliriz; Hz. Âdem’in (as.) yasak edilen ağacın meyvesini yemesi, Hz. Yunus’un (as.) helak alametleri belirdiğinde ilâhî emir gelmeden kavminden ayrılması gibi.

"... Elbette, ervâh-ı habise dahi, ahyârı takliden semâvat memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü vücutça letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve ref edilecektir. Çünkü mahiyetçe şeraret ve nuhusetleri vardır."(2)

Cin taifesinden olan şerli kâfirler, yaradılış ve fıtrat bakımından latif ve hafif varlıklar olduğu için semâ dairelerine gidip gelmek onlar için kolaydır. İnsan maddî kayıtlarla kayıtlı olduğu için, uzay araçları ile ancak aya kadar gidebiliyor. Bu sebeple bazen şerli ve kâfir cinler, meleklerin mekânı olan o temiz semâ dairelerine çıkıp oraları tâciz edebiliyorlar. Allah da meleklere ateşten eritilmiş top gülleleri hükmünde cisimlerle mübareze izin vermiş. Yani semâ ehli, şerli cinleri kovalamak için onlara taş atıyorlar.

Âyet-i kerîmede bu husus şöyle izah ediliyor:

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz." (Rahmân, 55/33-35)

Üstad Hazretleri 35. âyet hakkında şu  açıklamayı yapıyor:

"İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların üç manası olabilir."

"Birincisi: Kanun-u mübareze en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz ve alâmettir."

"İkincisi: Semâvatta huşyar nöbettarlar, mutî sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilâtından ve istimâlarından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir."

"Üçüncüsü: Muzahrafat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misilli, o şeytanları ebvâb-ı semadan o şahaplarla red ve tarddır."(3)

Dipnotlar:

1) bk. Tirmizi, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, I/172, 174.


Dördüncü Basamak Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Beşinci Sözün Dördüncü Basamağını Açar mısınız?

Allah’ın çok isim ve sıfatları vardır ve her bir isim ve sıfatının manası ve hükmü, diğer isim ve sıfatının mana ve hükmünden farklıdır.

Mesela, Allah’ın Muhyi ismi hayat verirken, Mümit ismi de hayatı geri alır. Kudret sıfatı her şeyi anında yaratma durumunda ve kabiliyetinde iken, Hikmet sıfatı tedrici ve tertip ile yaratmayı iktiza ediyor. Müntakim ismi kafir ve zalimlerin hemen cezalandırılmasını isterken, Adil ismi mahkemeye çıkarıp yargılamak istiyor. Bu yüzden her isim ve sıfat kainat sahnesinde kendini görmek ve göstermek istiyor.

Bu yüzden kainat sahnesinde her isim ve sıfatın sahnelendiği bir daire, bir teşhir alanı vardır. O sahne ve teşhir alanında galip olan, o isim ve sıfattır, diğer isim ve sıfatlar ise o dairede ona tabidir, onun zımnındadır. Üstat bu manaya şu şekilde işaret ediyor:

"Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti itibarıyla ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ daire-i adliye onu Hâkim-i Âdil ismiyle yad eder. Daire-i askeriye onu Kumandan-ı Âzam namıyla bilir. Daire-i meşihat onu Halife ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu Sultan namiyle tanır. Mutî ahali ona Merhametkâr Padişah derler. Âsi insanlar ona Kahhar Hâkim derler. Daha bunlara kıyas et."

"İşte, bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âli âciz, zelil bir âsiyi bir emirle idam etmiyor. Belki Hâkim-i Âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyakatini biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki, haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet unvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır, muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlide onu taltif eder, liyakatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et."(1)

Bu isim ve sıfatlar tecelli olarak has bir alanda, has bir dairede kalmayıp, en küçük daireden en büyük daireye kadar her alanda kendini göstermek istiyor. Bu yüzden bir kanun olarak en küçük mahluktan en büyük mahluka kadar her şeyde tecelli ve tezahür ediyor. İnsanın en küçük dairesi olan kalbinde tut ta semavatın en büyük dairelerine kadar tecelli ve tezahür ediyor.

Mesela, insanın kalbindeki korku hissi Allah’ın celal isimler silsilesinin bir uzantısıdır. Aynı isimler zinciri semavatta büyük kürelerin ve galaksilerin tedbir ve idaresinde azamet ve haşmet olarak tezahür ediyor. Yani celali isimler silsilesinin insan kalbinden semaya kadar tecelli ve tezahür şekli vardır.

Mübarezeyi, yani çarpışmayı Allah, celali isimlerinin bir gereği olarak kainata bir kanun olarak vaz etmiştir. İman ile küfür, iyi ile kötü, hayır ile şer, melek ile şeytan, bunlar hep bu kanunun gereği olarak sürekli mübazere ve çarpışma içindedirler. Bu iki zıddın çarpışması ve mübazere etmesi, en küçük daireden tut en büyük daireye kadar her dairede cari bir kanundur. Üstat en küçük daire olan kalbin etrafında meleklerin ilhamı ile şeytanların verdiği vesveseden tut ta semada da melekler ve şeytanlar arasında bir çarpışmanın var olduğunu söylüyor. Cinni şeytanların semaya çıkıp oradan mele-i alaya (melekler meclisi) uzanıp kulak hırsızlığı yapmalarını önlemek için, melekler şeytanlara yıldızları savurarak savunma yaptığını şu ayet ifade ediyor:

"And olsun ki, dünya semasını biz kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık." (Mülk, 67/5).

(1) bk. Sözler, On Beşinci Söz, Dördüncü Basamak



2. Cenâb-ı Hakk’ın; küffara karşı sahabe safında muharebe etmek için melaikeleri tavzif eden isimleri ve ahkâmları hakkında kanaatiniz nedir?

Bu konuda farklı izahlar yapılabilir:

Sahabelerin müşriklere karşı tevhid mücadelesi verdikleri düşünüldüğünde, onlara yardım için gelen melekler Vahid, Ehad, Ferd isimlerinin hâkimiyeti için çarpışmış olurlar.

İmana ve Kur’ân'a karşı harp eden küffarı kahredilmesinde meleklerin Kâdir, Hâkim, Kahhar, Cebbar, Müntakim, Müzill (zillete düşüren, mağlup eden) isimlerinin vazife aldıkları söylenebilir.

3. Şeytanlar ile meleklerin en dar daireden en geniş daireye kadar mücadele ve muharebesinin hikmetini biraz açıklar mısınız?

Bir tasnifte, esma-i hüsnâ “cemâlî ve celâlî” isimler olmak üzere ikiye ayrılıyor.

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlûkatı yarattım.”(1)

hadis-i kudsîsi icabı, bütün isimler tecelli edecek ve bütün bu tecellilere muhatap olabilen ve onları anlayıp tefekkür edebilen mahlûklar da yaratılacaktır. Nitekim yaratılmıştır.

