Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

On Yedinci Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:25    Güncellendi: 21.02.2025 22:25

On Yedinci Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir." Buradaki "iki âli makam" ile "bir parlak zeyl"den maksat nedir?

Birinci ve İkinci makamlar zaten belirtilmiş bulunuyor. “Parlak Zeyl” diye özel bir bölüm görünmüyor. Bu bölümün ise İkinci Makamın sonunda Yuşa Tepesinde yazılan İki Levha ile başlayan ve On Sekizinci Söz’e kadar devam eden kısım olduğu anlaşılıyor.

Bu On Yedinci Söz'de "Dünyadaki ölüm ve ayrılıklar, her şeyi kuşatan bir rahmetle nasıl açıklanabilir?" sualine cevap veriliyor.

Ölümün rahmet yüzü tarif ediliyor, musibetlerin insanı dünya sevgisinden uzaklaştırdığı, ölümün acısını hafiflettiği hatta bazılarına sevdirdiği izah ediliyor.



2. Âlem-i ervah ve ruhaniyat ne manaya gelmektedir? "Küçük büyük, ulvî süflî her bir ruh"tan maksat nedir? "Ruhaniyat, melaike ve sekene-i semavat" tabirlerini nasıl anlamalıyız?

Suale cevap vermeden önce, ilk cümledeki İlâhi isimlerin sıralanışı üzerinde kısaca durmak isterim. Besmelenin sırlarında Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerinin sırasındak hikmet üzerinde durulmuş, önce bütün âlemlerdeki tecellilere işaret olarak Allah isminin zikredildiği, ikinci olarak Rahmân isminin zikriyle yeryüzündeki tecellilere, Rahîm ismi ile de insana geçildiği nazara verilmişti.

Burada ise tersi bir sıra söz konusu. Yani, Hâlık-ı Rahîm insana bakmakta; Rezzak-ı Kerim, yeryüzünde rızıklanan bütün canlılara, Sâni'-i Hakîm ise her biri bir sanat mu’cizesi olan bütün varlık âlemine bakmaktadır.

Ruhaniyat, “cismanî olmayan” demek olup öncelikle melekleri, cinleri ve vefat edenlerin ruhlarını içine alır. Bu metinde ise henüz yaratılmayan ruhlar da kastedilmiş ve bunlara hayvanların ruhları da dâhil edilmiştir. Çünkü ceset libasını giyerek dünyadaki nimetlerden istifade etmek üzere bu bayram yerine gönderilen ruhlar, sadece insanların ruhları değildir. Nitekim “küçük büyük, ulvî, süflî her bir ruh” ifadesiyle, sineklerin ve böceklerin ruhlarından insanların ruhlarına kadar bütün ruhlar kastedilmiştir

“Sekene-i semavat” ifadesi ise melekleri ve imanla vefat ederek semaya yükselen mümin ruhları içine alır.

3. "Ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in'amattan istifade etmeğe muvafık..." Neden sadece nimet denmemiş, mehasin de eklemiş? Havas ile mücehhez bir ceset giydirmekle alakalı birkaç misal verebilir misiniz?

"Mehasin" burada güzellikler, hoşluklar, estetik değerler manasına geliyor. 

"İn’amat" verilen bütün nimetleri içine alan genel ve geniş bir mefhum iken, mehasin ise bu nimetler içinde daha çok ruha, kalbe, vicdana ve latifelere hitap eden ince, latif ve ulvî nimetlere bakıyor.

Meselâ, yenilen elma cismanî bir nimettir; ağız ve dil bundan büyük lezzet alır, ama elmada tezahür eden Allah’ın lütuf, kasıt, ihsan, ikram, şefkat gibi manalar mehasindir ve bu mehasinler kalbe, akla, vicdana ve latifelere hitap ederler.

Elmanın ikram edilmiş olmasındaki ulvi ve latif mehasin, elmadaki maddî ve cismanî zevkten çok daha ileridir. Zira bu ikincisi kalbe hitap etmektedir, diğeri ise bedene.  

"Havas ile mücehhez," yani "hisler ile donatılmış" ifadesiyle bütün hayvanlar ve insanlar kastedilmiştir. Ceset libası giydirilerek bu bayram yerine gönderilen her canlı, görme, işitme gibi hislerle de donatılıyor.

Nuranî oldukları için yemeyen, içmeyen meleklerin bu dünyadaki nimetlerden istifadeleri ancak onları tefekkür ve o nimetlerin tesbihlerini temsil şeklinde olabilir.

"...Sâni'-i Zülcelal her bir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san'atını göstermek için; her bir şeye hususan zîhayata, duygularla murassa bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar; cilve-i esmasını gösterir."(1)

1) bk. Mektûbat, Yirmi Dördüncü Mektub, Birinci Makam.



4. "Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hatta günlere, kıtalara taksim ederek..." İzah eder misiniz?

Bu dünya “küçük-büyük, ulvî-süflî” bütün ruhlar için bir bayram yeri olarak hazırlandığına göre, bu bayram, ilk canlıların yaratılmasıyla başlamış oluyor.

“Resm-i geçit” ve “ceset libaslarını giyme” ifadelerine baktığımızda, burada öncelikle hayvanların ve insanların nazara verildiğini söyleyebiliriz. Bu iki grup mahlûk, Muhyi  (hayat veren) isminin tecellisiyle bu dünyaya gelmekte ve resm-i geçitlerini tamamlayanlar Mümit (ölümü veren) isminin tecelli etmesiyle bayram yerini terk etmektedirler.

Hayvanlar insanlardan çok önce yaratılmışlardır. Bu başlangıç milyonlarca sene olarak ifade edilmektedir. Bayramın zaman cihetiyle genişliği bu manaya gelir. Mekân ise bulunduğumuz arz küresinin tamamıdır. Farklı kıtalarda, değişik iklim şartlarında birbirinden çok farklı canlılar yaratıldığından, her bir kıta, her bir bölge ayrı bir bayram yeri gibidir.

Öte yandan, canlıların bu resmigeçitleri farklı sürelerde gerçekleşmektedir. Ömrü birkaç saniye olan canlılar olduğu gibi, bir baharda yaratılıp güz mevsiminde hayatları son bulan sinekler, böcekler ve ömürleri bir asır kadar yahut daha fazla olan canlılar da vardır. Bu resmigeçide, bitkiler âlemini de kattığımızda, ömür süresi bazen birkaç asır olabilir; çınarlar gibi. Buna göre, metinde geçen “asırlar” ifadesinden ömürleri bir asır kadar süren, yani bir asır içinde resmigeçitlerini tamamlayan canlılar anlaşılır; insanlar da bu gruba girerler. “Seneler, mevsimler, günler” ifadesiyle de ömürleri bir senelik, bir mevsimlik yahut bir günlük olan canlı türleri hatırlanacaktır.

"Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı, bir saniyede gelir, der-akab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev'i, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip, konup; vazife görüp gidiyorlar."(1)

1) bk. Lem’alar, Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte.



5. "Ruhlu mahlûkatına ve nebatî masnuatına birer resmigeçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır..." Resmigeçit tarzında ulvî bir bayram ifadesini açar mısınız?

Bu ifade ile yaklaşık üç milyon tür hayvanın dünya hayatında geçirdikleri safhalar, yaptıkları vazifeler ve sonunda ölüm kanunuyla bu bayram yerini terk etmeleri veciz bir şekilde ifade edilmiştir.

Bu dünyada yapılan merasimlerde, resmigeçidin başlangıç ve bitişi, tribünlerin önünde çizgilerle işaretlenmiştir. Farklı okullar yahut askerî birlikler bu çizgiler arasında geçit resmi yaparken yürüyüşlerine çok daha dikkat eder, hiç hata yapmamaya çalışırlar.

Bu dünya hayatında da insan dışındaki bütün türler, yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürer ve resmigeçitlerini eksiksiz ve hatasız olarak tamamlarlar. Her türün doğum ile başlayan resmigeçidi ölüm ile son bulur.

Bu ulvî bayramın bildiğimiz bayramlardan çok önemli iki farkı var:  

Birisi, bütün türler resmigeçitlerini sırayla değil birlikte gerçekleştirirler. 

Diğeri ise, metinde de zikredildiği gibi bu resmigeçidin seyircileri "tabakat-ı âliyede olan ruhâniyyat ve melâikeler ve sekene-i semâvat"tır. Seyirciler "tabakat-ı âliyede" olduğu için bu bayram da "ulvi"  olarak vasıflandırılmıştır.

On Birinci Söz’de, mahlûkatın yaratılış hikmeti olarak öncelikle, Cenâb-ı Hakk’ın kendi eserlerini bizzat müşahede etmesi, ikinci olarak da bu ilâhî sanat eserlerini seyirci mahlûkatına göstermesi zikredilir. Burada bu ikinci gaye işlenmektedir.

6. "Yaz zamanında masnuat-ı sagîrenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki,..” Masnuat-ı sağirenin taifelerine bu bayramın daha şaşaalı olduğu ifade ediliyor. Burada küçük masnuatın öne çıkarılmasının hikmeti nedir?

"Masnuat-ı sağirenin taifeleri" denilince hatırımıza öncelikle sinekler ve böcekler gelir. Onların bayramının daha şaşaalı olması iki şekilde anlaşılabilir. 

Birisi, bunların sayıca çokluklarıdır. Bir çift karasineğin bir baharda beş buçuk milyar olduğu dikkate alınırsa, bu şaşaa daha iyi anlaşılır.

İkinci cihet ise, bunlardaki sanat incelikleridir. Konuya, "Bir sineğin hilkati hayretfezâdır filden."(1) cümlesinin ışığında baktığımızda, bu küçük varlıkların kısa bir zamanda yaratılmalarına, her birine göz, kulak, ayak, kanat gibi cihazların eksiksiz ve mükemmel verilmelerine, kendilerini rahmetiyle koruyan, besleyip büyüten bir İlâhî inâyetin güneş gibi göründüğüne nazar ettiğimizde, meleklerin bu harika sanat ve inâyet levhalarını hayretle temaşa etmelerini uzak görmeyiz.

Konunun bir başka yönü de bu küçük varlıkları, insanların çok az bir kısmının inceledikleri onların da bir türün bütün fertlerini incelemelerinin mümkün olmadığı, dolayısıyla bu mucize varlıkların büyük bir çoğunluğunun seyircisiz kaldıklarıdır. Üstad Hazretleri bu kâinattaki harika eserleri temaşa ve tefekküre cin ve insin nazarlarının kâfi gelmediğini, bu vazife için “nihâyetsiz melaike envaı ve ruhaniyat ecnası”nın lazım geldiğini ifade eder. Bu mana söz konusu “masnuat-ı sağire”nin temaşa edilmeleri konusunda çok daha açık olarak kendini gösterir.

1) bk. Sözler, Lemeat. 



7. "Tabakat-ı âliyede olan ruhâniyyatı ve melâikeleri ve sekene-i semâvatı seyre celbedecek bir cazibedârlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor..." İzahı, temaşanın tarifinin yapılamaması neden?

“Ehl-i tefekkür” ifadesi, bilhassa insanlara bakmaktadır. İnsanlar, icmalî yani ana hatlarıyla bile olsa, bu güzel ve şaşaalı tabloyu seyretmekten ulvî bir zevk alır ve tefekkür sevabına nail olurlar. Bu tefekkür, insanlarla “tabakat-ı âliyede” olan meleklerin ve ruhanîlerin müşterek yanlarıdır. Yani insanların, beslenme, görme, işitme, yürüme gibi birçok yönden hayvanlarla müşterek yanları olduğu gibi, ruhun ve kalbin gıdası olan iman, marifet, tesbih, tekbir, hamd ve tefekkür gibi ulvî vazifeleri yerine getirmekte de meleklerle benzerlikleri vardır.

Tefekkürün ehemmiyetini şu hadîs-i şerîf en güzel şekilde nazara vermektedir:

"Bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır."(1)

Bilindiği gibi, bütün canlı türleri içerisinde insanın en mümtaz vasfı, akıl sahibi olmasıdır. Hayvanların, kendi ihtiyaçlarını görmelerine ve düşmanlarından korunmalarına yetecek kadar sınırlı bir şuurları vardır.  Ancak akıl sadece insanda bulunmaktadır. Bir hayvan da nefes alır, ama havanın ne olduğunu bilmez, kanın ne olduğunu bilmez, nefes almakla kanının temizlendiğini bilmez. Aynı şekilde, bir hayvan da sabah olunca gözlerini açar ve rızkını aramak üzere çevreyi dolaşmaya başlar, ama gündüzün olması için dünyanın saatlerce döndüğünü bilmez.

İnsan, hem kendi vücuduna yerleştirilen bütün organların, hissiyatın, duyguların vazifelerini bilir, hem de kendini kuşatan havadan, ayaklarının altındaki topraktan, yolunu aydınlatan güneşten, bütün bitkilere, hayvanlara, madenlere kadar bütün eşyayı tanır ve bilir. İşte bu geniş bilgi, insanın hem kendini, hem de kâinatı tefekkür etmesi ve bütün bunları onun hizmetine veren Rabbine şükretmesi içindir.

Allah’ın zatı bilinmez. Göz mahlûk olduğu gibi onun gördükleri de mahlûktur. Kulak mahlûk olduğu gibi onun işittikleri de mahlûktur. Aynı şekilde, akıl mahlûk olduğu için onun düşündükleri de mahlûk olacaktır. İnsan, Allah’ın zatı hakkında ne düşünse, bütün bunlar onun aklının mahsulleridir. Akıl mahluk olduğundan onun düşündükleri de mahluktur.

Allah’ın zatı tefekkür edilemeyeceğine göre, tefekkürü emreden bütün âyetler ve onu teşvik eden bütün hadîs-i şerîfler, mahlûkatı ibretle seyir ve temaşa etmemiz içindir.

Burada Üstad Hazretlerinin önemli bir tavsiyesini hatırlayalım:

"Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder."(2)

“Nefsî tefekkür” denilince, insanın hem bedenindeki bütün organları, hücreleri, atomları, hem de ruhundaki duyguları, hisleri ve sair latifeleri Allah’ın birer eseri ve baha biçilmez birer ihsanı olarak değerlendirmesi anlaşılır. İnsan, bu sahada istediği kadar tafsilata girebilir, bedenini bir bütün olarak düşünebileceği gibi, organlarını, hücrelerini ve onların vazifelerini çok teferruatlı olarak araştırabilir.

Ancak, afakî tefekkürde bu kadar tafsilata girme şansı yoktur. Semadaki her yıldızın ve her sistemin vazifelerini, kendi  organlarının neye yaradığını bilmesi gibi kolayca bilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, bütün hayvanlar âlemini ancak icmalî olarak düşünür, her hayvan türünün bütün özelliklerini bilmesi imkânsızdır. Afakî tefekkürde ancak, konusunda uzman olan kişiler belli bir sahada derinlemesine fikir sahibi olabilirler. Onlar da başka ilim dallarında yine icmalî düşünmeye mecbur kalırlar.

İşte, bu afakî tefekkürün bir boyutu da “masnuat-ı sağire” üzerinde düşünmektir. Burada da küçük, nazik ve ince birer sanat mu’cizesi olan hayvanların bütün türlerini derinlemesine bilmemiz mümkün değildir.

Bu vesileyle bir hatıra nakletmek isteriz. Alaaddin Başar anlatıyor:

Yıllar önceydi. Elimin üzerinde küçük bir siyahlık gördüm. Bacalardan gelen bir is lekesi sandım. Silmek üzere elimi uzattığımda hareket etti. Anladım ki, benim is sandığım şey küçük bir böcekmiş. Parmağımın ucunu kendisine iyice yaklaştırdığımda yürüyüşünü hızlandırdı. O anda zihnimden şu manalar süratle  geçmeye başladı:

Bu küçük hayvancık benden kaçtığına göre büyümüş, olgunlaşmış demektir. Bunun bir de çocukluk, bebeklik dönemleri vardı. O zamanlar ne kadar küçücüktü. O bir nokta kadar bedene altı ayak, iki göz, mide ve diğer organlar nasıl yerleştirilmişti. Bu yavrucuk nerede doğmuştu? Başında kimler durmuş, ona yardımcı olmuştu? Doğum haberi yakınlarına duyurulmuş muydu? O çok küçük ağzına ve midesine uygun yiyecekler nasıl hazırlanmıştı? Lokmalarını ağzına kim koymuştu?

Yine bu siyah nokta içerisine görme, işitme, sevme ve korkma hisleri nasıl yerleştirilmişti? Benden kaçtığına göre hayatını seviyordu ve onun kaybolmasından korkuyordu.

İşte benim hayalimde canlandırmaya çalıştığım ve cevaplarını bulamadığım bu ve benzeri nice suallerin cevaplarını, melekler âlemi o küçücük canlıyı hayatının bütün safhalarıyla seyretmek suretiyle biliyor ve bu ince sanata ve bu hassas rahmete hayran oluyorlardı.

Bir misâl de soframızdaki yumurtadan verelim. Sonra, onda yaptığımız tefekkürü, bütün yumurtalar âlemine, özellikle de balıklar âleminin o küçücük yumurtalarına teşmil edelim.

Bilindiği gibi, nutfeden yaratılan bir canlı, ana rahminde iken annesinin dış âlemden edindiği gıdaların kendisine, bir türlü ulaşmasıyla o karanlık menzilde Allah’ın inâyetiyle hayatını sürdürür.

"O, sizi rahimlerde, dilediği gibi tasvir eden (şekillendiren)dir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Âl-i İmrân, 3/6)

Âyet-i kerîmenin açık beyanıyla, ilâhî rahmet ve inâyet o yavru adayının imdadına yetişmekte, bütün organlarını en güzel biçimde, en faydalı yerde ve en hikmetli büyüklükte yaratıp yerleştirmekte ve bunların tümünden meydana gelen bedenine de yine en güzel bir suret vermektedir.

Aynı mana, bir başka şekliyle, bütün yumurtalar âlemi için de geçerlidir. Ancak, yumurtaların bu noktada çok önemli bir farklılığı vardır. Yumurta içinde teşekküle başlayan civciv adayının annesiyle hiçbir alâkası kalmamıştır. Onun vasıtasıyla kendine hiçbir gıda ulaşmaz. Sadece belli bir ısı seviyesi ve yine belli bir zaman gerekmektedir. Bu ısı, annesinin kuluçkaya yatmasıyla sağlanabileceği gibi, bugün artık makinelerle de sağlanmaktadır.

Bu gerçekleri göz önüne alarak, elimize aldığımız bir yumurtaya önce şöyle bir nazar edelim. Bu yumurta kuluçkaya konulsaydı civciv olacaktı. O halde, bir civcivde her ne varsa, şu yediğim yumurtada onların tümünün planları var demektir. Bu yumuşak sıvıdan o sert kemikler nasıl yaratıldı? Bu görmeyen maddeden, göz ve kulak nasıl halk edildi? Bu hareketsiz cisim, “yürüyen, koşan, uçan, seven, korkan bir canlı” haline nasıl geldi? Bu ölü varlıktan o canlıyı kim çıkardı?

"Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp filizlendirendir. Ölüden diriyi çıkarır. Diriden de ölüyü çıkarandır. İşte budur Allah! Peki (O’ndan) nasıl çevriliyorsunuz?" (En’âm, 6/95)

âyetini bu yumurtada ve civcivde açık bir şekilde görmüyor muyuz? Canlı tavuktan cansız yumurtayı ve cansız yumurtadan canlı tavuğu yaratan bir kudret hakkında, ölmüş insanları nasıl diriltecek diye sorulur mu?

İşte bütün yumurtalar âlemine ve onlardan çıkan canlılara bu nazarla bakmak, bizim için ancak hayal yoluyla gerçekleşebilir. Denizdeki ve karadaki sayısız yumurtaları birlikte görmekten ve onların geçirdiği bütün safhaları birlikte izlemekten mahrumuz. İşte bu vazifeyi melekler âlemi yapmakta ve bu sayısız hikmet ve rahmet tecellilerini hayranlıkla seyretmektedirler.

Dipnotlar:

1) bk. Suyutî, Camiu’s-Sağir, II, 127; Aclûnî, Kefü'l-Hafa, I, 310.

2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zeylü'z-Zeyl.



8. Ziyafet-i İlâhîye ve bayram-ı Rabbaniye için Rahman ve Muhyi isimlerinin nazara verilmesinin hikmeti ne olabilir?

Muhyi, “hayat veren” demektir. Cenâb-ı Hak bu dünyada kendilerine mahsus ibadetlerini yapmak üzere tavzif ettiği canlı türlerinin hepsine birer “cismanî vücut” vermiştir. Cisim verilmesiyle birlikte, o cismin hayatının devamı için gerekli rızıkları da yaratmıştır.

Üstad Hazretleri “Rahman’ın en zahir manası Rezzak'tır” buyurur. İnsan olsun, hayvan olsun, mümin olsun kâfir olsun hayat verdiği her varlığa, o hayatın lazımı olan göz, kulak, mide gibi cihazları veren Allah, o canlıların muhtaç oldukları rızıkları da bir ayırım yapmaksızın, ihsan etmektedir. Yani, bütün canlıları güneşten, havadan, sudan, gece ve gündüzden faydalandırdığı gibi, onların tümünün rızkını da ihsan etmektedir. Muhyi ile Rahman’ın birlikte zikredilmeleri bunun içindir.



9. "Kahhar" ve "Mümit" isimlerinin tecelliyatı olarak firak ve mevt kelimeleri zikrediliyor, bunu nasıl anlamalıyız?

Kahhar, kahreden; Mümit ise ölümü veren manasına gelir. Kahhar ve Mümit isimlerinin tecellileri, Rahmân ve Muhyi isimlerinin tecellilerinin zıtlarıdır. Yani, canlılara Muhyi isminin  tecellisiyle hayat verilirken, Mümit ismiyle ölüm tattırılır ve hayat nimeti ellerinden alınır. O canlılara, bütün bir kâinattan ince ölçülerle süzülen rızıklar Rahmân ismiyle verilirken, Kahhar ismiyle bu rahmet tecellilerine son verilir.

Ölümü tadan bir canlı bütün kâinattan ayrı düşer. Firak kelimesi bunu ifade eder. Hayatın yerini ölüm, rızkın yerini ise rızık âlemiyle alakanın kesilmesi alır. Artık o canlı için ne rızık vardır, ne gece, ne gündüz, ne hava ne su, ne de Güneş ve Ay; bunların hepsinden ayrılmıştır. Ruh başka âlemlere göçmüş, bedene hizmet eden bütün bir kâinat artık o ruh için çok gerilerde kalmıştır.



10. "Şu ise: وَسِعَتْ رَحْمَتِى كُلَّ شَيْءٍ rahmetinin vüs'at-i şümûlüne zâhiren muvafık düşmüyor." Bazı kitaplarda رَحْمَتِى cümlenin başında zikredilmektedir, ne dersiniz?

رَحْمَتِى kelimesi cümlenin başında yer aldığında A’raf Suresinin 156. âyeti olur. Âyetin meali: “Rahmetim her şeyi kaplamıştır.”

Diğer şekliyle âyetten iktibas edilmiş bir cümledir. Nitekim İkinci Lem’a'da da benzer bir iktibas yapılmıştır.

Risale-i Nur'da, bazı ayetler ve hadislerden katıp katıştırarak yeni cümleler kurma görülebiliyor, bilgi verir misiniz?
Risale-i Nurdaki Muhteşem Belağat (Video)



11. "Sâni'-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, her bir taifenin resmigeçit nöbeti bittikten,.." Her bir taifenin resmigeçit nöbetinin bitmesi ne demektir? Niçin her bir fert değil de taife zikredilmiştir?

Resmigeçit nöbetinin bitmesi, ölümü tadarak dünya hayatından göç etmeye işaret etmektedir.

Taife kelimesi burada tür (nevi) manasına kullanılmıştır. Her bir nevin hayat süreleri farklı olduğundan, dünyadan göçmeleri de belli bir zaman aralığında birlikte gerçekleşir.

Meselâ, yaz mevsimi, ömürleri birkaç ay içinde tamamlanan nice sineklerin, böceklerin, çiçeklerin, sebze ve meyvelerin birer resmigeçidi gibidir.



12. "Ve o resmigeçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra,.." Resm-i geçit nöbetlerinden maksut olan neticeler nelerdir?

Nur Külliyatı'nda mahlûkatın yaratılış gayeleri anlatılırken, birinci olarak Cenâb-ı Hakk’ın, kendi mahlûkatını bizzat müşahede etmesi nazara verilir. Bu gayenin uzun zaman, belki zaman istemediği, zamandan münezzeh olan Allah’ın nazarına bir an görünmelerinin kâfi geleceği beyan edilir.

İkinci olarak bu eserleri başka mahlûkların, bilhassa meleklerin, insanların ve ruhaniyatın seyretmeleri zikredilir.

Öte yandan, dünyanın mahiyeti anlatılırken üç ana madde üzerinde durulur: Birisi, dünyanın esmâ-i İlâhîyeye ayna olması, ikincisi âhirete tarla olması, üçüncüsü ise, ehl-i hevesatın isteklerinin tatmin yeri olması.

 Dünyadan meşru dairede faydalanmak, dünya lezzetlerini tadarak şükretmek ilk bakışta üçüncü maddenin meşru bir şekli gibi görünürse de esas olarak, ikinci maddeye dâhildir. Dördüncü Söz’de beyan edildiği gibi,

"Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder."(1)

İşte bu resmigeçitlerde hem ilâhî isimler tecelli etmekte, hem bu dünya hayatı âhiret namına güzel ve yüksek neticeler vermekte hem de bu manzaralar Levh-i Mahfuz'da, âlem-i misâlde kaydedilmektedir.

İnsanlar bu resmigeçidin her safhasında ya cennet yahut cehennem namına bir şeyler yapmakta, her an dünyadan âhiret âlemine sayısız neticeler gönderilmektedir.

Konuşmalar ve bakışlar ya helaldir ya haramdır. Fikirler ya doğrudur ya yanlıştır. İnançlar ya haktır ya batıldır. İşte dünya hayatı bilhassa, insanlar hakkında böyle binlerce farklı yollardan ya cennete veya cehenneme mahsul göndermektedir.

Hayvanların tesbihleri, fıtrî ibadetleri de âhiret namına meyve vermekte ve konunun devamında, bu ibadetlerin mükâfatı olarak o hayvanlara ebedî âlemde ruhanî lezzetler ve manevî ücretler verileceği beyan edilmektedir.

"Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle manidar, İlahî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemal-i lezzetle mütalaa ederler. Ve öyle kıymetdar bir mu'cize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâni'inin san'atını nihâyetsiz ehl-i takdire cazibedarane teşhir eder. Hem kendi san'atını kendisi temaşa etmek ve kendi cemal-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmâsının güzelliklerini âyineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelal'in nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir."(2)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Dördüncü Söz.

2) bk. Şuâlar, İkinci Şua, Birinci Makam.



13. "Ekseriyet itibarıyla, dünyadan merhametkârâne bir tarzla tenfir edip usandırıyor." İzah eder misiniz? Bir de "ekseriyet" kelimesinin kullanım sebebi ne olabilir?

Bu dünya ahiretin tarlasıdır ve bir imtihan meydanıdır. İnsanlar bu tarlada çalışırlar, yorulurlar ve bu imtihan meydanında çeşitli şekillerde imtihan olurlar. Büyük ekseriyet, hastalıklarla, musibetlerle, firaklarla, ihtiyarlık sıkıntılarıyla bu dünya hayatından bir usanç duymaya başlarlar.

Bu elemli boğucu ve fani olan dâr-ı imtihanda bütün ihtiyaçlarını en güzel ve rahat şekilde temin eden ve bu dünyada sıkıntısız bir hayat geçirenler çok azdır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu, değişmez ezelî bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan, herkes değişik şekillerde imtihana tabi tutulmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm.) "Dünya dar-ül meşakkattır." buyurarak, dünyada gerçek saadetin, huzur ve rahatın olmadığını ifade etmişlerdir.

Dünya ancak ıstırap, meşakkat, keder, hüzün ve musibet mahallidir. Üstad Hazretlerinin buyurduğu gibi; "Şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur."(1) Dünya hüzün ve keder evidir. Çeşitli hastalıklar, bela ve musibetler insanı tâzib etmektedir.

"Ekseriyet" kelimesi, hem büyük çoğunluğun sıkıntılı bir hayat geçirdiğine hem de çoğu insanın gençlik döneminde değil ihtiyarlığın sıkıntılarını tadarak vefat ettiğine işaret etmektedir.

1) bk. Lem’alar, On Yedinci Lem'a.



14. "Vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor." İnsanlarda bu konuda bir şevk ve istirahata bir meyil görülmüyor. Nasıl anlamalıyız?

Evvela; şunun göz önüne alınması gerekiyor: İnsanın başka bir âleme gitme hususunda bir şevk duyulabilmesi için öncelikle o âleme iman etmesi, sonra o âlemde saadete vesile olacak salih ameller işlemesi gerekir. Ancak böyle kişiler, dünyanın sıkıntılarından bir an önce kurtulup, "cennet bahçelerinden bir bahçe" olarak müjdelenen kabre göçmek isteyebilirler. Bu kimseler bile, dünyada daha fazla yaşayıp ahiretleri namına daha fazla sevap kazanmak isterler ve ölümü arzu etmezler. Ancak, dünyanın her dönüşünde herkes ölüme bir adım daha yaklaşır. Bu ilâhî kanunun değişmesi mümkün değildir.

Herkes her gün bir gün daha ihtiyarlar. Sıhhatli olanlar da hastalığa ve düşkünlüğe doğru bir adım daha atarlar. Bu kanunun icrası, insanın iradesi dışında olduğundan bir zorlama elbette vardır. Ancak, âhireti dünyasından daha saadetli olanlar için bu zorlama, "cebren cennete götürülme" şeklinde telakki edilmelidir.

İnsanın nefsine kalsa, dünyada ebedî yaşamayı tercih eder; bu ise cennete gitmemeyi netice verecektir. Ancak, ana rahminde bizi kendi irademize bırakmayıp, o dar âlemden bu geniş âleme lütfuyla getiren Allah, aynı şekilde yine bizim irademiz dışında hepimize ölümü tattıracak ve inşallah cennetine kavuşturacaktır.

Allah’ın bir ismi de Cebbar’dır. Dünyayı cebren döndüren Allah, onun üzerindeki bütün varlıkları da yine cebren bir başka âleme sevk etmektedir.



15. "Hem o Rahman'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda,.." Burada "Rahman" isminin öne çıkarılmasının hikmeti nedir?

Rahman ismi, “bütün canlıların, başta rızık olmak üzere, her türlü ihtiyaçlarını rahmetiyle yerine getiren” manasına gelmektedir.

Hayvanlar âleminin vazifelerini aksatmadan yerine getirmelerine mükâfat olarak, ahirette onlara mahsus bir saadete kavuşmalarını Rahman ismi iktiza etmektedir. Buna hem misâl, hem delil olmak üzere hayatını Allah uğrunda feda eden mücahitlerin şehitlik rütbesine ermeleri nazara veriliyor. O şehit, hayatını Allah yolunda feda ettiği gibi, her bir hayvan da yine Allah’ın ona ihsan ettiği cihazlarla, onun verdiği fıtrî vazifeleri yerine getirerek yaşıyor ve hayatını bu yolda bir bakıma feda ediyor. Onların hayatları da "vazife uğrunda ve mücahede işinde telef" oluyor. Bu sebeple, onların de kendilerine mahsus bir manevî ücret almaları, âhirette ruhanî bir zevk tatmaları “Rahman” isminin ayrı bir tecellisi olacaktır.



16. "Nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor..." Başka bir risalede şehitlerin velâyet makamı ile taltif edilecekleri beyan ediliyor. Bir şehidin bütün günahları affediliyor mu?

