Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

On Altıncı Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:24    Güncellendi: 21.02.2025 22:24

Giriş Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Üstad Hazretleri On Altıncı Söz'e Yâsin sûresinin son ayetleri ile başlıyor. Söz konusu ayetlerle bu Söz arasındaki alakayı açıklar mısınız?

Yâsin sûresinin son ayetlerinin mealleri şöyledir:

"Bir şeyi dilediği zaman, onun emri o şeye ancak 'Ol!' demektir. O da hemen oluverir."

"Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir! Siz yalnız ona döndürüleceksiniz." (Yâsin, 36/82-83)

Birinci âyet-i kerîme, Allah’ın dilediği şeyin onun sonsuz kudretiyle hemen meydana getirildiğini ifade etmektedir. Âyette geçen "Ol!" emri konusunda Yedinci Söz’le alakalı bir sualin cevabında geniş izahat yapılmıştır. Burada konuya kısaca temas etmekle iktifa edeceğiz.

Yaratılacak bir şey vücuda gelmeden önce de Allah’ın ilminde mevcuttur. Yaratıldığında, Üstad'ın ifadesiyle, “daire-i ilimden daire-i kudrete” geçmiş olurYani, eşya mutlak manada bir yokluktan gelmemektedir. İlimdeki bu varlıklar, ilâhî iradenin tahakkuk etmesiyle birlikte, Allah’ın sonsuz kudretiyle külfetsiz olarak, gayet kolay vücuda gelirler.

Şu var ki, eşyanın yaratılışı ya ibda iledir, yani bir anda yaratılırlar, -melekler ve ruhlar gibi- yahut inşa iledir, yani tedrici olarak safha safha yaratılırlar.  

İnşa ile yaratmanın da her bir safhasında eşya yine “Ol!” emriyle meydana gelir. Suyun ve toprağın bitki olması “Ol!” emriyle tahakkuk ettiği gibi, o bitkiyi yiyen bir canlının vücudunda otun kan olması, hücre olması, süt olması da yine “Ol!” emriyledir. Yani, bu mu’cize icraatlar kendi kendine olamazlar, onları sebepler de meydana getiremezler.

İkinci âyet-i kerîmede, Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olduğu nazara veriliyor. Onun yaratmasıyla var olduğumuz gibi, onun ölüm kanunuyla bu dünyadan göçecek ve yine onun diriltmesiyle mahşere çıkıp huzurunda hesap vereceğiz.

Burada, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah hakkında bu gibi suallerin bir itiraz havası içinde sorulmaması icab ettiğine de bir işaret vardır. Bu gibi konular, bu Söz’de olduğu gibi, bir marifet dersi olarak müzakere edilebilirler. Bunda da büyük hayır ve sevap vardır.

“Ol!” emri hakkında Nur Külliyatı'nda birçok açıklamalara yer verilmiştir. Bunlardan birisini aşağıda takdim ediyoruz:

"Yani hiçbir şey ona ağır gelemez. Daire-i imkânda ne kadar eşya var; o eşyaya gayet kolay vücut giydirebilir.Ve o derece ona kolay ve rahattır ki, اِنَّماَ اَمْرُهُ اِذاَ اَراَدَ شَيْئًا...الخ sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır."

"Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sürat ve mahareti ifade için denilir ki, o iş ve sanat ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, sanatlar vücuda geliyor." "

Öyle de Kadîr-i Zülcelâl'in kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten اِنَّماَ اَمْرُهُ اِذاَ اَراَدَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman eder."(1)

1) bk. Mektûbat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



2. "İtminan-ı nefsime medâr olacak, zulmeti dağıtacak,.." Nefsin tatmini ne demektir; hâlbuki aklın tatmini ehemmiyetli değil midir?

Burada “nefsin tatmini” ifadesi nefsin mertebelerini hatırlatıyor. Bilindiği gibi nefsin en alt mertebesi, daima kötülüğü emreden “nefs-i emmaredir.” Bu nefis, ibadet ve takva ile terbiye gördükçe önce “levvame” sonra “mutmainne” mertebesine çıkar ve terakki yolculuğu burada da durmaz devam eder.

“İtminan-ı nefsime medar olacak” ifadesini, “nefsimi mutmainne mertebesine çıkaracak, onu tatmin edecek, itirazlarını susturacak bir ders” manasında anlayabiliriz.

Üstadımız kendi nefsine hitaben yazdığı bu derste bizlere şu mesajı vermiş oluyor: “Bu ders sizin nefislerinizin bütün itirazlarını hallederek onu tatmin edecek bir kuvvettedir.”

Suale verilen cevap aklı da tatmin etmektedir. Ancak, insanlar çoğu zaman akıllarının çok iyi anladığı bir meselenin zıddını da yapabiliyorlar ve bilerek hata işleyebiliyorlar. Bunun sebebi, aklen bildikleri o meselede henüz nefislerini tatmin edememiş olmalarıdır. Her insan, çalışmanın faydalı, tembelliğin ise zararlı olduğunu aklen bilir, ama nefsini yenemeyince yine tembelliğe devam eder.



3. "İtminân-ı nefsime medâr olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan dört şuâı göstermekle kör nefsime bir basîret vermek için yazılmıştır..." Buradaki "zulmet"ten maksat nedir?

İman nur, küfür zulmet olduğu gibi; ilim nur, cehalet zulmettir.

Birinci manaya göre, bu söz iman konusunda nefse vesveseler veren şeytanın bütün desiselerini ortadan kaldırmak için yazılmıştır. Bu ikinci manaya göre, zulmetin dağıtılması, bu konudaki cehaletin ortadan kaldırılmasıdır.

“Dalalet fikrîdir, zulümat kalbîdir, israf cesedîdir.”(1)

1) bk. Sözler, Lemeat.



4. "Dört şuaı göstermekle kör nefsime bir basîret vermek için yazılmıştır." Nefis ile basiret arasında nasıl bir münasebet vardır? Çünkü basiret nefisten ziyade kalbin açıklığı olarak biliniyor?

Basiret; kalp gözünün açılması, kalbin hakikatleri görmesidir. Bununla birlikte, bu görmenin nefisle yakın münasebeti vardır. Nefis ıslah oldukça ve manen yükseldikçe, basiret de o nisbette inkişaf eder. Üstad Hazretleri bu hususta şu tespiti yapıyor:

“Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicap olur.”(1)

Buna göre, hakikat güneşinin kalplere görünmesi için, nefisteki bu körlüğün ortadan kalkması gerekiyor. Bu da ancak onun terbiye edilmesiyle mümkün olacaktır.

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre'nin Zeyli.


Birinci Şua Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Ehadiyet-i Zât-ı İlâhiye ile küllîyet-i ef'âli” ne demektir?

Sualde geçen hakikatlerde insan aklının zahiren bir zıtlık gördüğü kaydediliyor. Bunlardan birisi de "Ehadiyet-i Zât-ı İlâhiye ile küllîyet-i ef'âli.” Yani, Allah’ın Zâtı bir olduğu halde, bu kadar küllî işleri birlikte ve gayet muntazam olarak nasıl icra ettiği?..

Akıl ilk bakışta burada bir tezat olduğunu zannediyor. “Zahiren” kelimesi hakikatte bir zıtlık olmadığını ifade eder. Nitekim sorunun sonunda, “aklı teslime sevk edecek”, yani ona “hakikatte bir zıtlık yokmuş; hakikat benim gördüğüm gibi değilmiş.” dedirtecek bir izah isteniyor.

Bütün şıklar için, “aklı teslime sevk edici” izahlar yapılıyor. Burada sadece “küllîyet-i ef’al” ifadesi üzerinde kısaca duralım:

Cenâb-ı Hakk'ın, yaratma, sûret, rızık ve hayat verme gibi çok ilâhî fiilleri vardır. Bunların her birinin icraatı küllîdir; yani o fiile muhatap olan fertlerin tümünün işleri, sırayla değil, birlikte görülür. 

Açıklamamızı, “rızık verme” fiili üzerinde yapalım. Bu fiil küllîdir. Rızıklanan her canlı ise o fiile mazhar olmuş cüz’î bir ferttir. “Küllîyet-i ef’al” denilince, bugün üç milyon olarak tahmin edilen hayvan türlerinin, birbirinden ayrı olan bütün rızıklarının birlikte verildiği anlaşılıyor. Bitkilerin de rızıkları düşünüldüğünde sayı çok daha artıyor.

Bu kadar çok muhtacı beraber rızıklandırmayı insan aklı almıyor. Çünkü insan ancak birkaç misafir ağırlayabiliyor. Misafir sayısı çok olunca, onları farklı saatlerde ayrı günlerde ağırlama yoluna gidiyor. Bu misafirlerin damak zevklerinden, sıhhat durumlarına kadar çok farklılıkları varsa, hepsini memnun etmekte büyük sıkıntı çekiyor. Bu konudaki aczini görerek, Allah’ın bu kadar farklı canlıyı birlikte nasıl rızıklandırdığını aklına sığıştıramıyor. Otuzuncu Lem’adaki şu ifadeler ve devamı “külliyet-i ef’ali” çok güzel izah eder:

"Evet, bir zat ki ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine musahhar ola ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya ve hadsiz efrad, bir fert gibi nazarında hazır ola ve bütün sesleri birden işite ve umumun hadsiz hâcatını birden yapabile ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya ve …"(1)

1) bk. Lem’alar, Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte.



2. "Vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i Rububiyeti" ne demektir?

“Umumiyet-i rububiyet” ifadesi Fatiha sûresinde geçen Rabbü’l-âlemîn ismini hatırlatıyor. Bütün âlemleri Allah terbiye etmekte ve kemale erdirmektedir. Çekirdeği terbiye ederek ağaç yaptığı gibi, yumurtayı terbiye edip kuş yapıyor. Kâinatı da bir ilk noktadan itibaren altı devrede terbiye edip şu hazır hale getirmiş bulunuyor.

Bu hakikati kâinatın bir küçük misâli olan insanda da görebiliyoruz. Onda da bir “umumiyet-i rububiyet” görülüyor. Gözün terbiyesiyle kulağın, akciğerle karaciğerin terbiyeleri birbirinden farklı olduğu gibi, alyuvarla akyuvarın da terbiyeleri farklılık gösteriyor. İşte bütün bu farklı terbiyeler neticesinde, insan bedeni bütün işlerini en iyi şekilde görebileceği bir mükemmelliğe kavuşuyor. 

İnsan, kendi aczini ölçü aldığında, bu kadar çok ve birbirinden farklı terbiye fiilinin “muinsiz” yani “hiçbir yardımcı olmaksızın” nasıl tahakkuk ettiğine akıl erdiremiyor. Zaten, Allah’a şerik koşmanın temelinde de bu yanlış değerlendirme yatıyor...



3. "Ferdâniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı" ne demektir?

Sualin her üç şıkkında da "Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar çok ve farklı icraatı birlikte nasıl yaptığı" sorulmuş oluyor. Ancak her şıkta Allah’ın birliğini ifade eden ayrı bir isim kullanılıyor.

Üstad Hazretleri Otuzuncu Lem’ada, Ferd isminin Vahid ve Ehad isimlerini tazammun ettiğini, yani onları da ifade etmiş olduğunu kaydediyor.

Vahid; sıfatlarında şeriki olmayan, bütün sıfatları nihâyetsiz ve mutlak olan manasına geldiği gibi, Ehad de zatında şeriki olmayan, Vacib, Kadim, Baki …olan yegâne Zat manasına geliyor. Buna göre Ferd ismi, hem sıfatlarında, hem zâtında eşi ve benzeri olmayan yegâne Zat demek oluyor.

Üstad Hazretleri, vahidiyet ve ehadiyeti açıklarken, Allah’ın sonsuz, mutlak ve muhit sıfatlarının bütün eşyayı ihata ettiğine, bunun yanında her bir mahlûkuna da hususî bir teveccühü olduğuna, onda o varlığın kabiliyetine göre birtakım isimlerini tecelli ettirdiğine dikkatimizi çekiyor, birincisinin vahidiyete, ikincisinin ise ehadiyete bir misal olduğunu ifade ediyor.

Bu şıkta da yine insan, kendi aczini ölçü aldığında, ilim, kudret gibi sıfatlarının sınırlı ve cüz’î olduğunu, bir anda birçok işi birlikte yapamadığını görüyor ve Allah’ın, şeriki ve yardımcısı olmaksızın hadsiz işleri bir anda bizzat icra ettiğini aklına sığıştıramıyor.



4. "Mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması" ne demektir?

Güneş maddî-nuranî olduğu için, maddesi itibariyle bir mekânı vardır. Sıfatlarıyla her çiçeğin, her damlanın, her aynanın yanında olmakla birlkte zâtıyla bu varlıkların yanında değildir. Tam nuranîler ise Cebrail aleyhisselam misalinde olduğu gibi her şeyin yanında hazır olup, Allah’ın izniyle kendilerine verilen vazifeyi yerine getirirler.

Bunun en güzel bir misali de ruhumuzun bedenimizde icra ettiği faaliyetlerdir. Ruh bedenin herhangi bir yerinde mekân tutmadığı için, sıfatlarıyla bütün organların ve hücrelerin yanında sayılır. Mesela, hayat sıfatıyla bütün bedeni kuşatmıştır, ilim sıfatıyla bütün organlarını bilir ve tanır.

Bütün bunlar, Üstadımızın tabiriyle birer “mirsad-ı tefekkür”dür (rasat etme, müşahede aleti, dürbün). Cenâb-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarına aynen tatbik edilemez.

Mekândan münezzeh olan bir zatın nasıl olup da her mekânda hazır bulunduğu meselesi de aklın anlamakta zorlandığı bir konudur. Burada da yine aynı aldanma ile karşılaşıyoruz. Allah’ın bir isminin Nur ve bütün isim ve sıfatlarının da nuranî olduğunu düşünmeyen insan, bu konuda da kendini ölçü alıyor; maddî olan bedeniyle bir anda iki mekânda bulanmaktan âciz olduğu için, bu hakikati anlamakta zorlanıyor.

Üstad Hazretleri mekândan münezzeh olmakla her mekânda hazır bulunma arasında yakın bir münasebet bulunduğunu şöyle ifade ediyor:

“Madem Sani'-i Kadîr mekândan münezzehtir, elbette kudretiyle her mekânda hazır sayılır. Ve madem tecezzî ve inkısam yoktur; elbette her şeye karşı bütün esmâsıyla müteveccih olabilir.”

1) bk. Mektûbat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



5. "Nihayetsiz ulviyetiyle her şeye yakın olması" ne demektir?

Ulviyet; yükseklik, yücelik gibi manalara gelir. Allah’ın varlığının vacib, ezelî ve ebedî olması, sıfatlarının nihâyetsiz, muhit ve mutlak olması hep ulviyeti ifade ederler. Mahlûkatın ise varlıkları mümkin (olup olmamaları eşit), kendileri hâdis (evveli olan, sonradan meydana gelen) ve fani (sonu olan) ve bütün sıfatları sınırlıdır.

Cenâb-ı Hak, maddeden ve mekândan münezzeh olduğundan, onun yakınlığı kesinlikle mesafe manasında düşünülemez. Bu yakınlık ilâhî sıfatların her şeyde icraat göstermesi demektir. Biz elimizi boğazımıza sokamazken, bedenimizdeki yüz trilyon kadar hücrede bizim irademiz dışında bir delilidir.

İnsan nefsinin anlamakta zorlandığı bir mesele de Allah’ın “nihâyetsiz ulviyyetiyle her şeye yakın olması”dır. Burada şu yanlış kıyas karşımıza çıkıyor: İnsanlar dünyevî mertebelerde ilerledikçe çoğu zaman kendilerinden bir önceki makamla temas kurar, daha aşağı mertebedekilerle görüşmezler. Zaten isteseler de görüşmeye zamanları ve imkânları elvermez. Meselâ, bir genel müdür sadece müdürleri muhatap alır, memurlarla görüşmez.

İnsan aczinden kaynaklanan bu hali ölçü alan bir akıl, Allah’ın her şeye onların nefislerinden (zatlarından) daha yakın olmasını anlayamaz.

Bu konuda Nur Risalelerinden sadece iki bahis nakledelim:

"Sual: Cenab-ı Hakk'ın cüz'iyat ve hasis emirler ile iştigali azametine münafîdir?

"Elcevab: O iştigal, azametine münafî değildir. Bilakis, adem-i iştigali azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ: Şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur."(1)

"Cenab-ı Hakk'ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyası gibi bütün mevcudata âmm ve şamil olup, hiçbir şeyle müvazene edilemez. Arş-ı A'zam'a taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak şems ve kameri halkettiği gibi, sineğin gözünü de o halketmiştir. Cenab-ı Hak kâinatta vazettiği yüksek nizam gibi, hurdebînî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latif bir nizam vazetmiştir."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.

(2) bk. İşarâtü’l-İ’caz, Bakara Suresi 7. Ayet Tefsiri.



6. "Birliği ile her işi bizzat elinde tutması" ne demektir?

Diğer şıklarda Vahid, Ehad, Ferd isimleri kullanılmış, burada da “birlik” ifadesi tercih edilmiştir. Birlik kelimesi önceki üç mana için de kullanılabilir.

Bizzat; zatıyla demektir, zıddı “bilvasıta”dır.  Cenâb-ı Hak, bütün bu sonsuz icraatlarını başkaları vasıtasıyla veyahut onların yardımıyla değil, ancak kendi irade ve kudretiyle yapmaktadır.



7. "Hakaik-i Kur’âniyedendir." ifadesi ile alakalı, Kur’ân hakikatlerinden birkaç misal verir misiniz?

Bu konuda pek çok âyet-i kerîme vardır. Kur’ân'ın hülasası olan Fatiha Sûresi tevhid dersleriyle başlar ve devam eder; bütün hamd ve senanın Allah’a ait olduğu, bütün âlemleri onun terbiye ettiği, din gününün yegâne sahibinin o olduğu, ibadet ve istianenin ancak ona yapılabileceği gibi çok ehemmiyetli ve temel tevhid dersleri verilir. 

Sonra Kur’ân’ın tamamında bu dersin çeşitli vecihleri farklı âyet-i kerîmelerde nazara verilir. Bunlardan birkaçını takdim edelim:

“...O her şeye kadirdir.” (Mülk, 67/1)

“...Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın...” (Bakara, 2/32)

“...O (Allah), her şeyi ihata etmiştir (ilmiyle kuşatmıştır).” (Fussilet, 41/54)

“...Hiçbir şey, onun gibi değildir. Ve o, en iyi işiten, en iyi görendir.” (Şura, 42/11)

“...O her şeyi bilir.” (Bakara, 2/29)

“O dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (Tekvir, 81/29)



8. "Kur’ân ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez." ifadesini nasıl anlamalıyız? Kuran’ın bütün meseleleri aklî midir?

