Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

On Dokuzuncu Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:32    Güncellendi: 21.02.2025 22:32

Giriş Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Üstad Hazretleri Risale-i Nurlarda, Risalet-i Ahmediyeyi nasıl ders veriyor? Efendimiz'in nübüvvet ve risalet yönleri hakkında bilgi verir misiniz? Peygamber sevgisi Risale-i Nur'da nasıl işleniyor?

Risale-i Nur'da, Risalet-i Ahmediye (asm.) gayet kati deliller ile isbat ediliyor. Özellikle On Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Mektup’ta, çok mukni delillerle Peygamber Efendimizin (asm.) risaleti izah ve  isbat edilmektedir.

Risale-i Nur'da Risalet-i Ahmediye’nin (asm.) sadece isbat ciheti değil, onun manevi şahsiyeti ve makamı da mükemmel bir şekilde beyan ediliyor. Özellikle Miraç Risalesi olan Otuz Birinci Söz ve On Birinci Lem'a olan Sünnet-i Seniye Risalesi, onun manevî şahsiyetini çok güzel ve latif bir şekilde beyan etmektedir.

Risale-i Nur'da Habib-i Kibriya Efendimiz (asm.) iki yönü ile incelenir. Birisi nübüvvet ve risalet ciheti, diğeri ise beşeri yönü ve velayet cihetidir.

Tarih ve siyer kitaplarında Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) daha çok beşerî halleri ön plana çıkarılmaktadır. Onun (asm) sadece beşerî yönüne yoğunlaşanlar, manevi büyüklük ve azametini anlamakta zorlanıyorlar.

Bir de Resulullah Efendimizin (asm) sadece risalet ve nübüvvet yönüne odaklanıp, onun beşerî yönünü akıllarına sığıştıramayıp melek gibi görenler vardır ki, bu da çok tehlikelidir. Zira Hazreti Peygamber (asm), sadece Allah’ın elçisi değil, bizim de vekilimizdir. Yani, insanlara imam ve rehberdir. İnsanüstü bir melek makamında olsa, bize imamlık ve modellik yapamazdı.

Risale-i Nur'da ise, Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) hem manevi şahsiyeti hem de beşeri yönü dengeli ve harika bir şekilde izah edilmiştir. Bu yüzden, Nurları okuyan birisinin, Hazret-i Peygambere (asm.) olan muhabbeti ifrat ve tefritten uzaktır, istikametlidir.

Bu yüzden Nurları ciddi okuyan ve tahkik edenler görür ki, peygamber sevgisi onun manevi azametini anlamakla orantılıdır. Sahabeler, onun iksir-i nübüvvetinden istifade ettikleri için birinci sıra onlarındır. Sahabe mesleğinin izinden giden Risale-i Nur talebeleri de o müstesna zatların mesleğini bu zamanda temsil etmektedirler.



2. "وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّداً بِمَقَالَتِى وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ" Arabî ibare kime aittir ve manası nedir?

Bu ifade birkaç Arap Edebiyatı kitaplarında da aynı şekilde geçmektedir. Bu sözün Hassan bin Sabit’e (ra.) ait olduğu anlaşılmaktadır. İfadenin zabıt şekli şöyledir:

وقول أبي تمام 
لم أمدحك تفخيما بشعري ... ولكني مدحت بك المديحا 
أخذه من قول حسان بن ثابت يمدح النبي 
ما إن مدحت محمدا بمقالتي ... لكن مدحت مقالتي بمحمد

Türkçe Karşılığı:

Ebu Temmam’ın sözü:

"Ben seni şiirimle yükselterek medh etmedim,
Fakat ben seninle medhi medhettim."

Ebu Temmam bu sözü Hassan bin Sabit’ten (ra.), Peygamber Efendimizi (asm.) medh eden sözünden almıştır.

Hassan bin Sabit’in (ra.) sözü:

"Ben Hz. Muhammed’i (asm) sözümle medh etmedim,
Fakat ben sözümü Hz. Muhammed’le (asm) medhettim."

Bu ifadenin geçtiği sadece bir kitabın ismini vermekle iktifa ediyoruz:

Kitap İsmi: “Subh’u-l A’şa fi Kitabeti’l-İnşa”, II/321.
Müellif: “Ahmed el-Fezari el-Kalkaşendî”(v.1418 m.)
Naşir: Daru’l-Kütüb’l-İlmiyye, Beyrut, XV cild, 1.basım
Neşir Tarihi: 1987.



3. "On Dört Reşahâtı tazammun eden On Dördüncü Lem’anın... On üç Lem’a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik..." Buradaki yerler hakkında bilgi verir misiniz?

Nur'un İlk Kapısı adlı eserde; On Dördüncü Derste, on dört adet lem'a, bu On Dördüncü Lem'ada da on dört adet reşha vardır ve bu reşhalar On Dokuzuncu Söz ile aynıdır.

On Üç Lem'a; On Dördüncü Lem'adan önceki on üç adet lem'alardır.

On Üçüncü Ders de yine Nur'un İlk Kapısındaki On Üçüncü Derstir.