Şehit olan kimseyi Cenâb-ı Hak, velâyet rütbesiyle taltif etmekle onun hukukullaha ait günahlarını bağışlamış oluyor. Kul hakkı ise ancak kul tarafından bağışlanabilmektedir. Bu bakımdan, şehit de olsa, kul hakkı üzerinden kalkmayacak ve ahirette bunun hesabını verecektir. Genel kaide budur. Ama Allah dilerse hakkı çiğnenen kulun hakkını bizzat deruhte ederek, o şehit kulundan o hakkın mesuliyetini kaldırabilir.

“Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.”(1)

Bundan da anlaşılacağı gibi, kul hakkı ikiye ayrılmaktadır; maddî hukuk ve manevî hukuk. İnsanın malına, mülküne ve bedenine zarar vermek onun maddî hukukuna tecavüzdür. Gıybet, iftira, suizan ise manevî hukuk-u ibada tecavüz etmektir.

Şirkten sonra günahların en büyüğü kul hakkına tecavüz etmektir. Bunun da dereceleri vardır. Mesela; bir adamın hakkıyla yüz adamın hakkına tecavüz elbette ki bir olmaz. Bir adamdan helallik alınabilir, ancak yüz adamdan helallik almak hiç de kolay değildir.

Cenab-ı Hak her hakkı affedeceğini, ancak kul hakkını, hak sahibi helal etmedikçe affetmeyeceğini bildiriyor.

Kul hakkının en tehlikelisi de millet ve devlet malına tecavüz etmek, hile ve hıyanetle gasbetmektir. Çünkü devlet malı umumun hakkıdır. Onda bütün insanların hakkı vardır. Devlet malını çalmak veya şahsî menfaat için kullanmak hıyanetin ta kendisidir. Devlet malını çalanla o hırsızı himaye edenin her ikisi de aynı sorumluluk ve vebaldedir.

Her şey Cenab-ı Hak tarafından insana bir emanettir. Bu bakımdan bir millet ve devletin malları da Cenab-ı Hakk'ın bir emanetidirler.

Peygamber Efendimiz (asm.), Hayber savaşında elde edilen ve henüz taksim edilmemiş olan kamuya ait ganimetlerden değersiz bazı eşyaları alan, daha sonra da düşman tarafından öldürülen sahabînin büyük bir günah işlediğini, bu günahtan dolayı şehit olmadığını belirtmiş ve cenaze namazına katılmamıştır.(2)  

Kul hakkının önemini en çarpıcı bir şekilde gözler önüne seren bir hadîs-i şerîf:

Peygamber Efendimiz (asm) ashab-ı kirama şöyle sordu:

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

Ashab-ı Kiram (ra):

“Müflis, parasını malını kaybedendir.” dediler. 

Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu:

"Ümmetimden müflis, kıyamet gününde namazını kılmış, orucunu tutmuş, zekâtını vermiş (ve böylece Allah hakkını ödemiş) olarak gelir. Fakat amel defterinde: ‘Şuna sövdü’, ‘Buna zina iftirası yaptı’, ‘Şunun malını yedi’, ‘Bunun kanını döktü’, ‘Şunu dövdü’ diye yazılı bulunmaktadır. Hasenatının sevabından alınır, şuna verilir; ibadetlerinin sevabından alınır, buna verilir. Eğer üzerindeki kul hakkı ödenmeden önce sevapları tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine verilir. Böylece elinde sevabı kalmaz ve yüklendiği günahlar kendisini ateşe sürükler."(3)

Dipnotlar:

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.

2) bk. Müslim, İman, 48.
3) bk. Müslim, Birr, 59.



17. "Nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor,.." Bu ifadeye göre şehitlik sadece askerlerle alakalı bir makam mıdır?

Şehid denilince öncelikle, cihat vazifesi yaparken öldürülen kimseler hatıra gelir. Bu kişilerin asker yahut sivil olmaları fark etmez. Önemli olan, cihada katılma niyetleridir. Eğer cihada ganimet kazanmak yahut kahramanlıklarını göstermek için iştirak etmişlerse, şehitlik şerefinden nasip alamazlar. Cihatta gaye, İ’la-yı Kelimetullah ve Allah rızası olmalıdır.

Âyet-i kerîmede, şehitler hakkında şöyle buyrulur:

"Allah yolunda öldürülenlere, 'ölüler' demeyiniz. Hayır, onlar diridirler, ama siz farkında olmazsınız." (Bakara, 2/154)

Şehitler elbiseleriyle kabre konulurlar.

Bir de "hükmen şehit" olanlar vardır. Doğum üzere ölen yahut doğumdan sonraki kırk günlük süre içinde ölen kadınlar, ilim tahsil ederken ölümü tadanlar, ağır hastalıktan vefat edenler, kaza geçirerek ölenler, gurbette vefat edenler,…, bu gruba girerler. Bunların diğer şehitlerden farkları elbiselerinden soyundurulup kefen giydirilerek defnedilmeleridir.

Üstad  Hazretleri, bir medrese talebesinin sual meleklerine nahiv ilmiyle cevap verdiğini anlatmakla, ilim tahsil ederken vefat edenlerin de “hükmen şehid” olduklarına işaret etmiş oluyor.

"Evet, hastalıkların bir kısmı var ki; eğer ölümle neticelense, manevi şehid hükmünde şehadet gibi bir velâyet derecesine sebebiyet verir. Ezcümle çocuk doğurmaktan gelen ve karın sancısıyla, gark ve hark ve taun ile vefat eden, şehid-i manevi olduğu gibi, çok mübarek hastalıklar var ki, velâyet derecesini ölümle kazandırır."(1)

"Aziz, sıddık kardeşlerim!

"Ehl-i keşf’el-kuburun müşahedesiyle, müteaddid vakıatla, tahsil-i ulûm anında vefat eden bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor."(2)

Rahmet duasına vesile olması niyetiyle, Adana’da Nur hizmetinde bulunurken vefat eden Hüseyin kardeşimiz hakkında görülen bir sadık rüyadan söz etmek isterim. Bu değerli kardeşimiz, iman hizmetini muhtaç gönüllere ulaştırmak için rahmetli Ali Uçar ve Ağrılı Kerem ağabeylelerle birlikte bir seyahate çıkmışlar ve yolda kaza geçirmişlerdi. Kendisi vefat etmiş, diğerleri kurtulmuşlardı. Hüseyin kardeşi rüyada görüyorlar. Diyor ki, "Yolda bir kaza geçirdik. Maalesef Ali Uçar ve Kerem ağabeylerimiz vefat ettiler, sadece ben kurtuldum."

Dipnotlar:

1) bk. Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a. 

2) bk. Şuâlar, On Üçüncü Şuâ.



18. "Kurban olarak kesilen bir koyuna ahirette cismanî bir vücud-u bâki vermek" ne demektir? Koyun cinsinin zikrinin bir hikmeti var mıdır?

Burada, şehid olan insanlar ve kurban olarak kesilen hayvanlar birer misal olarak verilmiş ve hüküm cümlesinde, diğer hayvanların da isyansız bir hayat geçirerek kendilerine verilen vazifeleri aksatmadan yerine getirdikleri için, bir manevî ücret alacakları ifade edilmiştir. Şu farkla ki, onların ücretleri “ruhanî ve manevî” olacaktır. Yani, bütün hayvanlar cennette cesetleriyle birlikte bulunmayacaklardır. Bu noktada, kurbanlar, Salih aleyhisselâmın devesi, Ashab-ı Kehf'in köpeği ayrı ve hususî bir lütfa mazhar olacaklardır.

Koyun cinsi misal olarak kaydedilmiştir, diğer kurbanlar için de hüküm aynıdır.



19. "Kurban olarak kesilen bir koyuna, ahirette cismani bir vücud-u baki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor." Kurbanların; sırat üstünde sahibine bineklik yapmasını nasıl anlamalıyız?

"Kurbiyet", yakınlık demektir ve "kurban" Allah’a yaklaşmaya vesile olan manasına gelir. Sırat hakkında Nur Risalelerinde şöyle bir ifade geçer:

"Amele göre, takva kuvvetine göre, o uzun yolu mütefavit derecede katederler. Bir kısım ehl-i takva, berk gibi bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kateder. Kur’an-ı Azîmüşşan, şu hakikate iki âyetiyle işaret eder."(1)

Sıratı geçmekte, diğer salih ameller gibi, kurbanın da büyük bir ehemmiyeti vardır. Bunların tümünden hâsıl olan manevî dereceye göre insanlar sıratı geçip cennete gideceklerdir. Üstad Hazretleri namazın da sıratta buraklık vazifesi yapacağını söylemektedir. Buna göre, kurbanları etli ve kemikli halleriyle sıratta insanları cennete götürecek birer binek olarak görmek yerine, mahiyetini bilemeyeceğimiz “Burak” adındaki bineği, bütün ibadetlerin sevaplarından ortaya çıkan İlâhî bir ihsan ve hususî bir binek olarak değerlendirmek daha doğru olur. Zira bir insanın ömrü boyunca yüzlerce kurban kestiğini düşündüğümüzde, bunların hepsinin o kimseye bineklik edeceğini düşünmek doğru olmaz.

Nitekim bu metinde de kurbanların sahibine "Burak gibi bir bineklik" vazifesi yapacakları ifade edilirken, “gibi” kelimesinin kullanılması çok önemlidir. Yani, kurbanların faydaları, “Burak” gibi bir netice verecektir; yoksa kendileri “burak” olacak değillerdir.

1) bk. Sözler, Dördüncü Söz.



20. "Ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın." Diğer ziruh ve hayvanatın da istidatlarına göre manevi ücretlerinin olacağı ifade edilmektedir. Bunu nasıl anlamalıyız?

Canlıların her bir nevi ayrı bir âlemdir. Bizler, hayvanların her bir nevinin bu dünya hayatından nasıl bir haz aldıklarını bilemediğimiz gibi, âhiretteki manevî ücretlerini de idrak edemeyiz.

Şu var ki, semada uçan bir kuşla, denizde yüzen bir balığın yahut ormanda gezen bir ceylanın, bu dünya hayatından aldıkları lezzetler ve hazlar birbirinden farklı olduğu gibi, bunların âhiretteki manevi lezzetleri de her birinin istidadına göre farklılık arz edecektir. Biz ancak bu farklılığın olması gerektiğine aklen hükmedebiliriz. Ama bu farklı lezzetlerin ve zevklerin mahiyetini ve keyfiyetini anlamamız mümkün değildir.



21. Helal olduğu için kesip yediğimiz hayvanlara çektirdiğimiz bu ıztırab İlâhî hikmet ve rahmetle nasıl bağdaştırılabilir? Kurban ibadetine, bazılarının karşı çıkmalarını nasıl izah edersiniz?

İnsan, birçok meselede, kendi fikrini ölçü alarak değerlendirmelerde bulunur ve çoğu zaman yanılır. Mesela, meleklerin ne ile beslendiklerini, hayatlarını nasıl devam ettirdiklerini düşündüğünde, onları da sanki mideleri ve ciğerleri olan, gıdasız ve havasız yaşamaları mümkün olmayan varlıklar zanneder. Onların nurdan varlıklar olduğunu nazara almaz, kendi ruhunun da gıdaya ve havaya muhtaç olmadan varlığını sürdürdüğünü hiç düşünmez.

Aynı yanlış kıyas burada da karşımıza çıkıyor. İnsan, idama götürülen bir insanla, kesime götürülen bir hayvan arasındaki büyük farkı görmezlikten geliyor. Ben, kesimini bekleyen hayvanların aralarında sürdürdükleri ot kavgalarını çok seyretmişimdir.

Üstad Hazretleri bu konuda şu açıklamayı yapıyor:

"Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir."(1)

Hayvanda akıl olmadığı için ölüm acısını hiç düşünmez. Dünyadan ayrılmak gibi bir problemi de yoktur. Sadece kesime yakın bir şeyler hisseder gibi olur.

Her nefis ölümü tadacağına göre, hayvanlar da bu kaideye dâhildirler.

Cenâb-ı Hak, sonsuz hikmetiyle hayvanlar âlemini  "et ile beslenenler" ve "ot ile beslenenler" olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Bütün hayvanlar ot yeselerdi, bütün hayvanların cenazeleri ortada kalacaktı.

İlâhî hikmet, hayvanların bir kısmını diğerlerine rızık yapmakla hem Rezzak ismini tecelli ettirmekte, hem de Kuddüs  sminin tecellisiyle yeryüzünün temizliği ve nezafeti sağlanmış olmaktadır.

Konunun bir başka yönü: 

Her canlının kendine mahsus tesbihi ve ibadeti vardır. Vazifesini yapan ve bu dünyadan göçme zamanı gelen bir canlıyı bir başka hayvanın parçalayıp yemesinden yahut insanların yaptığı gibi kesip yemelerinden rahatsızlık duyanlar şunu unutuyorlar: 

Bir insanın bir başkası tarafından öldürülmesiyle bir hayvanın kesilip yenilmesi arasında önemli bir fark vardır. "İnsan, öldürülmeyip hayatta kalsaydı, daha fazla ibadet yapabilir, daha çok hayırları işleyebilirdi." diye düşünebiliriz. Ama hayvanlar için böyle bir terakki ve tekâmül söz konusu değil. Ancak, o hayvan kesilip yenilmekle hem Rezzak isminin tecellisine bir vesile olur, hem de bir insanın bedeninde hücre olmakla onun yapacağı ibadetlerde bir bakıma hissedar olur.

Kurban kesimine karşı çıkılmasının mantığını anlamak mümkün değildir. Zira besicilik ayrı bir sektördür ve birçok insan, geçimini bu yolla temin etmektedir. Kurbana karşı olanların besiciliğe de karşı olmaları gerekir. Mademki bu hayvanlar kesilecekler, kombinada kesilip kasaplarda satılmalarıyla, kurban olarak kesilmeleri arasında o hayvanlar için bir fark olduğu düşünülemez. O halde, burada esas olarak, hayvanlara acımak değil, kurban ibadetine karşı çıkmak söz konusu oluyor.

İnsanı ana rahminde, kuzuyu koyunun rahminde terbiye edip büyüten, her ikisine de layık oldukları organları rahmetiyle takan, onlara görme ve işitme duyguları, sindirim ve solunum sistemleri ihsan eden Allah, bu iki farklı misafirini dünyaya getirip, besleyip büyüttükten sonra, bunlardan birinin diğerine rızık olmasını dilemişse buna kim, ne hakla karşı çıkabilir?!.

Akıl nimetiyle ve yeryüzünün halifesi olmakla şereflendirilen insanın ne ağacı kesmesine, ne ata binmesine, ne arının balını yemesine, ne koyunun sütünü içmesine karışmak kimseye düşmez. Kurbana karşı çıkanların, bütün bunlara da karşı çıkmaları gerekir.

***

"Ceylan için aslan korkunç bir mahlûk, aslan için ceylan güzel bir sofra. İnsan bu iki farklı değerlendirmede ceylandan yana çıkar. Ne var ki, bunu yaparken az önce kesip pişirdiği bir tavuğu yemekle meşguldür."

***

"Kurbanların diğer hayvanlardan farklı olarak, ahirette cisimleriyle de cennette bulunacaklarına inanan bir insanın, kurbanlara acımak yerine, kurban olarak kesilmeyen hayvanlara acıması gerekir."

Her varlık, Üstad Hazretlerinin güzelce beyan ettiği gibi, kendisine verilen vücut mertebesinin hakkını eda etmekle mükelleftir.

"Meselâ madenler diyemezler: 'Niçin nebâtî olmadık?' Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır."

"Nebâtat, 'Niçin hayvan olmadım?' deyip şekvâ edemez. Belki, vücut ile beraber, hayata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır.

"Hayvan ise, 'Niçin insan olmadım?' diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hakeza, kıyas et."(2)

Nurlarda geçen iki önemli hakikati naklederek konuyu noktalayalım:

"Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder."(3)

"Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez."(4)

Dipnotlar:

1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele.

2) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam.

3) bk. age.

4) bk. Sözler, Lemeat.



22. "Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّهُ " Buradaki "La ya'lemü’l-ğaybe İllallah" ifadesini açıklar mısınız?

Bakara suresinin başında, müminlerin birinci vasfı olarak “gayba iman etmeleri” nazara verilir. Gayb kelimesi için tefsir âlimlerimiz şöyle bir açıklama getirmişlerdir:

Gayb; görülemeyen değil görünmeyen demektir.”  

Bu kelime, meleklerden âhirete kadar, görmediğimiz bütün gaybî hakikatleri içine alır. Bu hakikatler bu dünya gözüyle görünmeseler bile “görülemeyen” sınıfına girmezler. Nitekim meselâ, melekler âhirette görülecekleri gibi, bu dünyada da peygamberler ve diğer büyük zatlar o nuranî varlıklarla görüşmüşler.

Sualde geçen ifade “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” manasına gelir.

Neml suresinde (65) şöyle buyurulur:

“De ki: Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.”

Haşir sûresinde de (22) aynı hakikat şöyle ders verilir:

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Gaybı da görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.”

Lokman suresinde ise muğayyebat-ı hamse, yani gaybî olan beş şey şöylece sıralanır:

“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın (hayır ve şer olarak) ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (Lokman, 31/34)



23. İnsanın "zîruhların en eşrefi" olmasını açıklar mısınız?

Zîruh; ruh sahibi demektir. Bu kelime öncelikle insanları, sonra bütün hayvan türlerini hatırlatır. Üç milyon kadar olduğu söylenen canlı türleri içinde en şereflisinin insan olduğunda şüphe yoktur. Tîn suresinde, insanın ahsen-i takvimde, yani en mükemmel bir istidatta yaratıldığı beyan edilmektedir.

"Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn, 95/4)

Öte yandan, diğer canlılardan önemli bir kısmı, arza halife olarak yaratılan insanın hizmetine verilmişlerdir.

"Hani, Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' demişti. …" (Bakara, 2/30)

Hazret-i Âdem (as.) meleklerle ilim yönünden imtihan edilmiş ve onlardan üstün olduğu meleklerce de tasdik edilmişti. Bu hadise de gösteriyor ki, insan nevi, sadece yeryüzündeki diğer canlılardan değil,  meleklerden de mahiyet olarak üstün bulunmaktadır.

24. "Şu bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan,.." İnsan, şu bayramlarda kemiyeten ve keyfiyeten en ziyade, nasıl istifade eder?

İstifade mefhumu çok şümullüdür. Sadece midenin faydalandığı şeyleri değil, aklın ve kalbin istifadelerini de içine alır. Kaldı ki, konuya sadece midenin tatmini açısından bile baksak, bazı hayvanlar insandan çok daha fazla gıda alsalar bile, insanın yemek çeşitlerinin başka hiçbir canlıya nasip olmadığını görürüz.

Öte yandan, insanoğlu elektrikten, yeraltı kaynaklarına ve radyoaktif dalgalara kadar nice gizli hazineleri ortaya çıkarmış ve onlardan faydalanma yoluna gitmiştir.

Meselenin manevî boyutu zaten diğer canlılarla mukayese edilmekten çok uzaktır. İnsanın bu varlık âlemini tefekkür etmesi, bu tefekkür sonunda kalbinde marifet nurlarının inkişafı ve imanının kuvvet bulması, maddî gıdalarla asla mukayese edilemez.



25. Bir yandan insanın dünyaya çok meftun ve müptela olduğu nazara veriliyor, öbür taraftan da eser-i rahmet olarak dünyadan nefret ettirerek âlem-i bekaya geçmek için bir iştiyak verildiği anlatılıyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

İnsan dünyaya meftun olarak yaratılmıştır. Zira hem bedeninin bütün ihtiyaçlarını bu dünyada temin etmekte, hem de kalb ve ruhunu bu kâinatta tecelli eden İlâhî isimleri tefekkür ile nurlandırmaktadır. Nur Külliyatı'nda insanın "kâinat ağacının meyvesi" olduğu sıkça nazara verilir. Buna göre, insanın bu âlemi sevmesi, meyvesi olduğu ağacını sevmesi demektir.

Ancak, insan bu dünyaya ebedî kalmak için değil, âhireti namına sevaplar kazanıp o saadet diyarına göçmek için gelmiştir. Bir mümin bunun şuurundadır. Ne var ki, bir ömür boyu birlikte olduğu sevdiklerinden, yakınlarından, bahçesinden, bağından ayrılması da o kadar kolay değildir. İşte bu ayrılığı kolaylaştırmak üzere Cenâb-ı Hak rahmetiyle birtakım sebepler yaratmış ve onun kalbini bu fani dünyadan o ebedî âleme çevirmiştir.

Bunlar beş ana madde olarak sıralanıyor ve "kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan", yani doğru yoldan sapmayıp insanlık mahiyetini yaratılış gayesine uygun olarak kullanan insanların bu haletten istifade edecekleri ve bu dünya tarlasını ve bu imtihan meydanını kalp rahatlığıyla terk edecekleri nazara veriliyor.



26. "Kendi insaniyeti dalalette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder. Rahat-ı kalb ile gider." İnsaniyetin dalalette boğulmaması ne demektir?

Dalalet, “fikren doğru yoldan sapmak, yanlış yola girmek” demektir. Dalalet fırkaları denilince de aklımıza Kur’ân yolundan, şu veya bu şekilde sapma göstermiş yanlış düşünceler, batıl fikirler anlaşılır. Nitekim Üstad Hazretleri Lemeat’ta  “Dalâlet fikrîdir; zulümât kalbîdir; israf cesedîdir.”  buyurmakla, yanlış düşünceleri fikrin sapıklığına, batıl inançları ise kalbin kararmasına bağlamıştır.

Burada “insaniyetin dalalette boğulması”, insanlık denilen bu büyük nimetin yanlış yorumlanmasını ve dünya hayatının sadece nefsanî arzuları tatminle geçirilmesini ifade eder.

Hayatın ve insanlığın ne olduğu ve nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ortaya atılan bütün batıl fikirler, yanlış görüşler, sapık ideolojiler insaniyetin dalâlette boğulması neticesini doğururlar.

Güneş niçin yaratılmışsa hiç şaşırmadan o vazifeyi yerine getirir. Dünya niçin yaratılmışsa o çizgiden hiçbir sapma göstermeksizin seyahatini sürdürür. Bal arısı niçin yaratılmışsa hep o işi görür. Ama insan bu dünyaya imtihan için gönderildiğinden, kendisine cüz’î irade verilmiş, maddî ve manevî bütün cihazlarını nasıl kullanacağı hususunda kendisine yol gösterilmiş, ama bu yolda gidip gitmeme konusunda serbest bırakılmıştır.

İşte Allah ve Resulünün (asm.) gösterdiği yola aykırı düşen bütün hayat telakkileri dalalettir, yanlış yoldur.  Bu yollarda yürüyenler tövbe ederek doğru yola girmeyip öylece ölürlerse, manen hayvanlardan çok daha aşağı bir derekeye düşerler. Bu hakikat şu âyet-i kerîmeyle ders verilmektedir:

“...Onlar hayvanlar gibidirler. Tuttukları yol itibariyle onlardan daha sapkındırlar (daha aşağıdırlar).” (Furkan, 25/44)



27. "İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve cazibedâr şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor..." Gençler fena ve zevalin mahiyetini idrak edemezler mi?

Dokuzuncu Söz’de ikindi vakti ve güz mevsimi insan ömrünün ihtiyarlık dönemine benzetiliyor. Bu dönemler, insana ihtiyarlığı sürekli hatırlatırlar. İkindiyi akşam, güzü kış takip ettiği gibi ihtiyarlığı da ölüm takip eder. Bu bakımdan insanların ölümü en sık hatırladıkları dönem ihtiyarlık vaktidir.

Bu mevsime giren bir insanın kalbi fâni şeylerden bâki hedeflere doğru yönelme gösterir. Zira ihtiyarlık mevsimine girmekle ölüm kışını daha çok hatırlayan bir insan, “dünyevî, güzel ve cazibedâr şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını” çok daha güzel okur ve anlar. İnsan gençlik sarhoşluğuyla kendisini daimî, çevresindeki her şeyi de ebedî görmekle aldanır. Bu aldanış ihtiyarlığa girmekle yerini intibaha bırakır.

İnsan, sadece hazır zamanı değil, geçmiş ve gelecek zamanları da düşünebildiğinden, ölümü hatırlamak için ihtiyarlığı beklemeye lüzum yoktur. İnsan genç iken de ihtiyarlığı, baharın başlangıcında da sonbaharı düşünebilir. Güneş her batışında bizim de bir gün batacağımızı haber vermektedir. Genç iken bunun şuuruna erip hayatını ölüm ve ötesine göre ayarlamak, fâni zevklerde boğulmayıp ebedî saadet için mahsulât toplamak çok büyük bir saadettir. Allah Resulü (asm) bu gibi gençlerin en hayırlı gençler olduklarını haber vermektedir.

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır."(1)

 1) bk. Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup.



28. "İnsanın alaka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddi muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor." İzah eder misiniz?

Bu konuda, Üstad Hazretlerinden bir nakil yapmanın yeterli olacağını düşünüyoruz:

"Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister."(1)

1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hâtime.



29. "İnsandaki nihayetsiz zaiflik ve âcizliği, bazı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğu,.." Zayıflık ve âcizlik bazı şeylerle nasıl ihsas ettiriliyor?

İnsan sonsuz âciz ve sonsuz fakirdir; gözüne de muhtaçtır güneşe de. Bunların her ikisini de yapmaktan âcizdir. Bu iki misâli bütün bedenimize ve topyekûn kâinata yaydığımızda, insanın nihayetsiz âciz ve fakir olduğunun sonsuz delilleriyle karşılaşırız. Ancak, gençlik dönemini yaşayan yahut dünyevî problemlerle fazla sarsılmayan insanlar, bu hakikati çoğu zaman unuturlar.

Hastalanma, yakınlarını kaybetme, bazı işlerin üstesinden gelememe gibi çeşitli vesilelerle insan, zaaf ve aczini iyice anlar. İnsan, “hayat yükü ve yaşamak tekâlifi” ağırlaştığında, dünyanın sıkıntılarından bir an önce kurtulup başka bir âleme göçme iştiyakı duymaya başlar...



30. "Mevt, idam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır." Açıklar mısınız?

"Tebdil-i mekân" ifadesi, ölümün yokluğa gitmek olmayıp, sadece yer değiştirme olduğu dersini verir. Yani, bir insan bir şehirden diğerine göçtüğünde artık birinci şehirde onun varlığından söz edilmez, ama ikinci şehirde varlığını devam ettirir. Ölüm de bu dünyadan ayrılmaktır, ama yok olmak değildir.

Ruhun bedenden ayrılmasıyla insan, dünyadaki bütün eşya ile alakasını kesmiş olur. Artık ne güneş ona yol gösterir, ne yerküre onu sırtında gezdirir, ne de hava onun ciğerlerini temizler. Ancak, bunların hiçbirine muhtaç olmayan ruh, bu âlemden göçtükten sonra da hayatını "kabir âlemi" denilen yeni bir âlemde sürdürür.

Kabir âlemine "âlem-i berzah" da denilmektedir. Yani, bu yeni âlem dünya ile ahiret arasında bir köprü âlemdir. Peygamber Efendimiz (asm.) bu âlemin "ehl-i iman için cennet bahçelerinden bir bahçe"(1) olduğunu müjdelemektedir.

Kabir âlemi dünyadan daha güzeldir, daha nuranîdir. Başta yüz yirmi dört bin peygamber olmak üzere bütün nuranî zatlar o âlemde bulunmaktadırlar.

Uykuyu, hislerin bu âlemden çekilmesi şeklinde tarif ederler. Yani, insan uykuya geçtiğinde artık yanında konuşsanız da bir şey işitmez. Gözleri kapalı olduğundan bu dünyanın hiçbir şeyini görmez. Ama aynı adam rüyasında ayrı bir âlemle temas kurar. Orada konuşur, işitir, yer, içer, anlatır, anlar. Bütün bunlar ruhun fonksiyonlarının uykuda devam ettiğini, bedene muhtaç olmaksızın nice işler gördüğünü ortaya koymaktadır.

Üstad Hazretleri göz için "bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." buyurur. Bu cümlede geçen "bu âlem" kaydı çok önemlidir. Demek ki, ruh başka âlemleri göz penceresi olmaksızın da seyredebilmektedir; rüya bunun en açık delilidir. İşte aynı ruh, bedenle bütün alakasını kestiğinde başka âlemlerde seyerana başlar.

Bu sözün ileri kısımlarında ölüm hakkında şöyle bir ifade geçer:

"…ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir."(2)

Dipnotlar:

1) bk. Tirmizî, Kıyamet, 26.

2) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



31. "Dünya ise, bütün şa’şaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir." Müşahhas bir misalle izah eder misiniz?

İnsanın dünya hayatından cennet hayatına geçişi, ana rahminden bu dünyaya gelmesine benzetiliyor. Ana rahmindeki hayat ne kadar şaşaalı olursa olsun, dünya hayatına göre zindan hükmünde kaldığı gibi, dünyanın her türlü elemden uzak, bütün isteklerin rahatlıkla karşılandığı şaşaalı bir hayatı bile cennet hayatına göre zindan gibi karanlıklı kalır.

Peygamber Efendimiz (asm.) cenneti, "Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de beşerin kalbine hutur etmiştir."(1) şeklinde tarif buyururlar. Cenneti bizzat gören Allah Resulünün (asm.) bu hadîs-i şerîfleri Üstad Hazretlerinin şu dua cümlesini hatırlatıyor:

"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster,.."(2)

Dünya ile âhiret arasında, gölge ile asıl arasındaki fark kadar büyük bir farklılık olunca, bu gölgeler âleminde asıllar âlemi olan âhireti ve cenneti elbette anlayamayız ve tahmin edemeyiz.

Dipnotlar:

1) bk. Müslim, İman, 312.

2) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret.



32. "Meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Huzur-u Rahman'a gitmek" kısmını açıklar mısınız?

Nur Külliyatı'nda, ölümle alakalı tariflerin birinde "ıtlak-ı ruh" tabiri kullanılır. Itlak, kayıtlardan kurtulmak, serbest kalmak demektir.

Görmemizi misâl alalım: Ruh, görme sıfatıyla bir anda Güneş'e varabiliyor ve onu görebiliyor. Ancak, bizzat Güneş'e varmak istese, beden kaydından kurtulması gerekir. Bedenle kayıtlı olduğu sürece ruh ne bir anda birkaç yerde bulunabilir, ne de uzak mesafelere kısa bir zamanda varabilir.

Ruh, ölümle “sıkıntılı hayat-ı cismaniden” kurtuluyor ve kendi serbest hayatını sürmeye başlayınca birçok meydanlarda tayeran edebiliyor, yani uçar gibi süratle o mesafeleri dolaşabiliyor.

Ahirette, sûr’a ikinci üflenişte bütün ruhlar, Üstad’ın tabiriyle, ceset libaslarını giyerek Allah’ın huzurunda bir anda toplanacaklarına göre, buradaki ifade ölümle diriliş arasındaki berzah hayatına dairdir.

Cennet ehlinin hepsinin ruhları bedenlerine galip olacağı için, cennette bir mü’min bir anda birkaç mekânda bulunabileceği gibi, çok uzak mesafelere de yine bir anda ulaşabilecektir.



33. "Kur’ânı dinleyen insana, Kur’ândaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği..." Kur’ân'daki ilm-i hakikatten maksat nedir?

Hakikat ilmi, çok geniş manalar taşır. Başta iman hakikatleri olmak üzere, her şeyin ve her hadisenin doğru olarak bildirilmesini ifade eder.

