Bu konuda bir bilgi sahibi değiliz. Sadece, Üstadımızın da beyanıyla Nur Risalelerinin ekseriyet itibariyle sünuhat olduğu dikkat alındığında, Üstadımızın bu makamı önce yazmaya niyetlendiği halde sünuhat olmadığından yazılmadığını söyleyebiliriz.
Söz konusu âyet-i kerîmenin meali şöyledir:
“Yaptıklarıyla (kötülükleriyle) sevinen ve yapmadıkları hayırla övülmekten hoşlanan kimseleri, sakın azaptan kurtulurlar zannetme. Onlar için elem verici bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 3/188)
Âyetin nüzul sebebi hakkında şu bilgi verilmektedir: Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) Yahudilerden Tevrat’ta bulunan bir mesele sormuş, onlar ise bilerek, kasten yanlış bilgi vermişlerdir.
Âyetin münafıklar hakkında nazil olduğu da söylenmektedir. Bilindiği gibi, âyetlerin nüzul sebepleri ne olursa olsun hükümleri umumîdir. Nitekim “Sebeb-i nüzulün hususiyeti hükmün umumiyetine mani değildir.” buyrulmuştur.
Bu âyetten her Müslüman’ın alması gereken çok ehemmiyetli bir ders vardır: Bilmeyerek yahut nefsine aldanarak yanlış bir iş görmekle, bu yanlışı bilerek yapmak, insanlara bilerek zarar vermek ve bununla da kalmayıp yaptığıyla övünmek arasında büyük fark vardır. Bu ikincisi, neticesi elem verici bir azap olan çok çirkin bir davranıştır.
Öte yandan, yapmadığı bir hayırla övünmenin de akibeti acıklı bir azaptır.
Risale-i Nur, Kur’ân'ın manevî bir tefsiri olduğundan, bu On Sekizinci Söz’de de bu derse konu olan âyet-i kerîmenin verdiği hakikat dersi, çok farklı bir üslupla ve harika bir şekilde akıl, kalb ve vicdanların nazarına sunulmuştur.
Kader bahsinde de işlendiği gibi, insanın yaptığı herhangi bir hayırdaki hissesi çok azdır. O hayrın bütün haricî şartlarını yaratan Allah olduğu gibi, insanın o hayrı işlemekte kullandığı bütün organları, duyguları, aklı, hafızayı, hayali yaratan da odur.
İnsanın elinde olan, sadece zayıf bir kesb, yani o hayırlı işe yönelmesi, iradesini o istikamette kullanmayı dilemesidir. Bunun ötesinde her şeyi Allah yaratmaktadır.
Hakikat bu iken, insanın bütün bu ilâhî ihsan ve ikramları hiç düşünmeyerek, işlediği bir hayrı bütünüyle sahiplenmeye kalkması, âyetin haber verdiği gibi “yapmadığı hayırla övünmekten hoşlanma” demektir. Bu ise bir “gasptır”, “insanların minnettarlıklarını kendi nefsine çekmeye çalışmadır.” Bunun sonucu ise acıklı bir azaptır.Üstad Hazretleri Rabbine karşı kulluk vazifeleriyle, yüklendiği iman hizmetinin icablarını en mükemmel bir şekilde dengelemiştir.
"Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım."(1)
Vazife noktasında kaleme aldığı ve umumun istifadesine sunduğu Nur Külliyatı'nda, büyük bir mürşit, eşsiz bir mütefekkir olma vasıfları hemen nazara çarpmakla birlikte, nefis terbiyesiyle alâkalı konularda kendisini “herkesten ziyade nasihate muhtaç” görür. Bu sadece bir tevazu değildir. Üstad Hazretleri dile getirdiği bu mânaları iç âleminde tekemmül ettirerek nefsini terakki yolculuğunda ilerletirken, bunları kaleme almakla da okuyucularına ehemmiyetli bir ders vermektedir. Yani, bunları düşünürken kendi nefsini, yazarken kendi nefsiyle birlikte diğer nefisleri de muhatap almıştır. Eğer, bu mânaları sadece kendi nefsine ders verseydi, yazmasına gerek kalmazdı.
Bu noktada Allah Resulü'nün şu hadis-i şerifleri çok dikkat çekicidir:
“İçinizde Allah’ı en çok seven benim. Ve ondan en çok korkan da benim...” (Buharî, İman 13)
Bu hadis-i şerifte kullukla vazife dengesinin en ileri seviyede kurulduğunu görüyoruz. Bütün enbiyanın serveri, bütün evliyanın sultanı olması, bütün kâinatın onun nurundan yaratılmış bulunması, kendisinin Allah’tan korkma noktasındaki o en ileri derecesine hiçbir noksanlık getirmemiştir.
Peygamber varisi olan bütün büyük zatlarda olduğu gibi, Üstat Hazretlerinde de bu ruhun her zaman hâkim olduğunu görüyoruz.
1) bk. Sözler, Yirmi Birinci Söz.
Burada sayılan sıfatların, derse konu olan âyet-i kerîme ile çok yakın münasebeti vardır. Bunun için nefsin diğer sıfatları yerine, bunların kaydedilmesi tercih edilmiştir.
Âyet-i kerîmenin meali:
Nefis, kendini övmeye çok düşkün, şöhrete son derece tutkun, övülmeye can atan bir yapıya sahiptir. Kendini görme ve beğenme noktasında o kadar aşırı gider ki, sadece yaptığı kötülüklere sevinmekle kalmaz, yapmadığı hayırlarla bile övünmekten hoşlanır."Yaptıklarıyla (kötülükleriyle) sevinen ve yapmadıkları hayırla övülmekten hoşlanan kimseleri, sakın azaptan kurtulurlar, zannetme. Onlar için pek acı bir azap vardır." (Âl-i İmrân, 3/188)
"Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura, belki bir hakkın var. Halbuki, sen dâim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyârın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla iptal ediyorsun ve temellükle gasb ediyorsun."
a. Nefsin şöhret hissini kırmak için misal olarak verilen, “üzüm salkımı ve çubuğu” konusunu biraz açar mısınız?
İslam, tevhid dinidir. Onda ne açık şirke yer vardır, ne de gizli şirke. Nur Külliyatı'nda defalarca işlenmekle kalbin ta derinliklerine yerleştirilmek istenen bir mesaj vardır:
Bütün hayır ve güzellikler Allah'ın elindedir. Sebepler yalnız zahiri birer perdedirler. Hakiki müessir ve tek yaratıcı ancak Allah'tır.
Güneş'te ışığı yaratan Allah, denizde balığı yaratır, tarlalarda mahsulleri, ağaçlarda meyveleri yaratır. Üzüm ağacını üzüm meyvesi verecek şekilde planlayan, onun çekirdeğinde o ağacın bütün programını, Üstad'ın ifadesiyle "manevî kader kalemiyle" yazan, bugünün ifadesiyle genetik şifreler halinde kaydeden Cenâb-ı Hak, insanın mahiyetini de binler çeşit ilimlere kabiliyetli kılmış, insan beynini bunu yapabilecek büyük bir mucize olarak yaratmıştır.
İşte insan, ortaya koyduğu ilmî eserleri, güzel sanatları, teknik sahada yakaladığı harika keşifleri hep bu üstün mahiyetin birer meyvesi olarak değerlendirmelidir. Aksi halde, üzüm çubuğunun, “Bu üzümler benim eserimdir.” demesi gibi, haksız bir sahiplenme ile kendisine şükür kapısını kapayıp nankörlük, küfür ve kibir kapısını açmış olacaktır.
"İslâmiyet'in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor."(1)
b. Üstadımıza yüklenen vazife nedir ki; kendisini üzüm çubuğuna benzeterek, nefsini fahirden, medihten ve gururdan muhafaza etmeye çalışıyor?
Üstad Hazretleri; "Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var..." buyurmakla, vazifesinin ulviyetini çok güzel bir şekilde dile getirmiş oluyor. Allah Resulünün (asm.) beyan ettiği gibi,
“Âlimler peygamberlerin varisleridirler.” (Buharî, İlm 10)
Kıyamete kadar, insanları irşat vazifesi âlimlere verilmiştir. Bu vazifeden her âlimin bir hissesi vardır. Fakat en büyük hisseler asırlarına istikamet veren, İslâm’ın o asırdaki tebliğ metodunu belirleyen mücedditlere aittir.
Şirkin ve küfrün hâkim olduğu cahiliye döneminden sonra, bu asra kadar doğrudan doğruya imana hücum edilen bir dönem görülmemiştir. Küfrün, dalaletin, sefahetin birer şahs-ı manevî halinde insanların imanına ve ahlâkına büyük zararlar verdiği bu dehşetli asırda, Üstad Hazretlerinin deruhte ettiği vazife, fevkalade büyük ve ehemmiyetlidir.
Ve bu vazifeyi en mükemmel şekilde yerine getirmiş olmasından dolayı, nefsinde bir iftihar halinin hükmetmesinden büyük endişe duymuştur. Üstadımız kendi nefsine bu harika dersi vermiş ve bizlerin de yaptığımız hizmetlerde nefsimize aynı dersi vermemiz için bu dersini kaydetme ihtiyacı duymuştur.
"Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’âna hücum edilecek, i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım."(2)
c. "Halbuki, sen dâim zemme müstahaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyârın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun. Gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla iptal ediyorsun ve temellükle gasb ediyorsun.” Bu cümleleri biraz açabilir misiniz? Fahr ile tenkis, gururla tahrip, küfranla iptal ve temellükle gasp ne mânaya geliyor?
Üstad Hazretleri, insan nefsi için yaptığı harika bir tespitte şu incelikleri nazarımıza sunar:
"Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle, nefsini sever. Belki, evvela ve bizzat yalnız zatını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda layık bir tarzda nefsini metheder, mâbuda layık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder."(3)
İşte her hayrın Allah’tan olduğu gerçeğinden gaflet eden bir nefis, ilâhî ikramları kendine mal eder ve kendinin methedilmesini ister. Onu terbiye etmenin yolu ise onu daima zemmetmektir. Yani, kusurlarını sürekli olarak hatırlatıp, kibirlenmesine fırsat vermemektir.
Nurlarda beyan edildiği gibi, insanın eline "cüz’î bir cüz’i ihtiyarî" verilmiştir. Onun vazifesi sadece hayra veya şerre yönelmektir. Bundan ötesini hep Allah yaratmaktadır. Mesela, görme fiilinde insanın vazifesi helale veya harama bakmaya meyletmektir. Beynin çalışmasından, gözlerin vazife yapmasından, ışığın yaratılmasına kadar, tüm hayırlar Allah’tandır. İnsan, bu cüz’î iradesini şerde kullandığı taktirde, bütün mesuliyet ona aittir ve zemmedilmesi gerekir. Hayırda kullandığında ise, hissesinin çok cüz’î olduğu kendisine hatırlatılarak, gurura ve kibre sapması engellenmelidir.
İnsan, cüz’î iradesini yanlış kullanarak kendine ihsan edilen nimetleri sahiplenme ve onlarla övünme yoluna girerse, o nimetlerin değerini düşürmüş olur. Yani onlar Allah’ın birer ikramı olma makamından, o kişinin kendi hüneri olma derekesine düşerler.