Hakîm; hikmet sahibi, demektir. Hikmet için birçok tarifler yapılmıştır. Bunlar içerisinde en çok kullanılan iki tarif şöyledir:

“Eşyanın hakikatinden bahseden ilim.”
“Bir işi en doğru ve faydalı şekilde yapmak.”

Bu tariflerin birincisine göre, bu kâinatın niçin yaratıldığı, ne vazife gördüğü, insanların bu dünyaya niçin gönderildiği, dünya hayatını tamamladıklarında nereye gidecekleri gibi suallerin en doğru cevapları Kur’ân-ı Hâkim'dedir. Zira, Kur’ân, bütün âlemleri yaratıp, kâinat ağacından insan meyvesi süzen ve “dünya hayatını âhiret için bir tarla yapan” Allah’ın fermanıdır.

İkinci tarife göre, Kur’ân-ı Hakîm, insanlara maddî ve manevî cihazlarını en faydalı şekilde nasıl kullanacaklarını, ömür sermayelerini en kârlı şekilde nasıl değerlendireceklerini, insanın yeme ve içmeden, içtimaî hayata kadar her sahada nasıl hareket edip nelere dikkat etmesi gerektiğini en mükemmel şekilde ortaya koymuştur.

Üstad Hazretleri, bu âlem için “kitab-ı kâinat” tabirini kullanır; bütün fen ilimlerinin İlâhî hikmetin tercümanları olduklarına işaret eder. Kudret ve irade sıfatından gelen bu kâinat kitabı, atomlardan sistemlere kadar hikmetlerle dolu olduğu gibi, kelam sıfatından gelen ve o kitabın “tercüme-i ezeliyesi” olan Kur’ân-ı Hakîm de yine baştanbaşa hep hikmet doludur.

“Kur’ân’ın bütün meseleleri aklî midir?” sualine gelince: Bilindiği gibi, iman gayb için söz konusudur. Meselâ, meleklerin varlığı bizim için gaybdır ve biz Kur’ân’ın bu husustaki haberlerine iman ederiz. Meleklerin varlığı bir fizik hâdisesi gibi ele alınamaz. Bununla birlikte, bu gaybî hakikati akla yaklaştıran çok deliller de mevcuttur. Ancak, Üstad Hazretlerinin şu tespiti de çok ehemmiyetlidir:

“Neticenin kayyûmu imandır. Burhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, o neticeye konan vehimleri süpürür.”(1)

Yine Nur Küllîyatı'nda teklifin esasının “akla kapı açıp ihtiyarı elden almamak” olduğu ehemmiyetle nazara verilir. Ve aklın Kur’ân hükümlerini tasdik edeceği şöyle dile getirilir:

“…Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”(2)

Demek ki, Kur’ân’ın hiçbir hükmü akla ters düşmez. Yeterli malumatla mücehhez bir akıl, inat ve mükâbere olmadığı taktirde Kur’ân’ın hükümlerini tasdik eder. Ama her akıl Kur’ân’ın her hükmünün hikmetini tam olarak idrak edemez.

Konunun bir başka yönüne de kısaca temas edelim:

İbadete dair hükümler, nasıl emredilmişlerse öylece işlenir ve amel sahasına  konulurlar. “Taabbüdî” denilen bu hükümlerde aklî bir tahlil yapılamaz. Mesela, “Niçin sabah namazının farzı iki rekât da akşamın ki üç rekât olmuş?” gibi bir sual sorulamaz ve bu konunun aklî delillerle ispatına kalkışılamaz.

Dipnotlar:

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.

2) bk. Hutbe-i Şamiye.



9. "Aklı teslime sevk edecek bir izah isterim." cümlesini açıklar mısınız?

Üstadımızın şeytanla münazarada kullandığı bir ifade var:

“Bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın...”

Hakikati bulmak isteyen ve delilleri peşin hükümden uzak olarak düşünen, bir de konuya muhatap olacak seviyede bir müktesebata sahip olan her akıl, burada ortaya konulan deliller karşısında teslim olur.



10. "Mâdem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur’ân'ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, çok müşkilâtımızı halletmiş; inşâallah bunu da halleder..." İsm-i Nur'un hallettiği birçok müşkilâta, bir iki misal verebilir misiniz?

Kanaatimce burada kastedilen mana şudur:

Nur Küllîyatı'nda aklın anlamakta zorlandığı ve muhataba anlatmakta zorluk çekilen birçok derin ve ince hakikatler, “Nur” isminin tecellilerinden hareket edilerek açıklanmıştır.

Bunun misallerini yine Nur Külliyatı'nda aramamız iktiza ediyor.

Meselâ; Mesnevî-i Nuriye’de (Zeylül-Habbe)’de geçen,

“Odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzağına en yakındır. Çünkü o misalî misallerin kayyûmu odur.” ifadesi ve Yirmi Dokuzuncu Söz'de geçen Şeffafiyet Sırrı”  buna birer misal olabilir.

Keza, İkinci Şuâ'nın hâtimesindeki, “Uzunca Bir Haşiyede,” haşirde cesetlerin ihyası için yüz milyon elektrik lambalarına bir merkezden nur vermenin mümkün olduğu misâli verilmiştir.



11. Nur isminin On Altıncı Söz'ün Birinci Şua'ındaki suallerle münasebeti nedir?

Bu bahiste birçok sual Güneş misâliyle cevaplandırılmış oluyor. Güneş'in, “maddî nuranî” olduğu belirtildikten sonra, nuranî ruhların akislerine geçilerek Cebrail aleyhisselâm misâli veriliyor. Temsilin hakikate tatbikinde bütün nuraniyatın, ilâhî isimlerin kesif bir zılali (gölgesi) olduğu belirtiliyor.

Bütün bunlar, konunun Nur ismiyle yakın münasebetini göstermektedir.



12. Temsil yolu için; "akla vâzıh, kalbe nuranî" tabirleri kullanılıyor. Bunu nasıl anlamalıyız?

Vâzıh; “açık, kolayca anlaşılır, bedihî” gibi manalara gelir. Anlaşılması zor bir konunun misâllerle anlatılmasının büyük kolaylık sağladığı malumdur.

Nuranî kelimesi bu çeşit bir anlatımla kalbin daha fazla feyiz aldığını ifade ediyor. Yani, temsil yoluyla bir meseleyi anlatmak, hem konunun akıl için daha fazla açıklık kazanmasını sağlıyor, hem de kalbin istifadesi daha ziyade oluyor.

Aynı mana teşbih için de geçerlidir. Bir adam hakkında, “çok kuvvetli” demekle, “aslan gibi kuvvetli” demek arasında büyük fark olduğu açıktır.



13. İmam-ı Rabbani (r.a) Farsça ibaresinde "Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum." diyor ve Üstadımız da ona iştirak ediyor. Bu cümleyi açar mısınız?

Farsça ibarenin manası şöyle: “Ne geceyim, ne geceye taparım. Ben bir güneşin kölesiyim ve ondan haber veririm.” 

Gecenin, her türlü karanlık fikri ve yanlış inancı temsil ettiği düşünülebilir. Nitekim Risalelerde de bütün dalâlet yollarının “zulmetli” olduğu ifade edilir. Güneş ise, Kur’ân güneşi ve insanları o güneşe kavuşturmak için gönderilen Peygamber Efendimiz (asm.) olabilir.

Üstadımız da İmam-ı Rabbaninin (r.a.) kastettiği manaya aynen katıldığını ifade etmiş oluyor.  Ancak, bu Farisî ibarenin konumuzla doğrudan bir alakasını aramak yerine, kanaatimce, şöyle düşünmemiz daha isabetli olur:

"Nasıl ki İmam-ı Rabbanî (r.a.), çok ince ve derin manaları bir temsil ile nazara veriyorsa, ben de ulûhiyete ve rububiyete dair çok yüksek hakikatleri bir misalle akla yaklaştırmaya çalışacağım."

İmam-ı Rabbanî'nin Güneş'ten bahsi gibi, Üstadımızın da güneş misaliyle birçok hakikatleri aydınlatması ayrı bir tevafuk olarak düşünülebilir.

"İsm-i Nur çok müşkilâtımızı halletmiş; inşaallah bunu da halleder. Akla vâzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi deriz:

 نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ - غُلاٰمِ شَمْسَمْ اَزْشَمْسِ مِى گُويَمْ خَبَرْ " 

Gece; eşyayı saklayan karanlık bir örtü gibidir. Güneş ise; eşyayı aydınlatan ve insanların görmesini temin eden bir lamba gibidir. İmam Rabbanî Hazretleri, “Bizim fikirlerimiz Kur’ân'dan mülhem oldukları için, tıpkı güneş gibi insanların kalp ve fikir aynalarını aydınlatır, gece gibi muğlak ve anlaşılmaz değildirler.” demiş oluyor.  

Üstadımız da bu temsil ve teşbih metodunu güneşe, bu metodun dışındaki anlaşılmaz hitap şekillerini ise karanlığa benzetiyor.

"Ne de geceye kulluk ederim" ifadesini nakletmekle de “Kur’ân'ın o haşmetli ve anlaşılır üslubu varken, anlaşılmaz ve karmaşık hitap yollarına tevessül etmem.” demiş oluyor.

Elbette ki bunlar birer tevildir. Başka teviller de yapılabilir.

14. Temsilin "i'câz-ı Kur’ân'ın en parlak bir âyinesi" olması ne demektir? Risale-i Nur'da da aynı yolun ihtiyar edilmesinin hikmeti nedir?

Kur’ân-ı Kerim'de, birçok hakikat dersinin temsillerle, darbımesellerle harika bir şekilde verildiğini görüyoruz.

Bunun en açık misali, yeniden dirilmeye akıl erdiremeyen o zamanın müşriklerine ve onların şahsında bütün bir insanlık âlemine yapılan şu hitaptır:

“Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum, 30/50)

Bir âyet-i kerîmede de dünya hayatının geçici ve âhirete nisbetle ehemmiyetsiz olduğu şöyle nazara veriliyor:

“Görmedin mi, Allah gökten su indirdi de onu yeryüzündeki kaynaklara ulaştırdı. Sonra onunla renkleri çeşit çeşit ekinler çıkarıyor. Sonra ekinler kuruyor da onları sapsarı kesilmiş görüyorsun. Sonra da Allah onları kurumuş çer çöp hâline getirir. Şüphesiz ki bunda akıl sahipleri için bir öğüt vardır.” (Zümer, 39/21)

Diğer taraftan, peygamber kıssaları da bir cihetiyle "temsil" vazifesi yaparlar. Meselâ, hastalığa karşı sabırlı olmanın ehemmiyeti, Hz. Eyüp (as)'ın kıssası ile çok güzel bir şekilde ders verilir.

Kur’ân-ı Kerim'in bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur Külliyatı'nda da temsilin önemli bir yeri vardır. Çok uzak, ince ve derin hakikatler temsil yoluyla akıllara yaklaştırılmış, red ve inkâr yolu kapatılmıştırBunu Üstad Hazretlerinin kendi ifadelerinden okuyalım:

“… Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gâyet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.”(1)

Risale-i Nur’da, Kur’ân-ı Kerim'in kırk nevi i’cazı bulunduğunu, bunların içinde en ehemmiyetlisinin de onun belağatı olduğu kaydedilir. Belağatın en mühim mu’cize olmasını şöyle anlayabiliriz: 

Kur’ân'ın, bu kırk nevi i’cazından birisi gaybdan haber vermesi, geçmiş peygamberlerin kıssalarını, kabir hayatını, mahşeri, cennet ve cehennemi anlatmasıdır. Bunlar bir ümmî Zat’ın işi olamaz. Ancak, müşrikler buna karşı çıkıp inanmadıklarında yapılacak bir şey yoktur.

Yine Kur’ân'ın çok mühim bir mu’cizesi Allah’ı zatıyla, sıfatlarıyla, isimleriyle hak ve hakikat olarak bildirmesidir. Bu da bir mu’cizedir, bunlar da Allah Resulünün (asm.) şahsî malumatıyla verilecek haberler değildirler. Ancak müşrikler bu haberleri de yalanlayabilmişlerdir. Ama belağat mu’cizesi karşısında âciz kalmışlardır. Zira, bu mu’cizeye inanmak yahut inanmamak gibi bir tercihleri söz konusu değildir. Ya Allah kelamının bir mislini getirecekler yahut mağlubiyeti kabul edeceklerdir.

Bu asırda belağatla alakalı tartışmalar geride kalmış, küfür ve dalalet ehlinin hücumları doğrudan Kur’ân'ın hakikatlerinde yoğunlaşmıştır. İşte iman ve Kur’ân hakikatlerine yapılan bu hücumlara karşı “Kur’ân'ın bir mucize-i maneviyesi” olan Risale-i Nur karşı çıkmış, hakikatleri o kadar mükemmel izah ve ispat etmiştir ki, bütün batıl fikirleri ve muhalif felsefî cereyanları mağlup etmiştir. Hem aklı ikna, hem de kalbi tatmin eden bu kuvvetli derslerde, temsillerin de ayrı ve çok ehemmiyetli bir yeri vardır. Bu hususta Üstadımızın bizzat kendi ifadelerini yukarıda nakletmiştik.

On Altıncı Mektub'un Zeyli’nde

“… Kur'ân-ı Hakîmin kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalelerini zir ü zeber etmişim.”(2)

buyurur. İşte, Üstad'ın tabiatperestlere karşı kaleme aldığı Tabiat Risalesi Kur’ân'ın bir mu’cize-i maneviyesidir. Yani, onda nazara verilen hakikatler, getirilen deliller, verilen temsiller tabiatperestleri acze düşürmüş, onları mağlup etmiştir.

Bütün risalelerinde bilhassa Âyetü’l-Kübra Risalesi'nde Cenâb-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine dair yaptığı izahlar ve ispatlar münkir ve müşrikleri fikren mağlup etmiş, acze düşürmüştür. Diğer risaleler de kendi sahalarında aynı hususiyeti ve üstünlüğü sergilemektedirler. Her biri bir sahada İslâm ve iman düşmanlarının fikirlerini çürütmüş, oyunlarını bozmuş, tahribatlarına mâni olmuştur.

Dipnotlar:

1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizini Mektup, Mahrem Bir Suale Cevaptır.

2) bk. age. On Altıncı Mektup'un Zeyli.



15. "Bir tek zat, muhtelif merâyâ vasıtasıyla külliyet kesb eder. Cüz’î-yi hakikî iken, umumî şuûnâta mâlik bir küllî hükmüne geçer..." temsilini, Güneş'in vahidiyet ve ehadiyet ciheti açısından tecelliyatını izah eder misiniz?

Önce, Üstad Hazretlerinin ehemmiyetle nazara verdiği şu hakikat derslerini hatırlamamız ve konuyu onların ışığında değerlendirmemiz gerekiyor. Buyuruyor ki;

“Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor.”(1)

“Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfâtında, misil ve misâli yok; fakat, mesel ve temsil ile bir derece şuûnâtına bakılabilir.”(2)

Buna göre, Allah’ın varlık âlemini yaratması ve onlardaki tasarrufu ve icraatı, ne Güneş'in eşyayı aydınlatmasına benzer, ne yerküresinin üzerindeki eşyayı çekip tutmasına ve ne de insanların uyduları yerden idare etmelerine. Bunlardan sonsuz derece farklıdır. Ancak bu gibi misâller değerlendirilerek şu neticeye varılır:

Allah’ın yarattığı bu varlıklar, onun ihsanıyla, onun verdiği kuvvet ve kudretle böyle harika işler sergiliyor ve icraatlarını gayet kolay yapıyorlar. Elbette Allah, bütün eşyayı bu misâllerin çok ötesinde bir mükemmellik ve kolaylıkla yaratır, sevk ve idare eder.

Böyle düşünmeyip de misâlle hakikat arasında doğrudan bir münasebet kurmaya kalkışmak insanı yanlış yola götürür.

Temsilde şöyle umumî bir kaide nazara veriliyor:

“Bir tek zât, muhtelif merâya vasıtasıyla küllîyet kesbeder. Cüz'î-yi hakikî iken, umumî şuunata mâlik bir küllî hükmüne geçer.”

Yani, bir tek şahıs, kendisi cüz’î bir fert olduğu halde farklı aynalar yoluyla küllîleşir, bir anda çok işler görebilir. Bunun günümüzde en açık misali televizyon programlarıdır. Orada konuşan bir tek şahıstır, her ekran bir ayna kabul edilirse, o konuşma milyonlarca farklı mekânda, farklı kişilerce seyredildiğinde, o şahıs sanki külliyet kazanmış, milyonlarca şahsa birlikte hitap etmiştir.

Bir âlimin eserlerini de onun ilminin birer aynası olarak kabul edebiliriz. O tek şahıs kitabını okuyan her kişiyle sohbet etmiş gibi olur ve sohbeti külliyet kazanır.

Üstad Hazretleri “bir tek zâtın, muhtelif aynalar vasıtasıyla külliyet kazanmasına” Güneşi misâl olarak veriyor. Güneş tek bir varlıktır ama, şeffaf şeylerdeki tecellileri sayılamayacak kadar çoktur. Yeryüzünü akisleriyle  doldurur. Denizlerden, damlalardan, bütün gözlere kadar sayısız eşyada tecelli eder; onlar üzerinde iş görür.

Buna bitkiler âlemini de kattığımızda, Güneş bir anda birbirinden ayrı sonsuz denecek kadar çok işi birlikte görmektedir. Cevabın giriş bölümünde de işaret edildiği gibi, bu misal şöyle değerlendirilecektir:

Allah’ın sema ordusundan bir nefer olup “Nur” isminin kesif bir gölgesine mazhar olan Güneş, bir anda bu kadar farklı icraatları karıştırmadan, yorulmadan, büyük-küçük fark etmeden,…, yaparsa elbette O’nu  yaratan Allah’ın bu varlık âlemindeki icraatları son derece kolay olur, bir iş bir işe mani olmaz, büyük-küçük, yakın-uzak farkı söz konusu değildir.

Güneş'in sıfatları hükmünde olan ışığı, harareti ve renkleri bütün eşyayı ihata ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın da sonsuz ve muhit olan sıfatları bütün mahlûkatı kuşatmıştır.

Güneş, bu cihetiyle vahidiyete bir misal olmaktadır.

Diğer taraftan, Güneş, sıfatlarıyla tecelli dairesindeki bütün varlıkları ihata etmenin yanında, onların her biriyle de sanki hususî olarak alâkadar olmakta, her birisine onun kabiliyetine göre feyiz vermektedir. Güneş bu cihetiyle de ehadiyete bir misal olmaktadır.

Vahidiyet, Allah’ın sıfatlarının bütün mahlûkatı ihata etmesini, nihâyetsiz sıfatlara sahip ondan başka kimse bulunmadığını ifade eder. Bunun yanında her bir mahlûkta, kabiliyetine göre, ilâhî isimler ve  sıfatlar tecelli etmektedir.