Mahlûkat âlemi bu isimlerin tecellileriyle âdeta kaynaşır. Kışta celâl tecelli ederken, baharda cemâl tecelli eder. Gece celâlin, gündüz ise cemâlin tecellisidir. Hastalıklarda celâl, sıhhatte cemâl tecellisi daha açık okunur.

Üstad Hazretleri İşarâtü’l-İ’caz tefsirinde, bunları farklı cihetleriyle hârika bir şekilde ele alır. O konudan bazı kısımları aktarmak isterim:

“Arkadaş! Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı ezeliye âleminde biri celali, diğeri cemali, iki türlü tecellisi vardır. Celal ile cemalin sıfat-ı ef'al âleminde tecellisinden lütuf ve kahır, hüsün ve heybet tezahür eder." (…)

"Asar ve a'mal âleminden âlem-i ahirete intıba' edince, lütuf cennet ve nur olarak, kahır da cehennem ve nar olarak tecelli eder."

"… Sonra âlem-i kelamda tecelli edince, kelamın emir ve nehye taksimine sebep olur."

"Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir. …" 

"İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı, Kur'an-ı Kerim, aleddevam, terğibden sonra terhib ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir.”(2)

Bu celâl ve cemâl tecellileri en ileri mânasıyla yine insanda kendini gösterir. Küfür, şirk ve isyan yolunda gidenler celâlî isimlerin tecellisiyle cehennem azabına uğratılırken, iman, tevhid ve salih amel yolunda gidenler cemâl tecellilerinin kemalini bulduğu cennette ebediyen mes’ut olurlar.

İşte âhirette cennet ve cehennem olarak tezahür edecek olan bu tecellilerin ilk hareket noktası kalplerdeki ilhamla vesvesenin mücadelesidir.

Daha geniş dairede, cinlerin kâfir olan kısmının semâdan haberler alıp vahye gölge düşürme teşebbüslerine meleklerin mâni olmaları ve buna alamet olmak için onların üzerine şahapların atılması, yine cemâl ve celâl tecellilerinin çarpışması gibidir. Melekler cemâlî isimlere mazhardırlar, cehennem namına çalışan kâfir cinler ise celâl tecellilerine müstahak olmuşlardır.

Kıyametten sonra “mizan, cennet ve cehennem safhaları” gelecek, çarpışmalar son bulacak, cennet cemâlî isimlerin, cehennem ise celâlî isimlerin en ileri mânada tecelli ettiği mekânlar olacaktır.

Dipnotlar:

1) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132.

2) bk. İşaratü'l-İ'caz, bakara Suresi 6. Ayet Tefsiri.



4. "Bir istikbal-i siyasî yaptırır, muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlide onu taltif eder, liyakatini ilân eder." cümlesini izah eder misiniz?

"Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyakatini biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki, haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet ünvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır, muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlide onu taltif eder, liyakatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et."(1)

Devletler veya siyasîler, kendi güç ve iktidarını dost ve düşmana ilan etmek için birtakım gösterilerde bulunurlar ki, buna “istikbal-i siyasî” denmektedir.

Cenab-ı Hak isim ve sıfatlarını tecelli ettirmek, kudret ve saltanatını, haşmet ve azametini göstermek için kâinatı muazzam bir sergi suretinde yaratmıştır.

(1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



5. "Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuunatı ve unvanları vardır." Burada celâlî tasarrufa "tecelliyat"; cemâlî tasarrufa ise "tezahürat" denilmesinin hikmeti nedir?

"İşte وَللّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَى ezel ve ebed sultanının pek çok esmâ-i hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuunatı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, cennet ve cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve unvan ve şe'n ise; kanun-u tenâsül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler... Kalb etrafındaki ilhâmât ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümûlünü iktiza eder."(1)

“Tecelli ve tezahür” kelimeleri yakın manalar taşırlar ve çoğu zaman birbirinin yerine kullanılırlar. Şu var ki, tecellide cilvesini göstermek, tezahürde ise zâhir olmak, açığa vurmak manaları hâkimdir. Esma-i hüsna için, “künuz-u mahfiye” (gizli hazineler) denilmektedir. Meselâ, Rezzak ismi bir hazinedir, bütün rızıklar o hazinenin cevherleri gibidirler. Rızkın yaratılmasıyla Rezzak ismi tezahür etmiş, kendini aynalarda göstermiş olur. Allah’ın nihâyetsiz kudreti de tecelli ve tezahür etmedikçe görünmez ve bilinmez. Biz şu muhteşem âlemin son derece kolay ve muntazam idare edildiğine bakmakla Allah’ın kudretinin sonsuzluğunu anlarız.

Bir de Güneş'e verilen cazibe kuvvetine bakalım. Bu kuvvet, ilâhî kudretten bir cilvedir. Yani, Güneş de Allah’ın izniyle kuvvet sahibi olmuştur. Yıldızların direksiz durmaları kudretin bir tezahürü ise, Güneş'in cazibe sahibi olması da kudretin bir tecellisidir.

Üstad'ın “nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir” ifadesini hatırlayalım. Bir tek çiçeğe baktığımızda nazarımıza hemen cemâl çarpar. Bütün çiçekleri birden düşündüğümüzde yahut çiçeklerle kaplı muhteşem bir dağı seyrettiğimizde, celâl manası ruhumuzda hükmeder ve kalbimiz hayretle dolar. Bu açıdan baktığımızda “Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye” terkiplerinde şöyle bir mana kendini gösterir:

Cenâb-ı Hak, sonsuz ve mutlak sıfatlarının, bütün yıldızları, bütün canlıları, bütün ağaçları birlikte sevk ve idare etmesindeki “celâlli tecellileriyle, cemâlini şaşaalı bir şekilde tezahür ettirmektedir.”

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



6. "Cennet ve cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve unvan ve şe’ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumi kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tamimini isterler..." İzah eder misiniz?

"Ezel ve Ebed Sultanının pek çok Esma-i Hüsnası vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, cennet ve cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve unvan ve şe'n ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumi kanunlar misilli, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tamimini isterler. Kalp etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta sema âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder."(1)

Celal sıfatı nasıl cehennemin vücudunu gerekli kılıyor ise cemal sıfatı da cennetin varlığını gerekli kılıyor. Nur, yaz, cennet Cemil isminin bir tecellisi iken zulmet, kış ve cehennem de Celil isminin bir tecellisi oluyor. Kâinattaki iki zıt silsisinin varlığı ve her alanı kuşatması Cemil ve Celil isimlerine dayanıyor ve bu iki ismin birer tecellileri oluyor. 

Kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumi kanunlar nasıl kâinatın her köşesinde her noktasında ihata ile bulunuyorlar ise, kanun-u mübareze (çarpışma kanunu) de aynı şekilde kâinatın umumunda bulunuyor. 