Üstad Hazretlerinin bir misalini konumuza tatbik edelim:
Bir bahçıvan, bağındaki meyveleri kendisinin yaptığını iddia etse, o meyveler kudretin birer mucizesi ve Rezzak isminin birer aynası olma makamından düşerek, o zavallı kişinin eserleri olarak görülürler.
Dipnotlar:
1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Üçüncü Mebhas.
2) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Risale...
3) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Zeyl.
Bu suali, Üstad Hazretlerinin, birçok hakikatin anlaşılmasında istimal ettiği Güneş ve ayna misaliyle cevaplandırmaya çalışalım:
Güneş'ten ışık alarak parlayan bir ayna düşünelim. Bu aynaya düşen vazife fahr değil şükürdür. Yani, çevresindeki ışıktan mahrum varlıklara, “Bakın ben ne kadar parlağım!” diyerek övünmek, kendini methetmek değil, ışıktan mahrum varlıklara bakıp kendindeki aydınlık için Güneş'e minnettar olmaktır.
Başkalarının da onun bu ışığından sürekli söz etmelerini beklemesi, bu sahada şöhret sahibi olmayı istemesi de ona yakışmaz. Zira o ışık, onun kendi malı ve hüneri değildir. Ona düşen vazife tevazudur. Yani, “Bu parlaklık benim değil, benim kendi kabiliyetimden gelmiyor, o bana Güneş'in bir ihsanıdır.” deyip tevazu göstermek, ışığıyla büyüklenme yoluna girmemektir.
Hacaleti, şöyle de anlayabiliriz: O ayna, ışığıyla övünmeyi bir tarafa bırakıp kendisine yapılan bu ihsana karşı layıkıyla şükredememekten gelen bir mahcubiyet içinde bulunmalıdır.
İnsan da kendisinde görünen bütün güzelliklerin ve kemallerin ilâhî isimlere ayna olmasıyla gerçekleştiğini, bunun ise onun irade ve kudretiyle değil, sadece ve sadece Allah’ın ihsanıyla olduğunu düşünmeli, övünme yoluna değil, şükür ve tevazu yoluna girmelidir.
Misaldeki aynanın kendi parlaklığıyla övünmek yerine, Güneş'in muhteşem ışığını görüp, onu methetmesi, ona şükretmesi gerektiği gibi, insan da kendisine ihsan edilen güzellikler ve kemaller için Allah’a minnettar olmalıdır."Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre mercî olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var, o da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir sûrette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır. Hem, siz birer perde yaratılmışsınız; ta güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesîle olasınız. Halbuki, bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güyâ iştirâk edersiniz. Demek, nefisperest, tabiatperest, gayet ahmak, gayet zâlimdir."(1)
Mülk Allah’ındır. Sebepler sadece birer perdedirler. Hakikat bu iken, insanlar misafir olarak geldikleri bu dünyada, kendilerine ihsan edilen haricî nimetleri ve onlardan faydalanmak için kendilerine verilen maddî ve manevî cihazları İlâhî ihsan olarak bilmek yerine, âlemdeki icraatları tabiata, kendilerinden hâsıl olan güzellikleri ve kemalleri ise nefislerine isnat ederek gaflete, dalalete veya küfre düşerler.
"Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene'dir, diğeri tabiattır. Birinci tâğutu gayr-ı kasdî, gölgevâri bir ayna gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar."(2)
Üstad Hazretleri bu iki tağut ile yani "ene ve tabiat" ile bir ömür boyu mücadele etmiş, insana kul olduğunu, mahlûk olduğunu, cüz’î bir iradeden başka elinde bir şey bulunmadığını, hayır olsun şer olsun her şeyi Allah’ın yaratığını ders vermiş, iradesiz tabiatın, kör kuvvetin ve ölü maddenin bu âlemdeki mucize sanatlara ve hikmetli icraatlara sahip çıkamayacağını kuvvetli delillerle ortaya koymuştur.
Bu risalede de nefsin terbiyesiyle alakalı bütün ifadeler, ene tağutuna haddini bildirmek ve tabiatın hakiki icraat sahibi olmadığını beyan içindir.
Suallerin cevabına yardımcı olacağı düşüncesiyle bazı mefhumlardan kısaca söz edelim.
Risalelerde “masdar ile mazhar, fail ve münfail” mefhumları üzerinde ehemmiyetle durulur. Burada "mazhar" yerine "mahal" kelimesi kullanılmış.
Masdar bir şeyin sudur ettiği, çıktığı mekândır. Mazhar ise o şeyin zahir olduğu, göründüğü mekândır. Işık Güneş'ten gelir ve aynada zahir olur, yani kendini gösterir. Ayna, bu ışığa masdar değildir, yani ışık ondan çıkmamaktadır.
Varlık âleminde görünen bütün güzellikler ve kemaller de o varlıkların kendilerinden doğmazlar; onlardan sudur etmezler. O varlıklar, ilâhî isimlere ve sıfatlara ayna olmakta, mazhar olmakta, mahal olmaktadırlar. Mahal kelimesi de burada mekân mânasına kullanılmıştır. Meyvenin mekânı daldır, ağacınki topraktır. Ama ne meyve ağacın hüneri, ne de ağaç toprağın sanatıdır.
"Fail ve münfail" meselesine gelince, fail, bir fiili, bir işi yapan, işleyen demektir. Münfail ise o fiili kabul eden, yani kendisinde o fiil işlenen şeydir. Mesela kâtip, yazma fiilinin failidir. Kâğıt ise münfaildir, yani yazı fiilini kabul etmektedir. Biz kâğıda yazı yazdığımız halde, havaya veya suya yazı yazamayız. Bunların ikisi de yazma fiilini kabul etmezler, yani bu fiil onlarda icra edilemez.
Kâğıt, bu noktada, havadan ve sudan ileri olmakla birlikte, kendisinde yazılan yazılara sahip çıkamaz; onları kendi kudretine ve ilmine isnad edemez.
Yaratma fiilinin faili ancak Allah’tır, bütün mahlûkat ise yaratılmayı kabul etmişlerdir, yani bu fiil onlarda icra edilmiştir. Bu yönüyle her mahlûk münfaildir.
Bazı varlıklar bazı fiillere münfail olamazlar ve onlarda o fiil tecelli etmez. Mesela, “gösterme” fiili gözlerde icraat yapar, ama taşlarda, ağaçlarda yapmaz. Bu son ikisi gösterme fiiline münfail olamazlar. O halde, insanoğlu görmesiyle övünmek yerine buna şükretmekle mükelleftir. “Gözümü görme fiilini kabul edecek şekilde terbiye eden ben değilim, annem ve babam da değiller. O halde ben görme fiilinin faili, yapıcısı değilim, ancak münfailim.” demesi gerekir.
Aynı şekilde, toprak da bitkilerin kökleşmesine, tohumların sümbül vermesine elverişli bir şekilde yaratılmıştır. O da münfaildir.
Bütün hayırlar Allah’tandır. Bu hayrı “güzel bir şekilde kabul etmemekten” şerler doğar. Yine göz ve meyve misalimize dönelim. Gözü, görecek şekilde terbiye eden Allah’tır. Bu hayır ancak O’na mahsustur. Ancak, insan gözünü sert bir cisme çarparak kör ederse bu şerre sebep olan kendisidir. Gözü Allah vermiş, ama onun kör olmasına insan sebep olmuştur.
Toprağı da suyu da yaratan Allah, onlardan ağaçlar bitirmektedir. Ağacın yaratıcısı, faili Allah’tır. Ama insan o ağaca su vermeyip kurutursa, onun ölümüne sebep olmuş olur. Yani, ağacı yaratan Allah, kurumasına sebep olan ise insandır.
Nefis ve tabiatın birer perde olmalarına gelince:
Bu hikmet dünyasında her şey bir sebebe bağlanmıştır. Kudret âlemi olan âhirette ise her şey doğrudan, sebepsiz ve zamansız yaratılacaktır.
Yine bu imtihan dünyasında, hastalıklar, ölümler, musibetler gibi nefsimizin hoşuna gitmeyen birçok icraat da sergilenmektedir. Mesela, Nur Külliyatı’nda beyan edildiği gibi, kabir bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı olduğu halde, insan ölüm ötesini göremediğinden bu hakikatten gaflet edebildiği için hastalıklar ölüme perde edilmişlerdir. Böylece insanlar kadere karşı itiraz ve isyan yoluna girmekten ve kendilerini tehlikeye atmaktan kurtulmuş olurlar.
Öte yandan bir padişah, râiyetinin maaşlarını bizzat dağıtmaz da memurları vazifelendirir. Ama herkes çok iyi bilir ki, bu maaşları o memurlar kendi ceplerinden yahut kasalarından vermezler. Onlar, padişahın izzetine perde olmuşlardır ve bu paraları onun namına vermektedirler.
Bütün sebepler birer perdedirler. Aklı başında olan her insan, bu sebeplerin eliyle gelen nimetleri, o sebeplerin kendi malları ve ihsanları olarak değil, Allah’ın birer ikramı olarak görür ve sebepleri birer perde, birer vasıta olarak bilir.
"Tabiat bir san'at-ı İlahiyedir, Sâni' olmaz.. bir kitabet-i Rabbaniyedir, kâtib olmaz.. bir nakıştır, nakkaş olamaz. ..."(3)
"Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar. …"(4)
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Habbe.
3) bk. Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem'a.
4) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.
"Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız."(1) ifadesinde açıkça belirtildiği gibi, nefsin ve tabiatın vazifesi hayrı kabul etmek, şerre merci olmaktır.
Bu fıtrata zıt bir suret giymeyi şöyle anlayabiliriz:
Bir önceki sualin cevabında da izah edildiği gibi, bütün hayırlar Allah’tandır. İnsan ise kendisine ihsan edilen kabiliyetiyle bu hayırları kabul eder; aynanın güneş ışığını kabul etmesi gibi.
Şerleri ise insanın nefsi istemektedir. İnsanın istidadında hem hayrı hem de şerri işleme kabiliyeti bulunduğu halde, nefsine uyarak şer yolunu tutan kişi kabiliyetini yanlış kullanmış, hayır işlemeyi terk etmekle şerre sebep olmuştur.
"Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde" ifadesini şöyle de anlayabiliriz:
Sürekli olarak şer yolunu tutan, isyan ve küfür bataklığına düşen ve ondan kurtulmak için gayret göstermeyen bir kişi, hayır ve sevap yolundan gittikçe uzaklaşır. Sonunda, Üstadımızın ifadesiyle "Salâh ve hayrı kabule liyâkati kalmaz."(2) Zaten, kalp mühürlenmesi de bu demektir. Yani, isyanlar kalbin mühürlenmesinden dolayı yapılıyor değildir. Aksine, isyanların devamı sebebiyle kalp mühürlenmekte, artık kişinin hayır işlemeye kabiliyeti kalmamaktadır; defalarca iğne batırılarak kör edilen bir gözün görme kabiliyetini kaybetmesi gibi.
"Her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğunu"(3) haber veren hadis-i şeriften de açıkça anlaşılacağı gibi, insanın hayra kabiliyetinin kalmayışı onun kendi günahlarının ve isyanlarının bir neticesidir. Yoksa doğuştan bu konuda kabiliyetsiz olduğu söylenemez.