Bir aynadaki tecelli de Güneş'in birliğini gösterir, bütün eşyayı kaplamış ışık da. Birincisi ehadiyet, ikincisi vahidiyet olarak ifade ediliyor.

Ehad; Allah’ın zâtının bir olduğunu, eşinin ve benzerinin olmadığını ifade eder. Vahid ise, sıfatlarının birliğini, yani o sıfatların da eşi ve benzerinin olamayacağını bildirir.

Güneş'in yedi renginin yedi sıfatı olmasında da şöyle bir işarî mana vardır:

Bilindiği gibi itikat imamlarımızdan İmam-ı  Matüridî’ye göre Allah’ın sıfatları sekiz, İmam Eş’ariye göre ise yedidir. Eş’ariye göre “tekvin” sıfatı kudret ve irade içinde düşünülmüş, ayrı bir sıfat olarak görülmemiştir.

Üstad'ın Güneş misalinde bu görüşe bir işaret yapılmıştır.

Aynada Güneş'in “bir nevi cilve-i zâtının görünmesine” gelince:

Aynada görünen Güneş, güneşin zâtı değil, zâtının bir nevi cilvesidir.

Cenâb-ı Hakk’ın bir nevi cilve-i zâtı, ancak mü’minin kalbinde ona olan “imanı” olarak anlaşılabilir.

"Ben yere göğe sığmadım, mü’minin kalbine sığdım."(3)

mealindeki hadis-i kudsî de insanın hem iman, hem de marifet cihetinden bütün mahlûkattan ileri olduğunu ders vermektedir.

Dipnotlar:

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zerre.

2) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.

3) bk. Acluni, Keşfü’l-Hafâ, 2/195 (2256).



16. "Temsilden temessül bahsine geçmek" ne demektir? Ayrıca, temessülün çok envaından, burada ihtiyaca binaen üç tanesi zikredilmiş. Temessülün diğer nevilerinden maksat nedir?

Temessül; “bir şekil ve sûrete girme” demektir. Burada ise, temsille ortaya çıkan ve kalplere kendini hissettiren hakikat olarak kullanılmıştır.

İnikas ve temessül; bir şeyin aynı ile başka bir şeyde yansıması demektir. Mesela, bir mumun etrafında on adet ayna bulunsa, o mum her bir aynada temessül eder. Bir tek mum iken, on mum olur.

Cebrail (as) nuranî bir varlık olduğu için, temessül sırrı ile bir anda binlerce yerde zâtı ile bulunur, aynı ile temessül eder. Arştaki Cebrail (as) ile Dıhye suretinde Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) huzuruna gelen Cebrail (as) aynıdır. Ancak arş çok câmi’ ve geniş bir ayna olduğu için, Cebrail (as) bütün haşmet ve azameti ile arşta temessül eder. Haşmet ve azamet aynanın kabiliyetine göre oluyor.

Temessülün çok mertebelerinden üç tanesi bu derste beyan edilmiş ve onlardan hakikat dersleri çıkarılmıştır.

"Temessülün çok envaı" ifadesini iki şekilde anlayabiliriz.

Birisi: Güneş, sualde geçen hakikatlerin anlaşılması için bir temsil olarak kullanıldığı gibi, başka konularda da Güneş'ten ayrı temsiller ve ayrı dersler çıkabilir.

Nitekim Nur Risalelerinde Güneş kaynaklı çok izahlar ve ispatlar yapılmıştır.

İkincisi: “Bir tek zât, muhtelif merâya vasıtasıyla küllîyet kesbeder.” cümlesini esas aldığımızda, güneş temsili bu hakikatin anlaşılması için bir misal olarak verilmiş olur. Bu maksatla çok farklı misaller de verilebilir ve bunlar “temessülün çok envaı” manasını ifade ederler.

Hüve Nüktesi'nde hava unsurundaki temessül konu alınmıştır. Söylenen bir kelimenin bütün hava zerrelerinde temessül etmesi nazara verilmiştir. 

Bir şahsın televizyonda konuşmakla külliyet kesbetmesi de temessüle bir misal olabilir.

Not: Üstad Hazretleri burada temessülün çok kısımlarından üç tanesini nazara verdiğini ifade ederken, Lemeât’ta buna bir dördüncüsünü daha ilave ediyor:

“Ayinede temessül, münkasım dört surete: Ya yalnız hüviyet ya beraber hâsiyet ya hüviyet hem şu'le-i mahiyet ya mahiyet, hüviyet. Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime...”(1)

1) bk. Sözler, Lemeat, Temessülün Aksamı Muhtelifedir.



17. "Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil." Maddî şeylerin akisleri ile Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyet hakikatinin şuunatı arasında nasıl bir münasebet vardır?

İlâhî kudretin küllî işleri birlikte yapmasına misal olarak, bir tek zâtın muhtelif aynalarda külliyet kesbetmesi verilmiş, bu da üçe ayrılarak incelenmiştir. Bu Söz’de nazara verilen üç temessül içerisinde hakikate en yakın olan temessül, “nuranî ruhların aksi” olmakla birlikte, o noktaya kadar iki kademe daha nazara verilmiştir. Her üçünde de temessüller o varlıkların kendi irade ve kudretleriyle değil, İlâhî irade ve kudretle gerçekleştiği için, her üçü de Allah’ın kudretinin küllî işleri birlikte ve gayet kolay yapmasına misal olurlar.

Aynalar mahzenine giren bir şahsın binler şahıs olması Allah’ın koyduğu temessül kanunuyla tahakkuk etmektedir.  O sûretleri yaratan da Allah’tır. Mahzendeki o şahıs, mesela, elini kaldırsa binlerce el birden kalkar. Sanki o şahıs binlerce eli bir kolaylığında kaldırmış gibi olur.

Üstad Hazretleri Lemeât adlı eserinde, "Temessülün Aksamı Muhtelifedir" başlıklı dersinde temessülü dört kısma ayırır ve bir şeyin hem mahiyet, hem de hüviyetiyle çok yerlerde birlikte temessül edebileceğine “kelime”yi misal olarak verir. Yani bir kelimenin bütün kulaklara aynı hüviyet ve mahiyetiyle girmesini buna delil olarak getirir. Bir kelimeyi bir anda hadsiz kulaklara aynen işittiren İlâhî kudret, aynı kolaylıkla mahlukat âleminde hadsiz işleri birlikte ve son derece kolay olarak icra eder.

18. "Maddî nuranînin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil." Akisler için "ayn değil, fakat gayr da değil" denmesi ne demektir?

Ayn olmaması, aynadaki tecellinin Güneş'in bizzat kendisi olmadığı manasınadır. Ayn olsaydı, o tecellinin de dünyadan bir milyon üç yüz bin defa büyük olması ve ısısının Güneş'in ısısı kadar olması gerekirdi.

Gayr olmaması ise, cümlenin devamında ifade edildiği gibi, Güneş'in birçok hususiyetlerini taşıması yönüyledir. Yani, aynadaki insanla, aynadaki güneş arasında bu noktada büyük fark vardır. Aynadaki insan ne hayat sahibidir, ne ilim sahibidir, ama Güneş'in aynadaki aksinin de kendi çapında ışığı, ısısı ve renkleri vardır.



19. "Mahiyetin tutmaması" ne anlama geliyor? "Hasiyet" ile "mahiyet"in farkı var mıdır?

Mahiyet; “bir şeyin ne olduğu” sualinin cevabıdır. Aynadaki akis için “Bu nedir?” diye sorulsa “Güneş'tir.” denilemeyeceği için, mahiyeti tutmuyor demektir. Mahiyeti tutsaydı onun da Güneş'in bütün hususiyetlerini taşıması gerekirdi.

Hâsiyet; “hususi fayda, menfaat, hususiyet” gibi manalara gelir. Aynadaki güneş timsali Güneş'in mahiyetini tutmamakla birlikte, Güneş'in ısı, ışık, renk gibi hususiyetlerini taşımaktadır.

20. Temessülün aksamından ikincisini özetler misiniz?

Güneş misali, konunun başında geçen sual şıklarının hepsine ışık tutacak kadar ehemmiyetli ve harikadır. Şu var ki, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bütün bunlar düşünülürken Güneş'in mahlûk olduğu, “Nur” isminin kesif bir aynası olduğu, ilâhî icraatların bu âciz mahlûkun işleriyle tam tetabuk etmeyeceği unutulmamalıdır...


21. "Biz ondan uzak iken o, bize bizden daha yakın olurdu..." ifadesinde geçen uzaklık ve yakınlık nasıl anlaşılmalıdır?

Biz Güneşe çok uzak olduğumuz halde o, ışığıyla gözümüzün içinde iş görüyo; bize bizden daha yakın… Bizim Güneşe olan uzaklığımız mesafe yönündendir. Ancak, temsilden hakikate geçtiğimizde durum değişir.

Allah, maddeden ve mekândan münezzeh olduğundan kuluna yakınlığı, “onu bilmesi, dualarını işitmesi, ihtiyaçlarını görmesi, ilâhî sıfatların o kulu ihata etmiş olması” manasınadır. Kulun ondan uzaklığı ise onun mahiyetini idrakten aciz olması, zatının mahiyetini bilememesi cihetiyledir.

Allah’ın varlığı vacip, kulunki ise mümkindir; mahiyet olarak arada sonsuz bir uzaklık vardır. Bu uzaklığın mesafe ile bir alakası yoktur. Mesela, “Cehalet ilimden çok uzaktır.” dediğimiz zaman da mahiyet uzaklığını kastederiz.

“Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz kadir, kavî, gani ve müstağni olan Vâcibü'l-Vücud'un mahiyeti nerede?..”(1)

1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.



22. "Nuranî ruhların aksidir. Şu akis, hem haydır hem ayndır..." Nuranî ruhlar ne demektir?

Nurani ruhlar denilirken, ilk anda akla gelen nurani olan melekler anlaşılır. Bununla beraber nuranileşmiş ve nurlu olan ruhun kesif olan bedenine galip gelen nurani insanlar da kastedilmektedir. 

Risale-i Nur'un birçok dersinde iman için nur, küfür için zulmet ifadeleri kullanılır. Bütün insanların ve hayvanların ruhları latiftir, yani kesif ve maddî değillerdir. Ancak insan ruhunun nuranî olması iman ile mümkündür.

Melekler de ruhanî varlıklardır ve hepsi nuranîdir. Zaten, bu konuda misal verilirken melekler âlemini temsilen Cebrail aleyhisselam, peygamberleri ve onların izinde giden müminleri temsilen de Peygamber Efendimiz (asm.) zikredilmiştir. Aşağıda bu paragraf olduğu gibi, şöyle verilmiştir: 

"Üçüncüsü: Nuranî ruhların aksidir. Şu akis hem hayydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini tamamen tutmuyor."

"Meselâ, Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın önünde secdeye gider, hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evâmir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı."

"İşte, şu sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mani olmaz. Hattâ, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden ve abdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş."(1)

1) bk. Sözler, On Altıncı Söz.



23. Nuranî olan ruhların akislerinin, hem hay hem de aynı olması ne demektir? Âyinelerin kabiliyeti nisbetinde, tezahürleri nasıl oluyor? Nuranî ruhlara verilen Cebrail misalini açar mısınız?

Güneş maddî bir varlık olduğu için aynalarda bizzat kendisi bulunamıyor, akisleriyle kendini gösteriyor. Maddesini hayalen ortadan kaldırsak, o nuranî varlık her aynada bizzat bulunabilecektir. Güneşi şuurlu ve hayat sahibi farz etsek, aynalardaki aksi hem güneş gibi hayat sahibi, hem de onun aynı olarak görünecektir.

Buna misal olarak Cebrail aleyhisselamın farklı mekânlarda aynen bulunması veriliyor. Arş-ı azamda haşmetli kanatlarıyla secde eden Cebrail (as) ile Peygamberimizin (asm.) sohbetinde Dıhye isimli sahabenin şeklinde görülen Cebrail aynıdır. Birincisi asıl olup da ikincisi onun tecellisi değildir. Şu var ki, sohbet-i Nebeviye aynasında Cebrail aleyhisselam Dıhye suretinde kendini göstermiştir.

Dört büyük melekten biri olan Cebrail (as)'ın ilk yaratıldığı hal, onun “mahiyet-i nefsü’l-emriyyesidir.” Yani, Cebrail (as.) o mahiyette yaratılan büyük melektir. Bu meleğin farklı aynalarda farklı şekilde kendini göstermesi halinde, onun asıl mahiyeti yine aynıdır, ancak bu mahiyet o aynalarda tam olarak görünmez, ama görünen de ondan başkası değildir. Yani, Cebrail (as) Dıhye suretinde görününce, onu insan gibi bir melek olarak düşünmek doğru olmaz. Onun asıl sureti böyle değildir. Onun asıl mahiyetine uygun olan suretini Üstadımız “arş-ı azamda haşmetli kanatlarıyla secde eden” ifadesiyle nazara vermiş oluyor.

Aynaların kabiliyetine göre tezahür etmenin en güzel misali elektriktir. Elektriğin bir asıl mahiyeti vardır, bir de aynalardaki farklı tezahürleri. Aynı elektrik; buzdolabını soğutur, ocakta yemek pişir, ampulde ışık saçar, fabrikayı çalıştırır. Ama elektriğin aslî mahiyeti ne sıcaktır, ne soğuktur, ne ışıktır. 

Bir başka misal, insanın boyunun içbükey ve dışbükey aynalarda farkı görülmesidir. Her iki aynada görünen de o insanın kendi suretidir, ancak gerçek boyu her iki akisten de farklıdır.



24. "Fakat aynaların kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini tamamen tutmuyor." cümlesini izah eder misiniz?

Her varlığın bir hakikatı vardır. Meselâ, elektriğin gerçek mahiyetini tam bilemiyoruz. Onu tecelli ettiği veya tezahür ettiği aynalarda görüyoruz. Şu var ki, hiçbir ayna tam manasıyla elektriğin hakiki mahiyetini ifade edemiyor.

Elektrik; buzdolabı aynasında soğuk olarak, elektrikli sobada sıcak olarak, radyoda ses olarak, televizyonda görüntü olarak karşımıza çıkar. Ancak bunların hiçbiri tek başına elektriğin “mahiyet-i nefsü’l-emriyesini” tam olarak ifade edemezler. Her biri elektriğin bir sıfatını ifade etmektedir.

İşte melekler de nuranî varlıklar oldukları için, ortama göre şekil almaktadırlar. Ancak şu var ki, aldıkları şekil, o meleğin aynısı değildir.

Ehl-i cennet de bir anda birçok yerde bulunup binler farklı zevki tadacaklardır. Ancak bunun nasıl olduğunu, yani, “mahiyet-i nefsü’l-emriyesini” bilmemiz mümkün değildir.



25. "Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda,.." Cebrail’in tezahür ettiği ayna nedir, hava mı, esir maddesi mi?

Cebrail (as) huzur-u Nebevi'de (asm) görünmesi için bir insan suretinde olması hikmetin gereğidir; başka türlü de olmaz. Dolayısı ile ayna mefhumunu burada hikmet olarak, yani ortam ve şartlar olarak değerlendirebiliriz.

Melekler nurdan yaratıldıklarından ve her şekle girebildiklerinden temessül etmeleri için havaya da esire de ihtiyaçları yoktur.



26. "Mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm,.." Resul-ü Kibriya mahiyeti itibariyle, Cebrail’den daha nurani ve ulvî midir? Mahiyeti nur ve hüviyeti nuranî tabirleri ne manaya geliyor?

Önce “mahiyet” ve “hüviyet” mefhumları üzerinde kısaca duralım.

“Mahiyet”, bir şeyin ne olduğudur. Meselâ, biz insanız ve mahiyetimiz insandır.

Hüviyet ise, aynı mahiyetteki varlıkları birbirinden ayıran farklılıklardır. Her insan, simasından, parmak izlerine kadar diğer insanlardan farklılık gösterir. Bu ise onun hüviyetidir.

Her şeyin bir sureti bir de mahiyeti vardır. Karşımızda iki bina farz edelim. Şekilleri, kat sayıları, metrekareleri, renkleri, mimarî özellikleri aynı olsun. “Bunlar nedir?” diye sorulsa. “Bina” diye cevap veririz. Bu cevap binaların suretiyle alâkalıdır. Fakat hakikatte, biri okul, diğeri oteldir.

Bir kişiyi göstererek "Bu nedir?" desek, İnsandır.” cevabını alırız.

Habib-i Kibriya Efendimiz (asm.) de mahiyet olarak insandır, ama diğer insanlardan çok farklı bir hüviyete sahiptir. Bütün âlemler onun nurundan yaratılmıştır. Allah’ın bir ismi “Nur” olduğu gibi bütün isimleri de nuranîdir. Nur-u Muhammedî’de ilâhî isimlerin tamamı, en azamî derecede tecelli etmiştir. Bu yönüyle onun (asm.) mahiyeti nurdur. Bu nur onun simasında da manevî bir mühür halinde kendini göstermekte ve onu diğer insanlardan ayırmaktadır.

Allah Resulünün (asm) hüviyeti de nuranîdir, bakanlara “Bu ancak peygamber olabilir. Bu yüzde yalan olamaz.” dedirtir.

Resul-i Ekrem Efendimizin nuru, Cebrail’den (as.) ileridir. Zira Cebrail (as.) de o nurdan yaratılmıştır.

“… evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediye'nin (asm) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (asm) …”(1)

Üstad Hazretleri, Mesnevî-i Nuriye’de, “Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sür'at-i ruh mizanıyla cereyan eder.” buyuruyor.

Bütün evliyanın sultanı olan Allah Resulünün (asm.) ruhu elbette cesedine galiptir. Cebrail aleyhisselam bir anda binler yerde bulunup ilâhî emirleri tebliğ ettiğine göre, ondan çok daha nuranî olan Ruh-u Muhammedî (asm) elbette “dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür.”(2)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz, İkinci Esas.

2) bk. age., On Altıncı Söz.



27. "Hattâ evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden ve abdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş." cümlesini izah edip, abdallar hakkında bilgi verir misiniz?

Cennette tam nuraniyet hakim olacağı için, bir insan bir anda binlerce işi görebilecek ve binlerce lezzeti aynı anda tadabilecektir.

Madde, varlık mertebeleri içinde en ağır ve kayıtlara maruz varlıktır. Bu yüzden, maddî kayıtlara mahkûm olan bir şeyle, bu kayıtlardan azade olan şey arasında çok farklar olabiliyor.

Meselâ, ruh latif, nuranî ve maddî kayıtlardan azade olduğu için, bir anda milyonlarca işi tedbir edip idare edebiliyor. Bedenin her bir hücresi ve azası ile aynı anda münasebet kurabiliyor.