Bu çarpışma kanunu en küçük daire olan insanın kalbindeki ilham ve vesveseden başlar ta semavat dairesinde ki melekler ile şeytanların çarpışmasına varana kadar devam eder. Evet, insanın kalbine melekler ilham verirken şeytan ise vesvese verir. Bu iki zıddın karşı karşıya gelmesi kâinatta cari olan çarpışma kanununun bir tezahürü bir tecellisidir. 

Allah’ın kâinatta zıtları karşı karşıya getirip çarpıştırması hayır ve güzelliğin bütün incelikleri, nispi değerlerin meydana çıkması ve insanın fıtratında bulunan nihayetsiz terakki ve tekemmül potansiyelinin işler hale gelmesi içindir. Zulmet olmasa nurun değeri bilinmez nispi güzellikleri anlaşılmazdı.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



7. Üstad semalarda, meleklerle şeytanların mübarezelerinden bahsediyor. İnsanların nefis, şeytan ve kötü insanlarla mübarezesinde amaç insanın tekemmülüdür. Terakki ve tekemmülü söz konusu olmayan melek ve şeytanların mübarezesinin hikmeti ne olabilir?


Kur’an nazil olmadan önce kahinler, cinler vasıtası ile semadan yarım yamalak haberler alıp, gaybi bazı hadiseleri önceden haber verebiliyorlarmış. Kur’an nazil olmaya başlayınca bu yol cinlere kapatılmıştır. Yani eskisi gibi cinler, nurani ve şeffaf vücutlarına güvenip sema dairesine çıkamıyorlar. Dolayısı ile sema dairesine  bahsi gelen kader levhalarının haberlerine de vakıf olamıyorlar. Böylece sema tarafı büyük bir güvence altına alınıyor.

Semanın güvence altına alınmasının sebebi Kur’an’ın semadan nazil olmasıdır. Böylece Kur’an hakkında en ufak bir şaibe ve şek kalmamış oluyor. Yani "Acaba Hazreti Muhammed (asm)’i -haşa- cinler mi aldatıyor ya da ona gelen vahyin içine cinlerin yalan yanlış haberleri karışıyor mu?", şüphesi bertaraf  edilmiş oluyor.

Tabi cinlerin bu kulak hırsızlığı sema aleminin merkezi ve başkenti konumunda olan mele-i ala denilen meleklerin müzakere meclisinde değil, sema aleminin tabiri yerinde ise taşraları hükmünde olan köşe ve bucaklarındaki mevkileridir.

Genelkurmay karargahında alınan kararlar nasıl sınır karakollarına tebliğ ediliyor ise, aynı şekilde mele-i alada alınan kararlar da semanın sınır karakolları hükmünde olan yerlerine tebliğ ediliyor. İşte cinlerin kulak hırsızlığı yaptığı yerler semanın bu sınırlarıdır, yoksa semanın merkezi hükmünde olan mele-i ala değildir.  

Cinlerin gaybı bilmesi mutlak gaybı bilmek değil, emareleri çıkmış, artık sema dairesinde tezahür etmiş bir gaybı bilmek şeklindedir. Yoksa mutlak gaybı Allah’tan başka kimse kendi başına bilemez, ancak Allah bildirir ise bilinebilir.

Semanın sınır karakollarındaki haberler insana gaybi olduğu için, cinlerin ve cinler ile meşgul olan kahinlerin insanlar arasında az da olsa bu hususta bir imtiyazları oluyor.

 Lakin insanlar içinde nasıl hayır ve şer, hayırlılar ve şerliler beraber bulunur. Birbirleri ile mücadele ve mübareze (çarpışma) içindedirler. Aynı şekilde imtihan dünyasının bir parçası olan cinler içinde de hayır ve şer, hayırlılar ve şerirler mücadele ve mübareze içindedirler.

Meleklerin cinni şeytanlarla mübarezesi tekemmül etmek için değil, hem semayı güvence altına almak, hem de hayrın şerre olan doğal düşmanlığıdır diyebiliriz.


Beşinci Basamak Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Beşinci Söz'ün Beşinci Basamağını İzah Eder misiniz?

"BEŞİNCİ BASAMAK"(1)

"Madem arzdan semaya gidip gelmek var. Semadan arza inip çıkmak oluyor; ehemmiyetli levazımat-ı arziye oradan gönderiliyor. Ve madem ervâh-ı tayyibeler semaya gidiyorlar. Elbette, ervâh-ı habise dahi, ahyârı takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü vücutça letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve ref edilecektir. Çünkü mahiyetçe şeraret ve nuhusetleri vardır."

Tayyîp Ruhlar: İnsanların iyi olan ruhları, cinlerin iyi olan ruhları ve meleklerin ruhları şeklinde anlamak mümkündür. Bunlardır semaya giden ervâh-ı tayyîbeler.

Ervâh-ı hâbise ise, yine insanların kötü olan ruhları ile cinlerin kötü olan ruhları şeklinde anlamak mümkündür.

Fakat, ahyârı takliden semaya gidenler, yalnız cinlerin ruhları şeklinde anlamak daha doğru olacağı kanaâtindeyiz. Zira insanların kötü olan ruhları, hâdisin ifâdesiyle hapsedilmektedirler.

"Hem, bilâşek velâ şüphe, şu muamele-i mühimmenin ve şu mübareze-i mâneviyenin, âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünkü saltanat-ı Rububiyetin hikmeti iktiza eder ki, zîşuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın..."

"Müşahede" kelime olarak gözle görmek ya da seyrederek anlamaya çalışmak anlamlarına geliyor. Kainat Allah’ın bir sanat tablosu, insan da bu tabloyu seyreden bir gözlemci oluyor.

"Şehadet" bir şeyin doğruluğuna inanmak ve o şeye kanaat getirmek anlamına geliyor. İnsan kainat tablosunu önce seyretti sonra bir kanaate yani şehadete ulaştı. Şehadet aynı zamanda gözlemin sonucunda elde edilen bulgu, emare, işaret, iz anlamlarına da geliyor.

"Dellâllık" kelime olarak bir şeyi ilân etmek, yüksek sesle bildirmek, başka nazarları davet etmek anlamlarına geliyor. İnsan kainat tablosunu önce gözlemledi, sonra şehadet etti, yani inanıp kanaat getirdi, sonra da inandığı ve kanaat getirdiği hak ve hakikati yüksek bir sesle başka nazarlara ilan etmeye başladı.

"Nezaret" kelime olarak her ne kadar bakmak ve seyretmek anlamına gelse de buradaki anlamı vekalet etmektir. Evet, insan sahip olmuş olduğu maddi ve manevi donanım (duygu ve latifeler demek) sayesinde kainatın efendisi ve bir özeti gibidir. Küçücük tat alma duyusu ile dünya mutfağında pişirilen bütün yiyecek ve içekleri tadıp tartabiliyor mesela.