İnsanın, işlediği bütün iyiliklerde kendini fail bilmesi, şerlere ise sahip çıkmaması, bunları ya sebeplere veya kadere havale etmesi şu âyet-i kerîmenin hükmüne zıttır:
"Sana dokunan herhangi bir iyilik Allah'tandır. Sana isabet eden herhangi bir kötülük de senin nefsindendir..." (Nisa, 4/79)
Bu âyetin hükmüne zıt hareket eden kişi, "Halık’ıyla güya iştirak" etmektedir. Yani, kendi hevasını ilah ittihaz etmekle, hayırları kendinin yaptığını iddia eder; işlediği şerlere ise sahip çıkmayarak kendini noksanlıklardan tenzih etmekle "gayet ahmak ve gayet zalim" olur.
Bütün iyilikleri kendinden bilmek nefisperestlik, tabiattan bilmek ise tabiatperestliktir.
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
2) bk. age., Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat (Haşiye).
3) bk. Buhârî, Cenâiz 92.
Temessül; şekil ve suret giyme, bir şeyin suret ve mahiyetinin bir yerde aksetmesi demektir. Mesela, fakülteye kaydolan bir öğrenci müfredata uymadığı ve derslerine çalışmadığı taktirde, o fakültenin güzelliği ve üstünlüğü ona aksetmez. Bir süre sonra tahsil hayatı sona erer.
İnsan ahsen-i takvimde, yani en mükemmel bir istidatta yaratılmıştır. Ancak, bu güzellik onun amel âleminde kendini göstermediği takdirde, esfel-i safiline düşmekten kurtulamaz. Arzın halifesi iken, âyet-i kerîmede haber verildiği gibi, hayvandan daha aşağı bir derekeye düşer.
Bu mana, "memer" kelimesiyle çok güzel ifade edilmiştir. Memer; yol, cadde demektir. Güneş'in ışığının aksettiği bir ayna ile âlim bir insanın geçtiği yolu mukayese edelim. Birincisinde Güneş'in ışığı aynada da kendini gösterir. Yani, o ışık aynada temessül ederek onu da ışık sahibi yapar, suretinin ve mahiyetinin bir misalini onda da aksettirir. Ama âlimin ilmi, geçtiği yola intikal etmez, yani o cadde ilimle temessül edemez ve ilimden hiçbir nasip almaz.
İnsan nefsi de ilâhî isimlere en cami’ bir ayna olma şerefinde yaratılmışken, iman etmez ve salih amel işlemezse, onda esmâ-i İlâhiyenin tecelli etmesi, yoldan bir âlimin geçmesi gibi olur ve ona bir üstünlük kazandırmaz. Aksine, mesuliyetini artırır ve onu âlâ-yı illiyyinden, yani en yüksek derecelerden esfel-i safiline, en aşağı menzillere düşürür.
Burada, imanın ve amelin ehemmiyeti harika bir şekilde nazara verilmiş oluyor.Bu paragrafta tevazuyla hakikatin birlikte sergilendiğini görüyoruz. Bütün asırların korkup titrediği ahir zaman fitnesinin, olanca şiddetiyle hükmettiği bu dehşetli asırda, iman hizmeti gibi en ulvî bir vazifeyi Nur Risaleleriyle en mükemmel bir şekilde yapan Üstad Hazretleri, bu büyük mazhariyete karşı nefsinden yanlış bir ses gelmemesi için, ona bu tesirli dersi veriyor. Bizler de bir hizmette başarı gösterdiğimiz ve halkın takdirlerine mazhar olduğumuz zaman, bu dersten tam hisse alarak nefsimizi susturmalı ve onu haddini aşmaktan korumalıyız.
"Herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."(1)
cümlesi hakikatle yakından alakalı bir tevazu cümlesidir. Şöyle ki;
Ahir zaman fitnesinin bütün mukaddes kıymetleri tahribe başladığı dönemde, her hamiyet sahibi bir endişeye kapılmış ve bu fitneye karşı kendi çapında bir şeyler yapmak istemiştir. Bazıları, istikbalde Kur’ân’ı anlayacak kimse kalmayacak endişesiyle himmetini tefsir sahasında teksif etmiş ve kıymetli tefsirler yazmışlardır. Bir kısmı ise hadis-i şerifler üzerinde yoğun bir faaliyet göstermiştir.
Üstad Hazretleri ise, ekilen menfî tohumlara bakarak, istikbalde farzlarını bile terk edecek, hatta iman hakikatlerinde şüphe ve inkâra düşecek bir neslin geleceğinden korkmuş, bunu dert edinmiş ve her derdin dermanını veren Cenâb-ı Hak da ona Nur Risalelerinin yazılmasını ilham ve ihsan etmiştir.
Nitekim bu konuda kendisi bizzat şöyle buyurmaktadır:
"Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır."(2)
Bir ihsan-ı İlâhî olarak, bu büyük vazife Üstad Hazretlerine verilmiştir. Ancak bunun sebebini "liyakat, ilmen üstünlük, azami ihlâs" gibi sebeplere değil de kendisinin "herkesten ziyâde müflis, muhtaç ve müteellim" olmasına bağlanması, onun kulluk şuurundaki kemalinin bir nişanesi olduğu gibi, "aczde bin kuvvet gördüm." ifadesiyle de yakından alakalıdır. İnsan, kendisini ne kadar muhtaç, âciz ve fakir görürse, İlâhî rahmet onda o kadar fazla tecelli eder.
"Müflis"; iflas eden, bütün servetini, varlığını kaybeden demektir. Her insan da bir yönüyle müflis adam gibidir. Yani, kendisinin hiçbir şeyi yoktur, sahip olduğu her şey Allah’ın birer ihsanıdır ve ona emanet olarak verilmişlerdir. Bu şuura eren bir kulun kalbi, Rabbine karşı daimî bir muhabbet ve minnettarlıkla dolar.
"Müteellim” kelimesi bize Üstad Hazretlerinin şu ifadelerini hatırlatıyor:
"Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor. İmanım tutuşmuş yanıyor..."(3)
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz, Birinci Nokta.
2) bk. Mektubât, Yirmi Sekizinci Mektup, Mahrem Bir Suale Cevaptır.
3) bk. Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı.
Bilindiği gibi, Eski Said Dönemi, Üstad Hazretlerinin İslâm’ın içtimaî hayatıyla yakından alakadar olduğu dönemdir. Cihan harbine gönüllü alay komutanı olarak katılan, Darü’l-Hikmet-i İslâmiyede azalık vazifesi yapan, meşrutiyete karşı yanlış bir kıpırdanma olmaması için Karka gidip aşiretleri ikaz ve irşad eden o hamiyetli, izzetli ve gayretli ruh, iman hizmetiyle manen vazifeli kılındığında ayrı bir manaya bürünmüş, iman hakikatlerini hem aklı ikna, hem kalbi tatmin edecek şekilde izah ve ispat eden Nur Külliyatı'nın telifine başlamıştır.
"O (Allah) yarattığı her şeyi güzel yaptı (güzel yarattı). İnsanı yaratmaya da bir çamurdan başladı." (Secde, 32/7)
İmam Gazalî Hazretlerinin, "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur." hükmü, bu âyet-i kerîmenin bir izahı gibidir. Yani, her varlık mümkün olan şekillerin ve özelliklerin en güzeliyle yaratıldığı gibi, her hâdise de yine en güzel şekilde takdir ve icra edilmiştir.
Misal olarak, insanın eline bakalım. Bu eli, mevcut durumundan başka hangi şekilde düşünürsek düşünelim sonunda varacağımız hüküm şudur: Elin en mükemmel şekli, şu bildiğimiz halidir. Parmakların sayılarını artırsak veya azaltsak, yerlerinde değişiklik düşünsek mevcut halin dışındaki bütün şıkların geçersiz, faydasız ve hikmetsiz olduğunu görürüz.
Elimiz en güzel şekilde yaratıldığı gibi, diğer bütün organlarımız, bütün duygularımız, gökyüzünü süsleyen bütün yıldızlar ve yeryüzünü şenlendiren bütün canlı türleri de mümkün hallerin en güzeliyle yaratılmışlardır. Mesela, tavuğun en mükemmel şekli bildiğimiz şekildir. Kanatları vardır, ama kuşlar gibi yükseklerde uçamaz. Bu onun için bir noksanlık değildir. Zira eğer uçacak olsa o da bir kuş türü olur, bizimle ilgisi kalmaz ve bize faydalı olamaz.
Varlıklar en güzel şekilde yaratıldıkları gibi hadiseler de yine en güzel şekilde takdir edilmişlerdir. Ancak, insan aklı bu konuda her zaman hakikati bulamayıp yanlış düşüncelere, kötü zanlara, batıl hayallere, hakikatsiz vehimlere kapılabilmektedir.Âyet-i kerîmede her şeyin güzel yaratıldığı beyan ediliyor. Güzelliği, faydası, hikmeti herkes tarafından açıkça görünen ve bilinen şeylerde zaten bir tereddüt olmaz. Ancak, çirkin şeylerdeki güzelliği herkes göremediğinden, bu “her şey” içine bize çirkin görünen şeylerin ve hadiselerin de dâhil olduğuna dikkati çekmek üzere bu ilave bilgiye yer verilmiştir.
Cemil-i Bâki’ye bakan yüzler hep güzeldir. Bunu iki şekilde anlayabiliriz. Birisi yukarıda arz ettiğimiz gibi her şeyin neticesi güzeldir, bu ise Allah’ın takdiriyledir ve "Kaderin her şeyi güzeldir."
Gafil insana, "Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin" görünüyor; dünya hayatını her şeyiyle bırakmaktan büyük rahatsızlık duyuyor. Bu büyük ayrılıktan ruhun elem çekmemesinin en önemli şartı dünyanın mahiyetini bilmektir.
Meselâ, ölümün güzelliğini göremeyebiliyor. Hâlbuki Allah Resulünün (asm) haberiyle,
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur."(1)
İman ve salih amel ile kabirlerini bir cennet bahçesi olarak bulmaya çalışan insanlar, ölümün bu güzel yüzünü rahatlıkla görmektedirler.
"Ehl-i iman için ölüm: Vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.
Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur.
Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir.
Hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır.
Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahîm’inin fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir."
"Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddimesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir. Evet, ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır."(2)
Dipnotlar:
1) bk. Ahmed b. Hanbel, el-Akide, s. 74-76; Tirmizî, Kıyamet, 26.
2) bk. Lem'alar, Yirmi Beşinci Lem’a, Dokuzuncu Deva.
Bu cümle Risale-i Nur'da şu şekilde geçmektedir:
"Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."(1)
Her hükmün her önermenin mana-yı muhalifinin doğru ve mutabık olması gerekmiyor.
“Evet, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.” Bu cümle Allah’ın yaratma noktasından mutabık bir hükümdür ve doğru bir önermedir. Bu önermeyi doğru ve mutabık kılan şey ise, Allah’a nispet edilmesidir.
Lakin aynı önermeyi tersine çevirip şerre tatbik edersek, bu yanlış bir önermeye dönüşür. Mesela, ateş yemeği pişirince hayır, insanı yakınca şer oluyor; bu sebeple ateşin her tarafına şer diyemiyoruz.
Yine şeytanın yaratılması ve insanlara musallat edilmesi neticeleri itibarı ile hayır iken, insanların kendi iradeleri ile şeytana uyması ise şerdir. Bu yüzden her önermenin ters manası doğru ve mutabık olacak diye bir kaide bulunmuyor.