Dokuzuncu Söz’de tesbihin üç ayrı manası verilirken, ikinci mana için şöyle buyurulur:

 "Ehl-i dalâletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve mualla..."  Yani, sapık görüşlerin ve batıl inançların Allah hakkında ortaya attıkları ne kadar yanlış fikir varsa, Allah onların hepsinden münezzehtir. İşte Allah inancı hakkında “hakikat”, onu Kur’ân'ın bildirdiği gibi bilmektir.

Keza, âhiret konusunda, cesetlerin değil, sadece ruhların dirileceğini savunan görüşler de hakikat değildir.

Diğer iman hakikatleri de aynı şekilde değerlendirilebilir.

Öte yandan, kâinat ne mana ifade etmektedir?
- Şu görünen eşyanın hakikati nedir?
- Dünya hayatının hakikati nedir?
- Hastalıkların, musibetlerin ve ölümün hakikati nedir?

Bunun gibi bütün sualler ancak Kur’ân'dan tâlim edilecek “hakikat ilmi” ile doğru cevaplandırılabilir. Zira Kur’ân Allah kelamıdır, bütün varlık âlemini ve onda cereyan eden bütün hâdiseleri yaratan odur. Onun yarattığı eşya ve hadiseler hakkında insan aklının ortaya koyduğu bütün felsefî görüşler, birer tahmin olmaktan öteye geçemez.

Bir insan ne kadar zeki, kabiliyetli ve ince anlayışlı da olsa her meseleyi anlayamaz. Çünkü akıl da mahlûktur, idraki sınırlıdır. Akla istikamet veren peygamberler, kitaplar ve mürşitlerdir.

Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah’ın emir ve yasakları, imanın esasları, ubudiyetin esrarı, yaratılış sırrı ve hikmetin incelikleri ancak hakikat ilmi olan Kur’ân'dan, “Yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad, sadık muallim” ve en mükemmel rehber olan Habib-i Kibriya Efendimiz (asm)'den öğrenilir.

İnsan aklı, ancak fizik âlemini inceler, o konuda araştırmalar yapar ve doğru neticeler elde edebilir. Melekler, âhiret, ibadet, ölüm ve ötesi gibi konularda aklın kendi başına bir tek adım dahi atması mümkün değildir.

"Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk'ın marifetini kazan. Çünkü bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk'ın şuaatı ve esmâsının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî her bir şeyin, her bir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder."(1)

1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Hatime.



34. "Dünya bir kitab-ı Samedanidir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zat ve sıfat ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil, al; nukuşunu bırak, git." İzah eder misiniz?

"Nukuşunu Bırak, Git" ifadesinden özetle şunlar anlaşılabilir:

  • Dünya ve kâinatın süslerine (nakışlarına) takılıp kalma. Onların geçici ve fâni olduğunu unutma.
  • Bu nakışların işaret ettiği manaları kavramaya çalışıp, o manalardan istifade et. Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına delalet eden yönlerini anlamaya çalış.

  • Bu dünyaya bağlanmadan, asıl hedefin olan ahiret yolculuğuna odaklan. 
  • Maddiyatın zahiri ve aldatıcı cazibesinden sıyrıl ve hakiki manalara yönel.

Bu ifade, insanın fani olan dünya hayatında ebedi saadeti kazanmak için manevi bakış açısını geliştirmesi gerektiğini güçlü bir şekilde ihtar eder. 

Evet, Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasından biri de Samed’dir. Samed; her şeyin ona muhtaç olduğunu, kendisinin ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını ifade eder. İhtiyaç denilince, öncelikle yokluktan kurtulup varlık âlemine gelmek ve bu âlemde varlığını devam ettirmek anlaşılır. Bu manasıyla Samed ismi bütün eşyada tecelli eder. Allah, ne Güneş'e ne Ay'a ne yıldızlara ne dağlara ve taşlara muhtaç değildir. Onlar ise var olmalarında ve varlıklarını devam ettirmede ona muhtaçtırlar.

Bitkiler âlemine geçtiğimizde ihtiyaç dairesi genişlenir, Samed ismi de daha ileri manada tecelli eder. Bir taş sadece varlığının devamına muhtaç iken, bir ağaç, “toprağa, havaya, suya, bahara, gece ve gündüze, güneşe” muhtaçtır.

Hayvanda ihtiyaç dairesi daha da genişlenir. Bir hayvan, bitkilerin muhtaç olduğu bu şeylerin tümüne muhtaç olmanın yanı sıra, görmeye, işitmeye, yemeye, içmeye, hareket etmeye de muhtaçtır.

İnsana akıl verilmesiyle ihtiyaç dairesi “madenlerden, ışınlar âlemine” kadar genişlemiş ve bugün teknolojinin ulaştığı her şey insan ihtiyacının birer meyvesi olarak ortaya çıkmıştır.

Üstad Hazretleri kalbe "âyine-i Samed" demekle samediyetin en geniş aynasının insan kalbi olduğunu ortaya koymuştur. Göz görme ile kulak işitme ile mide gıdalanmakla, akıl anlamakla tatmin olurken kalb, ancak Allah’a iman ve marifet ile tatmin olur. Onun ihtiyaç dairesi şu görünen âleme münhasır kalmaz. İnsan kalbi, Allah’a, ahirete diğer bütün iman ve Kur’an hakikatlerine inanmaya da muhtaçtır.

"...Biliniz ki kalpler ancak Allah’ın zikriyle (onu anmakla) tatmin olur (huzur bulur)." (Ra’d, 13/28)

ayet-i kerimesi bütün insanlık âlemine bu dersi vermekte, akıl ve kalplerini ihmal ederek sadece nefislerinin tatminine çabalayanların düştükleri manevî ve ruhî sıkıntıların çaresini göstermektedir.

"Kitab-ı Samedanî" terkibinde geçen “kitap” kelimesi üzerinde de kısaca duralım. Nur Külliyatı'nda bu kâinat bir kitaba benzetilir; kudret kalemiyle ve element mürekkebiyle yazılmış bir kitap. Bu kitap yine Külliyat’ta ifade edildiği gibi “rabbanî”dir. Yani bu kâinat kitabındaki “meyve” kelimesi bir terbiyeden geçmiştir ve yenilir; “Güneş” kelimesi bir terbiyeden geçmiştir ışık verir, ısı verir; “insan” kelimesi akıl sahibidir, düşünür.

Herhangi bir kelime kâtipsiz olamayacağına göre, bu rabbanî kelimeler elbette kâtipsiz, Sani’siz, Hâlık’sız olamazlar.

Öte yandan, bu kelimelerde samediyet de tecelli eder. Yani, bu hayattar kelimeler ihtiyaç sahibidirler. "Elma" kelimesi ile hakiki elma arasındaki en bariz fark buradadır. Gerçek elma bahara muhtaçtır, suya, güneşe hâsılı bütün bir âleme muhtaçtır. Elmanın ismi veya resmi ise rabbanî olmadığı için samedanî de değildir. Yani, gerçek elmanın özelliklerini taşıyacak şekilde terbiye edilmediği için, onun muhtaç olduğu şeylere de muhtaç değildir.

Nukuş burada dünyanın nefse bakan ve heva ve hevese hitap yönüdür yani Allah ve ahireti unutturan her şey nukuştur. Bu bazen mal olur, bazen makam olur, bazen gençlik ve şehvet olur, bazen dünyevi nimetler olur. Bazen kadın veya erkek olur bazen de evlat iyal olur vesaire.

Bir çiçeğe bakıp onun üstündeki İlahi isim ve sıfatları görmeyip sadece çiçeğin suri güzelliğine meftun olmak da bir nukuştur. Sanat ve eserlerde ki nakışlar ve estetik güzellikler Allah’ın tanınmasına ve sevgisine vesile oluyorsa bu mana-yı harfi ile okumak anlamına geliyor. Yok sadece nefse ve kısacık dünya faydasına vesile oluyorsa bu bakış manay-ı ismi ve nukuş oluyor.



35. "Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrafatını at, ehemmiyet verme..." Dünyanın mezraa olması ne demektir? Ayrıca muzahrefatı atmak ne manaya gelir?

Bir hadîs-i şerîfte, “Dünya âhiretin tarlasıdır.”(1) buyurulur. Nur Külliyatı'ndan bir derste, ömür dakikaları tohumlara ve çekirdeklere benzetilmektedir. Buna göre dünya tarlasına "zaman" ekilmektedir. Bu dakikalar hayırlı işlere harcandıklarında cennet meyveleri, şerde kullanılmaları halinde ise cehennem meyveleri verecektir.

İnsan, tarlada işini bitirip köyüne döneceği zaman, köyde işe yarayacak şeyleri arabasına yükler, işe yaramayanları orada bırakır. İşte köyde işe yaramayan her şey tarlanın muzahrefatıdır. Müzahrefat; “süprüntü, pislik, sahte” gibi manalara gelmektedir.

Dünya tarlasından da âhirete götüreceğimiz ve orada faydasını göreceğimiz mahsuller bizim için önemlidir, boş geçen zamanlardan, günah ve isyanda harcanan vakitlere kadar her şey muzahrefat sayılır. Bunlardan uzak durmaya ve ömrümüzü en bereketli şekilde geçirmeye mecburuz.

"… Bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki; suretler alınıp terkib edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfzedilsin. Tâ bir mecma-i ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i a'zamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek hadîs-i şerifte 'Dünya âhiret mezraasıdır.' diye bu hakikatı ifade ediyor."(2)

Dipnotlar:

1) bk. Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I, 412.

2) bk. Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat.



36. "Daim gelen geçen âyineler mecmuası" tabirine misal verip "Onlarda tecelli edeni bil, envarını gör..." ifadesini izah eder misiniz?

Her varlık kendisinde tecelli eden ilâhî isimlere bir ayna gibidir. İnsanın vazifesi, bu tecellileri tefekkür etmek, anlamak ve bunlardan Allah’ın varlığına, birliğine, hikmet ve rahmetine intikal etmektir. "Tecelli edeni bil" ifadesi bu manayı ders verir. 

"Envarını gör." ifadesi esmanın tecellilerinden önce zikredildiğinden, bununla "Allah’ın varlığını, sıfatlarını ve şuunatını kalp gözüyle görme" kastedilmiş olabilir.

"Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de: Şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaat-ı cemal-i esmâsıdır."(1) 

1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.



37. "Alışverişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma." Dünyanın, seyyar bir ticaretgâh olması nasıl oluyor?

“Seyyar” kelimesi dünyanın döndüğüne ve sabit bir mağazadan ziyade seyyar bir ticaret gemisini andırdığına işaret etmektedir. 

İnsanlar ömür sermayeleriyle bu dünya ticaretinde ya “iman, salih amel, güzel ahlâk” gibi cennete layık manevî değerlere sahip olurlar yahut bu sermayenin yanlış kullanılmasıyla “küfür, dalâlet, isyan” gibi cehennem malzemeleri satın alırlar. Altıncı Söz’e konu olan şu âyet-i kerîme dünyanın bir ticaret yeri olduğunu ders verir:

"Muhakkak Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını (kendilerine vereceği) cennet mukabilinde (karşılığında) satın aldı..." (Tevbe, 9/111)

Bu âyetin verdiği derse göre, insanlar nefislerini (yani hem bedenlerindeki organlarını, hem de akıl, kalp gibi latifelerini) ve mallarını Allah’ın emri istikametinde kullandıklarında bunları Allah’a satmış olurlar. Bunun karşılığında âhirette cennete kavuşacakları gibi, dünyevî hayatlarını da daha rahat ve daha mesut geçirirler.



38. "Nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil..." Her şeyin zahiri çirkin midir? Cemil-i Bâki’ye bakan yüzler hep gizli ve güzel midir? Ayrıca; bizlerden kaçan ve iltifat etmeyen kafilelerle alâkalı misâller verebilir misiniz?

Nur Külliyatı'nda güzellik ikiye ayrılıyor: Hüsn-ü bizzat ve hüsn-ü bilgayr.

"Hüsn-ü bizzat", zâtında güzel demektir. Semanın güzelliği, baharın güzelliği, denizin güzelliği, ormanın güzelliği, gündüzün güzelliği, sıhhatin güzelliği gibi çok güzellik bu gruba girer. 

"Hüsn-ü bilgayr" ise, çirkin görünmekle birlikte, neticesi itibariyle güzel olan manasına gelmektedir. Bu konuda verilen yaygın bir misali nakledelim: 

Çiçek bizzat güzeldir, gübre ise neticesi itibariyle güzeldir. 

Bu misali yaygınlaştırabiliriz. Sıhhat bizzat güzeldir, hastalık ise günahlara kefaret olması, müminin derecesini artırması yönüyle güzeldir.

Gündüz bizzat güzeldir; gece ise neticeleri itibariyle güzeldir.

Hayat bizzat güzeldir; ölüm ise dünyadan daha güzel bir âleme gitmeye vesile olduğu için neticesi itibariyle güzeldir.

Ölüm, dünya hayatını her şeyiyle bırakarak bir başka âleme göç etmektir. Bu büyük ayrılıktan ruhun elem çekmemesinin en ehemmiyetli şartı dünyanın mahiyetini bilmektir.

Cemil-i Bâki’ye bakan yüzler hep güzeldir. Bunu iki şekilde anlayabiliriz. Birisi yukarıda arz ettiğimiz gibi her şeyin neticesi güzeldir, bu ise Allah’ın takdiriyledir ve "Kaderin her şeyi güzeldir."

İkinci mana ise, bize göre çirkin görünen şeyler ve hadiseler de ilâhî isimlerin tecellisine ayna olmaktadırlar. Bütün isimler güzel olduğu gibi onların bütün aynaları da güzeldir.

"Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."(1)

“Bizlerden kaçan ve iltifat etmeyen kafilelere” gelince, Yirmi Dördüncü Söz’de buna misâl olarak "gençlik ve mal" veriliyor. Bu misaller artırılabilir; sıhhat, makam, şan, şöhret, zevk, safâ gibi. Bütün bunlar insana belli bir dönemde nefsanî bir haz verseler de bir süre sonra insanı terk ederler. Zevkler yerini hasretlere, makamlar yerlerini başka kişilere, sıhhat hastalığa bırakır. Zaten, ölüm hadisesinde insana kabrinde sadece kendi amelleri arkadaşlık eder. Bütün dünyevî varlıkları ve geride bıraktığı yakınları onun kabre konulmasıyla birlikte onu terk eder ve kendi hanelerine ve işlerinin başına dönerler. Bir hadîs-i şerifte bu mana şöyle ders verilmektedir.

"Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder: Çoluk çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi döner, biri kalır. Çoluk çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır."(2)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
2) bk. Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5.



39. "Hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla..." Hoş ve faydalı bir tenezzüh yaparak, geriye nasıl dönülür?

Tenezzühün bir manası, “gezinti, kırlara çıkıp bir süre dolaşma”dır. İnsan bu kısa gezintiyi tamamladığında asıl yuvasına döner. Bu ifade dünya hayatı için zikredildiğine göre, geriye dönülecek yer âhirettir, cennettir.

Âdem babamızın cennetten dünyaya gelip peygamberlik vazifesini yerine getirerek yine cennete dönmesi gibi, bütün peygamberler ve bütün salih kullar da dünyada bir tenezzüh miktarı kadar kalıp, bu kısa zaman içinde kâinatı Allah namına seyredip, ömürlerini onun rızası yolunda geçirerek ebedî saadet mahalli olan cennete dönerler.

40. "Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git..." İzah eder misiniz?

Eşya, esas itibarı ile Allah’ın bir sanatıdır, eseridir ve isim ve sıfatlarına işaret etmektedir. Ancak bu işaretler iman ve hidâyet gözlüğü ile görülebilmektedir. İnkârcı veya gafletli gözler bu işaretleri göremez.

İman gözlüğü ile bakıldığında kâinat bir bayram yeridir. İçindeki bütün varlıklar Allah’ı tesbih ve hamd etmekte ve neşelenmektedirler. Çiçekler, böcekler, dağlar, bayırlar, yıldız ve galaksiler, hep birlikte tevhidi ilan ederler. Kâinat ve içindeki bütün bu güzellikler, sonsuz güzelliğin bir habercisi ve müjdecisi mahiyetindedir.

Evet, su kabarcığının üstündeki küçük ışık huzmesi nasıl Güneş'e işaret ediyor ise, kâinattaki sayısız cemal huzmeleri de sonsuz bir cemale işaret etmektedirler.

Binaenaleyh bütün bu incelik ve güzellikleri kemali ile görmek ve zevk etmek, ancak kâmil bir iman ile mümkündür...

Risale-i Nur'un tahkikî iman dersleri inşallah bu manevî zevki herkesin kabiliyetine göre verebilir.

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. Herzekârâne, fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.” gibi zahir hakikatlerle, dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan mufarakati gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin her şeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir."(1)

Bir misafir, misafirhaneden ayrılırken geri bakmak yerine gideceği yeni menzile nazar eder. İnsanın da kalbini ve fikrini ölüm ötesine, cennete, ebedî saadete tevcih etmesi gerekir. Böyle bir tevcih dünyadan ayrılışı kolaylaştırır.

Dünyanın fani olduğunu bildiği halde, sanki burada ebedî kalacakmış gibi bir ruh haleti taşıyan kimsenin dünyadan ayrılması oldukça zor olur. Bu gibi kimseler ölümden fazlasıyla korkarlar. Dünyayı misafirhane telakki eden kişiler ise, bir misafirlik süresi kadar kaldıkları bu dünyaya gönül bağlamazlar ki ondan ayrılmaları çok zor olsun.

"Arkana bakma çık git." ifadesi dünyayı misafirhane olarak gören kişi için geçerli olduğu kadar, dünyanın diğer tarifleri için de geçerlidir. Dünyayı âhiretin tarlası olarak gören kişi, bu tarlada işini bitirince artık arkasına bakmadan çıkar gider. Keza dünyayı bir imtihan meydanı olarak gören kişi de imtihanını tamamladığında imtihan salonuna hasretle bakmaz, ondan ayrılmanın elemini hiç mi hiç çekmez. Arkasına bakmadan bir an önce salonu ve bulunduğu binayı terk eder.

"Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz."(2)

Burada akla şöyle bir sual gelebilir: Dengeyi nasıl kuracağız? Dünya işlerine hiç mi bakmayacağız?

Üstadımızın; "Dünyayı kesben değil, kalben terk et." tavsiyesine göre hareket edilirse, bu denge sağlanır. İnsan çalışacak, üretecek ama kalbini dünyaya bağlamayacaktır.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, Birinci Makam.

2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.



41. "Başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur’âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya..." Bu beş vecihten birinden hisse alan insan kurtulabilir mi?

Mühim olan bu beş vecihten bir hisse almaktır. İsterse birisinden alsın, isterse tümünden alsın. Buradaki “bir” ifadesi rakam olarak bir manasına değil, “herhangi bir” manasınadır.

Karşısındakinin konuşmalarından “bir şey” anlamadığını söyleyen kişi, anlama noktasındaki mahrumiyetini böylece ifade etmiş olur.


On Yedinci Sözün İkinci Makamı Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Yedinci Söz'ün İkinci Makamının dipnotunda; bu makamla alakalı ifadelerin şiir olmadığı ve kasten nazmedilmediği, belki hakikatlerin kemal-i intizamı cihetinde manzum suretini aldığı ifade edilmektedir. Bu konuyu nasıl anlamalıyız?

“Biz, ona (Peygambere) şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.” (Yasin, 36/69)

âyet-i kerîmesinden hareketle, birçok âlim şiire fazla taraftar çıkmamışlar, tümünde olmasa bile çoğu şiirde hayalin ön plana çıktığını ve hakikati perdelediğini savunmuşlardır.

Bunun yanında başta Hz. Mevlana olmak üzere birçok âlim de hikmet derslerini şiirle vermişlerdir. Bununla birlikte Hz. Mevlana da ulemanın şiire iyi bakmadığını çok iyi bildiğinden Mesnevî’sini şiir şeklinde kaleme almasının sebebini “Fihi Ma Fihi” de şöyle dile getirmiştir:

“Adamın evine misafir gelir. Misafirin iştihası işkembeyedir. Ev sahibi onu memnun etmek için hemen işkembe temizlemeye koyulur. Bana da şiir söylemek gerek.”

Üstad Hazretleri de bu dersini şiir şeklinde kaleme almamış, ancak kendi ifadesiyle “hakikatların kemal-i intizamı cihetinde bir derece manzum suretini almıştır.”

"Şiir ise çendan kıymetdar, şirin bir vasıta-yı ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir."(1)

1) bk. Barla Lahikası, 258. mektup.



2. "Bırak biçare feryadı, beladan gel, tevekkül kıl. Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır, bil. Bela vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender beladır, bil..." Devamıyla izah eder misiniz?

"Bırak biçare feryadı, beladan gel, tevekkül kıl.
Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır, bil."

(Ey) biçare, beladan feryat etmeyi bırak da Allah’a tevekkül et. (Veya belaya bir çare olmayan feryat etmeyi bırak da Allah’a tevekkül et)

Zira feryat bela içinde ayrı bir beladır, hata içinde hatadır ve kendisi de bir beladır.

"Bela vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender beladır, bil.
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül."

Belayı verenin kim olduğunu bilsen, o bela (sabretmek şartıyla) senin için bir atâ (lütuf), bir safadır bil.

Feryadı bırak da o keyfinden gülen güllere karşı bülbüller gibi (ol), şükür yoluna gir.

"Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ-ender hebâdır, bil.
Cihan dolusu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan? Gel, tevekkül kıl."

Eğer bela vereni bulmazsan bütün dünya senin için cefa içinde cefadır, her şeyin faniliği seni rahatsız eder ve beladan alman beklenen fayda da heba olup gider.

Başında cihan dolusu belalar varken, küçük bir beladan bağırıp çağırmayı bırak da tevekkül yoluna gir.

"Tevekkülle bela yüzünde gül, ta o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül."

Tevekkül ile bela yüzüne gülersen (onu bir imtihan vesilesi kabul edip, ondan elde edeceğin faydayı nazara alırsan) o da güler.

O bela küçülür ve sonunda değişerek yerini afiyete bırakır.

"Bil, ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hüdâbin isen, o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde."

Ey sadece kendini düşünen kişi! Bu dünyada saadet dünyayı (kalben) terk etmektedir.

Allah’ı biliyorsan, o sana kâfidir. Sen bütün eşyayı bıraksan da onlar senin lehinde (şahit) olurlar.

"Ger hodbin isen helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.
Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada."

Eğer kendini beğenir ve kibirlenirsen, ne yaparsan yap bütün eşya senin aleyhinde olurlar.

Demek, her iki halde de (yani hodbin de olsan, Hüdabin de olsan) dünyanın terki gerekir.

"Terki demek: Hüdâ mülkü, onun izni, onun namıyla bakmakta.
Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde."

Dünyanın terki demek, onu Allah’ın mülkü olarak bilmek, ona Allah’ın izni ve rızası ile bakmaktır.
Eğer bu dünya hayatında (âhiret namına) iyi bir ticaret yapmak istiyorsan, şu fani ömrünü bakiye tebdil et (onu baki meyveler verecek şekilde kullan.)

"Eğer nefsine talipsen, çürüktür, hem temelsiz de.
Eğer âfâkı istersen, fenâ damgası üstünde."

Eğer nefsini tatmine talipsen, senin varlığın çürük ve temelsizdir (demirden değil, taştan değil ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir.)

Eğer âfakı (dış âlemdeki servet, makam gibi şeyleri) istersen, onların hepsinin üzerinde fanilik damgası vardır.

"Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında."

Demek ki bu dünya çarşısındaki mallar hep çürüktür. Öyle ise, o fani malların arkasında dizilmiş olan ebedî mallara teveccüh et.

Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



3. "Cihan dolusu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan? Gel, tevekkül kıl..." İzah eder misiniz?

Nur Külliyatı'ndan dört mesaj:

"Nev-i beşerin en büyük meselesi cehennemden kurtulmaktır."(1)

"Günahlar, hayat-ı ebedîyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır."(2)

"Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır."(3)

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor."(4)

Bela, kelimesi imtihan manasına da gelmektedir. Her düşüncemiz, her bakışımız, her konuşmamız bizim için bir imtihan sorusudur. Yanlış cevaplar ebedî hayatımızı tehlikeye atabilir. Dünyanın bütün hastalıkları ve musibetleri, bu imtihanı kaybetmenin yanında çok küçük kalırlar. Öyle ise, insan bu "cihan dolu belaları" fazla dikkate almayıp sadece dünyevî servet ve makamına yahut sıhhatine gelen küçük zararlarla ilgilenirse çok zarar eder.

Dipnotlar:

1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.

2) bk. Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a, Sekizinci Deva.

3) bk. age., İkinci Lem’a.

4) bk. age.



4. "Tevekkülle bela yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül." İzah eder misiniz?

Nur Külliyatı'ndan Lem’alar’da şöyle buyurulur:

"Nasıl ki, mübârezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, düşmanlık dostluğa, husûmet şakaya döner, düşmanlık küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak da öyledir."(1) 

Bilindiği gibi, tevekkül sebeplere riâyet ettikten sonra netice konusunda Allah’ın hikmet ve rahmetine güvenerek rahat etmektir. Belalar konusunda alacağımız bir tedbir varsa onu almakla vazifeliyiz. Zira hem bu vücut hem de faydalandığımız haricî nimetler bize emanettir. Onlara zarar veremeyiz. Ancak, bize düşen vazifeyi yerine getirdikten sonra nefsimizin hoşuna gitmeyen neticelerle karşılaşırsak, bunları rıza ile karşılamamız gerekir. Böyle bir neticeyi de bir imtihan olarak görüp, o musibetten âzamî derecede istifade etmek için Rabbimizin “bize bizden daha yakın olduğunu” düşünmeli, bela ve musibeti sabırla ve rızayla karşılamalıyız.

Bazı musibetler insanın derecesini artırmak ve fâni malını sadakaya çevirmek için verilmişlerdir ve insanın bunlara karşı alacağı herhangi bir tedbir de olmayabilir; zelzele, kaza, sel felaketi gibi. Böyle durumlarda, "belâların en büyüğünün enbiyaya, sonra evliyaya,..., geldiğini" haber veren hadîs-i şerîfi hatırlayıp, her konuda olduğu gibi sabır konusunda da Allah’ın o sevgili kullarına ittiba ederek, o musibetlerden azamî derecede istifade etmeye çalışmamız gerekir.

1) bk. Lem'alar, İkinci Lem'a.



5. "Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada. Hudabîn isen, o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde." Bu beyti biraz açabilir misiniz?

Mesnevî-i Nuriye'de “Dört şey için dünyayı kesben değil kalben terk etmek lazımdır.” buyurulur ve o dört madde sıralanır. Buna göre, bu beyitteki “terk-i dünya” ifadesini de “dünyayı kalben terk etmek, ona gönül bağlamamak, bütün muhabbetini Allah’a hasretmek, eşyayı da onun namına sevmek” şeklinde anlamamız gerekir.

Öte yandan, Risalelerde dünyanın üç yüzü olduğu, esmâ-i ilâhîyeye ayna ve âhirete tarla olan yüzlerinin muhabbete layık oldukları, ehl-i hevesatın mel’abegâhı yani oyun ve eğlence yeri olan yüzünün ise tahkire layık olduğu beyan edilir. O halde, “dünyayı terk” denilince, bu üçüncü yüzün terkini anlamak gerekir. Zira nazarını sadece bu yüze çevirerek ömrünü sefahatte, gaflette, günah ve isyanda geçiren bir kişinin akıbeti ebedî azap olacaktır.

Hüdabin insan, her eserde Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görür, her nimette onun rahmetinin iltifatını hisseder, her celal tecellisinde onun azametine karşı kendi aczini hisseder, her cemal tecellisinde kalbi şükür ve hamd ile dolar. Her kemal tecellisi onu ilâhî sanatlar karşısında hayran bırakır. İşte böyle bir insan, kendisine hizmet eden bütün eşyayı da bu güzel amellerine ortak ettiğinden onları manen memnun eder ve kendi lehinde şehadet ettirir. Onun dünyayı kalben bırakmasına rağmen, bütün eşya onun lehinde olur. Yani, bütün eşyanın yaratıcısı, onları bu sevgili kuluna hizmet ettirir ve bu varlık âlemi âhirette onun lehinde şahit olurlar.

Bir hadis-i kudsî naklederek bu şıkkın cevabını tamamlayalım:

"Cenâb-ı Hak dünyaya şöyle emrediyor:

"Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et. Sana hizmet edeni de istihdam et (hizmetinde çalıştır).”(1)

1) bk. Ebu Nuaym, el-Hilye, 3/194.



6. "Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda. Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında..." Bu hususu biraz açar mısınız?

“Çürük mal” denilince, uzun süre dayanmayan, kısa bir kullanımdan sonra elden çıkan mallar hatırımıza gelir. Burada dünyanın ve onda ömür süren insanın faniliğine dikkat çekilmiştir. 

"Evet, bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil; ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir. Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun."(1)

Bu dünya cennete göre ve buradaki insanlar da cennetteki hallerine göre “gölge” kadar zayıf kalırlar. “İyi mallar” ifadesi, cennet nimetlerine bakmaktadır. Şu var ki, o iyi mallar da yine bu dünyada kazanılacaktır. Dünyadaki gölge varlıkları ilâhî isimlerin aynaları ve âhiretin kazanılmasına bir vesile olarak gören, onlara bu manada değer veren kişi, cennetteki iyi mallara müşteri olmuş demektir.

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre.



7. Siyah Dutun Bir Meyvesi'nin İzahını Yapar mısınız?

"O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir."

"Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır. / Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur'ân namına kalbimdir."

Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıkan Batılılaşma cereyanı kastediliyor. Bu cereyana kapılanlar Avrupa’nın müsbet terakkilerinden çok, Batı'nın hayat tarzını taklide çalışmışlardı. Bunlar, tarihte de Jön Türkler olarak bilinirler. Ziya Paşa müsbet manada Avrupa’yı örnek aldığı için, Üstad Hazretleri onu diğerleri içinde değerlendirmiyor. Onları kendi nefsi adına değil, Kur’ân adına tenkit edeceğini de baştan ifade ediyor.

"Geçen Sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer aşma. / Ecânip fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni nâdim."

Bu konudan önce zikredilen imana ve Kur’ân’a dair sözler, yani Risale-i Nurlar hakikattir. Avrupayı taklit adına, Kur’ân'dan şaşma, onun sınırlarını zorlama. Ecnebi olan Batı medeniyetini kendine rehber yaparsan, sonunda hem dünyada, hem âhirette pişman olursun. 

"Görürsün en ziyâdârın, zekâvette âlemdârın, / O hayretten der daim: 'Eyvah, kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım!'"

İş işten geçtikten, hem dünyada hem âhirette rezil ve rüsva olduktan sonra, o zaman görürsün Batı medeniyeti ziya mı veriyor, zulmet mi!.. Burada o dönem aydınlarının kafa karışıklığına işaret ediliyor.

"Ecanip" kelimesi ile işaret edilen şey, vahye bedel aklı merkeze alan felsefedir.

Semavî vahyi bırakıp aklı esas alan felsefenin peşine takılırsan, küfür ve şirk karanlıkları içinde şaşkın bir şekilde yolunu kaybeder cehenneme yuvarlanırsın. Bu da nihâyetinde insanın en büyük pişmanlık sebebidir.

"Kur'ân dedirtir, ben de derim, hiç de çekinmem. / Ondan Ona şekvâ ederim, sen gibi şaşmam."

Bu mısrada, "Şikâyet, merciine yapılmalı." deniliyor. Yani İslam âleminin meselelerinin ve şikâyetlerinin çözüleceği merci Batı medeniyeti değil, Kur’ân'dır. Ben derdimi ancak Kur’ân hekimine anlatırım diyor.

"Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam. / Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi kaçmam."

Feryadımı ve çaresizliğimi ancak Hakka, yani Kur’ân’a bildiririm ve çareyi orada ararım. Sizin gibi yanlış yerlerde gezinmem, hakikate gözümü kapamam.

"Ki, Kur'ân'da hep dâvâ nurdan nuradır, sen gibi caymam. / Kur'ân'dadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam."

Her şeyin çaresi ve reçetesi Kur’ân'dır ve Kur’ân'dadır. Davamı ona götürürüm, onda hallederim. Yoksa kısa ve karanlıklı aklın mahsulü olan felsefe benim kurtuluş yerim ve yönüm değildir. Hakkın ve hakikatin Kur’ân'da olduğunu da ispata hazırım.

"Furkandadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam. / Halktan Hakka seyran ederim, sen gibi sapmam."

Kâinatın hakikatlerini ve sırlarını çözen Kur’ân'dır. Senin gibi beş para etmeyen Batı medeniyetinin fantezilerine Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerini değişmem. Bu hususta sizin gibi sapmam.

"Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam. / Ferşten Arşa şükran ederim, sen gibi asmam."

Şu dikenlerle, yani tehlikelerle dolu hayat yolunda Kur’ân’ı rehber ittihaz ettiğim için, onlardan korunurum. Ama siz Kur’ân’dan yüz çevirip şu hayat yolundaki kulluk vazifesini de ihmal ederek dalâlete yuvarlanıyorsunuz.

"Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam. / Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem."

Ölüm mümin için yokluk ve hiçlik değil ki, ölümden korkalım, ürkelim. Ölüm, ebedî hayatın başlangıcıdır. Biz imanın bereketi ile kabre gülerek gideriz, siz ise kabre karanlık ve dipsiz bir kuyuya düşmek olarak bakarsınız.

"Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı sen gibi görmem. / Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam."

Kabir, yılanın ağzına düşmek veya yokluğa atılan bir adım değil, dostlara kavuşmak kapısıdır.

"Rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem. / Bismillâh diyerek çalıyorum, (HAŞİYE 1) arkama bakmam, dehşet de almam."

"HAŞİYE 1: Eyvah diyerek kaçmıyorum."

Kabir “cennet bahçelerinden bir bahçedir.” Bu sebeple kabirden korkmaya ve ondan çekinmeye gerek yoktur. Ama Batı medeniyetinin aklı kabrin ötesini göremiyor.

"Elhamdülillâh diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam. / Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, (HAŞİYE 2) Mahşer-i Ekberden çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem."

"HAŞİYE 2: İsrâfil'in ezanını fecr-i haşirde işitip Allahu ekber diyerek kalkacağım. Salât-ı Kübradan çekilmem Mecma-ı Ekberden çekinmem..."

Kabre, dünya vazifesinden bir paydos şeklinde şükrederek gireceğim. İsrafil’in (as) sura üflemesi ile haşir meydanına yürüyeceğim.

"Lütf-u Yezdan, nur-u Kur'ân, feyz-i iman sayesinde hiç üzülmem. / Durmayıp koşacağım, Arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşaallah."

Allah’ın lütfu ve Kur’ân’nın nuru ve imanın feyzi sayesinde Rahman'ın arşına, yani cennetin ve ebedî âlemlerin güzelliklerine koşacağım; sizin gibi Kur’ân yolundan şaşmam inşallah.

Böyle diyerek o Batı düşüncesi ve taraftarlarına ders veriyor.

Sözler, On Yedinci Söz, Siyah Dutun Bir Meyvesi.



8. "Siyah dutun bir meyvesi" cümlesinde "siyah dut" ile ne kastedilmektedir?

Bu manzum hakikatler, Anadolu’da “karadut” olarak da ifade edilen, siyah dutlar veren bir dut ağacının gölgesi altında yazıldığı için, sanki o ağacın çok tatlı bir meyvesi gibi düşünülmüş.



9. Eski Said’in, yeni Said lisanı ile söylemesi ne demektir? "Muhatâbım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır. Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur’ân namına kalbimdir." Beytini açar mısınız?

Konu bir derece içtimaîdir ve Üstadımızın Eski Said dediği “İslâm’ın hayat-ı içtimayesiyle” alakadar olduğu dönemin bir yarasını, bir derdini konu almaktadır. Bu yara, Garplılaşmanın yanlış anlaşılması ve sadece onların kültürünü, toplum yapısını, sefahatini körü körüne taklit etme yarasıdır. Bu mesele, bu yazının kaleme alındığı dönemde de önemini muhafaza ettiği ve o yanlış telakki hâlâ hükmünü sürdürdüğü için, Üstad Hazretleri Yeni Said lisanıyla da aynı kanaatini dile getirmiş oluyor.

Üstad Hazretleri Tanzimat ile başlayan Garplılaşma hareketinin yanlış bir seyir takip ettiğini görmüş ve kendisi gibi düşünen bir grup ilim adamıyla birlikte bir fikir mücadelesine girmişti. Bu mücadelenin temelini, kendisi, “Japon modeli” olarak özetliyor. Japonlar gibi Batı'nın ilim ve tekniğinden azamî derecede faydalanmakla birlikte, kendi kültürümüzü de korumamız ve onların yanlış hayat telakkilerini taklit etmememiz gerektiğini savunuyordu. Dava arkadaşlarından Mehmet Akif ise bu ideali şu beytiyle dile getiriyordu:

"Alınız ilmini garbın alınız sanatını,
Veriniz hem de mesainize son süratini."

Bediüzzaman Hazretleri “bu zamanın cemaat zamanı” olduğunu çok öncelerden tespit etmiş ve şahıslarla uğraşmak yerine, fikir mücadelesini fesat komitelerine ve gizli dinsizlik mihraklarına karşı sürdürmüştür.



10. "Hakk'tan Hakk'a feryad ederim, sen gibi aşmam, Yerden göğe dâva ederim, sen gibi kaçmam." beytini izah eder misiniz?

Birinci mısra, “Hakk’tan gelen imtihan yollu musibetler ve çileler karşısında yine Hakk’a iltica eder, onun hikmetine itimat ederek rahmet ve keremini beklerim; bu feryatlarımda haddimi aşmam, takdir-i İlâhîye karşı rıza ile mukabele ederim.” demektir.

İkinci mısrada ise, “Yerden göğe kadar, yani kâinat çapında sıkıntılarla karşılaşsam, Semavat ve arzın Rabbi olan Allah’a teslim ve tevekkül ederek bu ağır yükleri kaldırmaya, bu büyük davaları halletmeye talip olurum. Senin gibi cüz’î bir sıkıntıda hemen meydanı terk edip bir köşeye çekilmem.” mesajı veriliyor.

Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas’da geçen, "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir." cümlesi de aynı dersi vermektedir.

11. "Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam. Allahü Ekber diyerek Ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, mahşer-i ekberden çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem." Bu beytin izahını yapar mısınız?

Bu Söz'ün ilk bölümünde, "insanın kabir âlemine kalb rahatlığıyla gitmesini netice veren beş nokta" nazara verilirken şöyle bir ifade geçer:

"İnsandaki nihayetsiz zaiflik ve acizliği, bazı şeylerle ihsas ettirip,…, istirahata ciddî bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor."(1)

İmanı kemale ermiş bir mü’min, kabri "bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı" gördüğünden, ölüm hadisesiyle dünyanın sıkıntılarından kurtulup istirahat edeceği için dünyadan ayrılığın zahmetini çekmez. Ölümle gireceği o yeni beldeyi de Allah’ın mülkü ve âhirete bir geçiş âlemi olarak gördüğünden vahşete düşmez. Bu dünyada olduğu gibi, o âlemde de Rabbinin, rahmet ve inayetiyle kimsesizlik dehşetinden kurtulur. Güzel amelleri tecessüm ederek ona arkadaş olurlar. Ayrıca, derecesine göre o yeni âlemin sakinleri olan enbiya ile evliya ile ve sair ehl-i iman dostlarıyla görüşür, ünsiyet eder. 

"En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur’ân ile gördüm ki, ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de fakat mü’min için asıl siması nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve çok risalelerde bu hakikati kat’î bir surette ispat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi; Ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır.”(2)

İkinci beyitte Üstad Hazretleri sanki şöyle demektedir:

Seher vaktinde Allahu ekber sadalarıyla uyanıp camiye koşan bir mümin gibi, ben de "Ezan-ı Haşri işitip kalkacağım."  Sûr-u İsrafil ile o büyük haşir meydanında toplanıldığı gün, ben de o meydana çekinerek değil, severek gideceğim. Zira namazda Rabbimin huzuruna çıkmaktan ulvî bir zevk duyduğum gibi, haşirde de bu hazzın bir başka türlüsünü tadacağım. Bütün insanların ve cinlerin, İlâhî huzurda, Allah’ın emrini ve hükmünü beklemeleri ile o büyük meydan sanki bir azim mescid gibi olacak, herkes İlâhî hükümlere itaat secdesi yapacaktır. Dünyada Allah’a secde ve itaat üzere bir ömür geçirdiğimden, Rabbimin inâyetine sığınarak o "Mescid-i Âzamdan çekilmem", yani korkarak geri durmam. Çünkü yakinen inanmışımdır ki, bu toplanmanın bir sonraki safhası “mizan”, ondan sonraki safhası ise, inşallah, sıratı geçerek “cennete varmaktır.”

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On yedinci Söz, Birinci Makam.

2) bk. Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem’a, Sekizinci Rica.



12. "İsrafil'in ezanını fecr-i haşirde işitip Allahü Ekber diyerek kalkacağım. Salât-ı kübradan çekilmem, mecma-ı ekberden çekinmem." ifadelerini izah eder misiniz, "salat-ı kübra" ne manaya gelmektedir?

Mahşerde ikinci diriliş öyle azametli ve büyük bir meseledir ki, onu ancak sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir Zât-ı Akdes yapabilir ve yaratabilir. Bu manayı düşünmek Allahü Ekber dedirir.

Nasıl ki ezan sesi, bütün inanmış gönülleri coşturup, namaza koşturuyorsa, haşrin ezanı hükmünde olan İsrafilin sura üflemesi ile de bütün ölmüş insanlar coşku ile ayağa kalkacaklar ve yeni bir hayata başlayacaklardır.

Büyük diriliş gününden çekinmem, zira o gün, ehl-i iman için ebedî bir hayatın başlangıcı ve dostlarla buluşma günüdür. Mahşerin o dehşetli ve büyük gününü kendi lehime çevirmek için mescid-i azam olan kâinattaki kulluk vazifemden çekilmem.

Bütün kâinat, büyük bir namaza durmuşken, itaat ile Allah'a arz-ı ubudiyet yaparken, ben bu namazdan geri durmam. Bütün insanların ve cinlerin toplanıp hesap verme yeri olan mahşerden çekinmem. İnkâr ile ibadetten kaçınanlar çekinsin.

"İsrâfil'in ezanını fecr-i Haşirde işitip Allahu ekber diyerek kalkacağım. Salât-ı Kübrâdan çekilmem, Mecma-ı Ekberden çekinmem."(1)

"Salât" dua ve namaz mânâsına geliyor. Dua ve namaz ise, Allah’ın izzet ve azametine karşı bir hürmet ve tâzim, ihsan ve ikramına karşı bir şükür ve hamd, münezzeh ve mukaddes sıfatlarına karşı bir tenzih ve takdiste bulunmaktır. Bu vazifeyi insan irade ve şuur ile yaparken bütün eşya lisan-ı hal ile yapmaktadır. Bu yönü ile bütün mevcudat ve eşya, ister şuur ile olsun ister hal dili ile olsun büyük bir "salât-ı kübrada" yani büyük bir dua ve namaz içindedirler.

Şâyet insan, namaz ve duayı terk ederse, o büyük namaz ve duanın halkasından çıkmış olur ve kâinatın ibadet ve duasına iştirak edemez.

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı, Haşiye-2.



13. "Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münacat" buradaki, Farisi beyitlerin okunuşunu Latince olarak yazılı hale getirir misiniz?

Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münacat

هذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى

[Yani bu münacat, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Farisî yazılmıştır. Evvelce matbu olan "Hubab Risalesi"nde dercedilmişti.]

يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

“Yâ Rab! Be-şeş cihet nazar mî-kerdem derd-i hôd-râ dermân ne-mî-dîdem”

دَرْرَاسْتْ مِى دِيدَمْ كِه دِى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْتْ

“Der râst, mî-dîdem ki dîrûz mezâr-ı peder-i men-est”

وَ دَرْ چَپْ دِيدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ

“Ve der çep, dîdem ki ferdâ kabr-i men-est”

وَ اِيمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ

“ Ve imrûz, tâbût-i cism-i pür-ıztırâb-ı men-est”

بَرْ سَرِ عُمْرْ جَنَازَهءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْتْ

“Ber ser-i ömr, cenâze-i men îstâde-est”

دَرْ قَدَمْ آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْتْ

“Der kadem, âb-ı hâk-i hilkat-i men ve hâkister-i ‘izâm-ı men-est”

چُونْ دَرْ پَسْ مِينِگَرَمْ بِينَمْ اِينْ دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيچْ دَرْ هِيچَسْتْ

“Çün der pes mî-nigerem bînem, în dünyâ-yı bî-bünyâd hîç der hîç-est”

وَ دَرْ پِيشْ اَنْدَازَهءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ
وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَدِيدَارَسْتْ
نُوِشْتَه اَسْتْ دَرْ فِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

“Ve der-pîş, endâze-i nazar mî-konem der-i kabr küşâde-est   
Ve râh-ı ebed be-dûr-i dirâz be-dîdâr-est,
Nuvişte-est der fıtrat-ı mâ, meyl-i ebed ve emel-i sermed.”

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى چِيزِى نِيسْتْ دَرْ دَسْتْ

“ Me-râ cüz’ cüz-i ihtiyârî, çîzî nîst der-dest”

كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَاجِزْ هَمْ كُوتَاه و هَمْ كَمْ عَيَارَسْتْ

“ Ki o cüz’ hem âciz hem kutâh û hem kem-‘ayâr-est”

نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذْ اَسْتْ

“ Ne der-mâzî mecâl-i hulûl, ne der-müstakbel medâr-ı nüfûz-est”

مَيْدَانِ اُو اِينْ زَمَانِ حَالْ و يَكْ آنِ سَيَّالَسْتْ

“ Meydân-ı ô, în zamân-ı hâl û yek ân-ı seyyâl-est”

بَا اِينْ هَمَه فَقْرْهَا وَ ضَعْفْهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه

“Bâ în heme fakr-hâ ve za’f-hâ kâlem-i kudret-i tû, âşikâre”

نُوِشْتَه اَسْتْ دَرْ فِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

“ Nuvişte-est der fıtrat-ı mâ, meyl-i ebed ve emel-i sermed”

بَلْكِه هَرْ چِه هَسْتْ ، هَسْتْ

“Belki her çi hest, hest”

دَائِرَهءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَائِرَهءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْگِى دَارَسْتْ

“ Dâire-i ihtiyâc mânend-i dâire-i medd-i nazar, bozorgî-dâr-est”

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْ رَسَدْ
دَرْ دَسْتْ هَرْچِه نِيسْتْ دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْتْ

“Hayâl kudâm resed, ihtiyâc-nîz resed
Der dest her çi nîst, der ihtiyâc hest”

دَائِرَهءِ اِقْتِدَارْ هَمْچُو دَائِرَهءِ دَسْتِ كُوتَاهْ كُوتَاهَسْتْ

“Dâire-i iktidâr hemçû dâire-i dest-i kutâh, kutâh-est”

پَسْ فَقْر و حَاجَاتِ مَا بَقَدْرِ جِهَانَسْتْ

“Pes fakr û hâcâti mâ, be-kadr-i cihân-est”

وَ سَرْمَايَهءِ مَا هَمْ چُو جُزْءِ لاَيَتَجَزَّا اَسْتْ

“ Ve sermâye-i mâ, hemçû cüz-i lâ yetecezzâ-est”

اِينْ جُزْءْ كُدَامْ وَ اِينْ كَائِنَاتِ حَاجَاتْ كُدَامَسْتْ

“ În cüz’ kudâm ve în kâinât-ı hâcât küdâm-est”

پَسْ دَرْ رَاهِ تُو َازْ اِينْ جُزْءْ نِيزْ بَازْ مِى گُذَشْتَنْ چَارَهءِ مَنْ اَسْتْ

“ Pes der-râh-ı tû, ez în cüz’ nîz bâz-mî güzeşten, çâre-i men-est”

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتْگِيرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُو پَنَاهِ مَنْ اَسْتْ

“ Tâ inâyet-i tû destgîr-i men şeved, rahmet-i bî nihâyet-i tû penâh-ı men-est”

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتْ اَسْتْ تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْتْ

“ Ân-kes ki bahr-i bî nihâyet-i rahmet yâft-est, tekye ne koned ber în cüz-i ihtiyârî ki, yek katre serâb-est”

اَيْوَاهْ اِينْ زِنْدِگَانِى هَمْ چُو خَابَسْتْ
وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ چُو بَادَسْتْ

“Eyvâh în zindigânî, hem-çû hâb-est
Ve în ömr-i bî bünyâd, hem-çû bâd-est”

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَا اَسْتْ

“ İnsân be-zevâl, dünyâ be-fenâ-est. Âmâl bî-bekâ âlâm be-bekâ-est”

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانِى ىِ خُودْرَا فَدَا كُنْ
خَالِقِ خُودْرَا كِه اِينْ هَسْتِى وَدِيعَه هَسْتْ

“Bi-yâ ey nefs-i nâ-fercâm, vücûd-ı fânî-yi hôd-râ fedâ kon
Hâlık-ı hôd-râ ki, în-hestî vedî’a hest”

وَ مُلْكِ اُو وَ اُو دَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ
اَزْ آنْ سِرِّى كِه ، نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتْ اَسْتْ

“Ve mülk-i ô ve ô dâde, fenâ kon tâ bekâ-yâbed
Ez ân sırrî ki, nefy-i nefy isbât-est”

خُدَاىِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْ تُو
بَهَاىِ بِى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَسْتْ

“ Hudâ-yı pür kerem hôd mülk-i hôd-râ, mî-hared ez-tû
Behâ-yı bî girân dâde be-râ-yı tû nigâh dâr-est”



14. "Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münacat" diye başlayan kısmın, kalbe Farisî olarak gelmesinin ve Farisî olarak yazılmasının hikmeti ne olabilir?

Bu beyitler, öncelikle, Üstad Hazretlerinin Arapça gibi Farsçaya da derin bir vukufiyeti olduğunu gösteriyor.

"...Mekke’de de olsam buraya gelmek lazımdı."(1) ifadesiyle de açıkça ortaya koyduğu gibi, kendisi iman hizmetine bu memlekette başladığı için, eserlerini de bu milletin diliyle yazmıştır.

Öte yandan, Farsça, şiire ve kalbî duyguları ifadeye daha uygun bir dil olarak biliniyor. Hz. Mevlana’nın, Mesnevî’sini bu dille yazması da bu noktada oldukça manidardır.

1) bk. Emirdağ Lahikası-I, 145. Mektup.



15. "Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım." Üstad'ın dermanını arayıp da bulamadığı dert neydi?

İnsan, nihâyetsiz âciz, fakir ve zaif bir varlıktır. Ancak ihtiyaçları ve arzuları ise sonsuzdur. Yine insan kabir, ecel, musibetler, hastalıklar, belalar, dertler ve elemler gibi tehlikeler ile karşı karşıya olan bir varlıktır. İşte bütün bunlar insan için birer derttir.

Üstad bunları tedavi edecek bir derman arıyor. İlk önce, tevekkülsüz, Allah'tan gafil ve kendine güvenen bir insanın nazarıyla bakarak bir derman arıyor; ancak yarası daha da derinleşiyor. Allah'a tevekkül ile ve onun kudretine dayanarak baktığında ise sıkıntılar sona eriyor ve yaralar tedavi edilmiş görülüyor.

Bu hayalî tablo, insanın hayata olan iki ayrı bakışını temsil etmektedir. Varlık âlemine ve onda cereyan eden hadiselere, bir grup insan birinci gözlükle, diğerleri ise ikinci gözlükle bakıyorlar.



16. "Manen bana denildi ki; yetmez mi dert, derman sana." ifadesinden ne anlamalıyız?

Üstad'ın sözünü ettiği hayatî meseleleri dert edinmek başlı başına bir fazilettir, bir ilâhî ihsandır. "Dert benimdir, deva Kur’ân'ındır." cümlesiyle de açıkça ortaya koyduğu gibi, Üstad Hazretleri insanlığın küfür ve dalalet girdabına düşme tehlikesini dert edinmiş, bu derdin devasını bütün ruhu canıyla Allah’tan niyaz etmiştir. Her derdin dermanını yaratan Cenab-ı Hak, Üstad Hazretlerinin bu ulvî derdinin ve bu derin ıstırabının ilacını, onu Nur Risalelerinin telifine muvaffak kılmakla ihsan etmiştir. Onun derdi böylece dermana inkılab etmiş ve bu dert sonunda, haşiyelerde yazılan dermanlar kalbine ilham edilmiştir.

Dert mefhumu çok geniştir. İhlâslı ibadet yapmayı, ilâhî kurbiyete ermeyi, marifet ve muhabbet sahasında ilerlemeyi, cehennem azabından kurtulmayı dert edinmek gibi ulvî dertler, hakikatte birer derman gibidir. Dünya menfaati, nefsin tatmini, insanlara reis olmak, onların kendisine alkış tutmasını istemek gibi dertlere yakalanmak ise gerçek derttir. Bunların şu kısa dünya hayatında tam olarak gerçekleşmesi mümkün olmadığı gibi, gerçekleşen kısmı da insanın ebedî saadetini çoğu zaman tehlikeye atmaktadır.

17. "Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki: Şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor. İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir." İzahını yapar mısınız?

Bu münâcâtta insanın, Allah’a tevekkül etmeden, problemlerini kendi gücüne güvenerek çözmeye çalışması halinde nasıl bir tablo ile karşılaşacağı, kalbi tatmin etmeyen ve ruhu doyurmayan bu yanlış nazar yerine, iman gözüyle bakıldığında nelerle karşılaşılacağı, harika bir üslupla anlatılmakta ve ders verilmektedir.

İçinde bulunduğumuz güne gafletle bakıldığında, o gün sanki bir tabut gibi, insanı adım adım ölüme götürmektedir.

Mezbuh; kesilen, kurban edilen demektir. Sanki insan, kurban edilmek için sırasını bekleyen bir kurbanlık gibi, günün her saatinde, her dakikasında kesilmeye, yok olmaya, çürümeye doğru bir adım daha atmaktadır.

İman gözüyle bakıldığında ebedî saadetin bu dünyada kazanılacağı, her günün de o ulvî ticaretin bir kesiti olduğu görülecek, zamanın geçmesi insanın bu dünya misafirhanesinden cennetteki ebedî saraylara doğru biraz daha yol alması şeklinde telakki edilecektir.



18. "İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp, şecere-i ömrümün başına baktım... İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzet olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için..." İzah?

Nur Külliyatı'nın birçok yerinde, insanın şu kâinat ağacının en mükemmel meyvesi olduğu nazara verilir. Kâinat ağacı insan için, ömür ağacı da cenaze için olursa o zaman bu âlemdeki sonsuz faaliyetlerin, hikmet ve rahmet tecellilerinin sadece bir cenazeyi netice verdiğini kabul etmek gerekir. Bunun akıl ve hikmetten uzak olduğu gayet açıktır. Hakikat şudur ki, insan bir ömür boyu âhiret namına güzel ameller işleyerek "cennete layık bir kıymet almak" için bu dünyaya gönderilmiştir. İnsan ruhu, bu vazifesini yerine getirdikten sonra, eskimiş yuva hükmünde olan yaşlanmış bedeninden çıkacak ve cennete gidinceye kadar da ulvî âlemlerde dolaşacaktır.

Namzet ifadesi burada, insan fıtratının beka âlemine olan işaretine bir karine oluyor. Yani insanın fıtratını inceleyen birisi, insanın bekaya kati bir namzet olduğunu anlar, denilmek isteniyor. İnsanın beka için yaratıldığı kesin olmakla birlikte, bekaya kavuşmadığı müddetçe namzet olarak addedilir.

Hilafet meselesinde ise, bilkuvve ve bilfiil farkına işaret ediliyor. Yani her insan sahip olduğu kabiliyet ve istidat sayesinde bilkuvve, yani potansiyel olarak hilafete namzettir. Lakin herkes bu kuvveyi fiile dönüştüremiyor. Her insan kâinatın halifeliğine adaydır, ama herkes hilafet makamının gereğini yapamıyor, imtihanda muvaffak olamıyor.

19. "Aşağıda ayakaltında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı... İman, o toprağı rahmet kapısı ve cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir." İzah eder misiniz?

İnsan topraktan yaratılmıştır. Âdem babamız topraktan yaratılan bir balçığın terbiye görmesiyle tekâmül etmiş ve bu yolculuğun bir safhasında o bedene ruh ilka edilmiştir. Şu âyet-i kerîme bunu haber vermektedir:

“Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!..' dedi. O da hemen oluverdi.” (Âl-i İmrân, 3/59)

Âyette geçen “Ol!..” emrini, tefsir âlimleri “canlı bir mahluk ol” şeklinde tefsir etmişlerdir. İnsan da ana rahminde, yine topraktan gelen gıdalarla beslenmekte ve dört ay kadar bir zaman sonra o bedene ruh ilka edilmektedir. O âlemdeki terakkisini tamamlayan insan, dünyaya gönderilmekte, bir ömür boyu imtihan edildikten sonra ölümü tatmakta ve bedeni yine aslına, yani toprağa, rücu etmektedir.

Bu ilâhî bir kanundur. İnsan bu kanunu ibretle seyredip hadiselere iman gözüyle baktığında yakinen inanır ki, onu toprak halinden insan haline getiren bir rahmet, o çürümüş bedeni de yeniden diriltecek ve ebedî hayata kavuşturacaktır. Bu nazarla bakıldığında, o toprak bir “rahmet kapısı ve cennet salonunun perdesi” olur. O kapıdan rahmete ulaşılacak ve o perdenin arkasındaki cennet salonlarına geçilecektir.

20. "Esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti. İman o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş,.." İzah eder misiniz?

"Arkama baktım" ifadesini, “Geçmiş zamana nazar ettim.” şeklinde anlamamız gerekiyor. Buna göre, geçmiş zamana gaflet nazarıyla bakıldığında, dünyanın her geçen gün kıyamete ve mahvolmaya doğru bir adım daha attığı hatıra gelmekle birlikte, konuyu insana bakan yönüyle değerlendirdiğimizde, dünyaya gelen insanların da bu temelsiz ve fâni dünyadan bir süre sonra kopup, “hiçlik derelerinde ve yokluk karanlığında” yuvarlanıp gittikleri zannedilir. 

İman nazarıyla bakıldığında ise şöyle bir tablo müşahede edilir: 

Bu dünyadaki varlıklar “mektûbat-ı Samedâniyye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye”dirler.

Mektub, “yazılan” demektir. Samed ismi ise, “her şeyin ona muhtaç olduğu, onun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı” manasına gelir. Buna göre varlıklar Allah’ın kudret kalemiyle yazılmışlardır ve onların bütün ihtiyaçlarını da Allah görmektedir.

Sahaif, sayfalar demektir. Her varlık, dünya sayfasında Sübhan olan Allah’ı tesbih eden bir nakış gibidir.

İşte bu mektuplar ve bu nakışlar kendilerine verilen vazifeyi yerine getirdikten sonra, yerlerini başka mektuplara ve sayfalara bırakırlar. Onların varlıkları, tohumlarında, çekirdeklerinde ve nesillerinde bir bakıma devam eder

Varlıkların neticelerini, sadece bu dünyada bıraktıkları tohumlar ve nesiller olarak anlamak da eksik olur. Eşyanın yaratılış gayesi Nur Külliyatı'nda üç ana maddede işlenir. Birisi, Cenâb-ı Hakk’ın kendi sanatını kendisinin bizzat müşahede etmesi. Bu netice için bir an yaşamak bile yeterlidir. Öte yandan, o varlıklar Allah’ın ilminde vücutlarını devam ettirirler.

İkinci gayeleri, âhirete bakar. Cennet ve cehennem bu varlıkların doğru yahut yanlış değerlendirilmelerinin neticeleridir. Ayrıca, bu kâinat ve onda sergilenen manzaralar âhirette seyredilirler.

Üçüncü gaye ise, canlı varlıkların bu dünya hayatında aldıkları lezzetler, duydukları hazlardır.



21. "Benim elimde bir cüz'-i ihtiyârîden başka hiçbir şey yoktur..." Cüz-i ihtiyarî ne demektir? Cüz-i ihtiyarînin insanın silahı olması, hem kısa hem de ayarının noksan olması, kisbden başka elinden bir şeyin gelmemesi ne demektir?

Aralarında az bir fark olmakla birlikte, cüz’i ihtiyarî ve cüz’i irade çoğu zaman aynı manada kullanılmaktadır. İrade insanın sıfatlarından birisidir. İnsan, görme sıfatıyla gördüğü, işitme sıfatıyla işittiği gibi, irade sıfatıyla da ihtiyar eder, seçim yapar.

Bilindiği gibi insanın iradesi cüz’îdir. Yani, bir anda ancak bir tek şeye taalluk edebilir. İnsan bir anda iki şeyi irade edemez, iki yöne bakamaz, iki şeyi düşünemez, iki kelime konuşamaz.

İnsanın altı cihetten gelen problemlerini çözmek için Üstad'ın ifadesiyle "cüz'-i lâyetecezza" (atom) kadar bir cüz’î irade kâfi gelmemektedir.

İman nazarıyla bakıldığında, insan o cüz’î iradesiyle, "bütün sıfatları sonsuz ve iradesi küllî" olan Rabbine iltica etmekte ve çok iyi bilmektedir ki, bütün işler onun kudretiyle yapılmakta, her şey onun iradesiyle yaratılmaktadır.

Üstad hazretleri bu hakikati "bir askerin cüz'î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi" misâliyle nazara vermektedir.

“Silah” kelimesi insanın bu dünyada bir yönüyle asker olduğu, emir altında hareket ettiği, bütün organlarının ve duygularının emanet olduğu, onları dilediği gibi değil, Rabbinin emrettiği gibi kullanmakla mükellef olduğu manalarına işaret eder.

"… Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Fetih, 48/4)

âyet-i kerîmesi semavat ve arzdaki mahlûkların Allah’ın askerleri olduğunu ders vermektedir. Bu askerlerden birisi de insandır ve onun silahlarından birisi de cüz’î iradedir. Hedefini bununla vurmaya, yani maksatlarını bununla gerçekleştirmeğe çalışır.

"Cüz’i iradenin kısa olması", bir anda iki şeyi irade edemeyişini ifade eder. "Ayarının noksan olması" da bu mânayı hatıra getirmekle beraber, bu iradenin yanlış kullanılması halinde, ayarı noksan silahın yanlış hedefleri vurması gibi, insanın da yanlış işler yapacağına işaret etmektedir. 

Kader Risalesi'nde izah edildiği gibi, insanın elinde sadece kisb (yani iradesini bir hedefe yönlendirmesi, bir gayeye meyletmesi) vardır. Bundan ötesi hep İlâhî kudretle yaratılmaktadır. Mesela, insan bir şeyi söylemeyi sadece kesb eder, ister. Beynin çalışmasından, dilin, dişlerin, tükrük bezlerinin vazifelerine kadar bütün işler Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır.