Yine, latif olan bir ışık veya röntgen şuaı, zahmetsiz ve engelsiz, cisimden geçer ve alta nüfuz eder.

İşte evliyalardan olan abdallar da bu maddî kayıtlardan kurtuldukları, ruhları bedenlerine galip geldiği için, ruhanî bir mahiyet kazanıyor ve birçok harika şeylere mazhar olabiliyorlar. Aynı anda birçok yerlerde bulunup, birçok iş görebiliyor.

“Abdal” veya “ebdal”; bir şeyin karşılığı demek olan “bedîl” kelimesinin çoğuludur. Bu zatlar kendilerine bedel birçok yerde bulunabildikleri için bu namı almışlardır.



28. Nuranî olanların ayinelerini nasıl anlamalıyız? Bununla alakalı misaller verebilir misiniz? Ruhaniyata havanın, esirin ve âlem-i misalin ayna olması ne demektir?

Ruhaniyat denilince sadece vefat edenlerin ruhlarını anlamamak gerekir. Ruhanîlerin büyük çoğunluğu meleklerdir. Meleklerin hava aynasında nasıl göründüğünü bilemeyiz. Ancak, konuşulan kelimeler hava aynasında aynen aksetmekte, aynı kelime milyonlarca yerde aynen bulunabilmektedir. Havadan çok daha latif ve nuranî olan melekler de hava aynasında olduğu gibi, esir aynasında ve âlem-i misalde, aynaların mahiyetine ve kabiliyetine göre bizzat görünür ve vazifelerini yaparlar.

Diğer taraftan, büyük evliyanın ruhları birçok insana sadık rüyalarda görünmekte ve onların ilim ve feyiz almalarına vesile olmaktadırlar. Burada rüya âlemi bir ayna olmaktadır. Üstadımız “rüya misâlin zıllı” buyuruyor. Yani, rüya âlemi, âlem-i misalden haber veren, ancak ondan çok daha aşağı mertebede bir âlemdir. Zıl (gölge) kelimesi bu manayı ders vermektedir.

Biz ne âlem-i misâli hakkıyla bilebiliriz, ne de ruhaniyatın onlardaki temessülünü. Ancak ayna olma konusuna bazı misaller verebiliriz:

Meselâ, kalb bir aynadır. Manevî bir nur olan iman, yine manevî bir latife olan kalp aynasında tezahür etmektedir.

Keza, akıl da ilme bir aynadır.

Aynı şekilde, radyo ve teyp sese, televizyon ekranları da elektromanyetik dalgalara birer aynadırlar...



29. "Meraya-yı nazife ve menazil-i latife"lerden maksat nedir?

Ruhaniyatın tecelli ettiği, vazife gördüğü âlemler ve aynalar hem latiftirler, hem de her türlü lekeden uzaktırlar. Meselâ, “âlem-i misal” bütün varlık âleminde cereyan eden her hadisenin, konuşulan her sözün, hatta manaların şekillendiği bir âlemdir.

İçinde yaşadığımız şu âlemdeki güzelliklerin de çirkinliklerin de aynalardaki misalleri temizdirler. Üstad'ın ifadesiyle “murdarın aksi aynayı telvis etmediği” gibi, bu âlemdeki çirkinlikler de âlem-i misale bir zarar vermezler. O âlem daima tertemizdir, naziftir, latiftir. Ve ruhanîler o temiz âlemleri rahatlıkla gezerler ve tecelli ederler.



30. "Güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnular..." Ruhanîlerin madde ile mukayyed olmalarını nasıl anlamalıyız?

"Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyet nim-nuranî masnular, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken pek çok yerlerde bulunabilirler..."(1)

Burada Güneş ve ruh, Allah’ın Nur ismine diğer mahlûkata nisbetle daha fazla mazhar olmalarından dolayı misal olarak alınmışlardır.

Güneş ve ruh, mahlûkat içinde en nuranî ve maddî kayıtlardan bir derece âzâde de olsalar, Allah’ın zâtına ve sıfatlarına nisbet edildiğinde, onlar da çok kesif ve sönük kalırlar.

1) bk. Sözler, On Altıncı Söz.



31. "Maddeden mücerret ve muallâ" ifadesini biraz açabilir misiniz?

Mücerret; katışıksız, karışık olmayan demektir. Muallâ ise, yüksek, yüce manasına gelir. Bir ismi Nur ve bütün isimleri nuranî olan Allah’ın varlığının, maddî varlıklarla mahiyet olarak hiçbir alâkası yoktur. Ve onun mukaddes varlığı, madde âleminin varlığından sonsuz derece yüksektir, yücedir.

Bütün madde âlemi Allah’ın mahlûkudur. “Leyse ke mislihi şeyün” hükmünce, hiçbir şey onun misli gibi değildir. Bu şeylerden birisi de madde âlemidir. Ve Allah maddî varlıklara benzemekten münezzehtir. Bütün ruhaniyat âlemi de onun mahlûkudurlar. Ve Allah, ruhanî varlıklara benzemekten de münezzehtir.

“Şu umum envar ve bütün nuraniyyat onun envar-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılali;..” ibaresinde güzelce ifade edildiği gibi, bütün nuranîyat kendilerinde tecelli eden İlâhî isimlerin nurları yanında koyu ve katı bir gölge gibi kalmaktadır. Nuraniyat böyle olursa, Allah’ın varlığının madde âleminden ne kadar mücerret ve muallâ olduğu çok daha iyi anlaşılır.

Fizikçiler, maddeyi“Enerjinin kesifleşmiş hali” olarak tarif ederler. Enerji ise Allah’ın kudretinin bir tecellisidir. Kudret sıfatı nuranî olduğu gibi, enerji de bir derece nuranîdir. Onun kesifleşmesiyle madde ortaya çıkmaktadır.

Buna göre enerji de maddeye benzemez. O enerjinin kaynağı olan kudret ise maddeye hiç benzemez ve ondan mücerrettir ve muallâdır.

Bir insan fikren sapıklığa düşse de maddeyi yaratıcısına benzetmeye kalkışsa, fizik ilmine göre, bir ağacı, bir taşı yahut bir canlıyı ancak enerjiye benzetebilir. Enerjinin ise bu kadar çok ve farklı varlıktan hiçbirine benzemeyeceği açıktır. Daha da ileri gitse, o enerjinin yaratıldığı kudrete kadar gider ve eşyayı İlâhî kudrete benzetme gibi bir sapıklığa düşer. Bundan öteye gidemez. Zira kudret Allah’ın sıfatlarından sadece birisidir.

Vücut ve beka, ilim ve irade gibi bütün sıfatların sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatla münasebeti, Üstad'ın ifade ettiği gibi sadece “hallakiyettir”; onları yaratmış olmasıdır. Onun ne ilminin, ne iradesinin, ne görme ve işitme sıfatlarının enerjiyle açıklanması mümkün olmadığı gibi, mukaddes zâtının da yarattığı hiçbir varlığa benzemeyeceği bütün akılların ve vicdanların kabul edeceği bir hakikattir.

32. "Tahdid-i kayıd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra" ne demektir?

Cenâb-ı Hakk’ın “tahdit-i kayıttan münezzeh” olması sıfatlarının mutlak olmasını ifade eder. İlâhî sıfatların hepsi mutlaktır. 

Mutlak, “kayıtlı olmayan, icraatlarına bir başkasının karşı koyamayacağı, engel olamayacağı, sınır çizemeyeceği” manasına gelir.

“Sani'-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise kâinat dairesindeki manialar, kayıtlar onun önüne geçemez; onun icraatını takyid edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir.”(1)

“Zulmet-i kesafetten münezzeh” olma ise, zâtının, sıfatlarının ve isimlerinin nur olduğu, kesif ve maddî olmadıkları demektir.

1) bk. Mektûbat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



33. "Bütün nur ve nuraniyat, onun esmasının bir kesif zılali" ne demektir?

Zılal, yani gölge ifadesi Nur Külliyatı'nda çokça geçer. Burada geçen gölgenin bildiğimiz gölge ile fazla bir alâkası yoktur.

Gölgeyi şöyle tarif ediyorlar: Zattan haber veren, ama varlığı zatın varlığına göre çok aşağı bir mertebede olan. Meselâ, Güneş'in aynadaki tecellileri de gölge makamındadırlar. Güneş'ten haber verirler, ama varlık mertebesi itibariyle ondan çok aşağıdırlar. İnsanın aynadaki sureti de gölge makamındadır.

Ayın ışığı da güneş ışığının gölgesidir. Ondan gelmekte, onu haber vermekte, ama ışık yönünden onun çok gerilerinde bulunmaktadır.

Bütün nurlar ve nuranî varlıklar, Allah’ın nuranî isimlerine göre gölge gibi zayıf kalırlar.



34. "Umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misâl nim-şeffaf bir âyine-i cemâli,.." hakikatini izah eder misiniz?

Bir önceki ifadede "bütün nur ve nuraniyatın, O’nun esmasının bir kesif zilali" olduğu ifade edildiğine göre, burada geçen “âyine-i cemâli” ifadesini, sıfatlarının yahut Zât’ının cemali olarak anlamak gerekiyor.

Önce, cemalî isimlere ayna olan ehemmiyetli varlıklar sıralanıyor, sonra bunların cemal-i İlâhînin güzelliğini tam olarak göstermekten uzak olacağına nim-şeffaf (yarı şeffaf) bir “âyine-icemâl” ifadesiyle işaret ediliyor. Yarı şeffaf bir aynanın vereceği görüntü çok eksik olacaktır.

Üstadımız rü’yetullah hakkında, "Evet, koca cennet bütün hüsün ve cemâliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i cennete cenneti unutturan bir cemâl-i sermedî, elbette nihâyeti ve şebîhi ve nazîri ve misli olamaz."(1) buyuruyor. 

Güzellikler sıralanırken önce vücuda, yani mutlak olarak varlığa yer veriliyor. Başka risalelerde vücudun sırf hayır, yokluğun ise sırf şer olduğu, ayrıca vücudun nur, ademin yani yokluğun zulmet olduğu sıkça nazara veriliyor. Vücut ifadesine yerler gökler girdiği gibi arş, kürsi, melekler ve âhiret âlemleri de dâhil olur.

Sonra hayat nazara veriliyor. Ruhlar âleminin ve âlem-i misâlin de kendilerine mahsus güzelliklerine işaret edildikten sonra, bütün bunların ancak nim-şeffaf bir âyine-i cemâl olabileceği vurgulanıyor.

1) bk. Şualar, Dördüncü Şuâ.



35. "Sıfâtı muhîta ve şuunatı küllîye olan bir Zât-ı Akdes'in irade-i küllîye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki Teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir?.." İzah eder misiniz?

Önce muhit ve küllî kelimeleri üzerinde kısaca duralım. 

Muhit; “ihata eden, tamamını kaplayan, tümünü kapsayan demektir. İlâhî sıfatların hepsi muhittir, yani bütün mahlûkatı kuşatmıştır.

Küllî ise, ilâhî sıfatların varlık âleminin tümünde birlikte icraat yaptığı manasına gelir. Daha önce de arz ettiğimiz gibi, insanın iradesi cüz’îdir, yani insan bir anda ancak bir şey irade edebilir. Dolayısıyla kudretinin icraatı da cüz’î olur ve insan bir anda ancak bir işle uğraşabilir; onu tamamladıktan sonra ikincisine başlar. Meselâ, insan bir anda iki cümle söylemeyi irade edemediği için iki cümleyi birlikte konuşamaz. Allah’ın sıfatlarının icraatları ise küllîdir. Allah, sonsuz işleri birlikte yapar; sonsuz şeyi birlikte bilir, sonsuz varlıkları birlikte irade edebilir ve yaratabilir.

Muhit ve küllî mefhumlarına mahlûkat âleminden bir misal verecek olursak, atmosfer yeryüzündeki bütün canlıları kuşatmıştır. Havanın sadece kan temizleme vazifesini misal alırsak, atmosfer bütün ciğerleri ihata etmiştir ve hepsinde kan temizleme fiilini birlikte yapar.

"Şuunatının küllî olması"na gelince, bu konuda önce şuunat hakkında kısa bir bilgi vermek gerekir. Şuunat, Türkçede, haller, kabiliyetler şeklinde ifade edilmekle birlikte, Cenâb-ı Hakk’ın şuunatını lügat manasıyla vermek yerine misallerle açıklamak daha doğru olacaktır.

Sıfatları icraata sevk eden şuunattır.

Bir hadis-i kudsîde,

 “Ben gizi bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim de mahlûkatı yarattım.”(1)

buyuruluyor. Allah’ın bilinmeyi istemesi şuunattandır.

Aynı şekilde lütuf ve kahır da sıfatları icraata sevk eder ve layık olanlara lütufta bulunulur yahut ceza verilir. Bunlar da şuunattandırlar.

“Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk'ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe'nlerine işaret ederler.”(2)

Kâinat yaratılmadan da Allah’ın rububiyeti yani terbiye ediciliği vardı, ancak henüz hiçbir varlığı yaratmamış ve terbiye etmemişti. Terbiye ediciliğini icra etmek dilediğinde mahlûkatı yarattı ve terbiye etti. Böylece Rab (terbiye edici) ismini tecelli ettirdi.

Cenâb-ı Hakk’ın, sıfatları gibi şuunatı da küllîdir. Allah, hadsiz eşyayı birlikte terbiye eder.

“Kudret-i mutlaka” ise, bir başka güç tarafından kayıtlanması, icraatına engel olunması muhal olan kayıtsız kudret demektir.

Bu açıklamalara göre, söz konusu cümlenin mânâsını şöyle özetleyebiliriz:

Cenâb-ı Hak, varlık âlemindeki icraatını küllî şuunatı ve yine küllî iradesiyle, mutlak kudretiyle, muhit ilmiyle yapar. Sıfatlarını böylece tecelli ettirir, fiillerini bu şekilde icra eder. Bu küllî ve muhit tasarruftan hiçbir şey hariç kalamayacağı gibi, hiçbir şey de saklanamaz.

Şu var ki, bu küllî icraat içinde her bir ferdin her türlü ihtiyacı, onları karşılayacak İlâhî isimlerin tecelli etmesiyle görülmektedir. Yani, umumî tasarruf ve icraat içinde her bir fertle de -tabiri caiz ise- hususî bir alaka söz konusudur.

“Teveccüh-ü Ehadiyet” ifadesi, bu mânâyı ders veriyor. Hem sıfatların küllî ve muhit oldukları, hem de her ferdin her ihtiyacının hususî olarak görüldüğü düşünüldüğünde hiçbir şeyin o ilâhî teveccühten saklanamayacağı, uzak kalamayacağı ve yine hiçbir şeyin O’na ağır gelmeyeceği, açıkça anlaşılır.

Dipnotlar:

1) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, II/132.

2) bk. Şuâlar, Dördüncü Şuâ.



36. "Küllîyet kesbederek Allah’a yaklaşmayı" nasıl anlamalıyız?

"Allah’a yaklaşma", kulun Allah’ın rızası dairesinde hareket etmesi, isyanlardan ve günahlardan da hassasiyetle kaçınması ile mümkün olur.

“Kulum bana en fazla farzlarla, sonra nafilelerle yaklaşır ...”(1) diye başlayan hadis-i kudsîde, Allah’a yakın olmanın ilk ve en ehemmiyetli adımının farzları işlemek olduğu nazara verilmektedir.

Küllîyet kesbetme konusu, muhtelif risalelerde farklı yönleriyle nazara verilir.

Yirmi Üçüncü Söz'ün İkinci Mebhasının Beşinci Nüktesi, külliyet kesbetmenin esaslarını çok harika bir şekilde ders verir.

Aynı Söz'ün İkinci Nükte'sinde geçen şu ifade de doğrudan külliyet kesbetmekle alâkalıdır:

“Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine layık bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”(1)

Buna göre bütün maddî ve manevî duygularını âhiret ticareti için birer sermaye olarak görüp, onların tamamını yaratılış gayesinde kullanan kişi, ubudiyette külliyet kesb etmiş olur.

1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, İkinci Nükte. 



37. "Çok kayıdlardan tecerrüd etmek, çok merâtib-i küllîyeden geçmek lâzım gelir... Manen yer kadar büyüyüp kamer kadar yükselip doğrudan doğruya güneşin asıl mertebesine bir derece yanaşmak ve perdesiz görüşmek,.." Allah’a yaklaşmayı nasıl anlamalıyız?

İnsanın Allah’a yaklaşmasından maksat, manen terakki etmesidir. Bu terakki yolculuğunda onu kayıtlayan ve yükselmesine engel olan çok sebepler vardır. İnsan bunları imanıyla, teslim ve tevekkülüyle aşmak zorundadır. Bu kayıtlar saymakla bitmez; birkaçını hatırlayalım:

Günah ve haramın bütün çeşitleri, ahlak-ı seyyie (kötü huylar), ibadette tembellik, tamamen dünyaya dalıp âhireti unutmak, desinler tutkusu ve demesinler korkusu, mevki ve makam hırsı...

Yine bu terakki yolculuğunda insanın çok küllî mertebelerden geçmesi gerekir. Bu mertebeler de binlercedir, yüz binlercedir. Bunları büyük mürşitler iki maddede hülasa etmişlerdir:

"Nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi..."

Âlimlerimiz, nefsin terakki mertebelerini şöyle sıralarlar:

1. Nefs-i Emmâre: Allah'ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefis.

2. Nefs-i Levvâme: Allah'ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefis.

3. Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah'ın emir ve yasaklarına uyan nefis.

4. Nefs-i Mutmainne: Tahkikî iman ile huzur ve sükûna kavuşmuş nefis. 

5. Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk'a yönelen ve “Kaderin her şeyi güzeldir.” makamına eren nefis.

6. Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk'a teslim olan ve böylece Allah'ın kendisinden razı olduğu nefis. (bk. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 5817).

7. Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevî kemalata eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır (Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290).

Kalbin de “Sır, sırrın sırrı, hafi, ahfa” gibi mertebeleri vardır. Bütün bu mertebelerden geçmenin en büyük meyvesi imanın tahkiki olmasıdır.

Tahkikî imanın da yine kendi içinde mertebeleri vardır: İlmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin. Bu üç ana mertebenin de yine sayılamayacak kadar çok dalları vardır. Mesela, bütün sahabelerin imanı hakkalyakindir, ama aralarında çok mertebe farkı bulunmaktadır.

Kısacası, insan “iman, salih amel ve takva” yolunda devamlı terakki etmekle ve bunlara engel olacak kayıtları geçmekle ilâhî rızaya erer ve Rabbine yakınlık kazanır. Bunların zıtları olan küfür ve isyan yolu ise kişiyi İlâhî rahmetten uzaklaştırır.