Mefhum-i muhalif, bir sözden çıkarılan zıt mana demektir. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.
Mantıkta her hükmün zıddının doğru olacağı gibi bir anlam çıkarılamaz. Hükmün doğruluğunun sabit olabilmesi için başka illetlere de bakmak gerekiyor.
Fakat bakış açısı mümin ve kafirlere göre eşyanın mahiyetini değiştirebilir. Yani bir müminin, "Bunun zahiri çirkin olsa bile neticesi güzeldir." dediği bir hadiseye, kâfir "Hem zahiri hem de neticesi şerdir." diyebilir. Mesela, Üstadımız Birinci Mektup'ta ölümü anlattığı yerde ölümün nimet taraflarını anlatırken en sonunda "Amma ehl-i dalâlet için, müteaddit Sözlerde kati ispat edildiği gibi, mevt dahi hayat gibi nikmet içinde nikmet, azap içinde azaptır; o bahisten hariçtir."(2) kaydını düşüyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
(2) bk. Mektubat, Birinci Mektup.
“Hüsn-ü bizzat”, “zatında güzel olan,” “güzelliği bir başka şeye nisbetle olmayan.” demektir. “Hüsn-ü bilgayr” ise, “görünürde çirkin, fakat neticesi güzel ve hayırlı olan.” manasına gelir.
İman, bizzat güzeldir; hiç küfür olmasa da iman yine güzeldir. Bu güzellik küfre nisbetle değildir. Takva ve salih amel de bizzat güzeldirler. Diğer insanların bu güzellikten nasip almaları yahut almamaları fark etmez. Onların güzellikleri ne ise yine odur. İlim de bizzat güzeldir. Herkesin âlim olması hâlinde, bir kimsedeki ilmin güzelliğinde bir noksanlık olacağı düşünülemez. İstikamet, şefkat, merhamet, adalet, tevazu, cömertlik gibi güzel ahlâkın bütün şubeleri de bizzat güzeldirler.
Bazı hadiseler ise görünürde şer ve çirkin telâkki edilirler. Ama onların arkalarında nice gizli güzellikler saklıdır. İşte bu ikinci tip güzelliklere hüsn-ü bilgayr denilir. Mesela, hayatın bizzat güzel olmasına karşılık ölüm, hüsn-ü bilgayrdır. İman ehli için, ölüm, “cennet bahçelerinden bir bahçe” olmakla dünya güzelliklerini gölgede bırakan bir güzelliğe sahiptir
Nur Külliyatı'ndan bir hikmet ve ibret dersi:
"...Pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir."(1)
Demek oluyor ki, hiç çile çekmeden, hiçbir zahmete katlanmadan, hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan geçen bir ömür, düz bir çizgiyi andırır. Çizgiyi yazı yapan o eğri büğrüler, o iniş çıkışlardır. Güzellik bir hakikattir, çirkinliğin müdahalesi ile güzellikte mertebeler meydana gelir. Güzellik bir hakikattir, çirkinliğin müdahalesi ile güzellikte mertebeler meydana gelir. Hayır da bir hakikattir. Bundaki mertebeler de şerrin müdahalesi ile ortaya çıkar. Takva, salih amel, cömertlik, tevazu gibi hakikatlerin her birinin nice mertebeleri vardır.
Bu dünya imtihanında şeytanın yaratılması ve nefsin kötülüğü emretmesi ve bunlara karşılık, Kur’ânın hakikat dersi vermesi, kalp ve vicdanın da ona meyilli olması insanlar arasında mertebelerin doğmasına sebep kılınmıştır. Bu bir ilâhî takdirdir, bu takdirin hikmeti ise cennette insanlar adedince ayrı âlemlerin yaratılması ve her birinde farklı tecellilerin sergilenmesidir. Bunun aksi de cehennem için söz konusu.
O gün, insanlar arasındaki nisbî farklılıktan ayrı nimetler yahut farklı azaplar doğacak. Ve her insanın ayrı bir nevi gibi olduğu ortaya çıkacak ve dünyadaki “nisbî emirler, orada hakaik” olacaktır.
1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
"Hüsn-ü bizzat", zatında güzel demektir. Semanın güzelliği, baharın güzelliği, denizin güzelliği, ormanın güzelliği, gündüzün güzelliği, sıhhatin güzelliği gibi çok güzellik bu gruba girer.
"Hüsn-ü bilgayr" ise, çirkin görünmekle birlikte neticesi itibariyle güzel manasına gelmektedir. Bu konuda verilen meşhur bir misali nakledelim: Çiçek bizzat güzeldir, gübre ise neticesi itibariyle güzeldir. Bu misali yaygınlaştırabiliriz.
Bizzat, yani zatında güzel olan şeyleri herkes güzel görür, ama zatında çirkin görünmekle birlikte neticeleri itibariyle güzel olan şeylerdeki güzelliği herkes göremeyebilir. Mesela, sıhhat bizzat güzeldir, hastalık ise günahlara kefaret olması cihetiyle güzeldir.
Gündüz bizzat güzeldir; gece ise neticeleri itibariyle güzeldir. Hayat bizzat güzeldir; ölüm ise dünyadan daha güzel bir âleme gitmeye vesile olduğu için neticesi itibariyle güzeldir. Misaller artırılabilir...
"Hattâ şeytanın dahi, manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebeb olduğundan, o nev'in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir..."(1)
Bize göre çirkin görünen şeyler ve hadiseler de ilâhî isimlerin tecellisine ayna olmaktadırlar. Bütün isimler güzel olduğu gibi, onların bütün aynaları da güzeldir.
1) bk. Şuâlar, İkinci Şua, Üçüncü Makam.
Mesela, Kudüs’ün Haçlılar tarafından işgal edilmesi ve ahaliye zulmetmesi, zahiri açıdan çirkin görünen bir hadisedir. Ama hakikatte bilkuvve halinde duran Selahaddin Eyyubilerin uyanıp bir bilfiil hale geçmesine ve İslam mücahitlerini gayrete getirmesine vesile olmuştur.
Zahiri açıdan çirkin gibi duran bir hastalık bir musibet, insanın sabır duygusunu harekete geçirip manevi kemalata sevk ediyor.
Nefis ve şeytan zahiri açıdan çirkin duruyor ama milyonlarca alim, asfiya ve evliya bu iki düşmanla mücadele sayesinde sümbüllenip gelişebildiler. Nefis ve şeytan olmasa bu büyük insanlar meyve vermeyecekti.
Bidat fırkalar zahiri açıdan çirkin gibi duruyor, ama Ehl-i sünnetin teşekkül edip binlerce muhakkinin teyakkuza geçmesi bu fırkaların hücumu sayesinde olmuştur. Hadisin hıfzı, tefsir ve tevil ilmi, kelam ilmi gibi birçok ilim dalı bidat fırkaların hücumundan meydana gelmiştir. Fırkaların hücumu olmasa belki birçok ilim dalı şimdi olmayacaktı.
Hadis-i şerifte beyan edildiği gibi, “Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l- Hafa, I/412).
Ve yine bu dünya bir imtihan meydanıdır.
Allah Resulü (asm.) dünyada rahat olmadığını beyan etmekle, bu dünyanın saadet diyarı değil, çalışma ve imtihan yeri olduğunu haber vermişlerdir. Saadet âlemi cennettir. Bütün elem, keder, hastalık ve musibetlerden uzak bir hayat ancak cennette vardır.
Bu dünyada celâl ve cemâl tecellileri birlikte kendini gösterir. Ve insan, her bir tecelli ile ayrı bir terakki ve tekâmül yoluna girer. Cemâl tecellileri onun ruhunda hamd ve şükür manalarını inkişaf ettirirken, celâl tecellileri ona ne kadar âciz ve fakir bir varlık olduğunu, Allah’ın rahmet ve yardımına ne kadar muhtaç bulunduğunu ders verir. Bu derslerle insan, kul olduğunu daha iyi anlar ve Rabbine karşı vazifelerini daha bir hassasiyetle yerine getirir.
Öte yandan, insan cemâl tecellisi olan sıhhatiyle ibadetlerini rahat bir şekilde yerine getirdiği gibi, celâl tecellisi olan hastalıklarla da, Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, menfî ibadet yoluna girer. Yani, aczini ve fakrını daha iyi hissetmek ve sabır göstermek suretiyle çok kıymetli, semeredâr ve bereketli ibadetler yapar.
Nur Külliyatı'ndan bela ve musibetlerle alâkalı birkaç tespit:
"Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar."(1)
"… Çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir."(2)
"Zaten sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder."(3)
Üstad Hazretlerinin bu güzel tespitlerini okuyunca şu hadis-i şerifin manasını daha iyi anlıyoruz:
"Belâların en şiddetlisi enbiyaya, sonra evliyaya, sonra da seviyelerine göre diğer müminleredir.'' (bk. Buharî, Merdâ 3)
Belânın bir manası “imtihandır.” Musibetlerle ağır imtihanlardan geçerek sabır, teslim, tevekkül ve rıza imtihanını kazanan büyük zatların başında peygamberler gelir, sonra derecesine göre diğer has kullar…
Bilindiği gibi ağır imtihanların neticeleri de büyük olur.
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l- Hafa, I/412) hadis-i şerifini, insanın musibetlerle terakki ve tekâmül etmesi yönüyle ele alan şu ifadeler de bu konuda çok mühim bir derstir:
"Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir."(4)
Bir çekirdeğin toprak altına atılması görünürde bir musibettir. Orada parçalanması ikinci ve daha büyük bir musibettir. Ama sümbül vermenin yolu da bundan geçmektedir. İşte insanın istidadı da birçok çekirdekler taşır. Bunların gelişmesi, meyve vermesi ancak meşakkatle, çalışmayla ve musibetlere sabretmekle mümkündür. Her ne kadar bu sayılanlar çirkin görünseler de o zahirî çirkinliğin arkasında harika güzellikler saklıdır.
İnsandaki bu celâl ve cemâl tecellileri, onun ağacı olan kâinatta da kendini gösterir. Kış-yaz, gece-gündüz, fırtına-sükûnet, dağlar-ovalar, güller-dikenler bu celâl ve cemâl tecellilerinden birkaçıdır. Şu var ki, bütün celâl tecellilerinin arkasında güzel neticeler vardır.
"Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihâyetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış."(5) cümlesi, bu hakikati ders vermekte ve devamında bu ders te’yid edilmektedir.
"Bütün inkılaplar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur." cümlesine de kısaca temas edelim:
İnkılap ve tahavvül kelimeleri, “başka türlü olma, hal değiştirme” manasına gelir. Sıhhatli bir kişinin hastalanması bir inkılaptır, bir hâl değişikliğidir. Bu değişimle onun ruh âleminde “sabır ve kadere teslim” imtihanı icra edilmeye başlanmıştır. Kuru toprağa yağmurun yağmasıyla da onda bir hâl değişimi başlar. İşte insanın bu sabır imtihanını kazanması toprağın yağmurdan fayda görerek çiçekler açmasına benzetilmiş oluyor.
Dipnotlar:
1) bk. Lem’alar, İkinci Lem'a.
2) bk. age.
3) bk. Mektubat, On İkinci Mektup, Üçüncü Sualiniz.
4) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
5) bk. age.