22. "Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mâzi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur... İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için..." İzah eder misiniz?

"Ne geçmiş zamana hulûl edebilir ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mâzi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur... İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için; mâziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir..."(1)

İnsan, cüz’î iradesiyle ancak hazır zamanda bir şey yapabilir; ne geçmiş zamanda ne de gelecek zamanda bir iş göremez. Ama insanın aklı maziyi de düşünebilir, istikbali de. Geçmişten ders alıp yahut geçmiş bilgilerini kullanıp gelecek için planlar kurabilir, hedefler belirleyebilir.

İnsan bu noktada hayvanlara hiç benzemez. Hayvan sadece hazır zamanla ilgilenirken, insan iman nuruyla ebedî âlemleri görür, oralar için de hazırlıklar yapabilir.

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



23. "İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zaîfliğimle ve fakr ve aczimle beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken; kalem-i Kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller aşikâre.." İzah eder misiniz?

İnsanın bütün organları, bedeninde kudret kalemiyle yazıldığı gibi, aklı, hafızası, duyguları ve hissiyatı da yine kudret kalemiyle ruhunda yazılmış, fıtratında derc edilmiştir. İşe bu manevî sermayelerden, bu latifelerden biri de insan ruhuna konulan "ebedî arzular, sermedi emellerdir." Bunlar saymakla bitmez. Bunların temeli, insandaki ebedî yaşama arzusuna dayanır. Bu arzunun âhirette tahakkuku etmesiyle, insanın bütün emelleri de gerçekleşecektir. Bunların başında, "Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar."(1) diye müjde verildiği gibi, insanın rü’yetullah şerefine nail olması gelir.

Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere, Cenab-ı Hakk’ın bütün elçileriyle görüşmek, bütün ashabı, bütün evliya ve asfiyayı görmek, sohbetlerinde bulunmak, vefat etmiş bütün ahbabımıza kavuşmak, cennetin akıl almaz ve tariflere sığmaz güzelliklerini seyretmek ve nimetlerinden faydalanmak hep ruhun ebedî arzuları ve sermedî emelleridir.

"Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster ve bizi makarr-ı saltanatına celb et..."(2) 

cümlesinde nazara verildiği gibi, her şeyin aslı o ebedî âlemdedir. O âlemin her şeyi bu âlemdekilerden, asılla gölge arasındaki fark kadar ileri bir seviyededir. Bağın ve bahçenin, sütün ve balın, köşklerin ve nehirlerin asılları orada olduğu gibi, insan da o asıllar âlemine göçtüğünde o âlemden istifade etmek üzere çok terakki edecektir. Öyle ki, müminin buradaki haliyle oradaki hali arasında da gölge ile asıl arasındaki fark kadar bir terakki, bir ilerleme olacaktır. İşte terakki etmeyi fıtraten isteyen insanın, bu kadar büyük bir dereceye yükselmesi de onun “ebedî arzuları ve sermedî emelleri” arasında çok ehemmiyetli bir yer tutar.

Dipnotlar:

1) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam.

2) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret. 



24. "Belki dünyada ne varsa, numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alakadarım. Onlar için çalıştırılıyorum, çalışıyorum." ifadesini misalle izah eder misiniz?

Nur Külliyatı'nda insanın “bu kâinatın bir misâl-i musağğarı” yani küçültülmüş bir misâli olduğu nazara verilir. Ruhunun âlem-i ervahtan, hafızasının levh-i mahfuzdan, hayalinin âlem-i misâlden, kemiklerinin taşlardan, etlerinin topraktan haber verdiğine dikkat çekilir.

Öte yandan, kâinatta vazife yapan birçok element, küçük mikyasta insan bedeninde de bulunmaktadır.

İnsanla bu dünya arasındaki çok ehemmiyetli bir münasebet de insanın ihtiyaçlarının bu âlemle karşılanmasıdır. Bu yönüyle, insanın midesi gıdalar âlemiyle, gözü güneşle, ciğerleri hava ile çok yakından ilgilidir.



25. "İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. Hatta hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsiz." İzahı?

Çoğu zaman olduğu gibi, burada da "nazar" kelimesi "akıl" manasında kullanılmıştır.

Midenin ihtiyacı yeryüzündeki bütün gıdalar olduğu gibi gözün ihtiyacı, başta Güneş olmak üzere, bütün ışık kaynaklarıdır. Aynı şekilde, insan aklının ihtiyacı da bu âlemde gizli olan hikmetleri araştırmak ve bu varlık âleminden nasıl faydalanacağını düşünmek, bunun yollarını arayıp bulmaktır.

İnsan neyi hayal ediyorsa, onu elde etmek istiyor demektir, bu ise bir ihtiyacın ifadesidir. İnsan, elinde olmayan şeye kavuşmak için fikir yorar yahut onu hayal eder. Elde bulunmayan şeyler sonsuz olduğu için, ihtiyaç da sonsuz demektir.



26. "O cüz'-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, İrade-i İlâhîyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-ı tevekküle yapışmaktır..." ifadesinin geçtiği kısmın izahını yapar mısınız?

"Cüz'-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, irade-i İlâhîyeye işini bırakmak" iki türlü değerlendirilebilir; birisi bizlere göre, diğeri Allah’ın seçkin kulları olan büyük mürşitlere göre.

Biz irademizden şöyle vazgeçebiliriz: Nefsimizin istekleri Allah’ın rıza çizgisine ters düştüğünde, irademizi nefis hesabına değil, Allah namına kullandığımız taktirde irademizden vazgeçmiş oluruz.

"Kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica" etmeyi de benzer şekilde değerlendirebiliriz. "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" hükmünce havl ve kuvvet ancak Allah’ındır. Her mahlûkuna hayatını devam ettirmesi, rızkını bulup düşmanlarından korunması için gerekli kuvveti o ihsan etmiştir. Biz de kuvvetimizi bu manada değerlendirmeli ve ilâhî bir ihsan olan kuvvetimizi nefsimizin gayrimeşru heveslerinde değil, Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmalıyız. O zaman, bu kuvvetin bizim olmadığını bilmemiz ve yerinde kullanmamız cihetiyle ondan teberri etmiş oluruz.

Öte yandan, cüz’î iradesini rıza istikametinde kullandıktan sonra, “Bende emanet olan güç ve kuvvetim ancak bu noktaya kadar gelebilir. Ötesi ancak 'Cenâb-ı Hakk'ın havl ve kuvveti'yle gerçekleşebilir.” diyerek Allah’a iltica eden insan, tevekkülün hakikatine ermiş demektir.

Bizler Allah’ın inâyetiyle cüz’î irademizden bu manada vazgeçebilir, onu Kur’ân'ın emrettiği gibi kullanabiliriz. Bir işe teşebbüs ederken irademizi meşru çizgide tutup neticeyi Allah’ın havl ve kuvvetinden bekleyerek ona tevekkül edebiliriz.

Üstad gibi büyük zatların iradeden vazgeçmeleri çok daha farklıdır. Kader Risalesi'nde "manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cay-ı istimali var..." denilerek, bunun nasıl olacağı anlatılmış, ancak manen terakki edenlerin kader anlayışlarına temas edilmemiştir. İşte o bahsedilmeyen kısım konumuzla yakından alakalıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın bizzat irade edip yarattığı hangi varlığa baksak İmam-ı Gazzalî Hazretlerinin "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur." hükmünü bütün kalbimizle tasdik ederiz.

Allah, Güneşi böylece yaratmayı irade etmiş ve yaratmış. Bundan daha mükemmel bir Güneş tasavvur edebilir miyiz?  Onun ışığıyla yolumuzu görmemize yardım eden gözümüzü düşünelim, bundan daha harika bir göz hayal edebilir miyiz?

Her neye baksak “Bu dünya hayatında en mükemmeli bu olabilir.” hükmünü veriyoruz.

İşte o büyük zatlar, bu hakikati kemaliyle bildikleri ve kalplerine olanca kuvvetiyle yerleştirdikleri için, bütün ihtiyarî fiillerinin de İlâhî irade ile tanzim edilmesi için Allah’a yalvarmışlar ve bütün işlerinde,

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince elbette biz onlara yollarımızı gösteririz...” (Ankebût, 29/69)

âyet-i kerîmesine mazhar olmak istemişlerdir.

 Arifler bu bahtiyar kişilerin hallerini şöyle bir misal ile açıklamaya çalışmışlardır:

“Denizde iki varlık düşününüz. Birisi bir insan; kulaç atıyor, yüzerek bir yerlere ulaşmak istiyor. Diğeri ise bir tahta parçası. Bu ikincinin bütün hareketi denizdendir, kendinden değil.”

Fenafillâh makamına ermekle kendi iradesini Hakk’ın iradesinde fani eden ve İlâhî ilhamla hareket eden zatların da bütün işleri Hakk’tandır, kendi nefislerinden değil.

Böyle bir ruh, kendi iradesi dışında başına gelen bela ve musibetleri de rıza ile karşılar. Gece ve gündüzün ayrı ayrı faydaları olduğunu düşünerek, celal tecellilerinin de cemal tecellileri gibi güzel olduğuna bütün kalbiyle inanır ve “Kahrın da hoş, lütfunda hoş.” diyebilme makamına erer.

İşte Üstad Hazretlerinin “Ben kaderin mahkûmuyum.” ve “Kaderin her şeyi güzeldir.” gibi ifadelerini, sebepleri terk etme olarak değil, onun o yüksek makamının bir işareti olarak değerlendirmek durumundayız.

Üstad Hazretleri insanın cüz’î iradesini de bu şekilde değerlendiriyor ve şöyle buyuruyor:

“Senin yolunda o cüz'-i ihtiyârîden vazgeçiyorum ve enaniyyetimden teberri ediyorum.”

Bu cümlede geçen "enaniyetten teberri" ifadesi çok önemlidir. Demek ki, cüz’i ihtiyariden vazgeçmek, hiçbir işe teşebbüs etmeden “Olacak neyse olur.” deyip beklemek değil, olmasını istediklerimizi nefis ve enaniyete kapılmadan, sadece Allah namına ve O’nun hesabına istemek ve neticeyi herzaman rıza ile karşılamaktır.

Öte yandan, kendi irademize hiç iş düşmeyen sayısız icraatlar da var. Başımıza imtihan yollu gelen belalardan, çevremizde ve tabiatta vuku bulan İlâhî icraatlara kadar bütün işler, Allah’ın iradesiyle tayin edilmekte ve yine O’nun kudretiyle yaratılmaktadırlar. Bunlar hakkında bize düşen vazife Üstad Hazretleri gibi "Kaderin her şeyi güzeldir." diyerek bilemediğimiz gizli hikmetler üzerinde ileri geri konuşmayıp teslim ile karşılamak ve tam tevekkül etmektir.

Evet, kaderin her şeyi güzeldir. Sadece iki misal vermekle yetinelim: Gözlerimizin şeklini, yerini, sayısını, büyüklüğünü ve vazifelerini Allah takdir etmiştir. Bunların hepsi güzeldir.

Yerküremizin büyüklüğünü, deniz ve kara olarak taksimini, eğimini, kendi etrafında ve güneş etrafındaki dönüş hızlarını da yine Allah takdir etmiştir, bunların da hepsi güzeldir.

Böyle sayısız güzellikleri gördükten sonra, aklımızın ermediği, hissimize ters düşen hâdiselerin de mutlaka bilemediğimiz nice güzellikler taşıdığına inanmamız, Allah’ın "Alîm, Hakîm, Rahîm ve Âdil" olduğuna imanımızın bir icabıdır.

27. “Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.” İzah eder misiniz?

"Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez." (Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı)

İnsan, iradesi ile yapmış olduğu amellerine ve iyiliklerine değil, Allah’ın sonsuz rahmetine ve şefkatine güvenmeli ve ondan medet beklemelidir. 

İnsan iradesi ve bu irade ile yaptığı işler ateş böceğinin cüzi ışığı gibi kabul edersek, Allah’ın sonsuz rahmet ve şefkatini ise Güneş hükmünde olur. Ateşböceğinin azıcık ışığı ile güneşin o muazzam ışığı nasıl kıyasa gelmez ise, insan iradesi ile yapılan iyi işler ile Allah’ın insana karşı gösterdiği sonsuz merhamet ve inayetler asla kıyasa gelmez. 

Hz. Hüseyin (r.a) rivayet ediyor. Resulullah (asm) şöyle buyurdular:

"Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez."

"Sen de mi ya Resulallah!" dediklerinde de

"Evet, ben de... Meğer ki Rabbim beni rahmetinin kucağına almış olsun." (Buharî, Rikak, 18; Müslim, Münafikîn, 71-73).

Cennet Allah’ın rahmet ve lütfunun karşılığı ise de cehennem, kişinin yaptıklarının karşılığıdır. Nitekim Kur’an’da, “Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük de kendindendir. (Kendi kusurun sebebiyledir)..." (Nisa, 4/79)  buyurulmaktadır.

Allah, insana sayısız nimet ve ihsanlarda bulunmuştur. İnsan bu sayısız nimet ve ihsanların şükrünü eda etmekten aciz olduğu için, başka bir nimeti hak etmesi mümkün değildir. Yani insan, halihazırda verilen nimetlerin şükrünü eda etmekten aciz kalırken, gelecekte verilecek cennet gibi külli nimetleri hak edip, “Bu cennet amelimin bir neticesidir.” demesi asla doğru değildir.

Öyleyse bize verilen ilahi güzellikler için sahiplenme değil, şükredilmelidir. Bizden kaynaklanan hatalardan dolayı da tövbe ve istiğfar edilmelidir. Kendi gücümüze ve imkânlarımıza güvenip, ilahi rahmete perde yapmayalım.



28. "Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider." Burada ömür niçin temelsiz olarak vasıflandırılmış, temelsiz ömür ne demektir?

"Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider."(1)

"Temelsiz" tabiri, dünyanın kararlı ve sabit olmayıp, fâni ve gelip geçici bir yer olduğuna kinayedir. Kim dünyayı sabit zannedip, kalp ve ruhunu buna kaptırır ise, mukabilinde azap ve acıdan başka bir şey görmez.

İnsanın kalp ve ruhu, temeli sağlam, yani ebedî ve sabit bir şey ile ancak mutmain olur. Böyle gelip geçici şeyler kalp ve ruhun alakasına değmez ve değmiyor. Bu yüzden Hazret-i İbrahim (as) gibi "Uful edip batan şeyler alâkaya değmez." (bk. Enam, 6/76) deyip, ebedî ve sönmeyen güzellik sahibi olan Allah’a teveccüh etmeliyiz.

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



29. "Emeller bekasız, elemler ruhta baki kalır." cümlesini izah eder misiniz?

"Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan zevâle mahkûmdur, süratle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır."(1) 

İnsan, hayatını âhirete göre değil de dünyaya göre inşa bunun cezası olarak ruh büyük bir elem ve sıkıntı çeker. Çünkü insan için en büyük azap ve elem, sevdiği ve bağlandığı şeyleri kaybetmek ve onlardan ayrı düşmektir. Çok sevdiği ve bağlandığı gençlik, sağlık, mal ve evlat elinden çıktığında ruh bundan ciddi mânâda azap duyar.

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı.



30. "Hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile müptela bedbaht nefsim! ... Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlık'ın yolunda feda etsen, bal arısı gibi olursun." İzahını yapar mısınız?

Burada insan nefsinin hayata çok âşık olduğu, uzun yaşamayı ve dünyanın her türlü nimetlerinden faydalanmayı çok arzu ettiği, bu yüzden de “nice emellerinin tahakkuku ve nice elemlerinin izalesi” için bütün gücüyle çalıştığı ifade edildikten sonra, insanın bu hayatı nasıl değerlendireceğinin reçetesi veriliyor.

İnsan hayata ne kadar âşık olursa olsun, ömür dakikaları sayılıdır ve dünyanın dönmesini durduramadığına göre her gün ömründen bir parça daha azalmakta, Niyazi-i Mısrî'nin dediği gibi “ömür binasının her gün bir taşı daha yere düşmektedir.” 

İnsan, sevdiği şeyi korumak ister, onun devamını arzu eder. Bu hayatı korumanın ve ebedî kılmanın yolu ise onu Allah’ın rızası dairesinde geçirmektir. Bu yola girildiğinde de ömür yine geçer, ama bu geçiş, Nur Külliyatı'nda, ömür dakikalarının tohumlar gibi toprağa ekilmesine benzetilir...

"O vakit, ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zâhiren fena bulur, çürür. Fakat, âlem-i bekâda saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve âlem-i berzahta ziyâdar, mûnis birer manzara olurlar."(1)

İnsan bu dünya imtihanının bir gereği olarak kendi ömrünü dilediği gibi geçirebilmekte, ömür dakikalarını istediği toprağa ekebilmektedir. Sadece kendi menfaatini düşünen ve bu dünyaya kendini besleyip büyütmek, dünya zevklerinden faydalanmak için geldiğini sanan kimseler, ömürlerini “menfaat ve sefahat toprağında” ekmiş olurlar. Bunlar yıldız böceği gibi, kendi ziyalarıyla, yani kendi iradeleri, bilgileri, imkânlarıyla sadece kendi yollarını görür, başkalarına bir fayda sağlamazlar. Böylece gecenin karanlığında kalmaya mahkûm olmuş olurlar.

Bu kâinatı Allah’ın mu’cize eserlerinin sergilendiği bir fuar gibi temaşa eden ve başkalarına da faydalı olan kimseler ise bal arısına benzetilmiş oluyor.

Öte yandan, hadsiz emeller ve elemlerle dolu bu dünya hayatını sadece kendi nefsine, ilmine ve gücüne güvenerek geçirmeye çalışan kimseler de yıldız böceğine benzetiliyor. Onlar, yarını göremedikleri gibi, kabir ötesini, mahşeri ve âhireti de göremezler. Hâlbuki herkes bu yolun yolcusudur.

Gecenin zulmetinde kalmak, sevk edildikleri menziller hakkında hiçbir bilgileri olmayışı manasınadır. İmanlı bir kimse ise kendisini Allah’ın kulu, her türlü gücünün ve imkânının da yine Allah’ın ihsanı olduğunu bilmekle birlikte, kabir hayatından cennete kadar uzanan ebed yolculuğunun bütün safhaları hakkında bilgi sahibidir. Bu hal ise gündüzün güneşine kavuşup çevresinde olanları görmeye ve bilmeye benzetilmiştir.

Mümin olan insan, "fâni vücudunu, o vücudu …veren Hâlıkın yolunda feda" eder. Aslında burada feda edilen, nefsin arzularıdır. Dünya hayatı, her halde, geçecektir. İnsan kendi varlığını, yani hem göz, kulak gibi duygularını, hem de akıl, kalp gibi latifelerini nefsinin arzuları istikametinde değil de, toprağını bulmuş çekirdekler misâli, Rabbinin razı olduğu sahalarda geçirirse, onları hak yolda feda etmiş olur. Bu feda edişin meyvesi ise "hadsiz bir nur-u vücud" bulmaktır. Yani, kendini Allah’ın kulu, etrafındaki bütün eşyayı da O’nun eserleri ve isimlerinin tecellileri olarak gören kimse, bu varlık âlemindeki her şeye bir bakıma sahip olur. Bunların hepsi Rabbimin eserleri, O’nun ihsanları, O’nun sanatları diyerek tümüne sahip çıkar. 

Böylece bu dünyada "hadsiz bir nur-u vücud" bulduğu gibi, ebediyet âleminde de bu vücut nurlarına çok daha ileri derecesiyle sahip olacaktır.

1) bk. Sözler, Altıncı Söz.



31. "Hem onun mülküdür. Hem o vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et ta beka bulsun. Çünkü nefy-i nefiy, ispattır..." İzah eder misiniz?

Nefiy, sürgün etmek demektir. Bir şeyin yokluğunu iddia etmeye de nefy denilir. Sürgündeki bir adamı geldiği yere sürgün ederseniz asıl vatanına kavuşmuş olur. İnkâr edilen bir davayı kabul etmeyerek aksini ispat ettiğinizde de o davanın doğruluğu ortaya çıkmış olur.

İman hakikatlerinden birini, mesela âhireti inkâr eden kişinin bu inkârı nefyedildiğinde, yani aksi ispat edilerek bu iddia kendisine iade edildiğinde, âhiretin varlığı ispat edilmiş olur.

“Yok, yok ise o vardır. Yok, yok olsa var olur.” ifadeleri de yakın mana taşırlar. Adamın cebinde hiç para yoksa, daha sonra ona para vermek suretiyle bu yokluğa son verdiğinizde “yok yok olmuş” olur ve adamın cebinde para mevcut olur.

Bu kaidelerin konuya uygulanması ise şöyle olmaktadır:

Üstadımızın sıkça vermiş olduğu o harika “Güneş ve ayna” misalini bu konuya da tatbik edebiliriz.  Aynanın kendi ışığına sahip çıkması, onunla övünmesi “vücuduna ve enaniyetine dayan”masıdır. Ona “bu ışığın kendi malı olmadığı, güneş ışığının bir tecellisi olduğu” ispat edildiğinde, ayna kendinde görünen o ışığın kendi malı olduğu davasından vazgeçer ve ona ışık veren Güneşi bulur. 

İnsan da kendi vücudunu, yani varlığını kendi malı değil, Hâlık’ının bir ihsanı ve emaneti bildiğinde ona iman ve intisap etmekle hadsiz bir vücut kazanır. Yani kendi malikiyetini nefyetmekle, Malik-i Hakiki olan Allah’a vasıl olur.

32. "Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Ta beş hasâretten kurtulup, beş rıbhi birden kazanasın." Beş kârlı ticaretten ve beş hasaretten maksat nedir?

Bu konu Altıncı Söz’de çok daha geniş olarak izah edilmiştir. Burada sözü edilen beş kâr ve beş zararı o Söz’deki kârlar ve zararlar olarak anlamamız daha isabetli olacaktır.

Bununla birlikte, bu metne sadık kalarak şunu söyleyebiliriz:

Bu metinde sadece kârlar nazara verilmiştir. Zararları ise bu kârların zıtları olarak düşünmek durumundayız.

Beş kâr:

1. Cennet gibi büyük bir fiyat vermesi.
2. Bizde emaneten bulunan mülkünü, bizim için güzelce muhafaza etmesi.
3. Satmamız halinde, bizdeki bu mülkün kıymetinin yükselmesi.
4. Bizdeki mülkünü, âhirette bâki bir surette tekrar vermesi.
5. Bizdeki mülkünü, âhirette daha mükemmel olarak tekrar vermesi...



33. "İbrahim Aleyhisselâm'dan sudûr ile kâinatın zeval ve ölümünü ilan eden na'y-i 'lâ uhibbu’l âfilîn' beni ağlattırdı..." İbrahim (a.s.)’ın kıssası hakkında bilgi verir misiniz?

İbrahim aleyhisselâmın babası Azer, put yapmakla iştigal ederdi. Kavmi Güneş'e, Ay'a, yıldızlara ve bunları sembolize eden putlara tapardı...

İbrahim aleyhisselâmın yıldıza, Ay'a, Güneş'e "Rabbim" demesi, “Bu mu benim Rabbim?!.”, yahut “Benim Rabbim bu ha?!.” manasındadır.

İbrahim aleyhisselamın bu sözü yanındakilere tariz yollu söylediği, bir yıldızın Rab olamayacağını kendisinin kesinlikle bildiği şu âyet-i kerîmeden açıkça anlaşılmaktadır:

"Ve İbrahim'e şöylece göklerin ve yerin melekûtunu (hükümranlığını) gösteriyorduk ki, yakinen bilip inananlardan olsun." (En’am, 6/75)

Ve bazı tefsir âlimleri, sûrenin 78. âyetinden hareketle bu müşahedelerde Hz. İbrahim’in (a.s.) yanında bir grup insanın da bulunduğunu ve maksadının onlara “batıp gidenlerin Rab olamayacağını anlatmak” olduğunu söylemişlerdir. 

"Güneşi doğarken görünce de 'İşte benim Rabbim! Bu daha büyük.' dedi. O da batınca (kavmine dönüp), 'Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.' dedi." (En’am, 6/78)

Söz konusu sûrenin yetmiş altıncı ve yetmiş yedinci âyetlerinde şöyle buyrulur:

“Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. 'İşte Rabbim!..' dedi. Yıldız batınca da 'Ben öyle batanları sevmem.' dedi.” (En’am, 6/76)

"Ay’ı doğarken görünce de 'İşte Rabbim!' dedi. Ay da batınca, 'Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum.' dedi." (En’am, 6/77)

Ayı doğarken gören İbrahim aleyhisselâmın “Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum.” dedikten sonra, Güneş'in doğduğunu gördüğünde “İşte benim Rabbim! Bu daha büyük.” demesi gösteriyor ki, bütün bu sözler kavmini ikaz içindir, ikna yahut ilzam içindir. Kendisine "göklerin ve yerin melekûtu gösterilen" bir zatın, yıldızı, Ay'ı, Güneş'i yanlış değerlendirmesi elbette düşünülemez. 

Bu âyetlerin sonunda şu hüküm cümleleri geliyor:

"Ben, (Hanîf olarak) tertemiz bir muvahhid olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim." (En’am, 6/79)

Böyle söylemekle İbrahim aleyhisselâm kendisini dinleyen kavmine şu mesajı vermiş oluyordu:

Gökleri ve yeri kim yaratmışsa yıldızın da Ay'ın da Güneş'in de Rabbi o olduğu gibi, yerküresinin ve onda hayat süren insanların ve diğer canlıların Rabbi de odur. Öyleyse, batıp gidenlere değil, ona muhabbet ve ibadet edilmelidir.

34. "İbrahim Aleyhisselâm'dan sudûr ile kâinatın zeval ve ölümünü ilan eden na'y-i lâ uhibbu’l âfilîn beni ağlattırdı..." Buradaki Farisî beyitlerin Türkçe okunuşlarını yazar mısınız?

نَمِى زِيبَاسْتْ اُفُولْدَه گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

“ Ne-mî zîbâ’st ufûlde güm-şoden, mahbûb”

نَمِى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْبْ شُدَنْ مَطْلُوبْ

“ Ne-mî erzed ğurubda ğayb-şoden, matlûb”

نَمِى خَواهَمْ فَنَادَه مَحْوْ شُدَنْ مَقْصُودْ

“ Ne-mî hâhem fenâda mahv şoden, maksûd”

نَمِى خَوانَمْ زَوَالْدَه دَفْنْ شُدَنْ مَعْبُودْ

“ Ne-mî hânem zevâlde defn-şoden, ma’bûd”

عَقْلْ فَرْيَادْ مِى دَارَدْ نِدَاءِ ( لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ )مِى زَنَدْ رُوحَمْ

“ Akl feryâd mî dâred, nidâ-i 'Lâ uhibbu’l âfilîn' mî zened rûhem”

نَمِى خَواهَمْ نَمِى خَوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرَاقِى

“ Ne-mî hâhem, nemî hânem, nemî tâbem firâkî”

نَمِى اَرْزَدْ مَرَاقَه اِينْ زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاَقِى

“ Ne-mî erzed merâka în zevâl der-pes telâkî”

اَزْ آنْ دَرْدِى گِرِينِ ( لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِى زَنَدْ قَلْبَمْ

“ Ez-ân derdî girîn-i 'Lâ uhibbu’l âfilîn' mî-zened kalbem”

دَرْ اِينْ فَانِى بَقَا خَازِى بَقَا خِيزَدْ فَنَادَنْ

“ Der în fânî bekâ hâzî, bekâ hîzed fenâdan”

فَنَا شُدْ هَمْ فَدَا كُنْ هَمْ عَدَمْ بِينْ كِه اَزْ دُنْيَا بَقَايَه رَاهْ فَنَادَنْ

“ Fenâ şod hem fedâ kon, hem ‘adem-bîn ki, ez-dünyâ bekâya râh fenâdan”

فِكِرْ فِيزَارْ مِى دَارَدْ اَنِينِ (لاَاُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِى زَنَدْ وِجْدَانْ

“ Fikir, fîzâr mî dâred enîn-i 'Lâ uhibbu’l âfilîn' mî zened vicdân”

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ كِه دَرْ هَرْ فَرْدْ اَزْ فَانِى دُو رَاهْ  هَسْتْ
بَا بَاقِى دُو سِرِّ جَانِ جَانَانِى

“ Bi-dân ey nefs-i nâ-dânem ki, der her ferd ez fânî dû râh hest bâ Bâkî dû sirr-i cân-ı cânânî”

كِه دَرْ نِعْمَتْهَا اِنْعَامْ هَسْتْ وَ پَسْ آثَارْهَا اَسْمَا بِگِيرْ مَغْزِى وَ مِيزَنْ دَرْ فَنَا آنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا

“ Ki der-ni’met-hâ in’âm hest ve pes âsâr-hâ esmâ bi-gîr mağzî ve mî-zen der-fenâ ân kışr-i bî ma’nâ”

بَلِى آثَارْهَا گُويَنْدْ زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا وَ مِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا

“ Belî âsar-hâ gûyend zi- esmâ lâfz-ı pür ma’nâ bi-hân ma’nâ ve mî-zen der- hevâ ân lâfz-ı bî-sevdâ”

عَقْلْ فَرْيَادْ مِى دَارَدْ غِيَاثِ ( لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

“ Akl feryâd mî-dâred ğıyâs-ı 'Lâ uhibbu’l âfilîn' mî-zen ey nefsem”

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا جَامِى عِشْقْ خُوىْ

“ Çi hôş gûyed ô Şeydâ Câmî ‘ışk-hûy”

يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى گُوىْ

“ Yekî hâh, yekî hân, yekî cûy, yekî bîn, yekî dân, yekî gûy”

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى ٭ هُوَ الْمَطْلُوبُ ٭ هُوَ الْمَحْبُوبُ ٭ هُوَ الْمَقْصُودُ ٭ هُوَ الْمَعْبُودُ
كِه لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ

“ Ki lâ ilâhe illâ hû berâber mî-zened âlem”



35. Bediüzzaman Hazretlerinin kalp gözünü ağlatan esas husus ve muhteva nedir? Hz. İbrahim’in ifade ettiği hakikatle, Üstad’ımızın nazara verdiği hususun münasebeti ne olabilir?

Hz. İbrahim’in (as.) "Batanları sevmem." buyurması ile Üstad Hazretlerinin o geniş hayalinde ve o engin şefkatinde farklı manalar canlanmış; bu cümle ona maziye göçmüş bütün enbiyayı, evliyayı ve bütün dostlarını, akrabalarını hatırlatmıştır.

Kavak ağacının dökülen yapraklarından, güz mevsiminde ölecek bütün böceklere üzülmeye kadar uzanan; öte yandan Eskişehir hapishanesinde iken karşıdaki lise mektebinin bahçesinde gülerek rakseden talebelerin elli sene sonraki hallerini manen müşahede edip, onların acınacak hallerine ağlayan bir harika şefkat sahibinin ruhunda, İbrahim (as)'ın bu cümlesiyle ne gibi levhalar canlandığını tahmin etmek çok güçtür. Ancak, Dördüncü Şua’dan aşağıda nakledeceğimiz iki paragraf bu hususta bize bir pencere açabilir.

"...Çünkü hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî arzu ettiğim, başta pederlerim ve validelerim ve bütün neslî ve nesebî ve mânevî akrabalarım, Bâkî-i Hakikînin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve idam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imanî ile hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz’î ve tesirsiz şefkatime bedel, nihâyetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himâyet ettiğini duydum, hissettim. Bir valide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi, ben de o bütün şefkat ettiğim zatların, o rahmetin himâyeti altındaki necatlarıyla ve istirahatleriyle zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim."(1) 

"Şu hâlde Bâki-i Zülkemâlin bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ve ashabı olarak, umum sâdâtım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikâs edip saadetlendirdiğini zevk ettim."(2)

Üstad Hazretleri o engin şefkatinin açtığı hüzünlere iman ve Kur’ân'dan gelen cevapları ve tesellileri sıralamakla, bizlere de benzeri haller için büyük bir teselli dersi vermiş oluyor.