Güneş'le perdesiz görüşebilmek için; “manen yer kadar büyüyüp kamer kadar yükselmek” gerektiği gibi, ilâhî rızaya ve yakınlığa ermek için de iman ve salih amel sahasında terakki etmek gerekir.

38. Temsildeki noktaların hakikate tatbiki için; kalbin kuvveti ve aklın ulviyeti tavsiye ediliyor. Burada nazara verilmek istenilen ne olabilir?


Nur Risaleleri’nde hem kalbin tatmini hem de aklın ikna edilmesi esastır. Bütün risalelerde akıl-kalb beraberliği vardır. Tamamen kalbe bakan bir ders olması beklenen Yirmi Dördüncü Söz'deki muhabbet bahsinde bile akla büyük pay verilmektedir.

Bu Söz’de beyan edilen hakikatlere de kalbin kuvveti, imanın inkişafı nisbetinde muhatap olunur.  Aklın ulviyet kazanması, yani yüksek bir akıl olması ise ulvî meselelerle iştigal etmesine bağlıdır. Sürekli olarak süfli, bayağı ve nefsin tatminine müteveccih olan bir akıl, ulvîleşemez ve bu gibi derslere de tam muhatap olamaz.


İkinci Şua Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Altıncı Söz, İkinci Şua'daki suale medar-ı bahs olan ayetleri kısaca izah eder misiniz?

Birinci âyet-i kerîmenin meali:

“(Allah) Bir şeyin olmasını murat ettiği zaman, onun işi sadece Ol!..’ demektir, o da hemen oluverir.” (Yâsin, 36/82, 83)

Bu âyet-i kerîmenin açıklaması için; Yedinci Söz’deki alakalı bir sualin cevabında(1) geniş izahlar yapıldığını için, o sualin cevabına müracaat edilebilir.

İkinci âyetin meali ise şöyledir:

“Bu, başka değil sadece (korkunç) bir tek sayhadır (sestir). Bir de bakarsın, hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır.” (Yâsin, 36/53)

Kıyamet koptuktan bir süre sonra, sûrun ikinci defa üflenmesiyle bütün vefat edenler mahşerde Allah’ın huzurunda bir anda toplanırlar. Üstadımız bu toplanmaya işaret ederken ruhların “derhal ceset libaslarını giyerek” huzura çıktıklarını ifade eder. Yani, sûra ikinci üflenişte bütün cesetlerin yaratılması ve zaten hayatta olan ruhların bu cesetleri giyerek huzurda toplanmaları bir anda gerçekleşir.

Bu dünyada bütün cesetleri elementlerden dokuyup ruhların emrine veren İlâhî hikmet ve kudret, sûrun ikinci defa üflenmesiyle bütün cesetleri birden ve âhirete münasip şekilde yeniden yaratacak ve bütün ruhlara cesetlerini bir anda giydirip hepsini huzurunda toplayacaktır.

Ahiret, “kudret âlemi” olduğu için bu iş kademeli olarak değil bir anda tahakkuk edecektir. Ve artık bundan böyle her iş kudret âlemine uygun olarak icra edilecek, hesaplar seri olarak görülecek, cennette her istenilen şey bir anda gerçekleşecek, bunun bir başka türlüsü de cehennemde görülecektir.

1) bk. “Emr-i kün feyekün’e malik bir sultana acz tezkeresi ile istinad etme”yi nasıl anlamalıyız?



2. Sırf emir ile def’i yaratma ne manaya gelmektedir?

Burada geçen emir kelimesi şu âyetleri hatırlatmaktadır:

(Allah) bir şeyin olmasını murat ettiği zaman, onun emri (işi) sadece ‘Ol!..’ demektir, o da oluverir.” (Yâsin, 36/82, 83)

Birinci şıkkın cevabında geçtiği gibi, bu âyette Cenâb-ı Hakk’ın iradesinin süratle tahakkuk ettiği ders verilmektedir.

3. Tedric kanununa göre "ilim içinde azim bir kudret ve hikmet içinde dakik bir sanatla" yaratıldığı buyruluyor. Bu, bir emirle bir anda yaratılanlar hakkında da geçerli değil mi?

İster ibda ile doğrudan, ister inşa yoluyla tedricen yani kademeli olarak yaratılsın, her mahlûk İlâhî irade ve kudret ile yaratılmakta ve her şey hikmetli vücuda gelmekte ve büyük bir sanat eseri olarak kendini göstermektedir. Ancak bazı icraatlarda kudret daha galiptir, bazılarında ise hikmet. Çekirdeğin kademeli olarak ağaç olmasında, yumurtanın güvercin, nutfenin insan haline gelmesinde kademeli olarak harika bir İlâhî sanat sergilenir. Bu yaratılışın her safhası ayrı bir sanat mucizesidir. Bütün bu harika sanatların teşhiri için bu varlıklar bir anda değil de safhalar halinde yaratılırlar. Her şey bir anda yaratılsaydı ne fidandan söz edebilirdik, ne kuzudan, ne de bebekten.

Ahirette ise eşyanın bir anda son haliyle yaratılmalarıyla hikmetten ziyade kudret nazara çarpacaktır. Bu manayı ders vermek üzere, Risalelerde, “dünyanın darü’l-hikmet, âhiretin ise darü’l-kudret” olduğu ifade edilir.

Bu dünyada da birden ve sebepsiz yaratmanın bazı misalleri görülmektedir. Kâinatın bir küçük misali olan insanda bu iki tür yaratılışı da müşahede edebiliyoruz. İnsanın bedeni, ana rahminde, dokuz ayda inşa edilirken, ruhu bir anda yaratılmakta ve ana rahmindeki gelişmenin bir safhasında bedene ilka edilmektedir.



4. İbtida-i icatta ibdanın, mislini iadede ise inşanın esas olmasını nasıl anlayabiliriz? Her iki yaratmada da; hem def’ilik hem de tedric kanunu yok mu?

İnsanın yaratılışı üzerinde konuşalım:

İlk insan olan Âdem aleyhisselam balçıktan yaratılmıştır. Bu yaratmanın bir safhasında ruha kavuşturulmuş olduğu şu âyet-i kerîme ile gâyet açık olarak bildirilmektedir: 

“...Allah Âdemi topraktan yarattı, sonra ona ‘Ol!..’  dedi.” (Âl-i İmrân, 3/59)

Tefsir âlimleri, zaten yaratılmış olan şeye “Ol!” denilmesini “Canlı ol! Canlı bir mahlûk kesil!” şeklinde tefsir ederler. Beden ruhun hanesi olduğu için o balçığa, henüz ruh verilmeden önce insan denilmezdi. İnsan bu "Ol!.." emriyle ortaya çıkmış bulunuyor.

Balçıktan yaratılma safhasında inşa hâkim görünüyorsa da bu şekilde bir beden yaratılmasının ilk defa sergilenmesi yönüyle bir ibdadır. Daha sonraki insanlar ise tenasül kanunuyla çoğaltılmışlardır; derste verilen terzi misalinde olduğu gibi.

Üstad Hazretlerinin;

“Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı 'Yoğu var edemez.' diyen adam, yok olmalı!..”(1)

ifadesinde açıkça görüldüğü gibi, inşa olarak gördüğümüz yaratmanın içinde bir cihetiyle ibda da söz konusudur.

Diğer taraftan,

“… En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır.”(2)

cümlesinden anlaşılacağı gibi her bir an, bir sonraki an için bir tarla gibi olmakta ve ondan ikinci andaki varlıklar yaratılmaktadır. Bu ikinci anın varlıkları bir yönüyle inşa ise de yeni bir kâinat ortaya koymaları cihetiyle de ibdadan bir iz taşımaktadır.

Dipnotlar:

1) bk. Lem’alar, Yrimi Üçüncü Lem’a.

2) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



5. "Mevcudatta müşahede edilen suhulet, sürat, kesret, vüsat ile beraber, sonsuz intizam, gayet ittikan,.." İbda ve inşa açısından misal vererek izah eder misiniz?

“O Mâlikü'l-Mülki Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus küre-i arz yüzünü öyle bir surette inşa ederek yapmıştır ki, birbiri içinde hadsiz daireler olup, her bir daire bir tarla hükmünde olup, vakit be-vakit, mevsim be-mevsim, asır be-asır eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder. En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır.”(1)

Bahar âlemine bu vecizenin ışığında bakarsak şunu görürüz: 

O kurumuş ağaçlardan, o ölmüş topraktan sayısız bitkilerin, çiçeklerin ve meyvelerin çıkması bir anda olmamakla birlikte, bu yeniden dirilişin her safhası ayrı bir ibda misalidir. Yani, bir anda bütün bitkilerde yapılan ilâhî icraat, bir önceki ana göre yeni bir ibda misalidir. Bu anların birbirini takip etmesiyle o mahlûkların kemale ermeleri, son hallerini almaları ise inşadır.

1) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



6. Hikmet sırrının anlaşılması için verilen terzi misalini hakikate nasıl tatbik edebiliriz? Zaman, mevsim, ruh ve günlerin model olmasını nasıl anlayabiliriz?

“… Cüz'î ve küllî, cüz ve küll her şeye bir model hükmünde bir nizâm-ı kaderî ile bir mikdâr-ı muayyen vermiştir.”(1)

ifadesinden anlaşılacağı gibi, bütün eşya için model, o şeylerin ilâhî ilimdeki mahiyetleridir. Bu mahiyetlerin, ilim dairesinden kudret dairesine çıkarılmalarının çok kolay olduğu terzi ve model misaliyle nazara verilmiştir.

Cenâb-ı Hak için bir zorluk söz konusu olmamakla birlikte, eşyanın yaratılışındaki kolaylığı akıllara yaklaştırmak için böyle bir misal veriliyor. Yani, mühim olan modelin yapılmasıdır. Ondan sonra o modele göre elbiselerin kesilip dikilmesi kolay olur. 

Her şey Allah’ın ilminde “mahiyet” denilen bir manevî model olarak teşekkül etmiştir.

Mahiyet, bir şeyin “ne olduğu”na deniliyor. Bir insanın, hayvanın yahut bir ağacın Allah’ın ilminde tayin ve takdir edilen mahiyetlerinin, ilim dairesinden kudret dairesine çıkarılmalarıyla o şeyler yaratılmış olurlar. Eşyanın kudret dairesine çıkmış haline ise “hakikat” deniliyor.

Zamanın, mevsimlerin, ruhların ve günlerin model olması ise; insan hayatının bütün safhaları Allah’ın ilminde hikmetle takdir edildiği gibi, zamanın, mesela bahar mevsiminin de başlangıcından sona ermesine kadar bütün hadiseleri de yine ilâhî takdir ile tayin edilmiştir ve bunlar kaderin çizdiği bu plana göre cereyan ederler. Mesela, Güneş sistemi de bir varlık olarak Allah’ın takdir ettiği biçimde inşa edilmiş ve bu hazır hâli almıştır.

Ruhların mahiyetleri bir plandan çıktığı gibi, o ruhlar da ayrıca bir model olmakta ve beden libasları o ruhların mahiyetine göre yaratılmaktadır. İnsan bedeni insan ruhuna uygun bir elbise olduğu gibi, koyun ruhu, aslan ruhu, arı ruhu da yine birer model olmakta ve On Yedinci Söz’de izah edildiği gibi, “her ruha ona münasip elbiseler giydirilmektedir.”

Her gün de ayrı bir modeldir. Günün bütün safhaları, kaderin planına göre yaratılmaktadır.

“ …Demek o Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelal; küçük-büyük, cüz'î-küllî her şeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda, taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san'atını onlara giydirir; cilve-i esmasını, mu'cizat-ı kudretini izhar eder. Kendi mülkünde her bir şeyi, birer sahife hükmünde inşa etmiş; her sahifede, yüzer tarzda manidar mektubatını yazar; hikmetinin âyâtını izhar eder, zîşuurlara okutturur.”(2)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Altıncı Söz.

2) bk. Mektûbat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



7. "Kadîr-i Mutlak, her bir asrı, her bir seneyi, her bir günü bir model yaptığı gibi..." Allah'ın modele ihtiyacı yok ki, nasıl anlayabiliriz?

Allah kainatta icraatlarını âdetullah dairesinde tatbik ediyor. Şayet her yaratması ayrı ayrı olup bir tertip ve düzen çerçevesinde olmasa idi, o zaman insanların bir düzeni bir fenni bir disiplini olmayacaktı. Model denilen şey aslında âdetullahtır.

Mesela, yedi milyar insanı yedi milyar ayrı bir düzen içinde yaratmış olsa idi, insanların sosyal yaşam ve imtihan hayatı mümkün olmazdı. Bu yüzden Allah insan mahiyetini bir model şeklinde yaratıyor, sonrakilerini kişiselleştiriyor.

Şayet her insan ayrı bir model gibi yaratılmış olsa idi -ki Allah’ın buna gücü de yeter- tıp ilmi olmazdı, zira her insan için ayrı bir doktor, ayrı bir hastane ve ayrı bir ilim dalı gerekirdi. Oysa bir modelde farklı kimlikler yaratarak bir doktor bir ilim dalı bir hastane yeterli oluyor. Bu da dünyanın imtihan olma formatına uygun oluyor.

Bu ölçüyü diğer eşya ve nesneler içinde düşünebiliriz. Allah’ın modele değil hiçbir şeye ihtiyacı yok. Bir şeyi model olarak yaratmasında daha başka hikmetler ve incelikler var, bu incelikleri görmeden yorum yapmak yüzeysel olur. Ki üstadımızın model ifadesi kainatta cereyan eden âdetullaha işaret ediyor. Yoksa modeli bir acziyet eseri olarak düşünmüyor.



8. Emr-i tekvinî ne demektir? Emr’in başka çeşitleri de var mıdır? Ayrıca, emr-i tekvinînin iradeyi tazammun etmesini açar mısınız?

Tekvin; var etme, yaratma manasına gelir. Cenâb-ı Hak yaratmayı dilediği bir şeyi "kün" emriyle varlık sahasına çıkarır.

Bu kâinatın nizamı Üstad Hazretlerinin “tekvinî şeriat” dediği İlâhî kanunlarla temin edilmektedir. İnsan bedeninde cereyan eden bütün kanunlar da bu gruba girer.

Bir de insanın iradesine bırakılan ve onun imtihan edildiği ilâhî emirler ve kanunlar var. Zaten, ilâhî emirler denilince öncelikle bu emirler hatıra gelir.

“Emr-i tekvinînin iradeyi tazammun etmesi”, kâinattaki bu kanunları Cenâb-ı Hakk’ın irade etmiş olduğunu ve eşyayı ve hâdiseleri bu kanunlara göre yarattığını ifade eder. Bu yaratma ve idare etme işinde, iradeden sonra akla ilk gelen sıfat kudrettir. İrade edilen her şey ilâhî kudret ile yaratılmaktadır. Ancak, bütün bu işler sadece irade ve kudret sıfatlarıyla değil hayat, ilim, görme, işitme gibi bütün sıfatlarla görülmektedir.



9. "Eşyada, hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede sühulet ve süratini nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder." Her iki icat arasındaki farkı özetleyebilir misiniz?


Her mahlûk en güzel bir surette, çok sanatlı ve hikmetli yaratılmıştır. Hem ilk yaratılanlar, hem de sonradan icat ve irade edilenler birer ilâhî kudret mucizesidirler. Ancak, bazı âyetlerde ilk yaratılan fertlerdeki hikmet ve güzellik nazara verilirken, aynı zamanda o nev’in bütün fertlerindeki güzellik ve sanata da dikkat çekilmektedir.


Üçüncü Şua Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Altıncı Söz, Üçüncü Şua’ya mevzu olan âyetlerin kısa izahını yapar mısınız? Güneşin ışığının, insana göz bebeğinden daha yakın olması nasıl anlaşılır?

Allah’ın mahlûkatına yakınlığını ifade etmek üzere misal olarak verilen âyet-i kerîmelerin mealleri şöyledir:

"Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir!..” (Yâsin, 36/83)

“Hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş (kudretine boyun eğdirmiş) olmasın.” (Hûd, 11/56)

“Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16)

Mahlûkatın Allah’tan uzak olduğunu ifade etmek üzere de şu âyetler misal verilmiştir:

“... Siz yalnız ona döndürüleceksiniz.” (Yâsin, 36/83)

“Melekler ve Ruh (Cebrail) ona, süresi elli bin yıl olan bir günde yükselirler.” (Meâric, 70/4)

“Ona döndürüleceksiniz” ifadesi, “Öldükten sonra diriltilecek, mahşere çıkarılacak ve ömrünüzün hesabını vermek üzere onun huzuruna çıkarılacaksınız. demektir. “Döndürülme” kelimesi, insanın cüz’î iradesini dilediği gibi kullanım hakkına ölüm kanunuyla son verileceğine, bu sebeple ömür sermayesini iyi  kullanması gerektiğine işaret eder. 

“Elli bin sene uzunluğundaki gün” hakkında farklı tefsirler yapılmışsa da hâkim olan görüşe göre, burada meleklerin yükseldikleri makamın ne kadar yüce olduğu anlatılmaktadır.

Üstad Hazretlerinin “Hakikat-ı Mirac Nedir?” sualine verdiği cevabın bir cümlesini nakletmekle iktifa edelim. Tafsilatı Miraç Risalesinin tamamıdır.

“Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) merâtib-i kemâlâtta seyrü sülûkundan ibârettir.”(1)  

Bu çok ehemmiyetli tesbitten anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz (asm.), mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakk’ı, -hâşâ-, bir mekânda görmek için değil, bütün âlemleri ve onlardaki esma tecellilerini seyretmek, her sema tabakasından geçtiğinde manen daha da terakki etmek için bu miraç yolculuğuna çıkarılmıştır.

Bu kısa açıklamadan sonra şıkların ortak cevabına geçelim:

İnsan sûresinin ilk iki âyetinde şöyle buyurulur:

“İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman geçti ki (o vakit) o, anılmaya değer bir şey bile değildi."

"Şüphe yok ki, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan (nutfeden) yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık.” (İnsan, 76/1, 2)

İşte biz, henüz anılacak bir halde değilken, Allah’ın ilminde, mahiyetimizle mevcut idik. Onun ilmi bize yakındı, biz ise henüz ortada yoktuk.

Sonra bizi karışık bir nutfeden yarattı, nutfe halinde iken de biz Rabbimizi bilmekten çok uzaktık, o ise bize bizden daha yakındı.

Bir sonraki kademede, ana rahminde dokuz aylık bir terbiyeden geçtik. Bu dünya hayatında bize lazım olacak her şey, o karanlık âlemde bedenimize yerleştirildi ve ruhumuza görme ve işitme sıfatları takıldı. Rabbimiz bütün bunları yaratırken bize bizden yakın idi. Biz ise O’nu bilmekten ve tanımaktan henüz çok uzaktık.