Üstad Hazretlerinin de ifade ettiği gibi, karın yağması insanlar tarafından menfi bir şekilde karşılanıyor. Aslında kar, tüm canlılar ve tabiat için çok faydalı bir yağış biçimidir. Karın bu tatlı fayda ve neticelerinden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
- Karın, tarım toprağını koruması ve nemli tutmasında ehemmiyeti büyüktür.
- Kar suyu, topraktaki potasyum, kalsiyum, demir gibi mineralleri çözerek bitkilerin beslenmesini sağlar.
- Kar, yeryüzü ve yeraltı su rezervlerinin en mühim kaynağıdır.
- Kar sayesinde barajlar dolar ve enerji olarak bize döner.
- Karda bulunan amonyak, karın erimesiyle birlikte toprakta kalır. Bu amonyak, azot bakterileri tarafından kalsiyum nitrat gibi azot tuzlarına çevrilerek bitkilerin azot ihtiyacını karşılar.
- Kar, bitkiler üzerinde koruyucu bir örtü oluşturur.İnsanın diğer canlılardan ayrılan en ehemmiyetli ciheti "külliyet kesb etmeye müstaid" olmasıdır. Kendisine cüz’î irade verilmiş olan insanoğlu, Allah’ın emir ve yasakları konusunda bir imtihana tabi tutulduğu gibi, kendi istidat sermayesini dar dairelerde boğmak yahut yerinde kullanarak küllileşmek konusunda da ayrı bir imtihan geçirmektedir.
İlim tahsil eden insan birçok sahada söz sahibi olurken, ömür sermayesini sadece dünyanın cüz’î işlerinde tüketen kişi, çocuklukta bildiklerine çok az şey ilave ederek, cüz’iyette kalıp küllîleşmeden bu dünyadan göçer gider.
Sadece rızkını ve düşmanını tanıyan bir hayvanın şuuruyla, kendini bilen, atmosferden yerküresine, Güneş'ten Ay'a kadar pek çok eşyayı tanıyan bir kişinin ilmi, kıyas kabul etmeyecek kadar birbirinden uzaktır. Birincisi cüz’î bir dairede kalmış, ikincisi ise külliyet kesbetmiştir.
İnsan zahirperesttir, yani her şeyin dış yüzüne, görünüşüne önem verir.
Ve insan hodgâmdır, yani kendini beğenir ve bencil bir yapıya sahiptir.
İşte bu insan, kendini beğenme yahut yaratıcısına hamdetme noktasında bir imtihan geçirmektedir.
Yine Nurlarda geçen bir cümle ile konuyu biraz daha açıklamaya çalışalım:
"Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan her şey onundur ve O’na aittir."(1)
İnsan bu âlemde neyi beğenip takdir ederse etsin, Allah’ın bir eserini methetmiş oluyor. Çünkü bu âlemde onun eseri olmayan hiçbir varlık mevcut değil. İnsan kendini beğeniyorsa, Allah’ın ahsen-i takvimde yarattığı en mükemmel mahlûkunu beğenmiş oluyor.
Bu hakikatten gaflet ederek Rabbini unutan ve sadece kendini gören gafil bir insan, zahirde kalmış, hakikate geçememiştir. Bunun neticesi olarak da Allah’ın sonsuz kemalini, cemâlini ve ihsanını mahlûkat aynalarında seyretmek yerine, kendini müstakil bir varlık gibi hayal eder ve sadece nefsinin ve hevesinin tatminiyle meşgul olur. Kendi menfaatini hayatın gayesi bilir, başkalarının da Allah’ın eserleri ve kulları olduklarını bilmezlikten gelir. Onlara rakip firmalar gibi bakar ve onlardan nasıl menfaat göreceğine kafa yorar.
Böyle hodgâm bir insan kendisini çok dar bir daire içinde hapsetmiş, küllîleşmekten uzaklaşmış, cüz’iyette kalmıştır.
Bütün kâmil insanların o yüksek halleri ve meziyetleri ispat eder ki, insan cüz’iyette kalmaya mahkûm değildir. İradesini müsbet yönde kullandığı takdirde küllîleşebilmekte, hakiki manada üstün insan olabilmektedir.
1) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.
On Yedinci Söz’de bu dünyadan kalp rahatlığı ile ayrılmayı sağlayan beş vecih sayılıyor. Beşinci Vecih’te, dünyanın mahiyetinin bilinmesi üzerinde duruluyor. Dünyanın mahiyetini bilen, yani dünyanın ne olduğunu, buraya niçin gelindiğini ve bu âlemde neler yapmak gerektiğini doğru değerlendiren insanlar, bu fâni âlemi daha rahat ve kolay terk ederler. En büyük hâdise olan ölümün rahatlıkla aşılmasını sağlayan esaslar, dünyanın diğer sıkıntılarını daha kolay halleder.
Bütün varlık âlemini İlâhî bir kitap olarak gören kişi, dünyayı ve ondaki hâdiseleri Kur’ân'ın nuruyla değerlendirir. Varlık âlemini ve onda cereyan eden hâdiseleri doğru okur. Böyle bir insan, Üstad'ın ifadesiyle, "hadisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder." Onu dalgalar alt edemez ve boğamaz.
Yine, dünyayı âhiretin tarlası olarak bilen kişi, kalbini tarlaya değil, ondan elde edeceği ve âhirete göndereceği mahsullere bağlar. Böyle bir insan, dünyanın hem lezzetlerinden, hem de elemlerinden âhirete sermaye gönderebilir. Sıhhatli iken ibadetlerini daha rahat yapar, dünya işlerine âhiret namına daha çok çalışır, sadakasını, zekâtını daha fazla verir. Hastalandığında, sabır ve şükür yoluna girer, daha başka bir sahada mahsul alır ve ebedî âlemine sermaye gönderir.
Keza, dünyayı misafirhane olarak telakki eden bir kişinin de bu âlemden ayrılışı kolay olur. Misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etmekle hem dünyada rahat eder, hem de âhirette ebedî saadete kavuşur.
Allah Resulü (asm.),
"Dünyada rahat yoktur." (A. İbn Hanbel, Zühd, s. 128)
buyururlar. Zira insan bu dünyaya rahatça yaşamaya değil, çokça çalışıp âhireti namına büyük kazançlar elde etmeye gelmiştir. Bunu böyle bilen insan, sıkıntı ve elem çekse de huzur ve saadet içinde yaşar.
“Evet, size meşakkatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir.”(1)
Bu bakış açısını her zaman ve her hâdisede yakalamak mümkün olmayabilir. Ama bu dünya imtihanında nefsimizi günah ve isyandan sakındırmakta verdiğimiz mücadelenin bir benzerini de “sabır ve şükür imtihanında” vermek durumundayız.
Bir âyet meali ve Nur Külliyatı'ndan bir vecize ile bu şıkkın cevabını tamamlayalım:
“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2)
"Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehâsı ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehâsına karşı mağlup düşebilir."(2)
Dipnotlar:
1) bk. Münazarat.
2) bk. Emirdağı Lahikası-I, 39. Mektup.
Eşya ve hâdiseleri doğru tahlil etme hususunda insanın karşısına çıkan en büyük engel, “her şeyi kendi anlayışına, bilgisine ve görgüsüne göre değerlendirmesidir.”
Acıyı çok seven birinin acı biber yemekten aldığı zevki, en küçük bir acıdan dili yanan ve gözleri yaşaran birisine anlatmak mümkün değildir.
İnsanoğlu melekleri düşünürken kendini ölçü alır, onların yemeden ve içmeden nasıl yaşadıklarına akıl erdiremez. Halbuki o insan, bedenine bakıp kalacağına, ruhunu düşünse, onun da maddî gıdalarla beslenmediğini hatırlasa, melekler hakkındaki suallerinin birçok cevabına ulaşacaktır.
Yine, insan meleklerin hiç kötülük düşünmediklerini de aklına sığıştıramaz. Çünkü aralarında mahiyet farkı vardır. Halbuki bu insan, bir kuzunun, bir güvercinin, bir ceylanın da kalbinden kötülük geçmediğini düşünse, yani kendini ölçü alacağına çevresine şöyle bir baksa, bu sualin birçok cevabını bulacaktır.
Çirkin ve kaba şeylerden söz ettiğimizde de kendimizi ölçü almakta, kendi ruh dünyamıza, his âlemimize göre hüküm vermekteyiz.
Cihadla ilgili bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur:
“...Siz bir şeyi kerih (çirkin) görürsünüz, hâlbuki o sizin hakkınızda daha hayırlıdır...” (Bakara, 2/216)
Hâdiseler hakkındaki bu hüküm, eşya hakkında da geçerlidir. Biz bazı şeyleri kaba ve çirkin görürüz, hâlbuki onlar hakikatte güzeldirler.
Meselâ, ölen bir hayvanın kokuşmuş cesedinin yanından geçerken yüzümüzü çevirir, burnumuzu tutarız. O çürüme, dağılma ve yeniden elementlere dönüşme faaliyeti çok hikmetli ve sanatlı olduğu halde, bizim duyu organlarımızı rahatsız ettiği için ondaki ince hikmeti ve hakiki güzelliği göremeyiz.
Bir başka misal:
Tükürmek dendi mi içimizde bir tiksinti uyanır. Yere tüküren kişiyi ayıplarız. Ancak, anatomi kitaplarında tükürük hakkında verilen bilgiler, onun yapılması ancak Allah’a mahsus harika birer sanat eseri olduğunu göstermektedir. Hiç anatomi bilgimiz olmasa da en azından, tükürüğün konuşmamıza yaptığı yardımı çok iyi biliyoruz. Bu bezler çalışmazsa boğazımız kuruyacak, aşırı salgıda bulunsalar bu defa ağzımızın içi tükürükle dolacak ve sürekli yutkunma mecburiyetinde kalacağız. Demek ki, tükürüğün yaratılması gibi dengeli salgılanması da çok hikmetli ve sanatlıdır.
Bilindiği gibi, belağatın mühim bir esası mukteza-yı hale mutabakattır. Yani, hâl neyi gerektiriyorsa ona göre kelam etmek icab eder. Pis bir kokuyu tarif ederken, çiçekten değil gübreden misal getirilir.
Kur’ân-ı Kerim'in zahiren edebe muhalif sanılan bazı tabirleri de bu noktada tam yerindedir ve belağatın tarifine uygundur. Bunlardan bir misal:
Kur’ân-ı Kerim'de Lokman hekimin oğluna yaptığı nasihatler nakledilmekle, bunların bütün Müslümanlar için de uyulması gereken ehemmiyetli düsturlar olduğu ders verilmiştir. Bunlardan birisi de konuşurken sesi fazla yükselterek başkalarını rahatsız etmemektir.
Kur’ân-ı Kerim'de insanları bu kötü âdetten vazgeçirmek üzere Lokman Hekimin oğluna yaptığı şu nasihat nakledilir:
“Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini, şüphesiz eşeklerin sesidir!” (Lokman, 31/19)
Diğer bir misal:
Tevrat’ın hükümlerini kendi keyiflerince değiştiren sözde din adamları hakkında şu benzetme yapılır:
“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. …” (Cuma, 62/5)
Bu vesileyle bir ehemmiyetli noktaya da temas etmekte fayda görüyoruz:
Bazı haddini aşan kişiler, Hazreti Mevlâna’nın birtakım misallerini kendilerince edebe muhalif görmüş ve tenkit etmişlerdir. Hâlbuki o misaller konunun aydınlanması noktasında tam yerindedir ve okuyucuya, büyük bir ibret ve tefekkür dersi verirler. Bunlardan çok hoşuma giden birisini nakletmek isterim:
“Adama sordular, 'Anneni niçin öldürdün?' diye.