"Kainatta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbih etmesin, onu anmasın, ona dua etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, dualarını fark etmiyorsunuz." (İsra, 17/44)

Bu ayetin de işaret ettiği gibi, kainatın hâl dili ile yapmış olduğu bütün tesbih ve zikirleri insan kendi adına alıp külli bir şuur ve niyet ile Allah’a takdim edebilir. Yani bir yönü ile insan kainatı arkasına alıp onlara vekalet ve nezaret ederek, Allah’a karşı arz-ı ubudiyet edebilir. Camide imamın, cemaate vekaleten Allah’a karşı dua ve ibadette bulunması gibi...

"Nasıl ki, nihayetsiz bahar mucizatına yağmuru işaret koymuş ve havârık-ı sanatına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş."

Allah bir çok hikmetten dolayı kainatta sebepler vasıtası ile iş görüyor ve sebepler aracılığı ile fiillerini icra ediyor. Her bir sanat ve nimetini, bir sebep aracılığı ile izhar ve ilan ediyor. Sebepler, bütün bu harika sanat ve nimetlerin hakiki faili değil, sadece bir araç ve alametidir.

Sebeplerin çok adi ve basit, ondan hasıl olan neticelerin ise çok harika ve mükemmel olması, sebeplerin bu sanatlar üstünde bir levha, bir alamet olduğunu gösteriyor.

Mesela elma ile ağaç, yumurta ile tavuk, yağmur ile hayat, toprak ile nebatat, hepsi bu mükemmel ve harika sanatlar üstünde birer alamet ve simge konumundalar.

Mücerret hakikatler, ancak müşahhas simgeler ile insanlığın nazarında tebarüz eder. İnsanlar bu ince hakikatleri ancak sebepler simgesi ile fark edebiliyorlar.

Mesela, elma ağaçsız ve süreçsiz, birden ortaya çıksa idi, insanlar Allah’ın ağaç vasıtası ile elmayı verme süreci içinde icra ettiği harika sanatları göremeyecek ve bilemeyecekti. Zira elmanın ağaç ile serüveninde Allah’ın çok isim ve sıfatları taayyün ve tebarüz ediyor. Şayet ağaç kalksa, bütün bu isim ve sıfatların tecelli ve manası da görünmez olurdu. Bu yüzden sebep ve müddet, Allah’ın harika sanatlarını ilan ve izhar eden alametler nevindendir.

"Ta âlem-i şehadet ehlini işhad etsin. Belki o acip temâşâya, umum ehl-i semavat ve sekene-i arzın enzâr-ı dikkatlerini celb etsin. Yani, o koca semavatı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i Rububiyetini tefekkür ettirsin."

"Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı, hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semaviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur."

Üstad Hazretlerinin bu ifadelerinden; mübarezenin yani sema ehli ile dünya ehlinin çatışmalarının karşılıklı olduğu anlaşılıyor. Mübareze karşılıklı çatışmak ve savaşmak anlamındadır. Nasıl ehli iman küffarla çarpışıyor ve küffar da buna mukabele ediyor ise, elbette sema dairesinde çarpışan melek ve şeytanların da karşılıklı hamleleri bulunacaktır. Üstad Hazretleri “Madem öyledir; elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semaya ve ehline taş atacaklar.” ibareler ile bu manaya işaret ediyor. Yani cinni şeytanlar muti sema ehlini taciz ediyorlar. Onlar da bu tacize mukabil yıldızları ve gezegenleri fırlatıyorlar.

Cin taifesinden olan şerli kafirler, yaratılış ve fıtrat bakımından latif ve hafif varlıklar olduğu için, insana nispetle zaman ve mekan kayıtlarından azadedirler. Bu sebeple sema dairelerine gidip gelmek onlar için kolaydır. İnsan maddi kayıtlarla kayıtlı olduğu için; uzay araçları ile ancak aya kadar gidebiliyorlar. Ama cinler fıtraten hafif ve latif oldukları için, onların seyahat özgürlüğü insanlarınkinden daha geniş. Bu sebeple bazen şerli ve kafir cinler, temiz ve meleklerin mekanı olan sema dairelerine çıkıp oraları taciz edebiliyorlar. Allah da meleklere ateşten eritilmiş top gülleleri hükmünde cisimlerle mübareze iznini vermiş. Yani sema ehli, şerli cinleri kovalamak için onlara taş atıyorlar.

Ayette bu husus şu şekilde izah ediliyor:

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz." (Rahmân, 55/33-35).

Madem melekler ile şeytanlar arasında bir mübareze ve mücadele var, elbette şeytanların da sema ehline atacağı ve kullanacağı şeyler ve cephaneler bulunmak gerekir. Zira kavga ve harp karşılıklı yapılan bir eylemdir. Melekler nasıl şerli şeytanları semadan kovmak için ateş topları savuruyorlar ise, aynı şekilde şeytanların da meleklere atacağı bir taşları vardır. Bu manayı şu ayetten tahric etmek mümkündür:

"And olsun ki, dünya semasını biz kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık." (Mülk, 67/5).

Özet olarak, yıldız kayması olarak bilinen semadaki olayı, bu ayetin kapsamında değerlendirmek mümkündür. Yani şerli cinler semaya çıkmak istediklerinde, oranın sakinleri olan melekler, onlara yıldız ve meteorları savuruyorlar. Bu da kainatın en küçük dairesinden tut, ta en büyük dairesine kadar iman ve küfür mücadelesinin cereyan ettiğini gösteriyor.

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



2. Arzdan semaya ve semadan arza gidip gelmeler ervah-ı habise için de geçerli midir?

"Beşinci Basamak: Madem arzdan semâya gidip gelmek var. Semadan arza inip çıkmak oluyor. Ehemmiyetli levazımat-ı arziye, oradan gönderiliyor ve madem ervah-ı tayyibeler semâya gidiyorlar. Elbette ervah-ı habîse dahi, ahyârı taklîden semâvat memleketine gitmeğe teşebbüs edecekler..."

Burada sözü edilen “ervah-ı habise” cinlerin kâfir kısmıdır. Bunlar semâya gidip kulak hırsızlığıyla bazı haberler dinleyip yerdeki kâhinlere ulaştırmak için sürekli bir faaliyet gösterirler. “Vücutça letâfet ve hiffetleri” olduğundan bir noktaya kadar ulaşırlar. Ama her defasında meleklerce tart edilirler ve maksatlarına ulaşamazlar.

İmansız ölen yahut büyük günahları sebebiyle kabir azabı çeken insanların ruhlarının da semaya çıkmalarına izin verilmez.



3. Eskiden semaya çıkma serbestiyeti ile sonradan yasak arasında nasıl bir fark vardır? Yani bu yasak kevni bir yasak mıdır, yoksa kelami bir yasak mıdır?

Bu yasak kelamî bir yasaktır. Semanın yapısında cinlerin çıkmalarını engelleyecek bir değişim olduğuna dair bir bilgimiz yok.

“Asırlara göre şeriatlar değişir.” hükmünce, insanlara farklı kanunlar uygulayan ilâhî irade, aynı şeyi cinler için de yapmış oluyor...