Dünyaya geldik, iman ile şereflendik, bizi yaratan, ana rahminde terbiye eden ve bütün âlemleri bize göre terbiye eden Rabbimizi tanımaya başladık. O’nun Rahmân ve Rahîm olduğunu, sıfatlarının sonsuz ve mutlak olduğunu, mahlûkatına benzemekten münezzeh olduğunu öğrendik. Bu imanımız ve marifetimiz bizi Rabbimize yaklaştırdı.

Ama O’nun zatını bilmekten, sıfatlarının mahiyetini anlamaktan  yine sonsuz derece uzaktayız. Bu uzaklığımız Üstadımızın verdiği Güneş misaliyle çok güzel anlaşılmaktadır. 

Üstad Hazretleri temsilin sonunda şöyle buyuruyor:

“O Celil-i Pürkemâl, o Cemil-i Bîmisâl, o Vâcib-ül Vücud, o Mûcid-i Küll-i Mevcûd, o Şems-i Sermed, o Sultan-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır. Sen, ondan nihâyetsiz uzaksın.”(2)

Bu âlemi ve içindeki her şeyi yaratan Allah, bize bizden daha yakındır; zira biz henüz ortada yokken bu muhteşem ve harika âlemi bizim için ve bize göre yarattı. Biz ise onun cemal ve kemalini hakkiyle idrakten çok uzağız.

Allah; vâcibü'l-vücuddur. Yani, varlığı zatındandır, ezelîdir, ebedîdir, olması vacip, olmaması muhaldir, bütün sıfatları da ezelîdir, mutlaktır, nihâyetsizdir. 

Biz ise bütün mahlûkat gibi, “mümkin” grubuna giriyoruz. Yani, olup olmamamız müsavi; dün yoktuk bugün varız, yarın bu dünyadan göçeceğiz, varlığımızın bir evveli ve sonu var, her şeyimizle sınırlıyız.

İşte, mümkün varlığın mahiyeti vâcibü'l-vücud varlıktan sonsuz derece uzaktır. Vâcibü'l-vücud ise o mümkünü yokluktan varlık sahasına çıkardığı, bütün ihtiyaçlarını gördüğü cihetle ona ondan daha yakındır.

Bu açıklamalardan sonra, Üstadımızın Güneş misaline nazar ederken, şu noktayı da daima göz önünde bulunduracağız:

Üstad'ın ifadesiyle Güneş, Nur isminin kesif bir gölgesi”dir. Güneş misalinin ilâhî hakikatlerle yüzde yüz mutabakat arz etmesi elbette beklenemez. Ancak, Üstadımızın Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gâyet yakın gösterildi.” (3) ifadesinde güneş misallerinin büyük payı vardır.

“…  Güneş, kayıdsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi olan göz bebeğinden daha yakın olduğu halde; sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun için ondan gâyet uzaksın.”

Güneş'in maddesi kayıtlıdır ve bize ulaşmaz; ama ışığı kayıtsızdır. İşte o kayıtsız nur gözbebeğimize ulaşır, onda aksini gösterir; görmemizi sağlar. Biz parmağımızı  gözümüze sokamadığımıza göre, güneş, ışığıyla bize bizden daha yakın demektir. İlâhî sıfatların da hücrelerimize, atomlarımıza kadar icraat yapması cihetiyle Allah bize bizden daha yakındır.

“… Güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzât doğrudan doğruya güneşin zâtı ile görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok merâtib-i küllîyetten geçmekliğin lâzım gelir.”

Temsili hakikate doğrudan tatbik edelim:

Musa aleyhisselam, Cenâb-ı Hakkı görmek dilediğinde kendisine şu hitap gelmişti:

“...Sen beni göremezsin...” (A'râf, 7/143)

Nitekim nuruyla dağa tecelli ettiğinde Hz. Musa (as.) yere düşüp bayıldı.

Resul-i Kibriya Efendimiz (asm.) ise Miraç mu’cizesiyle Cenâb-ı Hakk’ı bizzat gördü. Ancak, evvela dünya hayatının kaydından kurtuldu da sonra gördü. Üstadımız miraç konusunda “Çünkü, miraç yoluyla beka âlemine girdi.” (Mesnevî-i Nuriye, Şemmebuyuruyor. Musa aleyhisselam ise bu fani âlemde rü’yete mazhar olmak dilemişti.

Bir de Peygamber Efendimiz (asm.) rüyete mazhar olma yolculuğunda “çok merâtib-i küllîyeden” geçti. Bütün sema tabakalarını, kürsiyi, arşı geri bıraktıktan sonra Cenâb-ı Hak ile görüştü. Bu konu Miraç Risalesinde bütün cihetleriyle açıklanmıştır. Musa aleyhisselâm ise böyle bir terakki yolculuğuna çıkmadan yerde iken Allah’ı görmek istemişti.

Mü’minler de cennette bu şerefe mazhar olmak için, önce ölümü tatmakla bu dünya hayatını geride bırakacaklar, sonra yeniden diriliş ile âhirete uygun olarak yeniden yaratılacaklar, böylece büyük bir mertebe kat edecekler, mahşer, mizan, sırat safhalarından geçtikten sonra cennete varacak ve rü’yete mazhar olacaklardır.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz, İkinci Esas.

2) bk. age., On Altıncı Söz.

3) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup.



2. On Altıncı Söz'de geçen, "Cenâb-ı Hak yetmiş bin hicab arkasındadır." ifadesini izah eder misiniz?

Yetmiş bin perde; ilâhî sıfatların ve isimlerin tecellî mertebeleridir.

Canlılar âlemini tam olarak tanıma hususunda, önümüzde milyonlarca perde vardır. Bu tablonun bir benzeri de bitkiler âlemi için söz konusudur. Milyonu aşkın bitki türü var ve biz bunlardaki ince hikmetlerin, harika sanatların hiçbiri hakkında fikir sahibi değiliz. Bitkileri konu alan kitapların da tümünü okumaya ömrümüz kifâyet etmez. Böylece, bu âlemi tanıma hususunda da önümüzde milyonlarca perde var demektir.

Sema âleminden zaten haberimiz yok. Çünkü Güneş'ten yeryüzüne, yaklaşık yüz elli milyon kilometrelik bir mesafe olduğu, güneş ışığının bu uzun mesafeyi sekiz dakikada kat ettiği ve ışığın bu baş döndürücü süratine rağmen, hâlâ ışığı dünyaya ulaşmamış yıldızlar olduğu söylenmektedir. Buna göre sema âlemini tümüyle bilmek ve idrak etmek hususunda da önümüzdeki perdeler bir bakıma nihâyetsizdir.

Kâinat kitabındaki hangi esere baksak, Allah’ın o eserde tecellî eden ilim ve hikmetini, kudret ve kemalini hayretle seyrederiz. 

Her gün seyrettiğimiz çiçeklerle bile aramızda nice perdeler var. Biz sadece ilk perdeye bakıyor, onların şekline, rengine hayran oluyoruz. Hâlbuki bir botanik âlimi için o çiçeğin her bir hususiyeti ayrı bir perdedir.

Bütün bunlar bizi şu hakikatin kapısına götürür: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Kur’ân-ı Kerim’inde insan ve kâinat hakkında birçok tefekkür levhaları yer alıyor. Şu var ki, yıldızları birer nokta, Güneşi bir lamba kadar gören şu gözlerimiz, kâinatın tümünü seyredebilmekten ne kadar âciz ise, aklımız da bu âlemi ve içindekileri idrak ve ihata etme hususunda o kadar cılız ve kifâyetsizdir.

Kaldı ki, akıl henüz kendi mahiyetini kavramaktan, hafızayı zaptetmekten, hayale uzanmaktan, sevgiyi hissetmekten bile çok uzak. İşte insan, kendi ruh iklimindeki bu mânâ derinliği karşısında hayretler içinde kalır ve yine aynı hakikatle karşı karşıya gelir: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Yine Nur Külliyatı'ndan “Miraç Risalesi”nde, yetmiş bin perdenin, “berzah-ı esmâ ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudat” olduğu ifade edilir. Bir başka bahiste ise, Cenâb-ı Hakk’ın “huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek”(1) gerektiğine dikkat çekilir.

“Maddî ve ekvanî” denilen zulmanî perdeler şu gördüğümüz madde âlemidir; bunlar bir önceki vecizede “tabakat-ı mevcudat” şeklinde ifade edilmişlerdir. Nuranî perdeler için “esmaî ve sıfatî” denilmiştir. Bu perdeler, İlâhî isimlerin ve sıfatların farklı mertebelerdeki tecellileridir ve yine bir önceki vecizede “berzah-ı esma ve tecelli-i sıfat ve ef’al” olarak kaydedilmiştir.

Bu perdeler  Külliyat’ta şöyle dile getiriliyor:

“...Bütün mevcudatı kat’edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan geçip, tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok meratibi kat’ eder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.”(2)

Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, her bir İlâhî ismin bile nice perdeleri, nice tecelli mertebeleri var.

Misâl olarak “Hakîm” ismi üzerinde kısaca duralım:

“Hakîm”, yani her şeye nice hikmetler takan, nice mânâlar ve faydalar yerleştiren.

Bütün varlık âlemini tümüyle seyredebilmekten çok uzak olduğumuza göre, hiç olmazsa bu kâinatın bir küçük misali olan kendi varlığımıza bakalım. Saçımızdan tırnağımıza, sinir sistemimizden kan şebekemize kadar bütün bedenimiz hikmetlerle, faydalarla âdeta kaynaşıyor. Gözümüz, kulağımız, dişimiz, derimiz, iç organlarımız her biri ayrı bir ihtisas sahası. Her biri için nice tezler yazılmış, nice tebliğler sunulmuş, nice kitaplar telif edilmiş. Bu neşriyatla ortaya konulan hikmetlerin tamamı, “Hakîm” isminin insan bedenindeki tecellisinin kısa bir açıklamasıdır.

Buna aklımızı, hafızamızı, his dünyamızı da ilave ettiğimizde maddemiz ve mânamızla “Hakîm” ismine en güzel bir ayna olduğumuzu idrak ederiz. Sadece bir insanda bile “Hakîm” isminin bu kadar tecelli mertebeleri bulunduğunu görmekle İlâhî sanat ve hikmete hayran oluruz.

Düşüncemizi kâinatın diğer varlık âleminde ve fertlerinde de dolaştırmaya çalışırız. Hayalimizi semalara ve ötelerine göndeririz. Meleklere, arşa, levh-i mahfuza varırız. “Hakîm” isminin bu varlıkların her birinde başka tarzlarda ve farklı mertebelerde tecelli ettiğini hayalen seyreder ve yine aynı hakikate varırız:  “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Soframıza dizdiğimiz nimetlerde Allah’ın “Rezzak” ismini çok küçük bir perdede okuyabiliriz. O anda üç dört nimeti, yine üç dört kişi yemektedir. Şehrimizdeki yüz binlerce insanı, sofraları başında hayal etsek, “Rezzak” ismini daha geniş bir perdede seyretme imkânı buluruz.

Bu yüz binleri, milyarlara taşıyalım. İnsanlar âlemine, bir milyonu aşkın hayvan türünü de ilave edelim. İçinde bulunduğumuz zamanı genişletelim; geçmiş asırları düşünelim, gelecek nesillere nazar edelim. Her defasında bu İlâhî ismin tecellilerini daha geniş bir dairede temaşa etmiş oluruz.

“Rezzak” ismi gibi bütün isimlerin de böyle en küçük daireden, en geniş dairelere kadar nice tecellileri var.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Altıncı Söz.

2) bk. age., Otuz Birinci Söz, İkinci Esas.



3. "Ruhun penceresi ve onun ayinesi olan gözbebeği..." cümlesinde geçen, "gözbebeğinin ruhun aynası oluşu" ne manaya gelmektedir? Başka yerde de "Zira göz, kalbin ayinesidir." denmiş?

Ruhun derinliklerinde kaynayan hissiyat ve manalar, kendisini insanın simasında ve gözünde aksettirir. Ümit, neşe, hüzün ve yeis gözlere akseder. Bir insanın bakışlarından hangi ruh halinde olduğunu anlamak mümkündür.

Bir insana duygumuzu ifade edeceğimiz zaman, onun gözlerine bakar ve kalbine açılırız. Göz, ruhun ve kalbin bir penceresi gibidir. Ruha ve kalbe oradan girilir, ruh ve kalp de manasını oradan dışarıya aksettirir. Alışverişler onun vesilesi ile gerçekleşir.



4. "Zât-ı Zülcelâl, her şeye her şeyden daha ziyade yakın olduğu halde, her şey Ondan nihayetsiz uzaktır… Zılde kalırsın, yalnız cüz'î bir cilveyi bulursun." İzah eder misiniz?

Bu ifadelerle sanki Allah Resulünün (asm.) miraçta İlâhî huzura perdesiz girmek için katettiği mesafeler, aştığı kemal mertebeleri ve vasıl olduğu küllî dereceler anlatılıyor.

“Onun huzur-u Kibriyâsına perdesiz girmek istenilse,” diye başlayan cümlenin sonunda “eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir.” buyruluyor.

Binler sene çalışmaya kimsenin gücü yetmeyeceğine göre, geriye tek şık kalıyor: “Cezb ve lütuf.” Yani, Cenâb-ı Hakk’ın, sevgili kulunu lütuf ve keremiyle cezp ederek huzuruna alması.

Bu lütuf ise bu dünyada sadece Peygamber Efendimize (asm.) nasip olmuştur. Allah Resulü (asm.) bu cezb ve lütuf ile beka âlemine girmiş ve o âlemde rü’yete mazhar olmuştur. 

Resulullah Efendimiz (asm.), “Namaz mü’minin miracıdır.”(1) buyurmuşlardır.

Bakara suresinin başında muttakilerin sıfatları sayılırken ilk sıfat olarak onların gayba iman etmeleri zikredilir. Gayba iman eden bir mü’min namaza durduğunda, kendisini Rabbinin huzurunda bilir ve ona yine onun bildirdiği gibi hitap eder, rükûa gider, secdeye kapanır; dua ve niyazda bulunur. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna girmek demektir, şu farkla ki bu giriş perdelidir. Allah’ın zatının görülmesi bu dünyada söz konusu değildir. Ama kabir, mahşer ve sırat perdelerinin kalkmasından sonra bütün müminler de cennette rüyetullaha mazhar olacaklardır.

Burada Abdulkadir Geylani Hazretlerinin konuyla yakından alakalı olan şu duasını nakletmek isterim:

“Allah’ım, bizi dünyada varlığını kalb gözüyle görenlerden eyle! Ahirette ise baş gözü ile (cemaline) bakanlardan eyle!”(2)

Bununla birlikte, mü’minler bu dünyada, “zulmanî ve nuranî, yâni maddî ve ekvanî ve esmâî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan” geçemeseler de elden geldiğince bu yolda mesafe almaya çalışmalıdırlar.

Zulmanî perdeler, cümlenin devamında “maddî ve ekvanî” olarak; nuranî perdeler ise, “esmâî ve sıfatî yetmiş binler hicab” olarak ifade ediliyor.

Allah Resulü (asm.) bu perdelerin tamamını miraç yolculuğunda geçti. Yani, hem yeryüzünden yıldızlara kadar bütün madde âlemini temaşa ve tefekkür etti, hem de İlâhî isim ve sıfatların azamî tecellilerini seyretti.

Biz bu işi ancak çok dar bir dairede, aklımızın erdiği, hayalimizin vardığı ölçüde yapabiliriz. Yıldızlar âleminin büyük kısmını görmediğimiz gibi, gördüklerimizi de azametlerine layık şekilde değil, küçük birer lamba gibi müşahede edebiliriz. Zaten, arşı, kürsiyi, semadaki sayısız melekleri hayal bile edemeyiz.

Üstadımız bu noktadaki aczimizi daha iyi anlamamız için Hâlık ismini misal olarak veriyor. Biz Hâlık ismini bütün varlık âleminin Hâlık’ı ünvaniyle değil, görüp bildiğimiz varlıkların Hâlık’ı mertebesinde bilebiliriz.

"Sen Ona Hâlık ismiyle yanaşmak istersen, senin Hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların Hâlıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın Hâlıkı ismiyle münasebettarlık lâzım gelir. Yoksa zıllde kalırsın,.."(3)

Bunun içindir ki, Resulullah Efendimizin (asm.) miraç yolculuğunda seyrettiği tecelliler yanında bizimki, “zılde kalır” ve “yalnız cüz'î bir cilveyi" buluruz. Yani, Allah Resulünün (asm.) seyri bir güneş ise bütün müminlerinki bir gölge yahut o güneşin cüz’î bir cilvesi kadar kalır.

Dipnotlar:

1) bk. Munavî, Feyzu’l-Kadir, 1/497.
2) bk. A. Geylani, Fethü’r-Rabbanî, 52. Meclis.
3) bk. Sözler, On Altıncı Söz.



5. İhtar'da geçen "melekût" tabiri çok yerlerde "her şeyin içi" manasında kullanılıyor. Melekûttan maksat nedir?

Risale-i Nur’da “her şeyin dışına mülk, içine de melekût denildiği” kaydedilir. Bir şeyin içine malik olmak, dışına da malik olmayı gerektirir.

İnsanın bedenine mülk, ruhuna melekût dersek, ruh kimin mülkü ise ve kimin hâkimiyeti altında ise o ruhun hanesi olan beden de onun mülküdür.

"Melekût" kelimesi “hikmet ve sır” manasında da kullanılmaktadır. Meselâ, hastalıkların mülk ciheti elem ve ızdırap iken, içyüzü günahlara kefaret olması ve insanın manevî derecesini artırmasıdır.



6. "Vasıtalar sırf zahiridirler, perde-i izzet ve azamettirler." cümlesi umumî bir kaide midir? Vasıtaların rububiyetin dellalı olmaları ve temaşagerlikleri ne demektir? Ayrıca, hiçbir kıymet ifade etmeyen sebeplere ve vasıtalara itibar etmek nasıl olur?

Bu umumî bir kaidedir. Yani, sebeplerin icat hususunda hiçbir tesirleri yoktur. Sebepleri de onların eliyle ortaya çıkan neticeleri de yaratan Allah’tır.

Şu var ki, hastalık, musibet, ölüm gibi görünüşte çirkin sanılan, hakikatte ise güzel olan hadiselerde bu zahirî sebeplerin önemli bir vazifesi “perde-i izzet ve azamet” olmaları, insanların şikâyet oklarını o sebeplere atarak isyandan sâlim kalmalarıdır. Ancak, sebepler hayırlı işlerde de yine “perde-i izzet ve azamettirler.” 

Külliyat’ta ağaçlar için “tablacı” tabiri kullanılır. Cenâb-ı Hak, meyveleri insanlara doğrudan değil, bu tablacıların eliyle takdim etmektedir.