'Onu yabancı biri ile gördüm.', dedi.
'Peki, anneni öldüreceğine o adamı öldürseydin ya!' dediler.
'O zaman, dedi, her gün bir adam öldürmem gerekecekti.'”(1)
Hazreti Mevlâna bu misali “bütün kötülüklerin anasının nefis olduğunu” açıklamak üzere veriyor. Ve nefis öldürülmedikçe, kötülüklerin sonunun gelmeyeceğini çok harika bir şekilde zihinlere yerleştiriyor. Şimdi bu hikmet dolu misali, edebe muhalif sayarak tenkit etmek mümkün mü?
Zahiren çirkin görünen bazı “mahlûkların ve hâdiselerin” hakikatte güzel ve hikmetli olmalarına gelince, zaten Üstad Hazretleri bu konuda kendisi üç misal vermiş bulunuyor. Bunlara ilave olarak yine kendisinin ölüm hakkındaki şu güzel sözünü nakletmek isterim:
"Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de fakat mümin için asıl siması nuranîdir, güzeldir gördüm."(2)
İnsana en dehşetli görünen ölüm hadisesinin içyüzünün güzelliği hakkında Nur Külliyatı'nda birçok açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birkaçını hatırlayalım:
"Mevt (ölüm), vazifeden paydostur, tebdili-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, haps-i bedenden azad olmaktır. Kabir bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır."(3)
Yine Nur Külliyatı'nda, Cihan Harbinde mağlup düşerek çok sayıda şehit vermemiz konusunda şu müjde ve teselli cümlesi yer alır:
"Mükafat-ı hazıramız ise; fasık, günahkar bir milletten, hums olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi."(4)
Dipnotlar:
1) bk. Mevlâna, Mesnevi, VI, 260-262.
2) bk. Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem'a.
3) bk. Sözler, On Üçüncü Söz'ün İkinci makamı.
4) bk. Sünûhat.
"Hem insan, hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, her şeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri hilâf-ı edep zanneder. Mesela, alet-i tenasül-ü insan, insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, sanata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, hacalet ona hiç temas etmez."
"İşte, menba-ı edep olan Kur'ân-ı Hakîmin bazı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki, bize görünen çirkin mahlûkların ve hadiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli sanat ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâni'ine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir."(1)
Üstad Hazretleri bu ifadeleriyle Kur’ân'da geçen bazı tabirlerin, onun edebine yakışmadığını iddia edenlere cevap vermektedir. İnsanlar arasında edebe aykırı olan bazı şeylerin, tıp veya fen sahasında nice hikmetleri anlatılmaktadır.
Kur’ân’nın bu gibi tabirleri insanın yaratılış ve hikmet cihetine bakar. Zaten eşyaya mana-yı harfi nazarıyla bakılmadığında, Cenab-ı Hakk’a bakan binlerce yönü görülemez ve anlaşılamaz.
İnsanın idrak ve ihata edemeyeceği hadiselerin nice hikmet ve gayeleri vardır.
Bir çiçek, maddesi ve dünyaya bakan cihetiyle kendini birkaç yönden gösterirken, Rabbine bakan yüzlerce yönü vardır. O çiçeğin o güzel ve tatlı tebessümünde Muhsin, Cemil, Müzeyyin gibi çok isimler tecelli ile kendini ilan ediyor. Çiçeğin üstündeki nakış ve sanatlar maddesinden çok daha önemlidir. Bu da nakış ve sanatlar adedince isimleri akla gösteriyor, zira her nakış arkasında bir isim tecelli ediyor ve bu isim ile Allah’a işaret ediyor.
Mana-yı harfi, mahlûkata ve bütün kâinata Allah hesabına ve Allah’ın sanatı ve eseri nazarı ile bakmaktır. Yani harf kendi başına bir mânâ ifade etmez; ancak başkasına işaret ederse bir mânâ kazanır.
Aklımızın hoş görmediği, kalbimizin zevk duymadığı ve his dünyamızla tenakuz teşkil eden nice hâdiselerin bilemediğimiz nice hikmetleri vardır. "Kitabet-i kutsiye" ifadesi bize bu dersi veriyor. Zaten yazıyı çizgiden ayıran da ondaki farklılıklar değil midir? Okuma bilmeyen bir çocuk için, karışık birtakım siyah lekeler gibi görünen yazılar, ilim ehli için nice manalar yüklüdür.
Yirmi dokuz harfin birbirinden farklı şekilleri karışıklık gibi görünse de yazının meydana gelmesi için bu farklılıklar şarttır. Mevsimlerin farklılığı, meyvelerin ayrı tatları, ovaların düzlüğüne son veren dağlar ve tepeler, gün boyunca ışığın ve karanlığın farklı tonlarda kendilerini göstermeleri, organlarımızın şekil ve vazifece farklı olmaları hikmet doludur ve rahmet yüklüdür.
Kendimizi ve etrafımızdaki varlıkları böylece değerlendirdiğimizde, hayat yolculuğumuzun da düz bir çizgi olmasını artık beklemeyiz. Çok iyi biliriz ki, hayatımıza da mana veren o farklı tecellilerdir. Merak, endişe, hastalık, keder, sıkıntı, ferah, gülme, ağlama, ümit gibi birbirine zıt nice hisler, ömrümüzde her zaman hükmederler.
Hayatımız, farklılıklar ve karışıklıklarla değer kazanır. Düz bir çizgiden mana çıkmaması gibi, yeknesak bir hayattan da çoğu zaman manevî mahsul çıkmaz.
"Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider."(2)
Asr suresinde, “Muhakkak ki insanlar hüsrandadırlar.” buyurulduktan sonra, bu zarardan kurtulan insanların şu dört vasfı nazara verilir:
• İman etmek,
• Salih amel işlemek,
• Birbirine hakkı tavsiye etmek,
• Birbirine sabrı tavsiye etmek.
İmanla başlayan terakki ve tekâmül yolculuğu, ibadetlerle ilerler, birbirlerine hakkı tavsiye etmekle devam eder ve sabır hususundaki karşılıklı tavsiyeleşme ile son noktasına varır.
Sabrın en çok karşılaşılan bir şubesi musibetlere ve hastalıklara sabırdır. Bu sabırla, insan ruhu günahlardan arınır, temizlenir, kemale erer. Vardığı bu kemal noktadan aldığı manevî kuvvetle, daha sonra başına gelecek benzer hâdiselere karşı dayanma gücü kazanır.
Hastalık, sıhhatin bozulması yönüyle, görünüşte bir düzensizliktir, bir karışıklıktır. Ama bu karışıklık içinde, "tasaffi", "kemâl", "terakki", "tekemmül" gibi birçok faydalı neticeler vardır. Ve bunlar o karışık gibi görülen hâdiseleri "bir kitabet-i kutsiye" haline getirirler. Kutsiyet, noksanlıktan, hatadan, eksiklikten pak ve temiz olma; kitabet ise ömür sayfalarına hadiselerin yazılmasıdır. Geceyi de gündüzü de güzel görebilen bir göz, kendi ömür sayfasında yazılan hastalık ve musibetleri de sıhhat ve afiyet kadar faydalı görebilir.
Âyet-i kerîmenin meali:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. …” (Âl-i İmrân, 3/31)
Bu konuda, Nur Külliyatı'ndan On Birinci Lem’ada geniş bilgi verilmiştir. Burada şu kadarını arz edelim:
Bu âyet-i kerîme Allah sevgisinin ölçüsünü ortaya koymaktadır. Buna göre bir kimse Allah’ı seviyorsa, onun razı olduğu bir hayat sürecek ve her şeyini onun sevdiği şekilde düzenleyecektir. Bu noktada tek rehber, Allah Resulüdür (asm).
Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın sevdiği ve razı olduğu bir kulun taşıması gereken bütün vasıfları en mükemmel şekilde hayatına mal etmiş, bütün işleri, sözleri ve halleriyle insanlık âlemine en mükemmel numüne-i imtisal olmuştur. Ayet ve hadisle de sabit olduğu gibi, kendisini bizzat Allah terbiye etmiştir. Onun izinden gitmek, onun gibi amel etmek, onun sakındıklarından hassasiyetle kaçınmak ve ahlâkıyla ahlâklanmaya elden geldiğince gayret etmek, insanı Allah sevgisine ulaştırır.
Böyle yapan bir kulu Allah sever, zira o kul Habibullahın (asm) yolunda ve izindedir.Konuyla yakından alakalı olan şu hadis-i kudsîyi hatırlayalım:
"Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlûkatı yarattım." (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132)
On Birinci Söz bu hakikat dersini en güzel şekilde şerh ve izah etmektedir.
Gizli hazine, mecazî bir ifadedir. Padişahın hazinesinde ne gibi cevherler bulunduğunu ancak kendisi bilir, bütün bunlar başkalarından gizlidir. Başkaları o cevherlerden ortaya çıkarılıp umumun nazarına arz edilen kadarını bilebilirler. Diğerleri yine gizli kalmaya devam eder.
Kenz-i mahfi (gizli hazine) ve künuz-u mahfiye (gizli hazineler) tabirleri ilâhî isimler için kullanılmaktadır. Meselâ, henüz kâinat yaratılmadan, Allah’ın ilminde bütün rızıklar mevcuttu. Rezzak isminin hazinesindeki bu rızıkların bilinmesi için önce o rızıklar, arkasından rızka muhtaç canlılar yaratıldılar. İlk rızıktan ta cennetteki ebedî ihsanlara kadar bütün rızıklar Rezzak isminin hazinesinden gelirler.
Aynı şekilde, bütün hayatlar Muhyi (hayat verici) isminin hazinesinden, bütün şekiller Musavvir (suret veren, şekillendiren) isminin hazinesinden, bütün süsler, zinetler Müzeyyin (tezyin eden, süsleyen) isminin hazinesinden gelmektedir.
Yaratılan her eserde, hem en mükemmel bir sanat teşhir edilmekte hem de ona güzel bir şekil, renk, süs takılmaktadır. İşte bu hal, "onların Sanatkârında ehemmiyetli bir irâde-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin" var olduğunu gösterir.
Burada tahsin (güzel yapma, güzelleştirme) ve tezyin (süslendirme, ziynetlendirme) fiilleri misal olarak verilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın, bütün İlâhî fiillerini ve sanatlarını sergilemeye karşı kudsî bir rağbeti vardır. Mademki Allah, sanatını ve eserlerini sevmektedir. Elbette, bunlar içerisinde en çok sevdiği eserler, onun sanatını en mükemmel olarak gösterenlerdir.
Allah, Güneşi de sever, Ay’ı da ikisi de onun sanatıdır.
Denizleri de sever ovaları da bunların da tamamı onun mülkü, onun mahlûkudur.
Allah, arıyı da sever, ipek böceğini de her ikisi de onun canlı tezgâhlarıdır.
Allah’ın en mükemmel eseri insan olduğundan ve mahlûkatta sergilediği her türlü sanatını küçük mikyasta onda da sergilediğinden, ona akıl vererek İlâhî sanatları takdir etme ve Rabbanî ihsanlara şükretme kabiliyeti ihsan etmiştir. Elbette, Allah her mahlûkunu sevmekle birlikte bu en üstün mahlûkunu daha çok sevmektedir.
"Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuât içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyâde müteveccih olup temerküz etmek ister."(1) cümlesi bu dersi vermektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak insanı ahsen-i takvimde yarattığını ve onu arza halife seçtiğini açıkça beyan etmektedir.
Külliyat'ta, insanın "bu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi" olduğu nazara verilir. “En son” ifadesi, burada en uzak şeklinde yer almıştır. Yine, bir risalede kâinat bir ağaca, elementler onun dallarına, bitkiler yapraklarına, hayvanlar çiçeklerine, insanlar ise meyvelerine benzetilir. Ağacın en son yaratılan ve kökten en uzak olan cüz’ü meyvesidir. Bu sebeple, meyvenin içindeki çekirdek, ağacın tümünün plan ve programını taşır. Bu meyvenin şuuru olsa, ağacın tümünü küllî bir nazarla tefekkür edebilir.
Kendini bildirmek ve tanıttırmak için bu mahlûkatı yaratan Cenab-ı Hak, elbette ki diğer canlıları değil, insanı muhatap alacak, onunla konuşacak ve onu ebedî saadete namzet yapacaktır; nitekim öyle olmuştur.
"Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâni'ine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir."(2)
Peygamber Efendimiz (asm.) bu vazifeyi başkalarıyla kıyas kabul etmeyecek derecede küllî ve mükemmel olarak icra etmiştir. Allah’ı tanımak ve bütün insanlara tanıtmak için yaratılan o en büyük peygamber, Miraç mucizesiyle Cenâb-ı Hakk’ı bizzat görmüş, "küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarf" etmiştir.
"Madem kâinatta hüsn-ü san'at, bilmüşahede vardır ve kat'îdir. Elbette risalet-i Ahmediye (asm), şuhud derecesinde bir kat'iyyetle sübutu lazım gelir."(3)
Ortada çok harika çok muhteşem çok bediî bir eser varsa, elbette bu eseri hem bütün incelikleri ile anlayacak hem takdir edecek, hem tahsin edecek, hem tetkik edecek yüksek bir nazara sahip bir seyirci gerekir. Seyirci olmazsa eserin sergilenmesi mânâsız olur.
Üstadımız bu hakikati iki levha ile izah ediyor:
"Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:
"Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rububiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san’at."
"Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki, ikinci daire, bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder."
"İşte, o Sâni'in bütün makasıd-ı sanatperverânesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbup ve makbul olduğu bilbedâhe anlaşılır."(4)
Şu kâinat, garip, bedi’ ve harika eserlerin sergilendiği muhteşem bir teşhirgahtır. Peygamberler burada sergilenen mucize eserleri hem en mükemmel mânâda seyreden hem de diğer insanlara nasıl seyredilmesi gerektiğini ders veren mümtaz elçilerdir. Bu kâinat ve içindeki eşsiz eserler peygamberlerin varlığının "Şuhud derecesinde bir kat'iyyetle sübutu lâzım gel"diğini açıkça ortaya koyar.
"Anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa, manasız bir kâğıttan ibaret kalır." Şu kâinat kitabında esma-ül hüsna ve sıfat-ı ulyâ yazılmış ve her bir mevcud âdeta bir kitap hükmüne getirilmiştir. Elbette, bu kitabı ders verecek bir muallime ihtiyaç vardır. Eğer muallim olmazsa kitabın manaları anlaşılamaz ve kitabın hikmet-i vücudu kaybolur. Demek bu âlem, nübüvvet ve risaleti iktiza etmektedir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
(2) bk. Sage., Onuncu Söz, Mukaddime.
(3) bk. age., On Sekizinci Söz.
(4) bk. age.
Âyet-i kerîmede Allah’ı sevmenin ölçüsü, Allah Resulüne (asm.) uyma şeklinde tespit edilmiş bulunuyor. Yukarıdaki iki paragrafta yapılan açıklamalarda ise Allah’ın kendi sanatını sevdiği ve teşhirini istediği, en büyük sanatı olan insanı ise daha çok sevdiği, Peygamber Efendimizin (asm.) onu en ileri manada tanıdığı, en ileri derecede sevdiği nazara veriliyor. İşte, Allah’ı seven bir kimse, Allah Resulüne (asm.) her hususta olduğu gibi, bu konuda da ittiba etmek durumundadır.
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimizin (asm) sünnetleri üçe ayrılır: Fiilleri, sözleri ve halleri; yani, işlerimizi onun yaptığı gibi yapmak, onun sözlerini dinleyip tatbik sahasına koymak, onun haliyle hemhal olmaya gayret etmek. Meselâ,
"İçinizde Allah’ı en çok seven benim. Ve ondan en fazla da ben korkarım." (Buhârî, Nikah 1; Müslim, Nikah 5)
hadis-i şerifi ahvale dair bir sünneti ders verir. Demek oluyor ki, Allah’ı sevmek ve ondan korkmak da en büyük birer sünnettirler.
Sevginin ölçüsü salih amel, korkmanın ölçüsü ise takvadır.
Allah’ın insanı sevdiğini ders veren bu paragraflar, insanın da Allah’ı sevmesi gerektiğini açıkça beyan etmektedir. Üstad Hazretleri, insanın yaratılışında "cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır" buyurur. Bozulmamış bir kalb ve sönmemiş bir vicdan, insanın benliğini kaplayan ve çevresini kuşatan sonsuz "cemâl, kemal ve ihsan" tecellilerine karşı Rabbini sevmeye, sanatına meftun olmaya, ikram ve ihsanlarına karşı da perestiş etmeye mecburdur. Bu vazifeleri en mükemmel manada yerine getiren Peygamber Efendimize (asm.) ittiba etmek, kulu Allah sevgisine ulaştırır.İnsanın nazarı, yani insana ihsan edilen anlama kabiliyeti hem kendini hem kainatı tefekkür etmesi içindir. İnsanın nazarı umumidir ve küllidir. Yani bir insan kendi saçından, gözüne, kulağına, kalbine, ciğerine kadar bütün bedenini tefekkür edebilmekte, onların vazifelerini bilmekte hikmetlerine vakfı olmaktadır. Bir hayvanın da şuura vardır, ama bu şuur cüzidir. Ne yediği gıdanın midesine gittiğini bilir, ne de emdiği hava ile ciğerlerinin temizlendiğini… İnsan, küllî ve umumî şuuruyla kendi organlarının ve duygularının hikmetlerini bilmekle kalmaz, kainat ağacının şuurlu bir meyvesi olarak kainatı da temaşa ve tefekkür eder. Onda tecelli eden İlâhi isimleri okur, hikmetlere vakıf olur.
İnsanın cemiyetli olması, Üstadımızın muhtelif derslerinde detaylı olarak izah ettiği gibi insanın kâinatın bir küçük misali olması cihetiyledir. “Kainattaki muntazam sanatın bir küçük numunesini” taşıması yönüyledir. Ruhunun alem-i ervahtan, hafızasının levh-i manfuzdan haber vermesi gibi kemiklerinin taşlardan, etlerinin topraktan haber vermesi cihetiyledir.
İnsan bütün esmâ tecellilerine mazhar olması cihetiyle en mükerrem bir varlıktır.
Küllî şuur ve umumî nazar noktasında en büyük makam, bütün esmâ-i İlâhiyeye azamî derecede mazhar olan ve mi’rac mucizesiyle bütün sema tabakalarını geçen, ahiret alemlerini de temaşa etmekle kalmayıp rü’yete mazhar olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselama mahsusutur.“İnsan ise, şecere-i hilkatin zişuur meyvesidir. Meyve ise, en cemiyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru külli bir cüz'îdir. Nazarı âmm ve şuuru külli zat ise, o Sanatkâr-ı Zülcemâle muhatap olup görüşen ve külli şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve sanatının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarf eden en yüksek, en parlak bir fert olabilir.”(1)
Burada önce insan türünün diğer mahlukata nispeten Allah katındaki değer ve makamı, külliyetli bir muhatab-ı İlahi oluşu, yaratılış ağacının en şuurlu ve en külliyetli bir meyvesi olduğu ifade ediliyor.
Yalnız her insan bu insaniyet makamına layıkı ile mazhar olamıyor. İnsanlar içinde insaniyet mertebesine tam manası ile mazhar olanlar başta peygamberler, âlimler, evliya ve asfiyalardır.
İnsanlık içinde bu makamı en yüksek, en parlak bir şekilde temsil eden ve bu makama mazhar olan fert ise, Hazreti Peygamber Efendimiz (asm)'dir.
Kâinatta tasaffi ve ıstıfa sırrı vardır. Allah en safını, en üstününü ve en seçkinini seçene kadar devam eder. İnsanların en temizi en seçkini en üstünü ve en faziletlisi yani insanlığın Mustafası ise Hazreti Peygamber Efendimizdir (sav).
“Doğrusu o (onlar) bizim katımızda gerçekten seçkin kılınmış, hayırlı kimseler arasındadır.” (Sad, 38/47)
Özetle insan denildiğinde, mutlak ve belirsiz kullanıldığı için, elbette kemal derecesindeki zat anlaşılır. Bu nedenle en mümtaz, en mustafa, en külliyetli ve en muazzam insanda Hazreti Peygamber Efendimizdir (asm).
Yaratılış ağacının en tatlı, en büyük ve en haşmetli meyvesi, yine diğer peygamberlerle beraber Hazreti Peygamber Efendimizdir (asm). Bu meyve olmasaydı, Allah kainat ağacını dikmezdi. "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri (kâinatı) yaratmazdım."(2) kutsi hadisi de bu sırra işaret etmektedir.
Diğer insanlar Hazreti Peygambere uyma ve onun sünnetine tabi olma derecelerine göre o ferdin hissesinden hisse alırlar. Hazreti Peygamber (asm) dışında hiçbir insan tek başına “o ferd”, fadesini kamil manada temsil edemez.
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
2) bk. Acluni, II: 164; Hakim el Müstedrek, II, 615.
"Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:
"Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rubûbiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san'at."
"Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve îmân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin nâmına hareket eder."
"İşte, o Sâni'in bütün makâsıd-ı san'atperverânesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni ile münâsebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedâhe anlaşılır."(1)
Öncelikle, "daire-i Rubûbiyet ve daire-i ubûdiyet" mefhumları üzerinde durmamız gerekiyor. Lügat manasıyla, "daire-i Rubûbiyet" Cenâb-ı Hakk’ın terbiye etmiş olduğu bütün âlemleri içine alır. Burada ise bir mefhum olarak yer almıştır ve Cenab-ı Hakk’ın, zatı, şuunâtı, sıfatları, fiilleri ve isimlerinin tamamını birden ifade eder.
Daire-i ubudiyet ise bir kul olarak daire-i Rububiyete karşı yapmamız gereken vazifelerin tümünü içine alır. Meselâ, Allah’ın zatı hakkında kulun ubudiyet vazifesi, onu, "varlığı vacip, ezelî, ebedî, zamandan ve mekandan münezzeh, bütün sıfatları sonsuz,…," olarak bilmektir.
Bir diğer misal; Allah’ın irade sıfatına karşı kulun ubudiyet vazifesi, kendi cüz’î iradesinin sınırlı olduğunu ve bir anda ancak bir şeye taalluk ettiğini düşünerek bu ilâhî sıfatın akıl almaz icraatları karşısında hayrete düşüp tekbir getirmektir.