4. "Hem şu hikmet, zaman-ı Âdem'den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur." Şerli ruhların ve cinlerin semâvata çıkmalarının ve oradan yerdeki kâhinlere ve arkadaşlarına malumat getirmelerinin yasaklanması diğer dinler için de geçerli değil midir?

“Hem şu hikmet, zaman-ı Âdem'den beri meşhurdur.” cümlesi, şeytanların tâ Âdem aleyhisselamdan beri aynı maksatla semaya çıkmak istediklerini ve tart edildiklerini ders veriyor.

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 15/9)

âyet-i kerîmesinde haber verildiği gibi, cinlerin Kur’ân hakkında kâhinlere yanlış bilgiler getirmeleri engellenmekle birlikte, insanların da onun tek bir harfinde bile değişiklik yapmalarına fırsat verilmemiştir.

Geçmiş kitapların tahrifini bizzat din adamları yapmışlardır. Kur’ân hakkında böyle bir değişiklik yapılmasına hiçbir din âlimi teşebbüs etmediği gibi, onları böyle bir değişiklik yapma konusunda hiçbir sultan ve hükümdar da zorlamaya gitmemişlerdir.

5. Hâdisat-ı cevviye ve semâviyenin yegâne maksadının semayı şerli şeylerden korumak olduğu mu ifade ediliyor? Acaba, semavat bu anlamda korunduğu gibi; kalbin de vesveselere karşı inayet-i İlâhîye ile bir cihette korunması söz konusu olabilir mi?


Elbette ki, semadaki faaliyetlerin tek gayesi, şeytanlarla melekler arasındaki mücadelenin izharı değildir. Zaten şeytanların yaklaşmak istedikleri semâ tabakası birinci kat semâdır. Ondan ötesine asla yanaşamazlar. O halde, o âlemlerdeki faaliyetlerin hikmetleri kendi içinde değerlendirilecek ve başka yönden izah edilecektir. “Sair hâdisat öyle değil.” cümlesi, bu mânayı ders veriyor. Yani, sair hâdisat hakkında başka değerlendirmeler yapılabiliyor, başka hikmetler ortaya konulabiliyor, ama yıldızlardan atılan şahaplar hakkında fizikî mânada bir izah getirilemiyor. Bunun hikmeti ancak âyetin haber verdiği gibi, “recm-i şeytan” ile açıklanabilir.

Semayı şeytanlardan böylece koruyan Cenâb-ı Hak, insan kalbini de şeytanî fikirlerden, batıl inançlardan, hurafelerden, şirkten, küfürden korumak üzere âyetler inzal etmiştir. İnzal olunan her bir âyet, bir batılın, bir yanlışın üzerine atılmış bir şahap gibidir. Şu farkla ki, bu şahaplardan faydalanıp faydalanmamak insanların iradelerine bırakılmıştır.

Yine, insanların bu iradelerini doğru kullanmaları için de başta peygamberler olmak üzere, onların vârisi olan âlimler insanlara nasihatlar yapmış, doğruyu gösterip, yanlıştan sakındırmışlardır. Peygamberlerin her mucizesi ve sözü gibi, âlimlerin de her nasihatini birer şahap olarak değerlendirebiliriz. Bunların hepsi Allah’ın inâyetidirler. Şu var ki, güneş nimetinden faydalanmak için gözümüzü açmamız gerektiği gibi, bu inâyeti kabul etmek için de kalbimizi açmamız şarttır.

Altıncı Basamak Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Beşinci Söz, Altıncı Basamağa serlevha edilen, Sure-i Rahman'da geçen ayetleri kısaca açıklar mısınız?

Bu ayetler Rahman sûresinin 33-35. ayetleridir ve mealleri şöyledir:

“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin hudutlarından (etrafından, sınırlarından) geçip gitmeye gücünüz yeterse haydi geçin. Ama büyük bir güç olmadıkça geçemezsiniz.”

“O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”

“Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.”

Bazı tefsir âlimleri, bu ayetten önce ve sonra gelen ayetleri dikkate alarak, buradaki hitabın kıyamette olacağını söylemişlerse de ekseriyet bu izaha karşı çıkmamakla birlikte şu manayı nazara vermişlerdir:

Buradaki hitap dünyadaki insanlaradır. Bu ayet, Allah’ın emirlerine karşı gelenlerin onun kahrından ve azabından kurtulmaları için tek yolun göklerin ve yerin sınırlarını aşıp gitmek olduğunu ifade eden bir ta’ciz ayetidir. Yani, bunu başarmak için büyük bir güce sahip olmanız gerekir. “Bu güç de sizde olmadığına göre ve siz,  gökleri ve yeri sevk ve idare eden kudretten daha ileri bir kuvvete sahip olamayacağınıza göre, gafleti ve inadı bırakın da iman ve salih amel yolunu tutun.” dersini vermektedir.

Üstad’ın“Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin.” şeklindeki yakarışı bu konuya da ışık tutar. Allah’tan başka mâlik yoktur ki, bu mülkten çıkıp da onun mülküne dâhil olasınız ve teklif-i İlâhiyeden kurtulasınız. Semavat ve arzın Rabbi ancak Allah’tır. “Mülk umumen onundur.” Onun mülkünün sınırları ötesinde bir başka mülk de yoktur.

Faraza, bu hakikatten gaflet ederek sema ve arzın hudutlarından geçmeye kalkışsanız ne olur: Bu sualin cevabı da 35. ayette şöyle verilmektedir:

“Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.”

Bazı âlimler "sultan" kelimesinin lügatte “delil” manasına geldiğinden hareketle, bu ayetin bu günkü ilmî inkişaflara işaret ettiğini söylemişlerse de bu mananın ayet-i kerîmenin esas mesajıyla yakın bir alakası yoktur. Ancak işarî bir mana olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki, asrımızdaki ilmî inkişaflara rağmen henüz güneş sisteminin bile dışına çıkılmış değil. Aya varılmış, Mars’a uzay aracı indirilmiştir, ama bütün çalışmalar şu uçsuz bucaksız feza âleminde on iki haneli bir köy kadar küçük kalan Güneş sistemi içinde cereyan etmektedir.

2. "Ayette يَا مَعْشَرَالْجِنِّ وَالْإِنسِ" / "Ey cin ve ins topluluğu!" şeklinde olan hitapta, "cin" kelimesinin insandan önce gelmesinin hikmeti nedir?

Tefsir âlimleri bunun hikmetini, cinlerin insanlardan daha latif oldukları, semâya çıkmak mümkün olsa, mahiyetleri muktezası, onların bu işi daha iyi başaracakları şeklinde açıklarlar.

Öte yandan, İsrâ sûresinde 88. âyet-i kerîmesinde ise,

“De ki, ‘Yemin olsun ki, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ânın bir benzerini meydana getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.’ ”  buyrulmakla,  önce insanın zikredildiğine dikkat çekerler ve bu işi başarma noktasında, insan istidadının cinlerden daha üstün olduğu için, önce onun zikredildiğini beyan ederler.