Sebeplerin icatta tesirleri olmamakla birlikte, Allah’ın birer harika eseri, isimlerinin tecelligâhı olmaları yönüyle büyük ehemmiyetleri vardır. Bizim sebeplere itibar etmemizin bir yönü budur. Diğer yönü ise, Cenâb-ı Hak, hikmetinin muktezası olarak bazı neticeleri bazı sebeplere bağlamışsa, o sebeplere riâyet etmediğimiz takdirde o neticelerden de mahrum kalırız. Meyve ağacı dikmeyen ve bakımını yapmayan kişi meyve yiyemez. Bir mü’min, meyve ağacını bir rızık tezgâhı olarak değerlendirir, şükrünü o ağaca değil, kendisini onun eliyle rızıklandıran Allah’a verir.

Vasıtaların rububiyetin dellalı ve temaşager olmaları:

Rububiyet; “terbiye edicilik, bir şeyin kademeli olarak kemale erdirilmesi”, temaşager ise “seyirci, temaşa eden” demektir.

Bu dünya hikmet dünyasıdır. Eşyanın yaratılışı çoğu zaman ani değil, tedricen, yani zaman içinde kademeli olarak gerçekleşir. Nitekim Kur’ân’ın hülasası olan Fatiha Sûresinde bütün medih ve senanın Allah’a layık ve onun için olduğu zikredildikten sonra, Allah’ın marifeti noktasında ilk olarak Rabbü’l-âlemin ismine yer verilir. Allah, bütün âlemleri terbiye eden, onları bir ilk noktadan alarak son ve mükemmel hallerine getirendir.

Bu terbiyede sebeplere de vazife vermiştir. Çekirdeği terbiye ederek ağaç haline getirirken, toprağı, suyu, havayı, güneşi, mevsimleri birer sebep kılmıştır. Bu unsurların her birisi kendilerini o surette terbiye eden Allah’ın harika terbiyesini ilan etmekle birlikte, onların ortak çalışmalarıyla meydana gelen o ağaç da kendisini ne havanın, ne suyun,.., değil Allah’ın terbiye ettiğini ilan eder.

İnsanlar da yaptıkları hayırlı işlerde sadece birer vasıtadırlar, birer sebeptirler. İnsana o hayrı işleme kabiliyetini veren Allah olduğu gibi, yaptığı işte kullandığı bütün malzemeleri de yaratan odur. Kâinat ağacından insan meyvesi süzen Allah, insandaki bu kabiliyetlerden de başka meyveler yaratmaktadır.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim'inde insana yaptığı ihsanları sayarken gemiden de bahseder. Görünüşte gemiyi insan yapmaktadır, âyette ise bunun bir İlâhî ihsan olduğu nazara verilmektedir.

İnsan, aczini ve fakrını bilmekle kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışacak ve gerek kendi varlığında, gerek dış âlemde İlâhî kudret ve rahmetin sergiledikleri mu’cizeleri de hayretle temaşa edecektir.

“Temaşager” kelimesi insanın bu vazifesini ifade ederken, “dellal” kelimesi de bu tefekkür ve hayret vazifesini yerine getiren bahtiyar insanların, başkalarına da yol göstermelerini, onları da ilâhî eserleri seyir ve temaşaya davet etmelerini hatırlatır.



7. Üstadımızın "Ey nefs-i nadan" , "Ey nefs-i bihuş" , "Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas" , "İşte ey tembel nefsim" ifadelerini kullanmasının hikmeti nedir?


Evvela şunu ifadeedelim: Bütün bu sayılanlar nefsin sıfatlarıdır. Yani, nefis hem nadandır, hem bîhuştur, hem haddinden tecavüz eder, hem de tembeldir. Ancak, Üstad Hazretleri konuya göre bu hususiyetlerden en uygun düşenini tercih etmiştir.

"Ey nefs-i nâdan": Nâdan; cahil manasına gelir. Sualde geçen meseleler arasında hakikatte bir zıtlık yokken, nefis cehaletinden dolayı bir zıddiyet olduğunu zannetmiştir. Bu yüzden, nefsin nâdan olduğu nazara verilmiştir.

"Ey nefs-i bîhuş": Bî-hûş; “akıl erdiremeyen, fikirsiz” demektir. İnsanın nefsi, ani yaratmayla alâkalı âyetlerle, tedricî yaratmayı haber veren âyetler arasındaki münasebeti anlayamadığı ve bunların nasıl tevfik edildiklerine akıl erdiremediği için bu tabir kullanılmıştır.

"Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas": Kurbiyet, bu’diyet, mirac ve yetmiş bin perde gibi meseleler nefsin vesveselerine bir derece açıktır. İyi anlaşılmazlarsa nefis ve şeytan bu konularda kalbe vesvese verebilir ve insanı aldatabilir.

"İşte ey tembel nefsim": Namazın hakikatinden bahseden bu Şua'da, insan nefsinin namaz kılma konusunda tembel davranması dolayısıyla bu ifade kullanılmıştır.


Dördüncü Şua Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "İşte ey tembel nefsim! Bir nevi miraç hükmünde olan namazın hakikatı,.." Namaz; nasıl bir nevi miraç hükmündedir?

Allah Resulü (asm), “Namaz mü’minin miracıdır.”(1) buyurmuşlardır. 

Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm.) bütün sema tabakalarını, kürsiyi, arşı gerilerde bıraktıktan sonra, Allah’ın huzuruna çıkmış ve rü’yetine mazhar olmuştur.

Bu terakki yolculuğunun bir küçük misali de namazda mevcuttur. Üstad Hazretlerinin de belirttiği gibi, namazda getirilen her bir tekbir, mü’minin “bir basamak-ı mi’raciyeyi kat’ına işarettir.”

Yine Nur Külliyatı’nda Fatiha sûresinin açıklaması yapılırken, “iyyake nabüdü”ye kadar gaibane bir muamelenin söz konusu olduğu, bu âyet ile hâzırane, muhataba suretine geçildiği belirtilir. Bir mü’min, Fatiha Sûresini okurken, Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlar, sonra bütün medih ve senanın Allah’a ait olduğunu dile getirir. Daha sonra Allah’ın “Rahmân, Rahîm ve din gününün sahibi” olduğunu ifade eder. Bütün bunlar gaibanedir. Sadece birisini misal verelim:

“Allah, din gününün sahibidir.” demek gaibanedir, “Sen din gününün sahibisin.” diyerek Allah’a doğrudan hitap etmek ise hâzıranedir.

“İyyake nabüdü”ye kadar gaibane hitap edilirken, sanki miraçtaki basamaklar katedilmiş ve “iyyake nabüdü ve iyyake nestein” diye doğrudan Allah’a hitap edilirken de sanki bir nevi rü’yete mazhar olunmuştur.

Diğer taraftan, her teşehhütte okunan “Ettehiyyatu lillahi…” mü’mine miracı hatırlatır. Zira onda geçen cümleler, miraçtaki kelamlardır. Bu konuda Altıncı Şuâ’dan kısa bir bölüm nakledelim:

"Her mü'minin namazı, onun bir nevi miracı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise Mirac-ı Ekber-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmda söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz'iyetten külliyete çıkar…”(2)

Dipnotlar:

1) bk. Munavî, Feyzu’l-Kadir, 1/497.

2) bk. Şuâlar, Altıncı Şuâ.



2. Namazın hakikatinin "Mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Mâbud-u Cemil-i Zülcelâl'in huzuruna kabul" olması ne demektir?

Bunun, sualde geçen, “nihâyetsiz izzetiyle her şeye yakın olması” ifadesiyle yakın ilgisi vardır.

Bir padişah sadece vezirleriyle ve diğer ileri seviyedeki yetkililerle görüştüğü halde, halktan herhangi bir kimseyi huzuruna kabul ederse, bu sırf bir lütuf olur. O kişi, bilgisi, makamı ve kabiliyetiyle değil, sırf padişahın bir ihsanı olarak huzura kabul edilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın da kullarını huzuruna kabulü mahz-ı lütuftur, yani sadece bir lütuf, bir ihsandır.

Cenab-ı Hak, günde beş kere, farz olarak kullarını huzuruna davet ettiği gibi, kerahet vakitleri dışında bütün zaman dilimlerinde kullar diledikleri zaman nafile namazlarla yine ilâhî huzura kabul edilirler. Tekbir ile huzurda durmaya başlar ve Allah’a rükû, secde ve dua etmenin tatlı zevkini ruhlarına sindirir, ulvî şerefinden hisselerini alırlar...



3. "Allahü Ekber deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddîyattan tecerrüd edip bir mertebe-i küllîye-i ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup,.." İzah eder misiniz?

Allah Resulü (asm.) mi’rac mu’cizesiyle iki cihanı da gerilerde bırakmış ve Allah’ın rü’yetine mazhar olmuştu. Müminin miracı olan namazda da bu üstün mertebenin bir izi, bir işareti vardır:

“Allahu Ekber” diyerek, büyüklüğün ancak ona mahsus olduğunu, mahlûkattaki bütün şeref ve kıymetlerin ancak onun birer ihsanı olduğunu dile getiren bir mü’min, bütün mahlûkattan kalben alkasını kesip Rabbine ibadet eder, ona yalvarır, ona iltica eder.

“Manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip,” ifadesi bu noktada mü’minler arasındaki farklılığı gösterir. Manen iki cihandan geçmek büyük zatlara mahsustur, bunu başaramayanlar bu manaya hayalen yaklaşmaya çalışırlar, hiç olmazsa bu manayı niyet ederler.

Abdulkadir Geylanî Hazretleri şu ifadeleriyle iki cihandan geçmeyi çok güzel dile getirir:

“Ey evlâd! Bir eline dünyayı, öbür eline de âhireti al. İkisini yan yana getir. Bir yere yerleştir. Aralarından çık. Mevlâ’na yönel.”(1)

“Kayd-ı maddîyattan tecerrüd” etmeyi iki şekilde anlayabiliriz:

Birisi, “Hakiki hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir.” hükmünce, bu madde âlemini ilâhî isim ve sıfatların bir tecellisi olarak görmek, nazarımızı maddede hapsetmeyip esmâ ve sıfat dairelerine geçmektir.

Diğer mana ise, “Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak. Kalb ve ruhun derece-i hayatlarına gir!” cümlesinde ders verildiği gibi, maddemizi aşıp, kalb ve ruhumuza ait ulvî manalarla manevi terakkimizi sürdürmemizdir.

Bu manevî terakki neticesinde insan “Bir mertebe-i küllîye-i ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine” çıkabilir.

Burada geçen, “küllî, küllînin gölgesi veya sureti” ifadeleri de “manen, hayalen ve niyeten” sıralamasında olduğu gibi, bu noktadaki mertebe farklarını ifade eder. 

Küllî; en ileri mertebedir, onun gölgesi ondan çok daha aşağılarda kalır, suret ise gölgeden daha gerilerdedir. Bir ağacın kendisi, gölgesi ve resmi yan yana getirildiğinde, bu mana rahatlıkla anlaşılır. (Ağaçla münasebet noktasında gölge, suretten daha ileridir.)

Böylece namaz kılan kişi, “bir nevi huzura müşerref olup”, Rabbine doğrudan hitap ederek “iyyake na’büdü” diyebilmektedir. Bu ise çok büyük bir mazhariyettir ve her mü’min, kabiliyetine göre bu mazhariyetten bir feyiz alır ve istifade eder.

1) bk. A. Geylani, Armağan, Birinci Meclis.



4. "Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla 'Allahu Ekber, Allahu Ekber' demekle kat-ı meratib ve terakkiyat-ı maneviyeye ve cüz'iyattan devair-i küllîyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemalât-ı kibriyasının mücmel bir unvanıdır,.." İzahı?

Namaz müminin miracı olduğu için, Allah ile bir nevi sohbet mahiyetindedir. Allah, namaz vaktinde insanı huzuruna kabul ediyor. İnsan da bu kabule namaza durmakla ve namaz boyunca  tesbih, tekbir ve tahmid  etmekle mukabele ediyor. Bu yüzden namazın her hareketinde ve her rüknünde "sübhanallah", "Allahu ekber" ve "elhamdülillah" kelamları zikrediliyor.

İnsan, namaz boyunca, Rabbinin celâlini hatırlayarak onu tesbih eder, cemâlini hatırlayarak ona hamd eder ve nihayetsiz kemalini hatırlayarak onu tekbir eder. Onun ruhu bu ulvî zikirleri yaparken, sanki bedeni de onu destekler ve tasdik eder.

Namaza başlarken “Allahu Ekber” diyerek selam verir ve el bağlar.

Rükûa gittiğinde “sübhanerabbiy’el-azîm” demekle azîm olan Rabbini noksan sıfatlardan kavlen (söz ile) tenzih ederken, kendi noksanlığını da rükû ile yani huzurunda eğilmek suretiyle fiilen ilân etmiş olur.

Aynı şekilde, secdeye kapandığında “sübhanerabbiy’el-a’la”, diyerek Allah’ı kavlen tesbih ederken, fiilen de yüzünü yere sürmekle kendi noksaniyetini en ileri derecede ilân eder.

Hamd ile namazın hareketleri arasında da yakın münasebet vardır. İlim adamları, namazdaki her hareketin yüzlerce, binlerce kimyevî reaksiyon sonunda meydana geldiğini söylüyorlar. Ve bu hareketlerin her birisi hamdi iktiza eden büyük birer mu’cize ve yine insan için büyük birer nimet oluyor.   

Namaz kılan mümin, rükûdan kalkarken “semi’allahü limen hamideh” der ve ilave eder: “Rabbena lekelhamd”.

Böylece bütün nimetlerin, terakkilerin ve inkişafların Allah’ın ihsanıyla olduğunu ilân etmiş olur. Onun nükude  bükülen belini doğrultan Allah olduğu gibi, mahlûkatın her türlü sıkıntılarını gideren, onlara her çeşit terakki imkânlarını veren de yine odur.

Toprağa atılmış çekirdekler sanki secde halindedirler, Allah’ın ihsanıyla yeryüzüne çıkar ve boy gösterirler. Bu ise onların kıyamı gibidir.

Namazdan sonra dua ederken ellerimizi açmamızda da acz, fakr ve naks cihetlerimiz kendilerini birlikte gösterir ve ilân ederler. 

Bu Söz'de namaz tesbihatıyla insanın mahiyeti arasında çok harika bir münasebet kurulmuştur. Nur Risalelerinde müteaddit defalar işlendiği gibi insanın mahiyeti acz, fakr ve nakstan (kusurdan) yoğrulmuştur. Yani insan sonsuz fakirdir, gözden güneşe, havadan ciğere, mideden gıdaya uzanan sonsuz bir fakr içindedir. Bunların hiçbirini kendi gücüyle yapamaması yönüyle de sonsuz acizdir. 

Naks ve kusura gelince bu iki kelime kemalin zıddı olarak kullanılırlar. Burada geçen kusur bazen günahla karıştırılıyor. Her günah onu işleyen insan için bir kusurdur, bir noksanlıktır; ama her kusur günah değildir. Şöyle ki:

Her insan, yorulması, acıkması, uyuması, unutması, ömrünün kısalığı, iradesini cüz’î olması gibi nice yönleriyle sonsuz derece nakıstır, kusurludur.

Üstad Hazretleri namaz boyunca tekrarla tekbir getirilmesini, hem evliyanın seyr-ü sülûku gibi mü’minin manen dereceler kat’ etmesine benzetiyor, hem de Peygamber Efendimizin (asm.) miraçtaki terakki yolculuğuna.

Her namazın o mukaddes yolculuktan bir işaret taşıdığını ifade ediyor.

Şualarda, tekbirin, Allah’ın kemalatını idrakten aciz olduğumuzun bir ifadesi olduğunu belirtiyor. Mesela insan, Cenâb-ı Hakk’ın hadsiz işleri birlikte ve gayet kolay görmesini idrak edemez. Ama bu birlikte icraatı gözüyle görmekte ve aklıyla bilmektedir. İşte aklın bildiği, fakat nasıl olduğunu idrak edemediği bu ve benzeri hayret tabloları ruhu tekbire götürür. Yani, Allah bütün bu hayret ettiğimiz işleri yapmaktan daha büyüktür.

“Allahu ekber'in bir vech-i manası Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ve ilmi her şeyin fevkinde büyüktür; hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acip ve tavr-ı aklın haricindeki her şeyden daha büyüktür …”(1)

1) bk. Şualar, On Birinci Şuâ, Sekizinci Mesele.



5. "Hac-ı Şerif bil'asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Bir Hacı, ne kadar âmi de olsa, kat'-ı meratib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-ı Azîmi unvanıyla Rabb'ine müteveccihtir..." İzah eder misiniz?

"Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir."(1)

İnsan; cuma, bayram, husuf ve küsuf namazlarını, bulunduğu beldenin bütün sakinleriyle birlikte kıldığında, Allah’a “o beldenin Rabbi” unvanıyla müteveccih olmuş olur. Hacda ise bu mânâ çok daha inkişaf eder. Dünyanın her tarafından gelip hac ibadetini toplu olarak yerine getiren müminlerden her biri “umum aktar-ı arzın Rabb-ı Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir.”

Bundan dolayı, “Bir hacı, ne kadar âmi de olsa, kat'-ı merâtib etmiş bir veli gibi,..” Rabbine müteveccih olabiliyor. Hac vasıtasıyla kazanılan bu büyük dereceyi Üstad Hazretleri, bayram günlerinde bir neferin padişahın huzuruna doğrudan çıkarak onunla görüşebilmesine benzetiyor.

İşte hac bütün aktar-ı arzın, yani yeryüzünün tamamının bayramıdır. Zira İslâm’dan önce Kâbe putlarla dolu iken, şimdi şirkin bütün çeşitlerinden temizlenmiştir. O zaman müşrikler uygunsuz kıyafetlerle putların etrafında tavaf ederlerken şimdi Allah’ı bir bilen mü’minlerin kalpleri sadece O’na bağlı olarak, O’nun emri üzerine hacca gidip Kâbe'yi Allah Resulünün (asm.) tarif ettiği şekilde tavaf etmektedirler. Bu hal, başta Kâbe’nin, sonra onu kuşatan bütün küre-i arzın manevî bir bayramıdır.

Her ülkeden gelen muhtelif ırklara mensup insanların aynı hissiyatla hac ibadetini yerine getirmeleri, birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları da “Muhakkak ki, ancak mü’minler kardeştirler.” (bk. Hucurât,  49/10) âyet-i kerîmesinin bütün kâinata ilânı manasını taşır.

1) bk. Tirmizî, Fiten, 7 (2166).



6. "Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur." cümlesinden "Hac da bir bayramdır." diyebilir miyiz?