Dipnotlar:

1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.

2) bk. age.



36. On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki "فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُؤُنِ اللهِ" beytinin izahı nasıldır?

"فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُؤُنِ اللّٰهِ"

"Onun için kalp gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalp gözü ağladığı gibi, döktüğü her bir damlası da o kadar hazindir; ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır."(1)

Bu beyitte Üstad'ın verdiği meal ve izah yukardaki gibidir. Ama burada dikkat çeken latif bir nükte vardır. Şöyle ki;

Evvela beytin birebir çevirisi şöyledir:

"Kalp gözümün ağlayan damlaları dökmesi, Allah'ın şûunundandır."

Beytin izahı şu şekilde yapılabilir:

Üstad'ın ruhunun ve kalbinin gözünde açılan pencerelerden yani hatıralardan öyle hissediliyor ki; sanki hayatına giren tüm olaylar, zevaller ve musibetler, kalbini ve ruhunu ağlattığı gibi kendileri de yani hatıralar ve zevaller de ağlıyorlar ve ağlatıyorlar. Bu da Allah'ın iradesi ve fiili iledir ve şe'nidir.

Ayrıca bu beyitte latif bir nükteyi de şöyle açıklayabiliriz:

Allah'ın zatına, şuunatına, sıfatlarına ve esmasına layık, azametine ve şanına münasip, kemaline muvafık; kutsi, güzel, münezzeh ve mukaddes sıfatları ve şe'nleri vardır. Bunlardan bazıları; muhabbet, sevmek, lezzet, aşk-ı lahuti, ferah, mesruriyet, şevk, memnuniyet, iftihar, şefkat gibi manalardır.

"Zât-ı Rahmânü’r-Rahîm, Ona layık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvi, kutsi, güzel, münezzeh manaları vardır."

"'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, her biri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvi, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."(2)

İzn-i şer'i olmadığı ve lafızlarımızın kıtlığından dolayı mananın açıkça ifade edilemediği, Allah'ın başka başka şen ve sıfatları da vardır. Bu beyitteki "... Allah'ın şuunundandır" ifadesini de öyle anlayabiliriz. Üstad Hazretleri belki de izn-i şer'i olmadığı ve ifadedeki nakıslıktan dolayı veya yanlış anlaşılmaya müsait olmasından, o manayı açıkça ifade ve izah etmemiştir. Aşağıdaki hadis de aynı özellikte bir mana taşır: 

"Kulunun tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır."(3)

Bu hadisteki memnuniyet ve sevinç nasıl zatına, kemaline, azametine, şanına, sıfatlarına ve esmasına layık ve münasib bir tarz ve bilmediğimiz bir keyfiyet ile ise aynı şekilde mefhum-u muhalifiyle kulunun ve sevdiği müminlerin tövbe etmemesi ve günahlara girerek şeytan ve nefse uyması veya sevdiği kulunun üzülmesi de aynı şekilde bir "memnuniyetsizliğe" veya daha uygun bir ifade ile "razı olmadığı bir duruma" sebep olmaktadır. Bu da Allah'ın bir şe'ni olmaktadır.

Biz burada Allah'ı daha iyi tanımak için küçük, cüzi, dar pencerelerden Cenab-ı Hakk'ın zatına değil, şuunatına bakmaya çalıştık. Yoksa Cenab-ı Hak, mümkinata benzemekten müstağnidir. Zatının keyfiyeti meçhuldür. Mekândan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan mualla yalnız odur. Tüm güzel ve kemal ve layık isimlerle, sıfatlarla, şe'nlerle muttasıf ve müsemma yalnız odur.

"Hayat-ı insaniyenin vezâifinden biri de kendi cüz’î sıfatlarını, şuunatını, Hâlıkın külli sıfatlarını, şuunatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır."(4)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı.

2) bk. age., Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.

3) bk. Buhârî, Daavât 4; Müslim, Tevbe 1, 7, 8.

4) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.



37. "İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i İlâhî'nin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir." cümlesinin izahını yapar mısınız?

İbrahim aleyhisselâm bir Hakîm-i İlâhîdir; hikmet derslerini bizzat Cenâb-ı Hak’tan taallüm etmiş, ders almıştır.

Onun "Batanları sevmem." manasındaki kelamı Kelamullah içinde, yani Kur’ân-ı Kerim'de yer almıştır. Her peygamber kıssasından alacağımız dersler olduğu gibi, bu kıssadan da alacağımız en büyük ders, kalbimizi fânilere bağlamamak, bütün muhabbetimizi Bâki ve Kadîm olan Allah’a hasretmek, mahlûkatı da yine onun namına sevmektir.



38. "Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünkü zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı Ebedî için yaratılan ve âyine-i Sâmed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli." İzah eder misiniz?

İnsan sevdiği şeylerin ebedîyen devam etmesini arzu eder.

"İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hatta her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder."(1)

Dünya fâni olduğu gibi, onda konup göçenler ve sergilenen güzellikler de fânidir. Hakikî güzel olanın zail olmaması gerekir. Güneş'in batmakla gaip olması gibi, sevilen bir şeyin de zeval bulması, ondaki güzelliğin hakikî olmadığını gösterir. Güneş'in aynalardaki parıltılarının akşam olunca yerini karanlığa bırakması gibi, bu sevilen şeyler de yerlerini “esefli bir hayal ve hasretli bir rüya”ya terk ederler.

Üstad Hazretleri Yirmi Dördüncü Söz’deki muhabbet bahsinde, insanda nihayetsiz bir muhabbet kabiliyeti olduğunu belirttikten sonra, her şeyin fâniliğine dikkati çekerek, "İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir."(2) hakikatine dikkat çeker. 

Kalbin ayine-i Samed olmasına gelince, bu mana şu âyet-i kerîme ile sabittir.

“...İyi bilin ki, kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur (huzur bulur).” (Ra’d, 13/28)

Bilindiği gibi, Samed ismi "Her şey ona muhtaç, o ise hiçbir şeye muhtaç değil." demektir. Buna göre bütün ihtiyaç sahipleri bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna olurlar.

Burada ayinedarlığın insan kalbine tahsisi, bu ismin insan kalbinde kemaliyle tecelli etmesi cihetiyledir. Göz ışıkla, mide rızıkla tatmin olduğu gibi, kalp de ancak Allah’a iman ve marifetle ve onu anmakla tatmin olmaktadır.

Bir çiçekte de Samed ismi tecelli eder, bir hayvanda da bir insanda da. Çiçek sadece toprağa, suya, güneşe, bahara muhtaç olmakla Samediyete ayna olurken, bir hayvan bütün bunların yanında görmeye, işitmeye, yürümeye de muhtaç olmakla Samed ismine daha mükemmel bir ayna olur. İnsan kalbi ise mahlûkatla tatmin olmaz, onların yaratıcısına iman ve marifetle tatmin olur. Bu yönüyle Samediyete en geniş ve en mükemmel ayna insan kalbidir.

Dipnotlar:

1) bk. Lem’alar, Üçüncü Lem'a.

2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.



39. "Bir matlub ki, gurubda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın..." İzah eder misiniz?

"Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zat'ın aynası olan ve nihayetsiz derecede nâzik ve letâfetli bulunan,.."(1) 

İnsan ruhu ve kalbi, fani mahluklarla tatmin olmaz. Batan Güneş'ten geriye ışık namına bir şey kalmaması gibi, bazı matluplar, yani talip olunan şeyler de insanı bir süre oyaladıktan sonra batar ve ortadan kaybolurlar.

O hayal edilen makamlara sonunda başkaları geçer, o can atılan teveccühlere artık başkaları mazhar olur. Uğrunda bir ömür tüketilen servetler, sonunda varisler arasında bölüşülür, parçalanır. İşte bu fani gayeler “kalbin alakasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor.”

İnsan bu fâni hedeflere kavuşmakla emellerine ulaşmış sayılmadığı gibi, bunları elde edememek yahut kaybetmek de “gam ve kederle teessüf etmeye” değmiyor. Üzülmeye değmeyen bu fânilerin, perestişe yani taparcasına aşırı bağlanmaya layık olmadıkları açıktır.

1) bk. Sözler, Yirmi Birinci Söz, İkinci Mebhas. 



40. "Bir Mâbud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim... Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?" İzah eder misiniz?

Bu metinde geçen "mabud" kelimesinden Allah’a ortak koşulan şeyler anlaşılacağı gibi, mecazî manada, “Allah rızası düşünülmeden hedef alınan bütün menfaatler, makamlar, servetler, kısacası, insanı Rabbine ibadetten uzaklaştıran her şey” olarak da tefsir edilebilir.

Bu ikinci mana “şirk-i hafiye” girer. Nur Külliyatı'nda riyakârlığın gizli şirk olduğu nazara verilmiştir. Yani, Allah için amel etmek yerine; başkaları görsün, takdir etsin veya ona bir menfaat kazandırsın diye yapılan bütün ameller gizli şirke girer. Dolayısıyla, bunların her biri batıl bir mabud olarak insanı ihlâs ile ibadet etmekten alıkoyarlar.

"Onun (Allah’ın) vechinden (zatından ve onun rızası için yapılanlardan) başka her şey helak olacaktır." (Kasas, 28/88)

Bu âyet-i kerîmeden hareketle, “zevalden kendini kurtaramayan” her şeyin helak olmaya mahkûm olduğunu ve bunların mabud olamayacaklarını yakinen biliriz. Bu ister batan Güneş olsun, ister ölen bir insan olsun, isterse dünyanın geçici mevki ve makamları olsun fark etmez. Hepsi helak olmakta eşittirler ve bunların hiçbirine ibadet edercesine bağlanılamaz, bunların hiçbirinden yardım beklenemez, medet umulamaz.

"İşte şu vaziyette bir insana hakikî Mabud olacak; yalnız, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelal, bir Rahîm-i Zülcemal, bir Hakîm-i Zülkemal olabilir."(1)

1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.



41. "Zahire müptela olan akıl" ve "Baki bir mahbubu arayan ruh" ifadelerini izah eder misiniz?

"Zâhire müptelâ olan akıl", hakikatten uzak kalmış, sebepleri tesir sahibi sanan “aldanmış bir akıldır.”

Eşyanın hakikatinin Allah’ın isimlerine dayandığını, sebeplerin zahirî olduğunu, icatta bir tesirleri olmadığını bilen bir mü’minin ruhu, kâinatı ve içindeki eşyayı bir misafirhane kadar sever ve bu fanilere aldanmak yerine “bâki bir mahbubu” arama yolunu tutar.

Aklın zahire müptela olması demek, iman ve Kur’ân nazarı ile eşyanın hakikatine intikal edememe durumudur. Mesela ölümün zahiri çok acı ve elemlidir, ama hakikatte ise ölüm ebedî saadetin başlangıcıdır. Şâyet iman nazarı ile ölümün içyüzünü görmeyip, onu sadece dünyadan ve dostlardan ayıran bir vasıta olarak görürsek, feryat ve figan etmeye mahkûm oluruz.



42. "Der-akab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç layık değildir... Bütün mecâzî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır..." İzah eder misiniz?

Kavuşmaları ayrılıkların takip ettiği bu dünya hayatında, ne ayrılıklar meraka değer, ne de kavuşmalar iştiyaka layıktır. Çünkü kavuşulan bir lezzetin elden çıkması elem getirdiği gibi, henüz elde iken bile bir gün kaybolacağının düşünülmesi, tasavvur edilmesi de insana elem vermektedir. Nitekim mahbuplarından ayrılığın elemini şiirleriyle dile getiren bütün mecazî âşıkların şiir kitaplarının ruhu sıkılsa "elemkârane birer feryad damlar."

Bu elemlerden kurtulmanın tek çaresi, gönlünü fani dünyaya ve ondaki fâni ve âciz mahbuplara kaptırmamak, dünyayı âhiretin tarlası ve İlâhî sanat eserlerinin bir teşhir salonu olarak görüp o nazarla temaşa ve tefekkür etmek, yaratılan her şeyi Allah namına, meşru dairede ve ebedî saadeti netice verecek şekilde sevmektir. Böyle yapmayıp da fanî varlıkları ebedî vehmederek seven kişi, onlardan ayrılığın elemini ancak feryatla dile getirecek; bu feryat ise ruha hiçbir teselli vermeyecek, kalbi yaralamaktan öte bir işe yaramayacaktır.



43. "Şu fâni dünyada beka istiyorsan; beka, fenadan çıkıyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fena bul ki, baki olasın." İzah eder misiniz?

"Beka", devamlı olmak, daimî kalmak, "fena", ise fani olmak, geçici olmak demektir. Bekanın fenadan çıkmasının en güzel misâli, Nurlarda geçtiği gibi, çekirdeğin toprak altında fena bulmasıyla bir sümbül hayatını netice vermesidir.

“Çekirdeğin mevti sümbülün mebde-i hayatıdır.”

Beka kelimesi, “devam” manasına da kullanılmaktadır. Dünyada bekanın olmadığı açıktır, ama belli bir süreye kadar da olsa devam söz konusudur. Nur Külliyatı'nın bazı derslerinde de bekanın devam manasına kullanıldığını görüyoruz. 

Ömür bir sermaye ve bu dünya bir imtihan salonu olduğuna göre, insan; “nefs-i emmâre cihetiyle fena” bularak, yani onun sözünü dinlemeyerek, bu fani ömrünü âhirette baki meyveler verecek şekilde kullanırsa, bu fenadan ebedî saadet çıkmış olur.



44. "Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî yolunda feda et. Mevcudatın ademnümâ akıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekaya giden yol, fenâdan gidiyor." Açıklar mısınız?

Peygamber Efendimizin (asm) ifadesi ile "Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır."(1) O halde, kötü ahlâktan sıyrılmanın yegâne yolu kalbimizden dünya sevgisini atmaktır.

İnsanın ebedî saadete mazhar olması ancak bu dünyanın fani süfliyatını ve haramlarını terk edip, kalbine sadece Allah’ın muhabbetini yerleştirmesi ile mümkündür.

İnsanın dünyayı terk edip âhirete yönelebilmesi de ancak dünyanın üzerine vurulmuş fanilik damgasını okuması ile gerçekleşir. Yani ebedî âlemden başka bir şey ile tatmin olmayan insanın fıtratı, fani olan bu dünya ile tatmin olmaz ve olamaz. Öyle ise insan her şeyin üzerindeki fanilik damgasını görmeli, sevdiği ve perestiş ettiği şeylerin hakiki sahibinin Allah olduğunu unutmamalı, onları da onun namına sevmelidir. Zira bütün güzelliklerin, ihsanların ve hayırların asıl membaı onun esmâ ve sıfat tecellileridir.

Allah insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak genişlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedî ve solmayan bir güzellik ile mutmain olabilir.

İnsanın, saçından tırnağına, gözünden midesine, aklından hayaline kadar her nesi varsa hepsi ona İlâhî bir ihsan, bir ikramdır. Bunları bilen, bilmekten de öte bizzat yaşayan bir insanın vicdanı, Allah’ı bilme tanıma ve ona sonsuz bir muhabbet besleme özelliğine sahiptir.

"Bekaya giden yol, fenâdan gidiyor." cümlesini izahına gelince, bu cümlenin izahı bir sonraki cümlede şöyle yapılıyor:

"Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki baki olasın."

Çekirderler, tohumlar toprak altında fena bulmakla, yani varlıklarını o alemde feda etmekle hava aleminde sümbüllenirler, büyürler ve hakikatleri kuvvetlenir. İnsanın da toprağı ubudiyet ve ihlastır, suyu İslamın emirleri, ziyası ise imanın nurudur. İşte hayatını bu şartlarda fani eden insan beka bulur, yani ebedi saadete mazhar olur.

1) bk. Beyhakî, Şuabu'l-İman 7/338, No: 10501; İmam Gazali, İhya, III, 454.



45. "Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zeval-i dünyadan hayrette kalıp, meyûsâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan,.." Fikr-i insanînin esbab içerisine dalmasını nasıl anlamalıyız? Vicdanın hakiki vücut istemesi ne demektir?

İnsan sonsuz aciz ve fakir olarak yaratılmıştır. Organlarından, havaya, suya, güneşe kadar sonsuz şeylere muhtaç olması yönüyle sonsuz fakir, bunların hiçbirini yapmaya gücünün yetmemesi cihetiyle de sonsuz âcizdir.

"Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdâd cihetinde iki küçük pencere Kadîr-i Rahîmin bârigâh-ı rahmetine açılır; her vakit onunla bakabilir..."(1)

Bu hakikatten gaflet eden insan, esbab içerisine dalar. Acz ve fakrına merhameten yapılan ilâhî ihsanları sebeplerden bilmeye, onlara lüzumundan fazla ehemmiyet vermeye başlar. Anne-baba insan için, toprak ağaç için, ağaç da meyve için birer sebeptirler. Ancak, bunların hiçbiri hakiki müessir değillerdir. Onlar da yaratılmalarına vesile oldukları varlıklar gibi, sonradan yaratılmış ve belli bir işle vazifelendirilmiş memurlardır. Bunları kuvvet sahibi, irade sahibi, ilim ve hikmet sahibi, merhamet ve ihsan sahibi bilmek en büyük bir gaflettir ve “esbab içerisine dalmak”tır.

Yine, her vicdan yakinen bilir ki, insan kendi vücudunu kendisi yapmış değildir. Bu vücud fanidir ve emanettir. Bu vicdanî malumat onu “Vücud-u hakikî” istemeye, “Batıp kaybolanları sevmem.” diyerek “mahbûbat-ı mecaziyyeden ve mevcûdât-ı zâileden kat-ı alâka edip, Mevcûd-u Hakikî'ye ve Mahbub-u Sermedi'ye” bağlanmaya götürür.

1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.



46. "Her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezal'in tecelli-i Cemâlinden iki lem'ayı, iki sırrı görebilirsin..." Her fani şeyde bakiye isal eden iki yol nedir? Can ve canan olan mahbub-u lâyezal ne demektir?

"Bâkiye îsal eden iki yol" denilince, bir önceki sualin cevabında geçtiği gibi, vicdanın insana "acz ve fakrını" bildirmesi anlaşılır. Bununla birlikte, bir sonraki cümlenin “Evet,..” diye başlamasından hareketle, devamında verilen iki misâlin bu hususu izah ettiği de düşünülebilir.

Birinci misâl; “Nimet içinde in'am görünür; Rahman'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'ama geçsen, Mün'im'i bulursun.”

İkinci misâl ise, “Hem her eser-i Samedânî, bir mektub gibi, bir Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, Esmâ yoluyla Müsemmayı bulursun.”

"Can ve canan olan mahbub-u layezal" ifadesi ilâhî aşk için kullanılmıştır. Canımızı veren o olduğu gibi, canımıza can katan da ona olan imanımızdır. İmansız bir canda manevî hayat yok demektir. Kalbimizin ve ruhumuzun hakiki cananı, ancak “zevalden, batmaktan, kaybolmaktan münezzeh” olan "mahbub-u lâyezal"dir.

Evet, mevcudat fanidir ve fenaya gider. Allah yarattığı hiçbir varlığı bu dünya cihetiyle ebedî kılmamıştır. Her varlığın üzerinde fanilik mührü vardır. Şâyet varlıklarda ebedilik olsaydı, insan kalbinin Allah'a müteveccih olması ve ona bağlanması zorlaşacaktı. Ama Allah varlıklara fânilik damgasını vurmakla, kalbin onlardan alakasını keser. Bütün varlıkların fenaya gitmesinden sonra elbette insan, bütün bu fanilere vücut veren ve sonra fenaya gönderen yerlerine başka varlıkları yine yaratan bir Halık’ın var olduğunu anlar.

Mahbub-u Lâyezal, ebedî olduğundan, kesintisiz muhabbete layık olan demektir. Buradan da anlıyoruz ki, fâni olmaya mahkûm olan eşya, elbette hakikî ve daimî muhabbete layık değildir. Çünkü insan kalbi fâni olanı istemez, zevale gidenleri hakikî sevemez. Kalb bütün kâinatı ihata edecek bir istidatta yaratılmıştır.

Bundan dolayı insan kalbi muhabbet itibariyle tüm varlıklardan yüzünü çevirir. Baki bir zatı aramaya başlar.

Madem insan kalbi sonsuz bir muhabbet istidadını taşıyor. Ve madem varlıkların hiçbirisinde beka ve sonsuzluk olmadığı için hakiki muhabbete layık değildir. Elbette tüm bu varlıkları yaratan ve kalplere sonsuz muhabbet kabiliyeti veren birisi var. Hiç şüphe yok ki tüm muhabbetlerin hakiki sahibi de odur.

"Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli."(1)

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



47. "Evet, nimet içinde in'am görünür; Rahman'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'ama geçsen, Mün'im'i bulursun..." İzah eder misiniz?

İn’am; nimetin verilmesi, ikram ve ihsan edilmesi demektir. Bir nimeti bu manada değerlendiren insan, bu ikram ve ihsan manalarını ne ağaca, ne toprağa veremeyeceğinden o nimette Rahmân olan Rabbinin iltifatını hisseder. Böylece nimetten in’ama geçer ve o nimetin hakiki sahibi ve yaratıcısı olan Mün’imi bulur.

Aynı şekilde, yeryüzüne serilen yahut gökyüzünü süsleyen ve her biri bir sanat mu’cizesi olan İlâhî eserleri tefekkür eden insan, onların taşıdığı derin manaları, sanat inceliklerini ne ölü elementlere, ne de şuursuz sebeplere vermeyip hepsini Allah’tan bilir; onları onun mahlûkları ve eserleri olarak değerlendirir. Böylece nakıştan manaya geçerek esmâ tecellilerini okur ve Müsemma’yı, yani o isimlere sahip olan Allah’ı bilir ve tanır.

O nakışlarda öncelikle güzellik ve süslendirme nazara çarpıyorsa, nakıştan manaya geçince Müzeyyin ismiyle Allah’ı bulur.

O nakışlarda kudret ve azamet hâkim görünüyorsa, Kâdir ve Azîm isimleriyle Allah’ı bulur.

Nakışlarda nuraniyet ve temizlik hâkim ise Münevvir ve Kuddüs isimleriyle Allah’ı bulur.

Büyüklük ve yükseklik öncelikle dikkati çekiyorsa Kebir ve Müteâl isimleriyle Allah’ı bulur.

Üstad Hazretleri “nimet” mefhumunu, sadece midenin ihtiyaçlarına hasretmez. Mide doymak istediği gibi, akıl, kalp ve bütün duygular da tatmin olmak isterler. Bunların tüm ihtiyaçları “nimet”, onların verilmesi “in’am”, bunları ihsan eden ise “Mün’im”dir.

Nur Külliyatı'nda bu konuda geniş bir tefekkür dersi vardır. Sadece bir cümlesini nakledelim:

"Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur."(1) 

Görme büyük bir nimettir. Gözleri kör bir insanın sadece karnını doyurmanız, onu mutlu etmenize yetmeyecektir. O hâlde, gün boyunca seyrettiğimiz bütün eşya gözümüzün rızkı gibidir. Bir dağa baktığımızda dağın görüntüsü gözümüzde teşekkül eder ve göz o görüntüden istifade eder, görme nimetini tadar.

Bütün mesele, nimette boğulmayıp, in’ama geçebilmektedir. Aksi hâlde bu kıymetli nimetleri şuursuzca tüketmenin hesabı çok ağır olur.

1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.



48. "Masnuatta hiçbir eser yok ki, çok manalı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sani'-i Zülcelâl'in çok esmasını okutturmasın. Madem şu masnuat, elfâzdır,.." İzah eder misiniz?

Bazen, bir şahsın taşıdığı bir özelliğin, sahip olduğu bir sıfatın büyüklüğü anlatılırken, o sıfat, zat yerine kullanılır. Mesela, bir kimsenin çok büyük bir âlim olduğunu ifade ederken, “Adam, sırf ilim” derler. Yani, sanki ilim cisimleşmiş de o âlim kişi olmuş.

Allah’ın birer sanat eseri olan her varlık "çok manalı bir lafz-ı mücessem"dir. Yani, o kadar çok mânâlar ve hikmetler taşır ki, sanki bu mânâlar cisimleşmiş de o varlık meydana gelmiş. Cümlenin devamında da geçtiği gibi, Nur Külliyatı'nda "kelimât-ı kudret" ifadesi çokça kullanılır. Kâinatın bir kitab-ı kebir ve ondaki her varlığın da Allah’tan haber veren birer âyet olduğu kaydedilerek, Kur’ân-ı Kerim’le kâinat arasında hârika münasebetler kurulur.

Kâinattaki bu "çok manalı lafz-ı mücessem"lerin "Sâni'-i Zülcelâl'in çok esmasını okuttur"duğu ifade edilirken, bir bakıma "İkra" (Oku) emrinin de mahiyetine işaret edilmiş olunuyor.

Allah Resulü (asm.) "İkra" emrine uyarak, kâinat kitabını Rabbinin ismiyle okudu. İnsanlar, “Allah namına okumayı” öğreninceye kadar, ne kendilerini okuyabiliyorlardı ne de çevrelerindeki varlıkları. Öyle olmasaydı, kendilerini ve bütün bir varlık âlemini putlara isnat etmezlerdi.

"Mâdem şu masnuat, elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy." cümlesinde, bütün varlıkların kelimat-ı kudret oldukları, hikmet, rahmet, ilim, ikram, ihsan gibi nice manalar taşıdıkları, bunların okunmasıyla Kâinatın Hâlık’ına iman, marifet, muhabbet vadisinde mesafe alınacağı, bu ulvî neticeye ulaştıktan sonra o varlıkların göçüp gitmelerine üzülmemek, arkalarından esefle, hasretle bakmamak gerektiği ders verilmektedir.

"Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esmâ-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir."(1)

"Manasız kalan elfâzı bilâpervâ zevâlin havasına at. Arkalarından alakadarâne bakıp meşgul olma." cümlesi ise şöyle izah edilebilir:

Bize bir mektup geldiğinde zarfı açar, içindeki mesajları aldıktan sonra zarfı yırtıp atarız. Bizim için önemli olan zarfın kendisi değil, içindeki mesajdır.

Kâinattaki canlı ya da cansız bütün eşya, aslında zarflı bir mektuptur. Mesela, bir çiçeğin cismi ve kalıbı zarftır, içindeki mesaj yüklü yazı ise manasıdır. Allah bu mektupta esmasının tecellileriyle bize kendini tanıttırıyor. Biz bu manaları okuduktan ve öğrendikten sonra, o çiçek de solup gider. Artık biz onun solmuş yapraklarına "alakadarâne bakıp meşgul" olmayız.

1) bk. Şuâlar, Dördüncü Şuâ.



49. "Sermayesi âfâkî mâlûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî,.. Kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi bîçare nefsim,.." Akıl, ruh, kalb, vicdan ve nefis sıralamasının aralarındaki münasebet açısından izahı nasıl?

Sadece dünya işleriyle alakadar, kendini kimin yarattığını, vazifesinin ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini hiç düşünmeden yalnız "afakî malumat" ile yani kendi haricindeki hâdiselerle ilgilenen, onlardan nefsi namına ne gibi faydalar sağlayabileceğini düşünen, hakikate nüfuz edemediği için de “zahirperest” olan bir insanın aklı, “dünyevî”dir.

Böyle bir aklın imal ettiği fikirler, neticede hiçliğe incirar eder, bu ise ruhu ümitsizliğe düşürür.

Sadece bir misâl verelim: 

Akl-ı dünyevî, portakalı inceler, onun C vitamini taşıdığını keşfeder. Onu yiyen kişilerin bünyelerinin mikroplara karşı daha dayanıklı olduğunu ortaya koyar. Ancak, düşüncesini biraz daha ileri götürdüğünde portakal yediği için grip olmasa bile sonunda öleceğini, kabirde çürüyeceğini, hem kendisinin hem de yediği portakalın hiçliğe incirar edeceğini düşündüğünde müthiş bir hayrete ve yeise düşer.

“Ufûl edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti.” ifadesi, bilhassa, ölüm hâdisesine bakmaktadır. Ölümle ruh bedenden elini çekince, bedeni ihata eden ve besleyen kâinattan ve ondaki hâdisattan da elini çekmiş oluyor. Yani, artık o ruh için, beyinle ayağın, geceyle gündüzün, baharla kışın bir farkı kalmamıştır. Hiçbiriyle münasebeti yoktur, onlardan ne fayda görür, ne de zarar. 

"Ölmeden önce ölme" bahtiyarlığına erenler, aynı mânâyı hayatta iken de kalben yaşarlar ve mahlukata gönül bağlamazlar.

"Kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti."

Mecaz; “yerini tecavüz etmiş, farklı yerde kullanılan” demektir. Kalbin yaratılışında Allah’a muhabbet vardır. Çünkü "sebeb-i muhabbet olan cemal, kemal ve ihsanın" tamamı ona aittir.

"Beşer, fıtraten, şu kâinatın Hâlık'ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır."(1)

"Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi."

Nihâyetsiz âciz ve fakir olduğunu, bütün ihtiyaçlarının ancak kâinatın tümüne hükmü geçen Rabbi tarafından görüldüğünü vicdanen bilen insan, kendisi gibi âciz, fakir ve fani olan mahlûkların onun derdine deva olamayacağını bilir ve onlardan yüz çevirir. Faydayı da zararı da onlardan bilmez. Onlara müracaat etmek yahut onlardan korkup sakınmak yerine, bütün mahlûkatın Hâlık’ına sığınır,  "iyya ke na’büdü…"nün sırrına ererek, "ancak ona ibadet edip yalnız ondan yardım diler."

Bütün bunları müşahede eden nefis de kendine güvenmeyi ve fanilere gönül bağlamayı terk edip "Lâ uhibbü’l-âfilîn" deyip kurtuluş yoluna girer.

1) bk. Lem’alar, On Birinci Lem'a.



50. "Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i cam-ı aşk olan Mevlâna Cami" ifadesinin ışığında, Mevlâna Cami Hazretlerinin meşrebi ve mesleği hakkında bilgi verir misiniz?

Bu ifade, Mevlâna Câmi’nin, “yaratılışı aşkla yoğrulan ve Allah aşkıyla kendinden geçen bir tasavvuf büyüğü” olduğunu göstermektedir. 

Mevlânâ Câmi’nin asıl adı Abdurrahman bin Nizamüddin Ahmed’dir. 1414’ yılında İran’ın Cam kasabasında doğdu. İlk tahsilini Herat ve Semerkant’ta yapan Mevlânâ Câmi, medrese ilimlerini tamamladıktan sonra tasavvufa yöneldi. Bu sahadaki şöhreti İstanbul’a kadar dayandı...

Arap dili ve edebiyatına son derece vâkıf olan Câmî, doksanı aşkın eser vermiştir. Ülkemizde en çok tanınan eseri, Şark klasiklerinde ehemmiyetli bir yeri olan "Bahâristân"dır.



51. "Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor... Biri çağır... Biri talep et... Biri gör... Biri bil... Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir." İzah eder misiniz?

"Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:

يَكِى خَواهْ، يَكِى خَوانْ، يَكِى جُوىْ، يَكِى بِينْ، يَكِى دَانْ، يَكِى كُوىْ

demiştir.(HAŞİYE) Yani;

1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.

2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar.

5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.

6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir."

(HAŞİYE: Yalnız bu satır Mevlânâ Câmî‘nin kelâmıdır.)(1) 

1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.