Gerek âyetlerden gerek hadislerden ve gerekse müfessirlerin kavillerinden, insanlığın tür olarak cinlerden üstün olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Zira ahsen-i takvim sırrına mazhar insandır. Hilafet-i kübrâya namzet ve emanet-i kübraya hâmil insandır.

Öte yandan, tekâmül kanunu muktezasınca halef, selefinden daima üstündür. Allah en güzel sanatını tekâmül kanunu icabı en son gönderiyor. Tür olarak önce camidat, sonra nebatat, sonra hayvanat, sonra cinler en son da insan geliyor. Demek ki insan, Allah’ın en âzam ve en üstün eseridir.

"Biz insanı kara çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yaratmıştık." (Hicr, 15/26-27)

خَلِيفَةً Bu tâbir, arzın, insanların hayatına elverişli şeraiti hâiz olmazdan evvel arzda idrakli bir mahlûkun bulunmuş olduğuna ve o mahlûkun hayatına, o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsait bulunduğuna işarettir. خَلِيفَةً tâbirinin bu manaya delâleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahlûk, cinlerden bir nevi imiş; yaptıkları fesattan dolayı insanlarla mübadele edilmişlerdir."(1)

Dipnotlar:

(1) bk. İşaratü’l-İ'caz, Bakara Suresi, 30. Ayet Tefsiri.



3. Rahman Sûresi 33. ayet-i kerimesinde ins ve cinnin temerrüdlerinin, mu'cizane bir belağatle kırılmasını nasıl anlamalıyız?

Temerrüd, inat etmek demektir. Cahiliye devrindeki insanların büyük çoğunluğu, küfür ve şirkte inat ettiler, Allah’ın varlığını ve birliğini, Resululah’ın nübüvvetini kabul etmediler. Bunu Hz. Âdem’den bu yana düşündüğümüzde, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını dinlememekte inat edenlerin tümünü içine alır.

Kur’ân-ı Kerîm bu inatçıların önüne iki yol koyuyor:

Ya bütün mülkün mâliki olan Allah’a iman ve itaat edeceksiniz ya da onun mülkünden çıkacaksınız.

Onlar semavat ve arzın sınırlarını aşıp da başka bir mülke geçmekten aciz olduklarından, böyle bir teklif mu’cizane bir şekilde onların inatlarını kırmaktadır. Âyetin belağat noktasında mu’cize oluşu ise, bütün sûreler için geçerlidir ve bu konuda Kur’ân-ı Kerîm bütün muhataplarına meydan okumuş ve onlara bir tek sûrenin olsun mislini getirmelerini istemiştir. Ve onların bundan âciz kalmalarıyla Kur’ân'ın mu’cize olduğu herkese ispat edilmiştir.

Âyetlerin edebî yönden mu’cize oluşları, belağat ilminde ehil kimseler tarafından da ifade edilmektedir.

4. "وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ" Bu âyette şeytan çoğul olarak kullanılıyor. Acaba iblisten başka şeytanlar var mıdır? Var ise, bu şeytanlar imtihana tabi midirler?

“Şeytanlar” denilince inanmayan cinlerin tümü anlaşılır. Bunların başı, Hazret-i Âdem’e (as.) secde etmeyen malum şeytandır.

Canlılar içinde imtihana tabi tutulmuş sadece iki grup vardır: İnsanlar ve cinler.

5. "Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey za'f ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins!’’ Gurur ve temerrüdün kaynağı, "hakaret, zaaf ve fakirlik" midir?

Buradaki temel mesaj “içinde” kelimesinde saklıdır. Yani, insan hem hakirdir, güç ve kuvvet yönünden son derece zayıftır; buna rağmen gururdan ve temerrütten de vazgeçmemektedir. Öte yandan, insan sonsuz bir za’f ve fakr içindedir, bu hâl onu itaate, ibadete sevk etmesi gerekirken, serkeşlik etmekte ve inada devam etmektedir.

Aynı şeyler cinler için de geçerlidir.



6. "İsyanınızla öyle bir Sultan-ı Zişanın evamirine karşı geliyorsunuz ki, yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler." İradesiz mahluklardan nasıl ders alabiliriz?

"Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid, ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşânın evamirine karşı geliyorsunuz ki, yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler." (Sözler, On Beşinci Söz, Altıncı Basamak)

Varlıkların hâlleri ve vaziyetleri muhtelif olup, farklılık arz etmektedir. Varlıkların en mükemmeli insan olmakla birlikte, diğerlerin de yine Allah'ı bilme ve itaat etme özellikleri vardır. Onları tümden camid ve keyfiyetsiz görmek ve zannetmek hatadır. Dolayısıyla onların da -bizim anlayamayacağımız şekilde- kendilerine göre bir şuur ve hisleri vardır. 

Bizim sahip olduğumuz hayat ve şuura sahip olmayan varlıklar, doğrudan ilahi isimlerin yönlendirmesiyle iş yaparken, insan kendi iradesiyle emir dinleme şerefine nail olmuştur. Varlıklar iradesiz itaat ederken, bizler irademizle itaat etmenin şerefini hissedip, ona göre hareket etmeliyiz. 

Tersinden ders çıkarabiliriz, yani onların iradesiz hâlleri iradenin değer ve kıymetini gösterip izah eder. Karanlık nasıl nurun kıymet ve mertebelerine işaret edip hissedilmesini temin ediyor ise, cansız ve iradesiz varlıkların bu halleri, iradenin değer ve kıymetini insana bildiriyor. Bu yönde güzel bir ders veriyor. 

Mahrumiyet mevcudiyetin değer ve kıymetini bildirir. Bir şeye sahip olmanın anlamına hizmet eder. İradesiz mevcudatın bu mahrumiyeti de insana güzel bir ders ve nasihat niteliğindedir. 



7. "Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzınızı yüzünüze çarpar. Gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler." Burada geçen "öyle bir kanunu kırıyorsunuz" tabirinden ne anlamalıyız?

Âyetin msnasını nazara aldığımızda bu ifade, “Semavat ve arzın sınırlarını aşmaya gücünüz yetmediği halde, semavat ve arzın malikinin kanunlarına aykırı hareket ediyorsunuz.” şeklinde anlaşılabilir.

Nitekim, “İsyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşan'ın evâmirine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.” cümlesi de ayetteki aynı dersi vermektedir.

8. "Hem bazen kemâl-i intizâmı ve nihâyet adli ve gayet ilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zaîf bir şeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez." Bu cümleyi izah eder misiniz?