Rahmân suresinin 19-20. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurulur:
"Allah iki denizi salıvermiştir. O denizler birbirine kavuşuyorlar. Aralarında ise bir engel vardır; birbirine karışmazlar."
Üstad Hazretleri âyette geçen "iki denizin" işârî manalarından söz ederken, izahlarına "Daire-i vücub ile daire-i imkândaki bahr-i Rububiyet ve bahr-i ubûdiyetten tut, tâ dünya ve âhiret bahirlerine, tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehadet bahirlerine …" diye başlar.
Burada "bahr-ı rububiyet", daire-i vücub olarak, "bahr-i ubudiyet" ise daire-i imkân olarak ifade edilmişlerdir. "Daire-i vücub" ise, arz ettiğimiz gibi, "zât, şuunât, sıfat, ef’al ve esma"yı ifade etmektedir ve daire-i Rububiyet olarak da ifade edilir.
Nur Risalelerinde geçen şu cümle de bu noktada bize bir ufuk açar:
"Kur’ânın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemâlât ve şuunatını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini talim etmektir."(2)
Bu izahtan sonra konunun tafsilatına girmeye çalışalım:
Önce ubudiyetle ibadet arasındaki farkı şöyle bir hatırlayalım:
Ubudiyet kulluk demektir; insanın sonsuz aczini ve fakrını idrak etmesini, bütün bir kâinatın onun imdadına koşturulmasındaki ilâhî rahmeti düşünmesini ve kalbinin Allah’a karşı "tesbih, hamd ve tekbir" manalarıyla dolmasını ifade eder.
Ubudiyet devamlıdır, zira insan daima kuldur. İbadet ise, Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesidir; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi. Buna göre, ibadet sürekli değildir.
Biz sınırlı ilmimizle Allah’ın ne zatının ne sıfatlarının ne de fiillerinin hakikatini idrak edemeyiz. Bizler daire-i rububiyetin kemâlâtını ancak kâinatta sergilenen ilâhî eserlerde, mucize fiillerde ve akıl almaz ihsanlarda ve nimetlerde bir derece seyrederiz.
Cenâb-ı Hak, "kendini tanıtmak ve sevdirmek istemesi" hikmetiyle, hem Güneş'i hem gözü yarattığı gibi, hem rızkı hem rızka muhtaçları yaratmış; hem güzellikleri hem güzellikten anlayanları yaratmış, hem sanatlı varlıkları hem de sanattan anlayanları yaratmıştır.
Biz, Müzeyyin (tezyin eden, süsleyen) isminin tecellisiyle güzelleşen bu âlemi seyrettiğimizde, ondaki bu akıl almaz güzelliğe hayran oluruz. İşte bu hayranlığımız bir ubudiyettir, yani bir kul olarak yapmamız gereken bir vazifedir.
Yeryüzünde Rezzak isminin tecellisiyle sergilenen ve istifademize sunulan çeşitli nimetler için Rabbimize şükrederiz. İşte bu şükrümüzle, elementleri terbiye ederek rızık haline getiren daire-i Rububiyete karşı ubudiyet vazifemizi yerine getirmiş oluruz.
Yine biz, gözümüze nice manalar ve hikmetler yerleştirildiğine bakar, Allah’ın Alîm ve Hakîm isimlerinin o küçük varlıktaki bu büyük tecellilerini hayretle düşünürüz. Gözün terbiye edilmesi daire-i rububiyete bakar, onun tefekkür edilmesi ise daire-i ubudiyete ait bir vecibedir.
Nur Külliyatı'nda, şu varlık âlemine "kitab-ı Samedanî", onda yazılan varlıklara ise "kelimat-ı kudret" denilmektedir. İşte bu kitabın yazılması daire-i rububiyetten haber verdiği gibi, bir harfin kâtipsiz olamayacağını çok iyi bilen insanın, bu kâinat kitabını yazan kudrete ve o kudreti icraata sevk eden İlâhî ilim ve iradeye iman etmesi ise daire-i ubudiyetin en ehemmiyetli vazifesidir. Yani, bu âlemi yaratmak rububiyetten haber verdiği gibi, onu yaratana iman etmek de en büyük ubudiyettir, yani kulun en birinci vazifesidir.
Yukarıdaki ifadelerde, daire-i rubûbiyetin, "gayet musannâ, murassâ bir levha-i sanat" olan bu kâinat ile kemalatını teşhir ettiğine işaret edildikten sonra, bu sanatlı ve güzel levhaya karşı insanın vazifesi "tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve îmân" olmak üzere dört maddede özetleniyor.
Yani, insan öncelikle bu âlemi kuşatan harika ve güzel sanatları tefekkür edecektir. Bu tefekkür onu istihsana, yani onlardaki güzellikleri takdir etmeye götürecek, sonra bu varlık âleminin sadece bir sanat eseri değil, aynı zamanda insan için büyük bir nimet ve ihsan olduğunu dikkate alacak ve bu sanatlı varlıkları onun imdadına koşturan Zat'ın varlığına iman ve onun sonsuz nimetlerine şükredecektir.
Rububiyete karşı ubudiyet vazifesini en mükemmel yapan varlık insandır. İnsanlar içerisinde de peygamberler ve onlar içerisinde de bütün enbiyanın serveri, ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed’dir. (asm). Bundan dolayıdır ki, Üstad Hazretleri Allah Resulünü (asm.) ubudiyet dairesinin reisi olarak vasıflandırır. Yani hem iman hem ibadet hem takva hem tefekkür hem ahlâk sahasında ondan daha ileri bir kul, ondan daha büyük bir peygamber yoktur.
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
2) bk. age., Yirminci Söz, İkinci Makam.
Birinci âyet-i kerîme, Allah katında dinin ancak İslam dini olduğunu beyan etmektedir. Hz. Muhammed (asm)'in Allah’ın resulü olduğunu ilan eden ikinci âyet-i kerîmenin devamında da ashab-ı kiramın meziyetleri anlatılmaktadır. Üstad Hazretleri o kısmın sadece giriş kısmını "ve onunla beraber olanlar..." almıştır.
Ayetlerin mealleri şöyledir:
"Şüphesiz, Allah katında (tek geçerli) din İslâm’dır..." (Âl-i İmrân, 3/19)
"Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde hâlinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. …" (Fetih, 48/29)
Üçüncü Nokta Allah’ın insanlık ile konuşmasının ve insanlığa elçiler göndermesinin gerekliliğine işaret ediyor. Ayetlerde bu gerekliliğin müşahhas bir şekilde nasıl gerçekleştirildiğini ifade ediyor. Ayrıca bütün nimetlerin sahibi olan Allah'a muhabbet, ancak Allah'ın özel donattığı ve kendisiyle konuşup muallim atadığı Hz. Muhammed'e (a.s.m) tabi olmaktan geçtiği izah edilmektedir.
Allah kâinatı kendi isim ve sıfatlarının talim edileceği ve emirlerinin uygulanacağı güzel bir okul şeklinde yaratmıştır. İnsanlar ise bu okulun birinci sınıf ve en önemli öğrencileridir. Okul ve öğrencinin olup, öğretmenin olmaması, mümkün değildir. Bu yüzden peygamberler, insanlık okulunun öğretmenleri oluyorlar.
"Muhammed, Allah'ın resulüdür.” cümlesinin açılımı "Hazreti Muhammed (asm) Allah’ın insanlık için seçtiği en büyük muallimdir." demektir. Üçüncü nokta bir cihetle bu ayetin tefsiri niteliğindedir.
"Şüphesiz ki, Allah katında makbul olan din, İslâm dinidir." Bu ayette de okulda ders verilecek müfredatın ne olduğu beyan ediliyor.
"Firkatli ve gurbetli bir esârette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır."
"Seherlerde eser bâd-ı tecellî,
Uyan ey gözlerim vakt-i seherde.
İnâyethâh zidergâh-ı İlâhî,
Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı.
Uyan ey kalbim vakt-i fecirde,
Bigün tövbe, bicû gufran zidergâh-ı İlâhî..."(1)
On Sekizinci Söz, 1927 yılında Barla’da telif edilmiştir. Buna göre, söz konusu esaret ve gurbeti, Üstadımızın Cihan Harbindeki esareti şeklinde anlayamayız, fakat bu yazıların o günler hatırlanarak yazılmış olması da mümkündür.
Ancak, bu ifadeleri, ona kendi öz vatanında yaşatılan gurbet ve esaret hayatı şeklinde anlamamız da mümkündür. Konuya böyle yaklaştığımızda, Eşref Edip Bey ile yaptığı mülakatta geçen şu ifadeler, sualin en güzel cevabı olur:
"Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti."(2)
"Seherlerde eser bâd-ı tecellî,"
(Seherlerde tecelli rüzgârı eser -İlâhî lütuf ve ihsanlara mazhar olmanın en verimli vakti seher vaktidir-.)
"Uyan ey gözlerim vakt-i seherde"
(Öyleyse ey gözlerim, bu tecelliden nasip almak üzere uykudan uyan.)
"İnâyethâh zidergâh-ı İlâhî"
(İlâhî dergâhtan yardım dileyenler -için en münasip bir vakittir seher vakti- )
"Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı."
(Seher vakti günahkârların da tövbe vaktidir.)
"Uyan ey kalbim vakt-i fecirde,"
[(O halde) ey kalbim! Sen de fecir vaktinde uyan (tan yeri ağarınca -imsak vakti girince- uyumayı bırak.)]
"Begün tövbe, becû gufran zidergâh-ı İlâhî."
[Tövbe et, İlâhî dergâhtan bağışlanmayı iste. (Tövbe ederek günahlarının silinmesini, mağfiret dileyerek günah ve isyanlarının -teşhir edilmemesini- başkalarına gösterilmemesini iste.)]
* * *
"Seher haşrîst der û hüşyâr der tesbîh heme şey..."
(Seher vakti bir haşir gibidir, onda her şey uyanık ve tesbih halindedir...)
"Be hâb-ı gaflet sersem nefsem hatta key?.."
(Gaflet uykusunda nefsim ne zamana kadar sersem kalacak?..)
"Omr asrîst sefer bâ kabr mî bâyed zi her hayy..."
(Ömür bir asra yaklaştı, her canlı gibi kabre doğru sefer etmeli?..)
"Bi ber hîz nemâzî çü niyâzî gu bekon âvâzî çün ney..."
(Kalk namaza dur, niyazda bulun, ney gibi inle?..)
"Be gû: Yâ Rabb peşîmânem, hacîlem, şermsârem ez günâh-ı bî-şumârem, perîşânem, zelîlem eşk- bârem ez hayât bî-karârem, ğarîbem bî-kesem, zaîfem, nâ-tuvânem, alîlem, âcizem, ihtiyârem, bî- ihtiyârem el-amân gûyem, afv cûyem, meded hâhem zi dergâhet ilâhî"
(De ki, Ya Rabb pişmanım, günahımdan dolayı mahcubum, utanıyorum, perişanım, zelilim, ağlamaktayım, hayatta kararım takatim kalmadı, garibim, kimsesizim, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, aciz ve ihtiyarım, bî ihtiyarım. Allah’ım dergâhında aman dilemekte, affını talep etmekte ve meded istemekteyim.)