Padişah, bayram günlerinde nasıl halkına hususî bir muamele ile şahane bir ihsan ve ikramda bulunuyor ise, aynı şekilde Allah da hac, cuma, bayram namazları gibi hususî gün ve saatlerde çok büyük lütuf ve ihsanlarda bulunuyor.

Ami bir mümin, haccın bereketi ve cemaatteki sır ile bir veli gibi lütuf ve ihsana, yani sevap ve fazilete mazhar oluyor.

Haccın küllî bir ubudiyet olması, Cenab-ı Hakk’ın hac günlerinde mü’minlere şahane bir inâyet ve ikram da bulunmasından dolayıdır. Ferdî ibadetler ne kadar yüksek ve küllî de olsa, cemaatle yapılan ibadete yetişemiyor. Üç milyon hacının bir anda yapmış olduğu dua, elbette ferdin yapmış olduğu duaya nisbetle daha küllî ve daha azametlidir.



7. "Hac miftahiyla açılan meratib-i külliye-i rububiyet dürbünüyle nazarına görünen afak-i azamet-i ulûhiyet... Şeairiyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen..." İzah eder misiniz?

Dünyanın birçok yerinden gelen renkleri, ırkları ve dilleri farklı milyonlarca insanın bir arada bulunması, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetini ilan etmektedir.

Kur’ân’ın hulasası olan Fatiha sûresinde bütün medih ve senanın Allah’a layık ve onun için olduğu zikredildikten sonra, Allah’ın marifeti noktasında ilk olarak Rabbü’l-âlemin ismine yer verilir. Allah, bütün âlemleri terbiye eden, onları bir ilk noktadan alarak son ve mükemmel hallerine getirendir. Bu terbiyede sebeplere de vazife vermiştir. Çekirdeği terbiye ederek ağaç haline getirirken, toprağı, suyu, havayı, güneşi, mevsimleri birer sebep kılmıştır. Bu unsurların her birisi kendilerini o surette terbiye eden Allah’ın harika rububiyetini ilan etmekle birlikte, onların müşterek çalışmalarıyla meydana gelen o ağaç da kendisini ne havanın, ne suyun,.., değil Allah’ın terbiye ettiğini ilan eder.

İnsanın tefekkürü derinleştikçe, Rabb-i Rahim’ine olan hayreti ve muhabbeti artar.

8. "İşte şeair-i İslâmiyenin velev sünnet kabilinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır." cümlesini izah eder misiniz?

Hacda mü’minlerin bir araya gelerek, bu farzı yerine getirmekle kazandıkları manevî mertebenin bir benzeri bütün şeairler için de geçerlidir. Dünyanın her tarafında okunan ezanlar bir yönüyle bütün arzın ezan okuması gibidir.

“Şeâir-i İslamiye”de iman ve Müslümanlık alâmeti olan çok mühim âdetler vardır ki, bunları değiştirmek bid’attır.  

Meselâ; minarelerden yükselen lahutî bir sadâ ile mü’minlerin kalplerini sürur ile dolduran ezanı, aslı olan Arapça yerine çeşitli dillere tercüme ederek okumak İslam’ın en büyük şiarını tahriptir, bid’attır.

Bediüzzaman Hazretleri şeairin ehemmiyetini şöyle ifade eder:

“Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mesul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilân edilir. Nafile nevinden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.”(1)

Aynı şekilde; emniyet, huzur, sulh, selamet, rahatlık ve kurtuluş gibi mânâlara gelen; “Es-selâmu Aleyküm” kelamının yerine; başka tabirler kullanmak bid’attır. Dinimizde selamlaşma çok ehemmiyetlidir. Selam vermek, bir kimseye yapılacak en güzel bir duadır.

Üstad Hazretleri başka bir eserinde de İslam’ın şeairlerini tağyir etmenin ne derece mahsurlu olduğunu şöyle ifade eder:

“Bu şeairin umuma taalluk cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz’îsi en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!..”(2)

Müslüman'ın şiarı olan, yani yerine getirildiğinde kişinin Müslüman olduğunu gösteren bütün ibadetlerin, hallerin ve davranışların da bu büyük makamdan hisseleri vardır. Yemeğe besmele ile başlamak bir sünnettir ve Müslüman’ın bir şiarıdır. Dünyanın her tarafındaki Müslümanların yemek yerken besmele çektikleri birden nazara alındığında, bu ulvî mananın bir benzeri sergilenmiş olur.

Müslümanların şeaire topluca uymalarının çok ehemmiyetli bir meyvesi de aralarındaki birlik ve beraberliğin pekişmesi, kardeşlik şuurunun gelişmesidir. Cemaatle kılınan bir namaza, ferdî kılınanın yirmi yedi katı sevap verilmesi, dinimizin cemaate verdiği önemin en açık bir delilidir.

“Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmrân, 3/103)   

âyeti de cemaatin ehemmiyetini ifade etmektedir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.) de “Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir.”(3) buyurarak, birlik ve beraberliğin Allah katındaki büyük ehemmiyetine dikkatlerimizi çekmiştir.

Dipnotlar:

1) bk. Lem'alar, On Birinci Lem’a.

2) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Birinci Kısım.

3) bk. Tirmizî, Fiten, 7.



9. On Altıncı Söz'ün sonuna ilave edilen âyetlerin, Arabî ibarelerin ve duaların meallerini öğrenebilir miyiz?


سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ خَزَاۤئِنُهُ بَيْنَ الْكاَفِ وَالنُّونِ

"Hazînelerini kâf ve nun'un arasına koyan (her şeyi "kün" emri ile yaratan) Allah, her türlü kusurdan münezzehtir."

فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكوُتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

"Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir! Siz yalnız ona döndürüleceksiniz." (Yâsin, 36/83)

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın." (Bakara, 2/32)

رَبَّناَ لاَ تُؤٰاخِذْنَاۤ اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْناَ

"Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme." (Bakara, 2/ 286)

رَبَّناَ لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَناَ وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

"Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. Bize kendi katından rahmet ihsan eyle! Şüphesiz ki sen bol ihsan sahibisin." (Âl-i İmrân, 3/8)

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى رَسُولِكَ اْلاَ كْرَمِ مَظْهَرِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاِخْواَنِهِ وَاَتْباَعِهِ اٰمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

"İsm-i Azamın mazharı olan Resûl-i Ekremine, onun âl ve ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamberlere ve kendisine tâbî olanlara salât ve selâm eyle. Duamızı kabul buyur, ey merhametlilerin en merhametlisi!"

Küçük Bir Zeyl Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Şuzuzat-ı kanuniye ile …meşietini, iradetini, fail-i muhtar olduğunu izhar etmesi" ifadesi ile, şuzuzatın, gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını müsebbibü’l-esbaba çevirmesini açıklar mısınız?

Cenâb-ı Hakk’ın şu varlık âlemindeki icraatları şeriat-ı tekviniye denilen bir kanunlar manzumesiyle cereyan etmektedir. Mahlûkat bu kanunlara itaat etmekle Allah’ın varlığını ve birliğini gösterirler. Bu kanunlarda birtakım şazlar, yani âdet dışı uygulamalar da görülür, bunlar ise Allah’ın iradesini ilan ederler. Yani, Allah dilerse kanunlar ötesi icraatlar da yapabilir. Bunun en açık misali, Hazreti İsa’nın (as.) babasız dünyaya gelmesidir.

Diğer taraftan, “tagayyürat-ı sûriyeler ve teşahhusatın ihtilafı” da ilâhî iradeyi ilan ederler.

“Tagayyürat-ı sûriye” aynı hakikatin farklı sûretlerde görünmesidir. Meselâ, hayatın bir hakikati vardır, bu hakikat onda tecelli eden ilâhî isimlerdir. Ancak, hayat hakikatinin karınca hayatından melek hayatına kadar pek çok sûretleri vardır. Tagayyür kelimesinin “başkalaşma” manasına geldiği dikkate alındığında, hayatların birbirinden çok faklı oldukları hayretle müşahede edilir. Allah’ın iradesi mutlaktır; hayatı dilediği gibi yaratır.

“Teşahhussatın ihtilafı” denilince, aynı nev’in (türün) fertleri arasındaki farklılıklar hatıra gelir. İnsan bir canlı türüdür ama her insanın müstakil bir şahsiyeti vardır. Her insan, simasından parmak izine, sesinden karakterine kadar müstakil bir şahsiyete sahiptir. Bu teşahhus insanda o derece ileridir ki, Üstad Hazretleri; "İnsanın bir ferdi sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir." buyurur. İşte aynı nev’in fertlerindeki bu farklı şahsiyetler, Allah’ın mutlak iradesini gösterirler.

Bulutların teşekkülü, muhtaç beldelere sevk edilmeleri ve yağmur halinde muhtaçların imdadına gönderilmeleri, güneşin doğup batması gibi yeknesak bir kanuna tabi değildir. Bu hal de yine ilâhî iradeyi açıkça göstermektedir.

Bu şazlar olmasa birçok insan, sözünü ettiğimiz hârika hâdiseleri tabiat kanunu diye ülfetle geçiştirebilir ve üzerinde yeterince durmayarak gaflete düşebilir. Bu şazlar gösteriyor ki, sebepler ancak birer perdedirler. Allah’ın iradesi istikametinde vazife yaparlar. Bu hâl, nazarları sebeplerden “Müsebbibü’l-Esbaba” yani sebepleri neticelerin (müsebbeplerin) yaratılmasında çalıştıran Cenab-ı Hakk’a çevirir.



2. Kur'ân'ın beyanatının baktığı esaslar diye tarif edilen ve nazara verilen üç misalin; Kur'ân'ın hangi beyanatına ve nasıl baktığı hususunda bilgi verebilir misiniz?

“Kur’ân'ın Beyanatı şu esasa bakıyor.” ifadesi, sonraki paragrafta yer alan misallerden çok, ait olduğu paragrafın tümüne bakıyor.

Bu paragrafta verilen temel mesaj şudur:

Cenâb-ı Hak, birçok icraatını kanun şeklinde ve hassas bir nizam ile yaptığı gibi, birtakım icraatlarını yeknesak perdesini yırtarak yapmaktadır. Birincisinde hikmet ve kudretini, ikincisinde ise meşiet ve iradesini göstermektedir.

Kur’ân’da her iki icraatla alakalı misâller vardır.

Meselâ, insanın yaratılmasında anne ve babanın vesile edilmesi bir kanun olmakla birlikte, Hz. İsa’nın (as.) babasız, Hz. Âdem (as) ise annesiz ve babasız yaratılması da şuzuzattır. Biri Allah’ın hikmetini, diğeri de iradesini gösterir.

Metindeki üç misalden birincisinde, bir kısım ağaçların bir yıl meyve verdikleri halde ikinci yıl vermemeleri şuzuzata bir misal olarak verilmiştir.

İkinci ve üçüncü misaller ise Kur’ân-ı Kerim'de şu şekilde yer almaktadır: 

"… O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. …" (Lokman, 31/34)

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/22)

“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir. Ondan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân, 3/6)



3. "Vücutta en mühim mevki, hayat ve rahmetindir." ifadesi ne manaya gelmektedir?

Vücut, varlık demektir ve yokluktan varlığa gelmek en büyük bir rahmettir. Nitekim Üstad Hazretleri: “Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede Rahmet’tir.” buyurmakla bu noktaya dikkatimizi çeker.

Rahmetin kemali hayat sahiplerinde görülür. Yirmi Dördüncü Söz'de bu rahmet mertebeleri güzelce sıralanır ve en büyük rahmet “Müslim sıfatıyla insan olmak” şeklinde ifade edilir. Yani, var olmak, yarı canlı olmak, hayat sahibi olmak, akıl sahibi olmak ve Müslüman olmak rahmetin farklı tecellileridir.

İnsan hayatının bütün kâinatla münasebeti vardır. Güneş'in, Ay'ın, denizlerin ve karaların yoklukta kalmayıp var olmaları, kendileri için bir rahmet olduğu gibi, insan için de en büyük bir rahmettir.

Melek hayatı böyle değildir. Onların, hayatlarını devam ettirmek için kâinata ihtiyaçları yoktur. Ancak onların, kâinattaki varlıkları temaşa ve tesbihlerini temsil etmekten aldıkları manevî bir hazları vardır. 

Vücut ve varlık âlemlerinde en ehemmiyetli mertebe ve mevki hayat ve rahmetindir. Zira hayat öyle bir nimettir ki, bütün nimetler onun üzerine bina edilmiştir. Hayat olmasaydı insan hiçbir nimetin farkına varamaz, hiçbir lezzeti tadamazdı.

Hayat, Allah’ın bütün esmâ ve sıfat tecellilerinin temerküz edip toplandığı bir nokta, bir merkezdir.

Hayat, aynı zamanda taklidi mümkün olmayan bir mühür ve bir mu’cizedir. Zira bir hayatın teşekkülü için bütün kâinat çarklarının intizamla ve mizan ile hareket edip, bir maksada doğru ilerlemesi gerekir.

Allah’ın kullarını kendisine muhatap etmesi de en büyük bir rahmettir. Allah, rahmeti ile bize nihayetsiz ihsan ve ikramlarda bulunuyor. Bu yüzden hayat ve rahmet, varlık âleminde en ehemmiyetli bir mevkide bulunuyorlar.

4. "Ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek,.." Yeknesak kaidesi, neden gaflet veriyor ve hicaba vesile oluyor? Bunlara bir iki misal verebilir misiniz?

Yeknesak, aynı halde olup değişmeyen manasına gelir. Bir şeyin devamlı olarak aynı halde bulunması, aslında ilâhî kanunların şaşmazlığını göstermesi cihetiyle, insanları daha çok hayrete ve daha fazla şükre sevk etmesi gerekirken, birçok insanda bu yeknesaklık ülfete dönüşür ve o harika eserlerin mükemmel fiillerin dikkate alınmamasını, üzerlerinde layıkınca düşünülmemesini netice verir. Meselâ, takvimlerde her ilde Güneş'in doğuş ve batışı ve diğer namaz vakitleri bir yıl öncesinden bilinir ve yazılır. Bu duruma çok hayret etmek ve dünyanın bu harika, dakik ve hassas seyahatini ibretle tefekkür etmek ve bu mükemmel nizamı koyan Allah’ın ilmine ve kudretine karşı hamd ve şükürle mukabele etmek gerekirken üzerinde fazla düşünülmeden geçilir.

Bir başka misâl: 

Yemekten sonra o nimetleri bize ihsan eden Rabbimize şükür ve dua ederiz. Ama bizim için yemekten çok daha ehemmiyetli olan hava nimetine şükretmek aklımıza gelmez. Kanımızın her nefes alışımızda temizlenmesi, hiç aksamadan yürüyen yeknesak bir faaliyet olduğundan, bu hal bize gaflet verir ve o büyük İlâhî ihsanı pek hatırlamayız.

Azalarımızın her birinin vazifeleri de yeknesaklık içinde çoğu zaman nazarımızdan saklanır. Ancak onlara bir hastalık arız olduğunda kıymetlerini ve bizim için ne kadar büyük bir nimet olduklarını hatırlarız.

“Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok hârika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı, bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu'cizat-ı kudret-i İlahiyeyi görmeyip; dağ gibi bir hakikatı, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlak'ın, her şeydeki marifet yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek, şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.”

1) bk. Emirdağ Lahikası-II, 84. Mektup.



5. Dua ve şükrün kapıları sadece, mugayyebat için mi açıktır?

Duanın esası insanın; “aczi, fakrı ve noksanlığıdır.”  Muğayyebat-ı hamseyi bilmememiz, aczimizin ve noksanımızın sadece bir şubesidir.

İnsan, diktiği ağacın meyve vermesinden, içtiği ilacın hastalığına iyi gelmesine kadar bütün işlerinde sadece kendisine düşen cüz’î vazifeyi yerine getirir, ondan sonra neticenin yaratılması için Rabbine dua ve niyazda bulunur.

Birtakım hadiseler de vardır ki, onlarda insan iradesine hiç iş düşmez. Bunun en müşahhas misalleri muğayyebat-ı hamsedir. Bu hususlarda insanın duadan başka yapacağı hiçbir şey yoktur ve elde ettiği neticeler için de Allah’a şükretmekle vazifelidir.



6. Rızık vermek ve muayyen bir sima vermek, mugayyebattan sayılıyor. Fakat zâhiren bunlar takip ve kontrol edilebilen meseleler gibi görünüyor. Bunların mugayyebatla nasıl bir münasebeti olabilir?

Yedinci Şua’da konumuza ışık tutacak şöyle bir cümle geçer:

“Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemâl-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor.”(1)

Dünyada üç milyondan fazla canlı türü olduğu söyleniyor. İnsanlar bunlardan sadece birisi. Bütün bu türler gibi bizim rızkımız da hazine-i gaybdan gönderiliyor. Şu var ki, bu rızıkların insana ulaşmasında cüz’î iradenin bu yönde kullanılması bir esas ve ön şarttır.

Bilindiği gibi, rızık bizim çalışarak elde ettiğimiz servet ve para değil, kazandığımızdan yiyebildiğimiz kısımdır. Çoğu zaman, hiç ummadığımız yerlerde, yine ummadığımız ikramlara mazhar olarak rızıklandığımız gibi, yemeğe niyetlendiğimiz birçok şeyi de çeşitli sebeplerle yemekten mahrum kaldığımız da bir vakıadır.

Rızkın, gayb olma ciheti, bize nasip olacak rızık içindir. Bir de rızıkların gaybî bir hazineden bize ikram edilmeleri cihetiyledir. 

“Muayyen bir sîma verme” hususu Lem’alarda tafsilatlı olarak anlatılmıştır. Sadece şunu ifade etmekle iktifa edeceğiz: İnsan simasını meydana getiren göz, kulak gibi organlarının yer, şekil ve sayılarının bütün insanlarda aynı olması, tüm insanların yaratıcısının Vahid olduğunu gösterdiği gibi, hiçbir simanın diğerine benzememesi, ayrıca hiçbir insanın karakter yapısının da başkalarıyla yüzde yüz aynı olmaması Allah’ın iradesini göstermektedir. Ana rahmindeki ceninin ne maddî, ne de manevî siması o âlemde iken keşfedilemez.

1) bk. Şualar, Yedinci Şua.



7. "Daha tasrîf-i hava ve teshîr-i sehab gibi Şuûnat-ı İlâhiyeyi bunlara kıyas et..." cümlesini biraz açıklar mısınız?


Burada, her şeyin Allah’ın dilemesi ve irade etmesiyle meydana geldiğine üç ayrı misâl verildikten sonra, hava unsurunun üstlendiği sayısız vazifeleri, ayrıca bulutların teşekkülünden muhtaç olan yerlere taşınmasına kadar geçirdiği bütün safhaları bunlara kıyas etmemiz ve bu hadiselerin tümünün ancak Allah’ın iradesiyle meydana geldiğini düşünmemiz isteniyor.