"…Eğer Peygamber’e karşı birbirinize arka çıkarsanız, bilin ki Allah onun yardımcısıdır, Cebrail de salih mü’minler de. Bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar." (Tahrim, 66/4)

"Üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez" ifadesi, Tûr dağının Hz. Musa’nın (a.s)  ümmeti üzerine  kaldırılmasını hatırlatıyor. Bu hadise Bakara Sûresi 63. ayet-i kerîmesinde şöyle haber veriliyor:

"Hani, (Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağını da tepenize dikmiş ve 'Sakınasınız diye, size verdiğimiz Kitab’ı sıkı tutun, onun içindekileri düşünün (gafil olmayın)demiştik."



9. "Ne kadar Nebi hakkına hürmet ve ne kadar ezvacın hukukuna merhamet var." Ayette merhamet nasıl görünüyor?

"Ne kadar Nebî hakkına hürmet ve ne kadar ezvacın hukukuna merhamet var. Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebinin azametini ve iki zaîfenin şekvalarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini rahîmane ifade etmek içindir."(1)

"İkiniz de Allah’a tövbe ederseniz (çok iyi olur), çünkü kalpleriniz eğrilmişti. Ama peygambere karşı bir dayanışma içine girecek olursanız, bilin ki herkesten önce Allah onun dostu ve koruyucusudur, sonra da Cebrâil ve iyi müminler. Melekler de bunların ardından onun yardımcısıdır." (Tahrim, 66/4)

Elmalılı, konuya ilişkin rivayetleri tahlile tabi tuttuktan sonra ulaştığı sonuç özetle şöyledir:

Hz. Peygamber (a.s.m), eşlerinden birine sır olarak söylediği bir sözü o tamamen koruyamamış, yine Resûlullah’ın eşleri içinden en çok samimi olduğu birine çıtlatmıştır. Bundan haberdar olan Hz. Peygamber ona sitem etmiş. Bunun üzerine ikisi birbirine arka çıkıp kendisinden bazı maddî taleplerde bulunarak, diğer eşlerini de ilgilendirecek tarzda bir dayanışma içine girmişlerdi.

Bu durum karşısında Resûlullah, hem dünya hayatının kendi nazarındaki önemsizliğini anlatmak hem de ailesine karşı eğitici bir tedbir uygulayarak onların gerçek iradelerini yoklamak üzere mûtat aile hayatını terketti. Dargın bir halde onların odalarında bulunmak yerine îlâ yemini yapıp kendine ait odasında bir ay uzlete çekildi. Resûlullah’ın bazen itikâfa çekilmek sünnet-i seniyyelerinden olduğu için başlangıçta bu durum fark edilmedi.

Fakat bir süre sonra ezvâc-ı tâhirâtın hepsi Resûlullah’ı gücendirmiş olmak endişesiyle hüzünlendiler ve odalarında ağlaşmaya başladılar. Böylece “Peygamber bütün eşlerini boşamış” diye bir söylenti yayıldı ve sahâbe-i kirâmı bir telâş sardı. Buna karşılık o sıralarda ortalıkta, Suriye tarafında Bizans hâkimiyeti altında yaşayan Hristiyan Araplar’dan Gassânîlerin Müslümanlara karşı savaş hazırlığı içinde bulundukları haberi dolaştığından, münafıklar bu yeni gelişmeden büyük memnuniyet duydular. Hz. Peygamber uzlete çekilişinin 29. gününün bitiminde eşlerine döndü; onun eşlerini boşamadığı haberini de sevinç içinde Hz. Ömer duyurdu. Surenin asıl nüzûl sebebi bu îlâ yeminidir, anlatılan diğer olaylar ise buna götüren sebep ve mukaddimeler olmalıdır.(2).

Ayette; Allah, iki hanımın hatasını ifade ettikten sonra, onlara merhamet edip tövbe yolunu gösteriyor ve onların hukukunu bu yolla korumak istiyor, nitekim hatalarını anlayıp pişman oluyorlar. Böylece bir merhamet tecellisi olarak, vahiy ve sünnet o hanımları muhafaza eyledi...


Yedinci Basamak Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Melekler ve semekler gibi yıldızların..." cümlesinde, yıldızların meleklere ve semeklere benzetilmesinin hikmeti nedir?

Burada bir teşbih söz konusudur. Bir başka risalede yıldızlar için "sema denizinin birer nuranî balığı" ifadesi kullanılır. Balıklar denizlerde yüzdükleri gibi, yıldızlar da âdeta sema denizinde yüzmektedirler.

Semek, balık demektir. Balığın balinadan hamsiye kadar binlerce cinsi olduğu gibi, meleklerin de dört büyük melekten ve arşı taşıyan meleklerden, tâ bir damla yağmura nezaret eden meleklere kadar sayısız cinsleri var.

Allah kâinatta her bir mahlûkunu temsil ve tevkil edecek melaike ile teçhiz etmiştir. Her bir melek nezaret ettiği mahlûkun ibadet ve tesbihini Allah'a takdim etmekle kalmıyor, bir insanın iradî işlerindeki tasarrufu gibi o melek de o mahlûkat üzerinde tasarruf ediyor. Yani melek o mahlûkun adeta bir ruhu hükmünde oluyor.

Mesela bir ağaca nezaret eden melek o ağacın ruhu, ağaç ise o ruhun cesedi gibidir.  

Her bir mahlûka nezaret ve vekâlet eden bir meleğin olduğu hadis ile sabittir. Meselâ bir ağaca müekkel olan melek, o ağacın her bir yaprağının ve dallarının yaptığı tesbih ve takdisi kendi namına Allah'a takdim ediyor. O  melek, ağacın her bir yaprağını ve dallarını temsil edecek bir mahiyete sahiptir.

Meleklerin cinsleri, nezaret ve vekâlet ettikleri mahlûkatın farklılığına göre şekilleniyor.

"Elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir."

Hepsi topraktan yaratılmakla birlikte, karıncayla insan, kuş ile deve arasında büyük farklılık olduğu açıktır. Aynı şekilde, hepsi nurdan yaratılan melekler arasında da bundan daha fazla bir farklılık olabileceğini Üstad Hazretleri "nihâyetsiz melâike envaı ve ruhanîyet ecnası" ifadesiyle ders vermiştir. Verilen misal de çok harikadır. Yağmur katresi ve Güneş...

Bir yağmur tanesi Güneş'ten ne kadar farklı ise, o taneye müekkel olan ve onun tesbihatını temsil eden melek de Güneş'e müekkel melekten, cins olarak, o kadar farklıdır.



2. Yıldızların; meleklere "mesire, binek ve menzil" yapılması ne manaya gelmektedir?

"Mesire", seyredilecek yer demektir. Melekler bu harika eserleri Allah namına seyretmekte, tefekkür etmekte, onlardan bir kısmı ise bu eserlerin tesbihlerini temsil etmektedirler.

"Binek" tabiri, meleklerin yıldızlarda vazife görmeleri sebebiyle kullanılmıştır. Melekler, nurdan varlıklar oldukları için onların seyahat etmelerinde maddî bineklere ihtiyaçları olmadığı açıktır. Onların yıldızlara binmeleri, vazife yaptıkları bu mekânların hareket etmesiyle kendilerinin de onlarla birlikte seyahat etmeleri sebebiyledir.