Sadece ve sadece Allah’ı iste, Onu sev, Ona muhabbet et. Çünkü Allah’tan gayrı her şey kendi başına kendi adına kendi hesabına bir anlam bir değer taşımıyor. Allah’tan gayrı olan şeylerin asıl amaç ve misyonu Allah’ı hatırlatmak, Ona yöneltmek ve Onu sevdirmek içindir. Öyle ise asıl ve amaç dururken, asla ve amaca hizmet eden araçlara gönül bağlamak ahmaklık olur.

2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

Sadece ve sadece Allah’tan yardım iste, Ona dayan Ondan medet um. Çünkü kainatta mutlak güç ve söz Onundur, diğerlerinin elinden bir şey gelmez; onlarda benim gibi aciz, çaresiz ve imdada muhtaç varlıklardır. Mahkumun kötüsü jandarmaya dert yanarmış, oysa hükmü verecek yargıçtır, derdini jandarmaya değil yargıca anlat.  

3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

Sadece ve sadece Allah’ı iste, Onu talep et ve Ona perestiş göster. Başkaları istenmeye ve talep edilmeye değmez. Çünkü onlarda bizim gibi gelip geçici, elinden bir şey gelmez fani varlıklardır.

4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.

Sadece ve sadece Allah’ı gör, Ona odaklan Ona yönel, Onunla huzur bul. Başkaları insan kalbini tatmin edecek kadar sürekli ve daimi değildirler. İnsanın duygu ve kalbini tatmin edecek yegane görülmeye ve yönelnilmeye layık maşuk Allah’tan başkası değildir.  

5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.

İnsanın kâinata gönderilmesindeki en büyük gaye, Allah’ı isim ve sıfatları ile tanımak ve bilmektir. Bu gaye gerçekleşmez ise, yani insan hakikî bir marifet ile Allah’ı tanımaz ise insanın yaratılış gayesi tahakkuk etmemiş olur. Nasıl ki meyve vermeyen ağaç kesilip yakılıyorsa, insan da Allah’ı tanımaz ve O’na ibadet etmezse, cehennemlik bir odun olur. Allah’ı bilmedikten ve tanımadıktan sonra, dünyevî diğer bilgi ve malumatlar ancak kabir kapısına kadar işe yarar, ondan sonra hiçbir kıymeti kalmaz.

6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.

Dünyada gereksiz ve işe yaramaz söz ve davranışlardan uzak dur, ancak ve ancak Allah’a yaklaştıracak tefekkür, zikir, tezekkür ve faydalı işler ile uğraş. Yani Allah’ı an, Onu zikret, Onun rızasını kazandıracak meşru işler ile meşgul ol. 

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı.



52. "Âlem bütün mevcûdâtıyla muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamatıyla zikr-i İlâhinin halka-i kübrâsında beraber 'Lâ ilahe illa Hu' der, vahdâniyete şehadet eder..." Fanilerin ve uful edenlerin açtığı yaraya kelime-i tevhidin çare ve deva olmasının izahı?

"Lâ ilahe illa Hu" (Ondan başka ilah yoktur) cümlesi vahdâniyete, yani Allah’ın birliğine şehadet etmektedir. Bu cümle, bütün ilâhî isimler için ayrı ayrı düşünülebilir; “O’ndan başka Ma’bud yoktur, O’ndan başka Hâlık yoktur, O’ndan başka Mâlik yoktur, O’ndan başka Rahmân, Rahîm, Rezzak, Muhyi, Mümit,.., yoktur" gibi.

Bu isimlerin her birinin tecelli ettiği varlıklar vazifelerini bitirdikten sonra, ölümü tadarak bu dünya meydanından çekildiklerinde, onların vazifelerini yeni mahlûklar icra ederler. Giden varlıklar ise hiçliğe gitmezler, Allah’ın ilminde bâki kaldıkları gibi, yaptıkları tesbihler levh-i mahfuzda, âlem-i misâlde kaydedilir, bir nevi bekaya mazhar olurlar. Zaten ruh, ölüm ile yokluğa gitmemekte, sadece beden kaydından kurtulmakta, berzah âleminde varlığını sürdürmektedir.

Öte yandan, bu fâni dünya hayatına son verilmesinden sonra, onun yerini ebedî bir âlem alacak, insanlar o âleme uygun cesetler giyerek yeniden ruh-beden beraberliğine kavuşacaklar ve inşallah cennette her türlü elem ve kederden uzak olarak selametli bir hayat geçireceklerdir.

Rezzak ismi âhirette daha mükemmel meyvelerle yine tecelliye devam edecek, Müzeyyin ismi bu dünyadan daha güzel ve süslü bağ ve bahçelerle tecellisini sürdürecek, Hakîm ismi bu dünyadakilerden çok daha ileri hikmet levhalarını seyircilerinin ibret ve hayret nazarlarına sunacaktır.

İşte "Lâ ilahe illa Hu" cümlesi böyle nice tecellileri mü’mine hatırlatmakla, dünyanın fani yolcularından ayrılmaktan duyduğu elemi hafifletecek, ortadan kaldıracak, ondaki sonsuz muhabbet kabiliyetinin yönünü bu mecazî mahbuplardan, ezelî ve ebedî olup zeval bulmaktan münezzeh olan “Mahbûb-u Lâyezalî”ye çevirecektir.



53. "Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi..." Mukaddeme hakkında bilgi verebilir misiniz?

Üstad Hazretleri, Kosturma'da sürgünde olduğu dönemde dünyayı terke karar vermişken, Cihan harbinden sonra İstanbul’a döndüğünde, kendisine Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azalığı teklif edilmişti.

Bu iki levha o dönemde kaleme alınmıştır. Bu konuda Şuâlar’da (On Dördüncü Şuâ) şu bilgi yer almaktadır:

"Aziz, sıddık kardeşlerim,

"İki üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul'da beni Yûşâ Dağına çıkarıp İstanbul'un, Dârü'l-Hikmetin cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp, hattâ İstanbul'da bulunan Nurun birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman'ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acîp inkılâbât-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum."(1)

1) bk. Şular, On Dördüncü Şua.



54. Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eden Birinci Levha'nın, her bir cümlesini kısaca açabilir misiniz?

                                     Birinci Levha

Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.

Beni dünyaya çağırma,        Ona geldim fena gördüm.
Demâ gaflet hicab oldu,       Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya-yı mevcudat,     Birer fâni muzır gördüm.
Vücud desen onu giydim,    Âh ademdi çok bela gördüm.
Hayat desen onu tattım,      Azap-ender azap gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu,              Bekayı bir bela gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu,          Kemal ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu,             Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal nefs-i zeval oldu,          Devayı ayn-ı dâ’ gördüm.
Bu envar zulümat oldu,        Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar na’y-ı mevt oldu,  Bu ahyayı mevat gördüm.
Ulûm evhama kalboldu,        Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet ayn-ı elem oldu,          Vücudda bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum,    Âh firakta çok elem gördüm.(1)

"Beni dünyaya çağırma, … Ona geldim fena gördüm."

Beni âhiretten gaflet ederek sadece dünyaya teveccüh etmeye çağırma.
Ben bu dünyaya geldim ve ondaki her şeyin fani olduğunu gördüm.

"Dema gaflet hicab oldu, … Ve nur-u Hak nihân gördüm."

Gaflet, dünya hayatında her zaman bir perde oldu ve Hakk'ın nurunu, (o dünya mevcudatında tecelli eden İlâhî isimleri ve sıfatları) gizlenmiş gördüm.

"Bütün eşya-yı mevcudat,… Birer fâni muzır gördüm."

(O gaflet sebebiyle) dünyada olan her şeyi hem fani hem de zararlı (elem ve keder verici) gördüm.

"Vücud desen onu giydim,…  Ah ademdi çok bela gördüm."

Varlık desen ona kavuştum; ama sonu adem (yokluk) olduğundan, her varlıktan ayrılmayı bir bela olarak gördüm.

"Hayat desen onu tattım, … Azab ender azab gördüm."

Hayatı tatmakla binler (çeşit emellere ve elemlere muhatap oldum) azap içinde azaba düştüm.

"Akıl ayn-ı ikab oldu, … Bekayı bir bela gördüm."

(Geçmiş zamanın elemlerini ve gelecek zamanın korkularını hatırlatmasıyla) akıl benim için bir azap oldu. Bekayı (yani dünyada uzun süre yaşamayı) bir bela görmeye başladım.

"Ömür ayn-ı heva oldu, … Kemal ayn-ı heba gördüm."

Yaşamak boş bir heves gibi oldu. (Sonu zeval bulup yokluk olduğu için) kemale ermeyi, üstünlük kazanmayı  boş ve faydasız gördüm.

"Amel ayn-ı riya oldu, … Emel ayn-ı elem gördüm."

Yaptığım işlerde gösteriş hâkim oldu. Bir şeye kavuşma isteğim, elemlere dönüştü.

"Visal, nefs-i zeval oldu, … Devayı ayn-ı dâ' gördüm."

(Bir arzuma kavuşmam ondan ayrılığın da başlangıcı olduğundan) o kavuşma aynen ayrılma gibi oldu. Böylece, dermanlar da benim için aynen hastalık oldular.

"Bu envâr, zulümat oldu, … Bu ahbabı yetim gördüm."

Bu nurlar karanlık oldular. Bu sevdiklerimi yetimler gibi gördüm.

"Bu savtlar, na'y-ı mevt oldu, … Bu ahyayı mevat gördüm."

Bu sesler benim için ölüm haberleri oldular. Bu yaşayan kişileri yarının ölüleri olarak gördüm.

"Ulûm, evhama kalboldu, … Hikemde bin sekam gördüm."

(Sonu hiçliğe varan bir hayat hayal gibi olunca) ilimler de vehimlere dönüştüler. Hikmet diye ortaya konulan beşerî fikirlerde bin hastalık gördüm.

"Lezzet, ayn-ı elem oldu, … Vücudda bin adem gördüm."

Aldığım lezzetlerin elemden farkı olmadığı gibi, bir şeye sahip olmaktan aldığım lezzetin bin katı kadar elemi onun yok olmasıyla çektiğimi gördüm.

"Habib desen onu buldum, … Ah firakta çok elem gördüm."

Habib’i bulmakla sevindimse de ondan ayrılmakta çok elemler gördüm.

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



55. Ehl-i hidâyet ve huzurun dünyalarının hakikatini tasvir eden İkinci Levha'nın, her bir cümlesini özetle açabilir misiniz?

"Dema gaflet zeval buldu,…  Ve nur-u Hak ayân gördüm."

Ne zaman ki gaflet zeval buldu, kayboldu, o zaman Hak nurunu açıkça gördüm.

"Vücud, bürhan-ı Zât oldu,…  Hayat, mir'at-ı Hakk'tır gör."

Kâinat ve içindekilerin varlığı, Allah’ın zatının varlığına bir delil oldu. Hayat, Hakk’ın görünmesine (ve bilinmesine) bir aynadır, bunu böyle gör.

"Akıl, miftah-ı kenz oldu, …  Fena, bab-ı bekadır gör."

Akıl hazineler anahtarı oldu. (Eşyada tecelli eden esmâ-i hüsnayı okumaya bir anahtar oldu. Her varlıkta tecelli eden ilâhî isimleri okutturdu.) Eşyanın fena bulmaları, bekaya ermelerinin bir kapısıdır; bunu böyle gör.

"Kemalin lem'ası söndü, ... Fakat, şems-i Cemal var gör."

Kemalin parıltısı söndü, fakat cemalin güneşi parıldıyor. Bir şey kemal bulduktan sonra ondaki bu kemal parıltısı söner, ama bu sönmekle o şeyin cemali (ayrı bir âlemde) bir güneş gibi parlar.

"Zeval, ayn-ı visal oldu, …  Elem, ayn-ı lezzettir gör."

Bu dünyada zeval bulup gitmek, aslında (öte âlemdeki binlerce dostuna) kavuşmanın ta kendisidir. Bu dünyada çekilen elemler (baki lezzetleri netice vereceğinden) gerçekte lezzetin tâ kendisidir,

"Ömür nefs-i amel oldu, …  Ebed ayn-ı ömürdür gör."

Amelle geçen bir ömür sanki bütünüyle amel(in kendisi) oldu. (Ebedî saadet bu ömürle kazanılacağından), ebed sanki bu ömrün kendisidir; bunu böyle gör.

"Zalâm zarf-ı ziya oldu, …  Bu mevtte hak hayat var gör."

Karanlık gördüğümüz (zahirde / görünüşte hoşumuza gitmeyen) şeyler, içlerinde ziya taşıdılar (hastalıkların günahlara keffaret olması gibi). Bu ölümde hakiki hayata kavuşma olduğunu gör.

"Bütün eşya enis oldu, …  Bütün asvat zikirdir gör."

Bütün eşya ünsiyetli birer arkadaş oldular. İşitilen bütün seslerin zikir olduğunu, Allah’ı hatırlattıklarını gör.

"Bütün zerrat-ı mevcudat, …  Birer zâkir, müsebbih gör."

Varlıkların bütün atomlarının (Allah’ı zikir ve tesbih eden) birer zâkir ve müsebbih olduklarını gör.

"Fakrı kenz-i gına buldum, …  Aczde tam kuvvet var gör."

Allah’a karşı fakr ve ihtiyacını bilmeyi, bir zenginlik hazinesi olarak buldum. Ona karşı acizliğini bilmeyi, tam bir kuvvet olarak gör.

"Eğer Allah'ı buldunsa, …  Bütün eşya senindir gör."

Allah’a iman ettinse, senin hizmetine verilen bütün eşyaya bir bakıma sahip olabilirsin. Bunu böyle gör.

"Eğer Mâlik-i Mülk'e memluk isen, …  Onun mülkü senindir gör."

Eğer bütün mülkün maliki olan Allah’a kul ve köle olursan, bütün eşyayı seninmiş gibi görebilirsin.

"Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen: Bilâ-addin beladır gör."

Eğer bencil isen ve (kendini Allah’ın mülkü olarak bilmek yerine) kendini nefsine malik sanıyorsan, (Onun idaresi ve belalardan korunması gibi kaldırmaktan aciz olduğun ağır yükler) senin için sayısız belalara yol açar.

"Bilâ-haddin azabdır tad, …  Bilâ-gayet ağırdır gör."

Bunun hadsiz ağırlığını gör ve azaplarını tat.

"Eğer hakikî abd-i hudabin isen, …  Hududsuz bir safadır gör."

Eğer kendini Allah’ın kulu olarak görür (ve mülkü Malikine teslim edersen,) bunda hudutsuz sefalar olduğunu görürsün.

"Hesabsız bir sevab var tad, …  Nihâyetsiz saadet gör..."

Bunun hesapsız sevabını tadar, sonsuz saadetini görürsün.

Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam, İkinci Levha.



56. "Şeyh-i Geylanî'nin (K.S.) Esmâ-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, esmâ-i hüsna ile bir münacat yazayım. Münacat-ı Esmâiyesine bir nazire yapmak istedim." Üstad'ın okuduğu bu manzume hangisidir, bu nazirenin tercümesini yapar mısınız?

Şeyh Geylânî’nin (k.s.) Esmâ-i Hüsnâ manzumesi hakkında elimizde bir malumat yok, lakin "El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye." eserinin içerisinde olabilir. Bu eser duâ ve virdlerden meydana gelir.

Üstad Hazretleri o manzumenin bir benzerini şu şekilde yazmış:

هُوَ الْبَاقِى

Bâki-i hakîkî ancak odur.

حَكِيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فِى قَبْضِ حُكْمِهِ

Hükümlerinde hakîm olandır. Bizler onun kabza-i hükmündeyiz.

هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ اْلاَرْضُ وَ السَّمَاءُ

Hakem olan, Adl olan odur. Arz ve sema onundur.

عَلِيمُ الْخَفَايَا وَ الْغُيُوبِ فِى مُلْكِهِ

O, mülkündeki bütün gaybları ve gizlilikleri bilendir.

هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَ الثَّرَاءُ

O, Kâdir ve Kayyûm'dur. Onundur arş ve sera (yer).

لَطِيفُ الْمَزَايَا وَ النُّقُوشِ فِى صُنْعِهِ

Sanatında latif güzellikler ve nakışlar sahibidir.

هُوَ الْفَاطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَ الْبَهَاءُ

O, Fâtır ve Vedûd'dur. Bütün kıymet ve güzellikler onundur.

جَلِيلُ الْمَرَايَا وَ الشُّؤُنِ فِى خَلْقِهِ

Mahlûkat ayinelerinde mahlûkatın şuunatında tecelli eden onun celalidir.

هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَ الْكِبْرِيَاءُ

Melik’tir ve Kuddüs’tür. İzzet ve azamet ona aittir.

بَدِيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنْعِهِ

Yarattıklarını modelsiz ve emsalsiz olarak yaratan odur. Biz de onun sanatının nakşıyız.

هُوَ الدَّائِمُ الْبَاقِى لَهُ الْمُلْكُ وَ الْبَقَاءُ

O, Dâim-i Bâki'dir. Mülk ve beka onundur.

كَرِيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهِ

O hediye ve ihsanları sınırsız olandır. Biz de o Kerîm’in misafirleriyiz.

هُوَ الرَّزَّاقُ الْكَافِى لَهُ الْحَمْدُ وَ الثَّنَاءُ

Her hacete Kâfî’ olan Rezzak odur. Bütün hamd ve senalar yalnız ona mahsustur.

جَمِيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهِ

O, en güzel hediyeler sahibidir. Bizler onun ilminin nesciyiz (dokumalarıyız).

هُوَ الْخَالِقُ الْوَافِى لَهُ الْجُودُ وَ الْعَطَاءُ

Hâlık odur. Vâfî’ odur.  Cömertlik ve ihsan ondandır.

سَمِيعُ الشَّكَايَا وَ الدُّعَاءِ لِخَلْقِهِ

Mahlûkatının şikâyetlerini ve dualarını işiten odur.

هُوَ الرَّاحِمُ الشَّافِى لَهُ الشُّكْرُ وَ الثَّنَاءُ

Rahîm'dir, şifa verendir. Bütün şükür ve senalar yalnız ona mahsustur.

غَفُورُ الْخَطَايَا وَ الذُّنُوبِ لِعَبْدِهِ

Kullarının hata ve günahlarını bağışlayacak ancak odur.

هُوَ الْغَفَّارُ الرَّحِيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَالرِّضَاۤءُ

O Gaffar'dır, Rahîm'dir. Af ve rıza ondandır.

- bk. Sözler, On Yedinci Söz. 



57. "Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim." İzahı nasıldır?

İnsanın nihâyetsiz emelleri ve arzuları vardır. Dünya ise onun emellerine kâfi gelmeyecek kadar dar ve fanidir. Bu bakımdan, insan fanilerle ve âcizlerle tatmin olmaz ve olanları istemez, ancak “bir yâr-ı bâki” ister. Kendisini rahmetiyle yaratan, besleyip büyüten, “mevcudatı umumen” onun ihtiyacına göre terbiye eden Rahmân’a ruhunu feda eder, yani ona karşı sonsuz bir şükür ve muhabbet besler, onun uğrunda her şeyini feda etmeye hazır hale gelir.

Artık böyle bir insan, şu sonsuz âlemde cismiyle bir zerre gibi küçük de kalsa, arzularıyla, ihtiyaçlarıyla, iman ve teslimiyetiyle bir Şems-i Sermed ister. Yani, onun varlığı bir ışık huzmesi ise, onu terbiye eden Rabbinin varlığı ezelî ve ebedî bir güneş gibidir. Sönmeye mahkûm olan bu ışık huzmesi ancak daimî bir güneş ister. Onun, kendisini ölümünden sonraki ebedî hayat yolculuğunda da rahmetiyle korumasını, daha büyük ihsanlara mazhar kılmasını talep eder; ruhu ancak böylece tatmin olur.

Demek oluyor ki, insan maddeten küçüklüğü ile birlikte, bütün kâinatla münasebeti bulunması ve bu münasebeti bilecek, tartacak ve ona karşı şükür ve hayret edebilecek yüksek bir mahiyet taşıması cihetiyle büyük bir âlem gibidir. Bu ehemmiyetli noktayı Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle nazara vermektedir:

"Çünkü sen, çendan nefsin ve sûretin itibâriyle hiç hükmündesin, fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin."(1) 

İnsanın arzu ve istekleri, emel ve arzuları, kabiliyet ve duyguları kâinatı istila etmiş iken, bunların en küçüğünü bile elde etmekten âcizdir. Hal böyle olunca, insan iktidar ve zenginlik açısından hiç ender hiç iken; yani sonsuz âciz ve fakir iken, arzu ve emelleri kâinat kadar geniştir.

Dünya hayatı, insan mahiyetine dar gelen bir elbise hükmündedir. Bu da insanın “ebede meb’us” olduğunun en büyük delilidir. Yani, insanın talep ve arzularının sonsuzluğu, ebedî bir hayatın varlığına delildir.

1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.



58. Nurların telifine vesile olan ve meyvesi olarak nazara verilen; Barla hayatı (çam, katran, ardıç, karakavak) hakkında malumat alabilir miyiz?

Devrin idarecileri, kendi dünya görüşlerine uymayan mühim şahsiyetleri, bulundukları mekânlardan uzak beldelere göndererek, kendi vehimlerince, onlardan gelecek zararlara karşı bir tedbir alıyorlardı. Bu cümleden olarak, Bediüzzaman Hazretlerini de Barla’ya nefyetmişlerdi.

Barla, yolu olmayan, ancak sandalla ulaşılabilen ücra bir yerdi. Hayatına doğrudan kastetmeyi tedbire muhalif bulan idareciler, onu böyle ıssız bir yere sürmekle bir yandan hemşerileriyle irtibatını kesmek istemişler, öte yandan onun ruhunda hükmeden iman ve Kur’ân davasını söndüreceklerini sanmışlardı.

Üstad Hazretleri Barla'da sekiz buçuk sene kaldı. Kaldığı ev Nur'un ilk medresesi oldu. Bu evin önünde muhteşem bir çınar ağacı vardı. Onun dalları arasında tefekkür ve ibadet için bir menzili bulunuyordu. Bu menzilin benzeri iki menzili de Çam Dağı'nda, çam ve katran ağaçlarının dalları arasında bulunmaktadır.

Çam Dağı, Barla'ya yaklaşık dört saat mesafededir. Bediüzzaman Hazretleri, burada aylarca yalnız kalır, ibadet ve tefekkürle meşgul olurdu.

Çam dağındayken Nur talebelerine yazdığı bir mektubu şöyle başlıyordu:

"Ben şimdi Çam Dağı'nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim..."(1)

Tarihçe-i Hayatı'nda Barla Hayatı diye müstakil bir bölüm bulunmaktadır. Oradan sadece iki paragraf nakledelim:

"Rusya'da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrahimîn, bana Barla'yı o mağara yaptı, mağara faidesini verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zaif vücuduma yüklemedi..."(2)

"Said Nursî Hazretleri Barla'da iken, yaz aylarında bazen Çam Dağı'na çıkar, bir müddet yalnız olarak orada kalırdı. Bulundukları dağ hayli yüksekti. Barla Dershane-i Nuriyesinin önündeki çınar ağacının tepesindeki kulübeciği gibi, Çam Dağı'nın en yüksek tepesinde olan iki büyük ağaç üzerinde Dershane-i Nuriye manasında birer menzili vardı. Bu çam ve katran ağaçlarının tepelerinde, Risale-i Nur'la meşgul oluyordu. Hem ekser zamanlar, Barla'dan, bu ormanlık havaliye gelip giderdi. Ve derdi ki: 'Ben bu menzilleri, Yıldız Sarayına değişmem.' "(3)

Dipnotlar:

1) bk. Mektubat, Dördüncü Mektup.

2) bk. age., On Üçüncü Mektup.

3) bk. Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı.



59. "Latif bir rüzgâr esmesi ile o ağaçların hallerinin tesbihat-ı cezbe-eda suretine çevrilmesi ile o eğlence temaşasının ibret nazarına ve hikmet kulağına dönmesi..." İzah eder misiniz?

Latif bir rüzgâr esmesiyle ağaçların cezbeli bir tesbihat ettiklerini, kalben zevk ederek, bundan ulvî bir lezzet almasını müteakip, bu hal aklına da birtakım ibret ve hikmet dersleri veriyor. Şairin, “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzarım.” dediği gibi, kalbî zevkler lisana zor dökülür. Dile getirilenler ancak aklın dairesine girenlerdir.

Şu var ki, aklın bu ibret ve hikmet derslerinin anlatılmasındaki üslup çok önemlidir. Aklın yanında hisleri de harekete geçiren şairane bir üslupla, bu hikmetlerden kısmen de olsa kalbî zevklere ulaşılabilmektedir.

“Kalbim, ibret manalarını ifade için şöyle ağladı: ...” cümlesi bu manayı ifade etmektedir. Zira sevinmek gibi üzülmek ve ağlamak da aklın değil, kalbin işidir. Bundan sonra gelecek Farisî ifadelerde aklın hikmet ve ibret nazarıyla, ondan çıkan kalbî dersler birlikte verilmektedir.

60. "Birden Ahmed-i Cezerî'nin Kürdçe …fıkrası hatırıma geldi. Kalbim, ibret mânalarını ifade için …ağladı." Ahmed-i Cezeri kimdir?

Ahmed Cezerî (CÜZEYRÎ) Hazretleri Şark'ın yetiştirdiği büyük bir velidir. 1570 yılında Cizre’de doğdu. İlim tahsiline, âlim ve fazıl bir zat olan babası Muhammed Efendi’den ders alarak başladı. Arabî ve Fârisîyi mükemmel bir şekilde öğrendi. 

Tasavvuf ve hikmet ihtiva eden şiirleri bir divanda toplanmıştır. Eserlerini Kürtçe olarak yazmıştır. Kabri, Şırnak'a bağlı Cizre'de Kırmızı Medrese'dedir. Lakabı Nişânî'dir.



61. Üstadımızın kalbine gelen ibret manalarının okunuşlarını ve birer cümle halinde izahlarını yapar mısınız?

Barla Yaylası Tepelicede çam, katran, ardıç, karakavak meyvesi hakkında yazılan Farisî beyitlerin okunuşları ve manaları:

Hatırıma geldi. Kalbim dahi ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:

هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگَهِ حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاىْ تَشْبِيهِ نِگَارَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ

“Her kes bi temaşâgeh-i husnâteh zi-her cây teşbîh-i nigârân be cemâlâteh di nâzin”

"Yani: Senin temaşageh-i hüsnüne, herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemalinle nazdarlık ediyorlar."(1)

Her yerden koşup gelmek mecazî bir ifadedir. Bu ifade, ilim dairesinden kudret dairesine geçmeyi, başka bir ifade ile gayb âleminden şehadet âlemine gelmeyi temsil eder. Bu geçme ve gelme Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir. Yaratılan varlıkların ilâhî güzelliklere ayna olmaları, onların sanki büyük bir şevk ile bu görevi yapmak için gayb âleminden bu âleme koşarak geldikleri şeklinde ifade edilmiştir.

يَا رَبْ هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگَهِ صُنْعِ تُو زِهَرْجَاىْ بَتَازِى

“Yâ Rab her hay bi temâşâgeh-i sun’ı tu zi her cây be tâzî”

"Her zîhayat senin temaşageh-i san'atın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar."

Senin sanatının temaşa mahalli olan yeryüzüne bütün canlılar her yerden çıkıp bakıyorlar.

زِنِشيِبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَّلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى

“ zi nişîbu ez firâzî mânend-i dellâlân be nidâi bi âvâzî

Aşağıdan, yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar.

دَمْ دَمْ زِجَمَالِ نَقْشِ تُو (نُسْخَه: زِهَوَاىِ شَوْقِ تُو) دَرْ رَقْص بَازِى

“dem dem zi cemâl-i nakş-i tû der raks-bâzî”

Senin cemal-i nakşından keyiflenip, o dellâl-misâl ağaçlar oynuyorlar.

زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى

“ zi kemâl-i sun’-ı tû hôş hôş  bi gâzî”

Senin kemal-i san'atından neş'elenip, güzel güzel sadâ veriyorlar.

زِشِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى

“zi şîrînî âvâz-i hôd hey hey di-nâzî”

Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neş'elendirip nazeninane bir naz ettiriyor.

اَزْوَىْ رَقْصَه آمَدْ جَذْبَه خَازِى

“ez-vey raks âmed cezbe hâzî”

İşte ondandır ki; şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.

اَزِينْ آثَارِ رَحْمَتْ يَافْتْ هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى

“Ezîn âsâr-ı rahmet yâft her hay ders-i tesbîh nemâzî”

Şu rahmet-i İlâhîyenin âsârıyladır ki; her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar.

İlâhî rahmetin birer eseri (birer tecellisi) olarak, her bir canlı kendine mahsus tesbihini ve ibadetini (Rabbinden ilham yoluyla) öğreniyor (ve icra ediyor.)

اِيسْتَادَسْتْ هَرْ يَكِى بَرْ سَنْگِ بَالاَ سَرْفِرَازِى

“îstâdest her yekî ber- seng-i bâlâ serfirâzî”

Ders aldıktan sonra, herbir ağaç yüksek bir taş üstünde arşa başını kaldırıp durmuşlar.

Her bir ağaç aldığı bu ibadet dersini yüksek bir taş üstünde durup başını arşa kaldırarak (kıyam halinde) yerine getiriyor.

دِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتْهَارَا بَدَرْگَاهِ اِلهِى هَمْ چُو شَهْبَازِى

Herbirisi, yüzler ellerini Şehbaz-ı Kalender gibi dergâh-ı İlahîye uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar.

[(Haşiye-1): Şehbaz-ı Kalender, meşhur bir kahramandır ki, Şeyh-i Geylanî'nin irşadıyla dergâh-ı İlahîye iltica edip mertebe-i velayete çıkmıştır.]

بِجُنْبِيدَسْتْ زُلْفْهَارَا بَشَوْقْ اَنْگِيزِ شَهْنَازِى

“Bi cünbîdest zülfhâ-râ be şevk engîz-i Şehnâzî”

Oynattırıyorlar zülüfvari küçük dallarını ve onunla, temaşa edenlere de latif şevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar.

(Haşiye-2): Şehnaz-ı Çelkezî, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir.

Burada, her bir ağacın bir dünya güzeli olduğu, seyredenlere ulvi zevkler ve latif şevkler verdiği ifade edilerek bu kudret mucizelerini ibret ve tefekkürle seyretmek gerektiği ders verilmektedir.

بَبَالاَ مِيزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ عِشْقْ بَازِى

“be bâlâ mîzenend ez-perde hâyi hâyi hûyi ‘ışk bâzî”

Aşkın "Hây Hûy" perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar. {(Nüsha): Şu nüsha, mezaristandaki ardıç ağacına bakar:

بَبَالاَ مِيزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ چَرْخِ بَازِى ٭ مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْنْ اَنْگِيزِ نَوَازِى

“Be bâlâ mîzenend ez-perdehâ-yi hâ-yi hûyi çerh bâzî * Mürdehâ-râ nağmehâ-yi ezelî ez hüzn-engîz nevâzî”

مِيدِهَدْ هُوشَه گِرِينْهَاىِ دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى 

“mîdihed hûşe girinhây-i derînhây-i zevâlî ez hubb-i mecâzî”

Fikre şu vaziyetten şöyle bir mana geliyor: Mecazî muhabbetlerin zeval elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazîn bir enîni ihtar ediyorlar.

بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْنْ اَنْگِيزِ اَيَازِى

“ber-ser-i mahmûd-hâ nağmehâ-yi hüznengîz-i eyâzî”

Mahmudların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüzün-âlûd mahbublarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar.

مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْنْ اَنْگِيزِ نَوَازِى

“mürdehârâ nağmehâ-yi ezelî ez hüzn-engîz-i nevâzî”

Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere; ezelî nağmeleri, hüzün-engiz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.

O mezaristandaki ölüler her ne kadar dünya seslerini, (dolayısıyla da ağaçların rüzgârın esmesiyle çıkardıkları o sesleri) işitmeseler de onların tesbihatlarının ezelî nağmelerini hüzün verir bir sada ile işittiriyorlar gibi bir vaziyet görünüyor.

رُوحَه مِى آيَدْ اَزُو زَمْزَمَهءِ نَازُ نِيَازِى

“rûha mî âyed ezû zemzeme-i nâz u niyâzî”

Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihat ile Sâni'-i Zülcelal'in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.

Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Her varlık kendisinde İlâhî isimlerin tecelli etmesine bir mukabele olarak Rabbini naz ve niyaz nağmeleriyle tesbih etmektedir.

قَلْبْ مِيخَوانَدْ اَزِينْ آيَاتْهَا سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازِى

“kalb mî-hâned ezîn âyâthâ sırr-i tevhîd zi uluvv-i nazm-i i’câzî”

Kalb ise, şu herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i'cazın ulüvv-ü nazmından okuyor. Yani, hilkatlerinde o derece hârika bir intizam, bir san'at, bir hikmet vardır ki: Bütün esbab-ı kâinat birer fâil-i muhtar farzedilse ve toplansalar taklid edemezler.

“Kur’ân âyetleri Allah’ın varlığını ve birliğini bildirdikleri gibi, şu ağaçlar da cisimleşmiş birer âyet (kelimat-ı kudret) olarak tevhidi ilan ediyorlar ve muntazam ve mükemmel yazılmalarıyla (ulüvv-ü nazm) kudretin birer mucizesi olarak boy gösteriyorlar. Yani, yaratılışlarında o derece hârika bir intizam, bir sanat, bir hikmet vardır ki: Kâinattaki bütün sebepler irade sahibi birer fail de farzedilseler ve bir araya gelseler onları taklid edemezler.”

نَفْسْ مِيخَواهَدْ دَرْ اِينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَا بَازِى

“nefs mîhâhed der în velvelehâ zelzelehâ zevk-ı bâkî der fenâ-yi dünyâ bâzî”

Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe; bütün rûy-i zemin, velvele-âlûd bir zelzele-i firakta yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâki aradı. "Dünya-perestliğin terkinde bulacaksın" manasını aldı.

(Kalb ve ruhun bu hikmetli bakışları yanında) nefis ise yeryüzündeki varlıkların (vazifelerinden terhis edilerek) dünyayı terk etmelerini, velveleli bir ayrılık zelzelesi olarak gördü ve ebedî bir zevk aradı. Ebedî zevkin, ancak dünyaya aşırı muhabbetin terk edilmesiyle bulunacağı mânâsını aldı.

عَقْلْ مِيبِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَازِى

“ akl mîbîned ezîn zemzemehâ demdemehâ nazm-ı hilkat nakş-ı hikmet kenz-i râzî”

Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve havadan gayet manidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Her şey, çok cihetlerle Sâni'-i Zülcelal'i tesbih ettiğini anlıyor.

Akıl ise, hayvanların, ağaçların ve bitkilerin hoş nağmelerinden, havanın tatlı esmesinden kâinattaki hikmetli ve mânalı intizamı okuyor ve bir hazine-i esrar (ilim ve hikmet sırları) buluyor. Her şeyin, çok cihetlerle Sâni'-i Zülcelal'i tesbih ettiğini anlıyor.

 آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا هَوْهَوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَازِى

“arzû mîdâred hevâ ezîn hemhemehâ hevhevehâ merg-i hôd der terk-i ezvâk-ı mecâzî”

Heva-yı nefs ise şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvak-ı mecazîyi ona unutturup, o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazîyi terketmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.

Geçici zevklere müptela olan heva-i nefs ise rüzgârın esmesinden ve yaprakların seslerinden öyle bir lezzet alıyor ki, diğer mecazî zevkleri ona unutturuyor. Mecazî zevki terk etmekle hakiki zevke ermek ve o yolda ölmek istiyor.

خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى بَاهَزَارَانْ نَىْ

“hayâl bîned ezîn eşcâr melâik-râ cesed âmed semâvî bâ hezârân ney”

Hayal ise, görüyor; güya şu ağaçların müekkel melaikeleri içlerine girip herbir dalında çok neyler takılan ağaçları cesed olarak giymişler.

Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşadda onlara onları giydirmiş ki; o ağaçlar camid, şuursuz cisim gibi değil..belki gayet şuurkârane manidar vaziyetleri gösteriyorlar.

اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ

“ezîn neyhâ şunîdet hûş sitâyişhâ-yi zât-i Hay”

İşte o neyler; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi safi ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlâna Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârane teşekkiyat-ı firakı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-u Kayyum'a karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor.

(Bir önceki paragraftan hareketle) hayal, “o neylerin; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi safi ve müessir” olduğunu görüyor.

Fikir (ise) o neylerden, başta Mevlâna Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri ayrılık şikâyetlerini değil, “Belki, Zât-ı Hayy-u Kayyum'a karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor.”

Bir Hak aşığı olan Hz. Mevlana, aynı zamanda, Üstad hazretlerinin Mesnevî-i Nuriyenin girişinde ifade buyurduğu üzere (İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî gibi) "kalb, ruh, akıl gözleri" açık büyük bir mütefekkirdir.

Burada Hz. Mevlanâ’nın neyle alâkalı şiirinin ilk mısralarına atıf yapılarak onun ayrılıklardan şikâyet ciheti nazara verilmiştir.

"Dinle ney'den kim hikâyet etmede.
 Ayrılıklardan şikâyet etmede..."

وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدْ هَمَه هُو هُو ذِكْرْ آرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ

“varakhâ-râ zebân dârend heme hû hû zikr ârend be-der ma’nâ-yı Hayyu Hay”

"Madem ağaçlar, birer cesed oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri, binler dilleri ile havanın dokunmasıyla 'Hu Hu' zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla Sâni'inin Hayy-u Kayyum olduğunu ilân ediyorlar."

چُو لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَدْ هَرْ شَىْ

“çû lâ ilâhe illâ hû berâber mîzened her şey “

"Çünkü bütün eşya 'Lâ ilahe illa Hu' deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar."

دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْدْ اَللّهْ

“demâdem cûyedend yâ Hak serâser gûyedend yâ Hay berâber mîzenend Allâh”

"Vakit-bevakit lisan-ı istidad ile Cenâb-ı Hak'tan hukuk-u hayatını 'Ya Hak' deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisanıyla 'Ya Hayy' ismini zikrediyorlar."

Adaletin bir şubesi ihkak-ı hak, diğeri ise zalimleri cezalandırmaktır. "Ya Hak!" deyip hukuk-u hayatı istemek, ihkak-ı hakkın gerçekleşmesini istemek demektir.

Vakit-bevakit; "yer yer ve ihtiyaç hâsıl olduğunda" manasını ifade eder. Gözün hakkı ışık, midenin hakkı gıda, kulağın hakkı sestir. Bunun gibi bütün canlılara hayatları ve o hayatın devamı için gerekli her şey eksiksiz verilmektedir.

Hayy, hayat sahibi demektir. Ve bütün canlılar hayata mazhar olmalarıyla "Ya Hayy!" diyerek Hayy ismini zikrederler.

فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ

“feyâ Hayyu yâ Kayyûm bi-hakk-ı ism-i Hayy-i Kayyûm”

حَيَاتِى دِهْ بَاِينْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَاِينْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا آمِينْ

“ hayâtî dih be-in kalb-i perîşân-râ istikâmet dih be-in akl-i müşevveş-râ âmîn.”

Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster, âmin.

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



62. "Senin kemâl-i san’atından neşelenip güzel güzel sadâ veriyorlar." Farisi ibaresinin sonunda "Nüsha: زِهَوَاىِ شَوْقِ تُو" şeklinde konulan dipnotun hikmeti ne olabilir?

Malum olduğu üzere Üstad Hazretleri Barla'ya sürgüne gittiği yıllarda, Barla'ya iki saat mesafede bulunan Çam dağına çıkıyor ve zaman zaman orada -Mektubat'ta da ifade edildiği gibi- bir iki ay yalnız kalıyordu.

Anlaşılan bu günlerde Cizreli veli aynı zamanda şair olan Ahmedi Cezeri (r.h)'nin divanından bahsi geçen mısraları okuyor ve onlardan aldığı ilham ile malum farisi beyitleri yazıyor.

Bilindiği gibi bazı hadislerde olduğu gibi, Risalelerde de alimlerin kitaplarında da aynı mana olmak suretiyle, farklı ifadeleri barındıran nüshalar olabiliyor. Allahu âlem burada da aynı durum söz konusudur. Yani;

 زِ كَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ ﺑِﮕﺎَزِى (Senin kemâl-i san’atından neşelenip güzel güzel sadâ veriyorlar) ifadesinde geçen زِ كَمَالِ صُنْعِ تُو (Senin kemâl-i san’atından) cümlesi başka bir nüshada زِهَوَاىِ شَوْقِ تُو (senin şevkinin havasından) diye geçiyor.(1) Üstadımız buna haşiyede parmak basarak, farklılığı gören ve bilen birisi olursa, önceden itirazına böyle bir yolla mani olmayı irade etmiştir. 

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



63. "Şu rahmet-i İlahiyenin âsârıyladır ki; her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar." cümlesini izah eder misiniz?

"Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, onu tesbih ederler. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm'dir, çok bağışlayandır." (İsrâ, 17/44)

Konuşmak hâl ve kal diliyle olmak üzere iki türlüdür.

Meselâ, duvarda asılı duran bir tablo bize çok şeyler anlatabilir. Burada esas olan hâl dili ile verilen mesajlardır.

Semada olsun zeminde olsun her şey ve her mahlûk Allah’ı tesbih eder, onun isim ve sıfatlarını ilan ve izhar ederler. Yani her varlık, her şeyiyle mükemmel yaratılmış olmasıyla Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ettiği gibi aynı zamanda kemal sıfatlarla da tavsif eder.

64. Şehnaz-ı Çelkezi adındaki meşhur bir dünya güzelinin hatırlatılmasından maksat nedir?

Burada ağaçlar ve onların zikirleri anlatılırken bir benzetme yapılmıştır. Ağacın dalları ve yaprakları âdeta bir insan gibi, hususen bir kadın gibidir. Zira kadının saçları ile ağacın yaprakları ve dallar arasında bir benzerlik vardır. Bunun için de güzelliği ile dünyaca meşhur bir kadın hatırlatılarak; "Dikkatinizi sadece onlar çekmesin, her tarafta dünya güzeli sanatlar vardır, siz onları görmüyor, sadece belli başlı varlıklara bakıyorsunuz." şeklinde bir mesaj olduğu anlaşılıyor.

Güzellik görmek istiyorsanız her ağaç ve çiçek bu hissinizi tatmin eder denmektedir. Burada dikkatler "Şehnaz"a değil, tam aksine, ağaçlara çekilmiştir.



65. "Aşkın 'Hay Huy' perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sada veriyorlar." Ne demektir?

"Aşkın 'Hay Huy' perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar.

Fikre şu vaziyetten şöyle bir mana geliyor: Mecazî muhabbetlerin zevâl elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazin bir enîni ihtar ediyorlar." (Sözler, On Yedinci Sözün İkinci Makamı)

Mecazi aşklar belalıdır, musibet ve sıkıntılar ile örülmüştür. Çünkü Allah kalbi ve sevme duygusunu kendisi için insana vermiştir. İnsan şaşırıp Allah’ı sevmesi gerekirken masivayı seviyor. Masiva (Allah’tan gayrı her şey demek) ise ya eline geçmiyor geçsede elinde durmuyor. Bu da aşık efendide müthiş bir azap ve elem oluşturuyor. 

Bu sebeple bütün âşıklar, aşık olduğu mecazi sevgililerinden şikâyet eder onlara sitem eder. Aşkın hay huyları bu anlamdadır. Yani mecazi aşkların ağlamaları, acıları, sızlanmaları hiç bitmez. Kalpleri sürekli karmaşa ve gürültü patırtı içinde demektir.  

Hayhuy, Farsça bir kelimedir, gürültü, patırdı, karışıklık, kargaşa demektir. Allah’ı değilde masivayı seven kalbin inlemekten ve acı çekmekten kaynaklı gürültü ve patırdıları bitmez, nameleri hep hüzün ve kederdir. Oysa kalbin hayhuyu ancak Allah’ı sevmek ve zikretmek ile sükun bulur ve onunla tatmin olabilir.

Üstad'ımız bu konuyu özetle şöyle izah eder;

"Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev; mana-yı ismiyle sevme. 'Ne kadar güzel yapılmış' de. 'Ne kadar güzeldir' deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve ona mahsustur." (Sözler, 32. Söz, Üçüncü Mevkıf)

İlave bilgi için tıklayınız:

Bediüzzaman'a göre beşeri aşk nasıl olmalıdır?



66. "Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüzün-âlud mahbubların nağmesinin tarzını işittiriyorlar." cümlesi hakkında bilgi verir misiniz?

Burada kastedilen zat, Gazneliler Devletinin Sultanı Sultan Mahmud Gaznevi olduğu genel bir kanaat olsa da başka Sultan Mahmutların da kastedilebileceği mümkündür. Burada asıl olan Sultan bile olsa, aşkını elinde tutmaya gücünün yetmediğini ve Samed ayinesi olan kalbine başka mecazi muhabbetleri yerleştirdiklerinde sıkıntı çekecekleri vurgulandığıdır.  

"Fikre şu vaziyetten şöyle bir mânâ geliyor: Mecazî muhabbetlerin zevâl elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazin bir enîni ihtar ediyorlar." 

"Mahmudların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüzün-âlûd mahbuplarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar."(1)

Üstadımız bu konuya başka yerde şöyle bir açılım getirmektedir:

"Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar."(2)

Sultan Mahmud Gaznevî (970-1030)

Gazneli Mahmud adıyla meşhurdur. Gazneliler Devletinin en büyük hükümdarıdır. Küçük yaşlarından itibaren cesareti ve zekâsıyla dikkat çekmiştir. Savaşlar dışında adam öldürmemeye azami gayret göstermiş, esir aldığı birçok hükümdara karşı merhametli davranıp, adil olmaya çalışarak saltanat sürmüştür. Hindistan'a on yedi sefer düzenlemiş ve bu bölgede İslamiyet'in yayılmasında büyük etkisi olmuştur. Şiire ve şairlere olan merakından ötürü sarayında çok sayıda şairi misafir etmiştir. Risale-i Nur'da (On Yedinci Söz'de) geçen Farsça mısralardan birinde ismi zikredilmektedir.

Sultan Mahmud, putperest olan Gûr bölgesi üzerine yönelerek buraları kontrol altına almaya çalıştı. Buraya iki sefer düzenledi. Ayrıca, İslam dinini öğretecek hocaları bölgeye gönderdi. Ancak, Gûr bölgesinde tamamen hâkimiyet sağlanamadı. Daha sonra Hindistan'a yöneldi. Sultan'ın gayesi, bazı Şarkiyatçıların iddia ettikleri gibi zengin kaynakları ele geçirmek değildi. Asıl gayesi İslamiyet'i Hindistan'a yaymaktı, nitekim öyle de oldu. Buradaki başarılar, Sultan Mahmud'un İslam dünyasında büyük bir sempati ve şöhret kazanmasına vesile oldu. Abbasi halifesi, hem kendisine hem de ailesine şeref lakapları gönderdi.

İlmi alandaki saygın kişileri başkentine toplayan Sultan Mahmud, şair ve şiire de özel önem verip bu konuda büyük bir merak sahibi idi. Komşu ülkelerde bulunan şairleri kendi ülkesine davet etti. Devletin resmi dilinin Farsça olmasınında etkisiyle çok sayıda şair sarayda toplandı. Dört yüz civarında şairin sarayda toplandığının rivayet edilmesi şiire verilen önemi ortaya koymaktadır. Bu çalışmalara ve faaliyetlerle İran Edebiyatının gelişmesine de önemli katkılar sağlandı. Meşhur şairlerin güzel dizelerine yer ver Bediüzzaman, Sultan Mahmud’un adının geçtiği ve mahbubundan ayrılmasının verdiği hüznün konu edildiği mısraları da nakledilmektedir:

"بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْن اَﻧْﮕِﻴﺰِ اَيَازِى  yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün aşıkların başlarında, hüznalud mahbubların nağmesinin tarzını işittiriyorlar."

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı.

2) bk. age.



67. "Ölmüşlere ezelî nağmeleri, hüzün-engiz sadaları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar." İzah eder misiniz?

"Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere ezelî nağmeleri, hüzün-engiz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar." (Sözler, On Yedinci Sözün İkinci Makamı)

O mezaristandaki ölüler her ne kadar dünya seslerini, (dolayısıyla da ağaçların rüzgârın esmesiyle çıkardıkları o sesleri) işitmeseler de onların tesbihatlarının ezelî nağmelerini hüzün verir bir sada ile işittiriyorlar gibi bir vaziyet görünüyor. Dolayısıyla bu cümle, ruhun ölümden sonraki yolculuğuna ve manevi dünyadaki idrakine işaret eder. Cümlede geçen "dünyevi sadalar ve sözler" dünya hayatında algıladığımız duyusal ve maddi seslerdir. Ölmüş olanların bu seslerden kopmuş olmaları, onların dünyevi bağlarını tamamen yitirdiklerini ve manevi bir âleme girdiklerini ifade eder.

Bu noktada, "ezelî nağmeler ve hüzün-engiz sadalar" ifadesi önemlidir. Bu ifadeler, sonsuzlukla ilgili ilahi hakikatleri, Allah'ın kelamını ve manevi âlemin derin manalarını ifade eder. Dünya hayatındaki sesler dünyevi zevkler ve meşgalelerle sınırlıyken, öteki âlemlerle ilgili sesler daha derin, anlamlı ve ruhu doyuran bir özelliğe sahiptir.

Her bir eşyanın dünyaya bakan bir yüzü olduğu gibi ahirete ve beka alemine işaret eden bir yüzü de bulunuyor. İman gözü ile bakıldığında bu işaretler okunur anlaşılır, küfür ve inkâr ise bu işaretleri örter göstermez. İman ile ölmüş insanların ruhları bu işaretleri görebilir ve işitebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Üstad'ımızın kalbine gelen ibret manalarının okunuşlarını ve birer cümle halinde izahlarını yapar mısınız? 



68. "Güya şu ağaçların müekkel melâikeleri içlerine girip her bir dalında çok neyler takılan ağaçları ceset olarak giymişler." Meleğin ağacı ceset olarak giymesi mecazî midir, açar mısınız?

"Hayal ise görüyor: Güya şu ağaçların müekkel melâikeleri içlerine girip her bir dalında çok neyler takılan ağaçları ceset olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşatta onlara onları giydirmiş ki, o ağaçlar câmid, şuursuz cisim gibi değil, belki gayet şuurkârâne, mânidar vaziyetleri gösteriyorlar."(1) 

Ağaçlar maddî ve cismanî, melekleri ise ruhanî ve nuranîdir. Dolayısı ile meleklerin ağaçları hakiki manada ceset olarak giymeleri, aklen pek mümkün görünmüyor.

Yalnız meleklerin ruhanî ve nuranî yapıları, her türlü cisme nüfuz etmeye ve cisimde işleyen her türlü tecelliyi idrak etmeye müsaittir. Melekler, tesbihatlarını temsil ettikleri bir cismin her yerinde rahatlıkla dolaşıp, ona her noktada nüfuz edebilirler.

Bir ağaca nezaret eden melek, ağacın her bir noktasına nüfuz edebildiği için o ağaç sanki onun evi, iş yeri yahut bedeni gibi olur.

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



69. "Fikir, o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmâniyeyi ve tahmidat-ı Rabbâniyeyi işitiyor." İzahı nasıl?

Üstat On Yedinci Söz'de, insanın her bir azasının ve cihazının kainata ve mahlukata nasıl bakması gerektiğine işaret ediyor. İnsandaki hayal ile mahlukata bakışın nasıl olması gerektiğine rehberlik yapıyor. Hayalen bütün ağaçlar ve nebatat, âdeta bir resmi geçit vaziyetinde gibi yapmış olduğu şuurlu ve hikmetli hareketlerle tesbih ve ubudiyetlerini ilan ediyorlar.

Çıkarmış oldukları dokunaklı sesler ise, firaktan gelen elemli şikayetler değil, teşekkür ve tahmidat sesleridir. İşte Hakim ismine mazhar olan hikmetli bir mütefekkir bu manayı anlıyor, ağaçların çıkarmış olduğu seslerden.

Ama Vedud ismine mazhar olmuş bir âşık ise, meseleye aşk penceresinden baktığı için, o ağaç ve nebatattan çıkan dokunaklı sesleri, neyin hüzünlü ağlayışına benzetir. Aşkın bela ve hüznü firaktır, yani ayrılıklardır. Mahlukata aşk ile yapışan âşık efendi, mahlukatın ölüme ve firaka mazhar olmasını kaldıramıyor. Vaveyla ediyor, şikayete başlıyor. Sair hikmet ve manaları aklına getiremiyor. Meseleye sadece aşk penceresinden bakıyor. O zaman acı veren  ayrılık şikayetleri hayatına işliyor, eserlerine dillerine ve etvarına yansıyor.

Bir ismin galebesi ve o isimde hapis olmak, başka isimlerin mana ve tecelliyatını örtebiliyor. Ya da fark ettiremiyor. Vedud ismine mazhar olmuş ve o isimde hapis olan bir âşık evliya, Allah’ın mahlukatta işleyen diğer isimlerin mana ve tecellilerini fark edemediği için, meseleye sadece aşk penceresinden bakıyor. Bazen bu hal çok büyük zatlarda da geçici olarak olmuştur.

Onun için Hazreti Mevlana da geçici olarak bu gibi hallere girdiği anlaşılıyor. Bazı eserlerinde firaktan şikayetleri olmuş, aşkın coşkusu o mahlukatın ayrılığa ve ölüme düşmesine dayanamayıp şikayet etmiştir. Ama bu haller geçici olarak bulunmuştur. Onun dışında istikamet ve hidayet üzere gitmiştir.

Özetle, Vedud isminin galebesinde olan âşıklar, nasıl neyin sesi hüzünlü ve dokunaklı çalar, mahlukattan çıkan sesleri de ayrılık acısından çıkan hüzünlü ve dokunaklı sesler olarak anlamışlar. Hazreti Mevlana da geçici olarak bu halin içine girip çıkmıştır. Ama mahlukattan çıkan o sesler ayrılık acısının inlemesi değil, tahmid ve teşekkür sesleridir.



70. "Cenâb-ı Hakk'tan hukuk-u hayatını 'Yâ Hak' deyip hazine-i rahmetten istiyorlar." Hukuk-u hayat istemek ne demektir, halka-i zikirde çalışmak nasıl olur?

Eşyanın intizamlı ve ahenkli bir şekilde çalışması ve işlemesi, zaten fıtri bir zikir ve ibadet hükmündedir. Mesela, bir arının kovanından çıkıp çok uzaklara gitmesi, sonra birçok çiçeklerden polen alıp tekrar yolunu bularak kovanına dönmesi ve insanlara dünyanın en tatlı ve şifalı balını vermesi, sevk-i İlahi ile olan fıtri bir zikir, doğal bir ibadet şeklidir.

"Vakit be-vakit, lisan-ı istidat ile Cenâb-ı Hak'tan hukuk-u hayatını 'Yâ Hak' deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisanıyla 'Yâ Hayy' ismini zikrediyorlar..."(1)

Kaysı çekirdeğinin içinde kaysı ağacı ve onun özellikleri saklıdır. Lakin bu kaysı çekirdeğinin açılıp ağaç olabilmesi için kendinin dışında birçok şartların yerine gelmesi gerekiyor. Hava, su, güneş ve toprak ortamlarının bu çekirdeğe hizmet etmesi gerekiyor ki çekirdek kabiliyet dili ile Allah’ın bu ortamları hazır etmesi için Allah’a dua ediyor.

Hukuk-u hayat aslında bu manaya geliyor. Yani kayısı çekirdeğinin içinde kaysı programının olması tek başına yeterli değil, dış etkenlerin de hazırlanması gerekiyor ki bu da ancak sonsuz kudret ve irade ile mümkün olabilir. Yani kaysı hâl dili ile şu duayı ediyor; "Ey Allah’ım, beni kaysı olmak için programladın, öyle ise hakk-ı hayatımı yerine getirecek zemini hazırla..."

(1) bk. Sözler, On Yedinci Sözün İkinci Makamı.



71. "Barla'da Çam Dağı'nda yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar, birden hutur etti. Yıldızların lisan-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı..." Yıldızname'yi izah eder misiniz?

(Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname) 

"Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş."

Yıldızların okudukları şu tatlı ve güzel hutbeyi bir dinle, 
Bak ki, Allah’ın hikmetinin nurlu mektubunu ne güzel bildiriyor.

"Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelal'in haşmet-i Sultanına"

"Birer bürhan-ı nur-efşanız vücud-u Sâni'a
Hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz."

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler: Her birimiz  bir Kadîr-i Zülcelal'in varlığına, saltanatının haşmetine, onun birliğine ve kudretine nur saçan şahidleriz.

"Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
 Nazenin mu'cizatı çün melek seyranına."

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan ve birer kudret mu’cizesi olan nazenin varlıkları, meleklerin seyran etmeleri için (onlara birer mesken olmuşuzdur.).

"Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden,
Binler müdakkik gözleriz biz 
(Haşiye):" 

(Haşiye: Yani cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu'cizat-ı kudret teşhir edildiğinden; semavat âlemindeki melaikeler o mu'cizatı, o hârikaları temaşa ettikleri gibi, ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melaikeler gibi zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat hârikaları bâki bir surette cennette dahi müşahede ediyorlar gibi bir zemine, bir cennete bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var demektir.)

Müfessirlerin ekseriyetine göre, kıyamette bütün yıldızlar mahvolmayacaklar, bu büyük celâl tecellisi, daha çok, yerküresinde ve arz semasında görülecektir. Işığı hâlâ bize ulaşmamış yıldızlar olduğu söyleniyor. Bu akıl almaz büyük sahanın tamamen yok edileceğine fazla ihtimal verilmiyor. Onlar varlıklarını sürdürecekler, deniliyor. Dünya âhiretin tarlası olduğundan, onlar (onlardaki melekler) arz tarlasına ve onda cennete layık kıymet almaya çalışan insanlara baktıkları gibi, o tarlanın mahsullerinin toplanacağı ve ebedî saadete mazhar olacakları cennete de bakmaktadırlar.

"Tûbâ-i hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına,
 Bir Cemil-i Zülcelal'in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz."

Biz, yaratılış ağacının bir bölümü olan semada, Samanyolu’nun dallarına, bir Cemil-i Zülcelal'in, hikmet eliyle asılmış pek güzel meyveleriz.

"Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareleriz biz."

Şu semavat ehli olan meleklere birer gezici mescid, dönen birer hane, ulvî birer yuva, birer nurlu kandil,  Cebbar olan Allah’ın birer gemisi, birer tayyareyiz biz.

"Bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Hakîm-i Zülcelal'in birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ı hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz."

"Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana."

"Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz."

"Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsahharız. Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.
Kehkeşanın halka-i kübrasına mensub birer meczublarız biz." dediklerini hayalen dinledim."
(1)

Aynı sikkeyi ve turrayı taşımakla Rabbimizin bir olduğunu gösteririz. Hepimiz onun hizmetindeyiz. Abidler (ibadet eden kullar) gibi biz de kendi tesbihimizi yapar, Samanyolu’nun büyük halkasında cezbeye kapılmış bir vaziyette Rabbimizi zikrederiz.

1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



72. "Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz." cümlesinin izahını yapar mısınız, yani yıldızlar her iki âleme de nazar ediyorlar mı?


"Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise, mutî neferler, muntazam sefineler, harika tayyareler, acâip lâmbalar gibi vaziyetiyle, senin saltanat-ı ulûhiyetinin şâşaasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından bir yıldız olan Güneş'imizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla Güneş'in sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler."(1)

Bütün maddi âlem, âhiret ve gayb âleminin üstünde tenteneli bir perdedir. O âlemlerle, bu maddi âlem arasında alışveriş olması gayet normaldir. Yıldızların, nurunu cennetten, ateşini de cehennemden aldığına dair hadisler de mevcuttur. Bu hadislerden birisi şu şekildedir:

"Muhakkak ki, yaz sıcağının şiddeti, cehennem sıcağındandır."(2)

Şahit olduğumuz şu kâinat, âhiret âlemlerinden kopuk değildir. Aralarında bir irtibat, bir münasebet vardır. Mekân olarak bir uzaklık söz konusu değildir. Zira âhiret âlemi yanında, maddî âlem bir nokta gibidir ve onun dairesi içindedir. Ahiret âlemi binanın temeli, dünya ve kâinat ise; bu temel üstünde duran bir menzil gibidir. Bu yüzden aralarında sıkı bir irtibat, sıkı bir alışveriş vardır.

Bizi aldatan husus ise; iki âlemin hayat şartlarıdır. Nasıl deniz içindeki hayat şartı ile karadaki hayat şartı farklı ise; aynı şekilde âhiret âleminin hayat şartları ile maddî âlemdeki hayat şartları birbirinden farklıdır. Uzaklık bu noktadadır, yoksa zaman, boyut ve derinlik açısından iç içedirler. Üstad bu manaya şu ibareler ile işaret ediyor:

"Elcevap: Cehennemin yeri,  قُلْ اِنَّماَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ * لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ الله  bazı rivâyatla, 'tahte’l-arz' denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi, küre-i arz, hareket-i seneviyesiyle, ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, arzın o medar-ı senevîsi altındadır demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlûkat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar, gözümüzün önünde olup göremiyoruz. (...)"

"Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp tayin  edelim. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ Âhiret âlemine ait menziller bu dünyevî gözümüzle görülmez. Fakat, bazı rivâyâtın işârâtıyla, âhiretteki cehennem bu dünyamızla münasebettardır. Yazın şiddet-i hararetine مِنْ فَيْحِ جَهَنَّمَ denilmiştir."(3)

Maddî âlemin bu gaybî âlemler üzerinde nakışlı bir perde olması, insanın imtihanı içindir. Şâyet insan, iman ve tefekkür nazarı ile bu nakışlı perdeye, yani maddî âlemlere bakarsa, arkasında o gaybî âlemleri derecesine göre görür. Ama insan küfür ve fısk nazarı ile bu nakışlı perdeye bakarsa, bu perde karanlık ve kesif hale gelir, arkasını göstermez. Gaybî âlemler, bütün insanlara zahir olsa idi, meselâ; hepimiz cennet ve cehennemi görseydik, imtihan sırrı bozulur, Ebu Cehil ile Ebu Bekir (r.a) aynı seviyede kalırdı. Mücadele ve mücahede manası gider, her şey yeknesak ve müsavi olurdu. Bu sebepten dolayı maddî âlem, manevî âlemler üzerinde nakışlı bir perde olarak düzenlenmiştir.

Ahiret âlemi, bu kâinata göre çok geniştir. Cenâb-ı Hak, derecesi en aşağıda olan bir mü’mine, beş yüz sene genişliğinde bir cennet vaad etmiştir. Böyle azametli bir cennet menzilinin yanında, şu kâinat çok küçük kalır.