3. "İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların üç manası olabilir..." Devamıyla birlikte izah eder misiniz?

Her varlık ve hadisenin, biri zâhir diğeri, bâtın olmak üzere iki yönü vardır. Yavrusuna zorla acı bir ilacı içiren bir anne, zâhiren acımasızlık misalini gösterirken, hakikatte ise tam bir şefkat manzarası sergilemektedir.

İlim, hadiseleri daha ziyade zâhire bakarak değerlendirir. Ancak her hadisenin bir de arka ciheti vardır. Zahiren gök taşları düşmektedir; hakikatte ise, her bir gök taşı, düşmanı uzaklaştırmak için atılan bir mermi gibidir. Ve bir hakikatin insanlar tarafından anlaşılması için kullanılmaktadır.

Diğer taraftan, ihtiyarlanan gök cisimleri ömürlerini doldurdukları için düşmüş olsalar bile, Allah, onları israf etmemekte ve aşağıda izah edilen hakikatin tahakkukuna vesile kılmaktadır.

"Ve yıldızların küçük bir nev'ini de şeyâtînin recmine alet etmiş."

"İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların üç manası olabilir:"

"Birincisi: Kanun-u mübareze en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz ve alâmettir..."

Semâ dairesinde cisimleri latif, ama fıtratları şer olan cin taifesinden şerli bir tabaka ile melekler ve tayyip olan ruhlar arasında da bir çarpışma vardır. 

"İkincisi: Semavatta hüşyar nöbettarlar, mutî sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilâtından ve istimâlarından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir..."

Burada ise şerli ruhların ve cinlerin semânın o tabakasına kulak hırsızlığı için tecavüz etikleri, oranın sakinleri olan nuranî ve itaatkâr askerlerin de o şerli ruhları tard etmek için şahap attıkları ifade ediliyor.  

"Üçüncüsü: Muzahrafat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misilli, o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahaplarla red ve tarddır."(1)

Sema âlemi, nuranî ve hayırlı sakinlerin yaşadığı bir âlemdir. Cinlerin şerli ve habis taifesi ise o mekâna yakışmıyorlar. Öyle ise şerli cinlerin habis insanlar adına oraya gidip kulak hırsızlığı yapmasına mâni olmak için, semanın nöbetçileri olan meleklerin onlara mancınığa benzer şahaplar fırlatıp kovmasını beliğ bir şekilde ifade ediyor.

Hayır ile şer mücadelesi genel bir kaide olduğu için sema tabakasında vuku bulan bu taşlama ve çatışma olayı belli bir döneme tahsis edilemez. Bu sebeple şerli şeytanların recm edilmesi olayı halen devam etmektedir. Yıldız kaymaları da bunun birer alameti niteliğindedir ve halen yıldız kaymaları devam etmektedir. 

1) bk. Sözler, On Beşinci Söz.



4. "Yıldız" ile "Şahap" arasında bir fark var mıdır?

Şahap, yıldızın kendisi değil, ondan çıkan bir kıvılcım, ondan kopan bir ateş parçasıdır.

Bununla birlikte, kayan bir yıldıza da şahap denilmektedir.



5. Recm-i Şeyatin için atılan şahapların üçüncü manasında geçen "casus şeytanlar" kimlerdir? Semayı nasıl telvis edebilirler? "Nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek" ne demektir?

Bunlar, cinlerin âsi ve kâfir kısmıdır. Onların bu küfür ve isyanları manevî bir kir olup, onların semaya çıkmaları, o nuranî beldeleri bir bakıma kirletmeleri demektir. Tertemiz bir mahalleye gelen ahlâksız bir komşudan, o mahallenin bütün sakinlerinin rahatsız olmaları gibi, bu kirli varlıklar da sema ehlini rahatsız ederler.

"Nüfus-u habise"; yerde bulunan ve vahye gölge düşürmeye çalışan Kur’ân düşmanı kâhinlerdir. Onlar, cinleri emirlerinde çalıştırabilmektedirler.

"Casus şeytanlar" ifadesi, semaya çıkmak isteyen habis cinlerin, bu kâhinler namına faaliyet gösterdiklerini bildirmektedir.



6. Kur’ânın hakikatlerini, şahaplar gibi, başımızdaki şeytanlara atılıp dağıtmamız tavsiye edilmektedir. Bu manada; Risale-i Nur'daki hakikatleri, bu asrın hile ve şüphelerine karşı hazırlanmış şahaplar manzumesi olarak değerlendirebilir miyiz?

Risale-i Nur'daki hakikatler, şeytanların kalplere attıkları şüpheleri giderici, o kalplere tahkikî iman kazandırıcı çok ulvî derslerdir. Bunların her biri, hakikaten birer şahap gibi şüphe ve tereddütleri izale etmekle kalmayıp, birer güneş gibi kalp ve ruhları tenvir eder ve kemale erdirirler.

Meselâ, Âyetü'l-Kübrâ'yı okuyan bir Nur talebesi, hayalen Üstad ile birlikte kâinatı dolaşır, eşyaya ve hâdisata onun nazarıyla bakar, istifadesi de o nisbette büyük olur.

Uhuvvet Risalesi'ni okuyan bir kişinin kalbi bütün müminlere karşı halis bir muhabbetle dolar, gıybetten, hasetten, suizandan, adavetten uzak kalır.

Bunlar gibi her bir risale okuyucusunu ayrı bir hakikat burcunda gezdirir ve Kur’ân hakikatlerini bu asrın fehmine en münasip ve en faydalı şekilde ona ders verir.

7. "رَّبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ" ayetinin mevzu ile münasebeti açısından izahını yapar mısınız?


Âyet-i kerîmenin meali şöyledir:

“Ve de ki: Rabbim, şeytanın dürtüklemelerinden (kışkırtmalarından, vesveselerinden) sana sığınırım." (Müminûn, 23/97)

Bir sonraki âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur:

“Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” (Müminûn, 23/98)

Bu sözde şeytanların sema ülkesine nüfuz edip oradan kulak hırsızlığı yaptıkları anlatılmakta ve bunların recmedildiklerine dair âyet-i kerîmenin manevî bir tefsiri yapılmaktadır.

Bu âyetin konuyla münasebeti, semaya nüfuz etmeye çalışan şeytanların, insana da zarar vermeye çalışmalarıdır. Nitekim bu Söz’ün Zeylinde (Yirmi Altıncı Mektup'un Birinci Mebhası) şeytanla yapılan uzunca bir münazaraya yer verilmiştir.

Âyette geçen “hemezat” kelimesine “dürtükleme, kışkırtma, vesvese” manaları verilmiştir. Kelimenin çoğul olarak gelmesi ise, hem insana birçok şeytanın musallat olduğunu hem de şeytanın vesveselerinin çok çeşitli olduğunu ifade etmektedir.