Birinci Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Reşha ne demektir?

Reşha, “serpinti, sıçrantı, sızıntı” gibi manalara gelir. Bir damlanın sert bir cisim üzerine düşmesi halinde, ondan etrafa serpilen damlacıklara reşha denir.

Üstat Hazretleri, Resulullah Efendimizin (asm.) manevî şahsiyetini bir denize benzetmiş, onun (asm) hakkında kaleme aldığı bu on dört bahsin, ancak o deryadan on dört reşha kadar kalacağını ifade etmiştir.

Bir hadis-i kutsîde de Cenab-ı Hakk’ın mülkünün genişliği denize teşbih edilir ve şöyle buyurulur:

“Ey kullarım! Evveliniz, ahiriniz, insiniz ve cinniniz hep bir yerde toplanıp benden hacet dileseniz,  ben de herkesin dileğini versem, bu benim mülkümden denize daldırılan bir iğnenin denizden eksilttiği kadar bile eksiltmez.” (Müslim, Birr, 4-1944)



2. "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarrif var..." Burada geçen "külli" ifadesini nasıl anlamalıyız?

Muarrif  “Allah’ı tanıtan, bildiren” demektir. İnsana küllî marifet dersi veren üç büyük muarrif vardır; kâinat, Resulullah (asm) ve Kur’ân-ı Azimüşşan. 

Kâinatın küllî muarrif olması, hem her bir cüzüyle hem de topyekun bütün sistemleriyle Allah’ı tanıtması, onun varlğına, birliğine, esmâsına ve sıfatlarına ayna olması cihetiyledir. Yıldızlar direksiz durmalarıyla, gezegenler birbirine çarpmadan muntazam hareket etmeleriyle Allah’ın kudretini tanıttığı gibi, meyveler ve sebzeler de bütün canlıların rızık ihtiyaçlarını mükemmel olarak karşılamalarıyla onun rezzakiyetini ve sonsuz rahmetini tanıttırır ve bildirirler.

Bütün gözler ve kulaklar alemi Allah’ın Basir ve Semi’ isimlerini, bütün çekirdekler alemi onun hafiziyetini ve fettahiyetini ilan ederler. Kısacası bu kâinat, mahiyetleri birbirinden farklı olan bütün isimlerin tecellilerini birlikte göstermekle Allah’ı küllî manada tanıtır ve bildirir.

Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’ân-ı Azîmüşşan da Cenab-ı Hakk’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanıtmaları, bütün emir ve yasaklarını beyan ve izah etmeleri cihetiyle büyük ve küllî iki muarrif olmuşlardır.

Hz. Peygamber (asm) kâinat kitabının “Âyetü'l-Kürsi'sidir.” Kur’ân’daki Âyetü'l-Kürsi baştan sona kadar Allah’ı tanıttığı gibi, kâinatın âyet-el kürsisi olan Hz. Peygamber (asm) de hayatı boyunca Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla bütün insanlara Allah’ı tanıtmış, kâinat kitabının ve ondaki hadisatın nasıl okunacağını ders vermiştir.



3. Rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarriften Peygamber Efendimiz hakkındaki giriş cümlelerini açıklar mısınız?

Burada Peygamber Efendimizin (asm) manevi şahsiyeti tarif ediliyor ve onun (asm) şahs-ı manevisinin büyüklüğüne ve Allah katındaki yüksek makamına işaret ediliyor.

"Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrapMedine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, her bir dâvâsını, mucizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar." (Sözler, On Dokuzuncu Söz)

Resul-i Kibriya Efendimiz (asm.) için bütün dünya bir mescit hükmünde olması hasebiyle, namaz da Mekke'de farz kılındığı için Mekke bu arz mescidinin mihrabı olarak tasvir edilmiştir.

Medine ise, ilahi tebliğin başladığı ve bütün insanlığa ulaştırıldığı mekân olması hasebiyle de -âdeta- minber konumundadır. Zira Peygamber Efendimiz (asm) İslam dinini insanlığa Medine’den talim ettirdi.

O (asm), bütün iman ehline imam ve önderdir. Dini ve hitabı bütün insanlığadır. O (a.s.m) bütün peygamberlerin reisi ve bütün evliyanın efendisidir. Peygamberlerden ve evliyadan oluşmuş zikir halkasının başıdır. Bütün peygamberler gösterdikleri binlerce mucizeleri ile ve bütün evliya gösterdikleri kerametleriyle onun davasını tasdik ve ispat etmişlerdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

ALLAH'I BİZE TANITAN ÜÇ BÜYÜK TARİF EDİCİ

Peygamberimiz (asm) Vazifeleri ve Şeriatı (Video: Dr. B. SABAZ)



4. Kâinat, Peygamber Efendimiz, Kur’ân-ı Kerim... Küllî muarriflerin bu sıralamasının bir hikmeti var mıdır?

Kâinat kitabı, herkesin her an muhatap olduğu bir kitaptır ve insanları Allah’a ulaştıracak hikmetlerle, manalarla, ihsan ve ikramlarla doludur.

Ancak onun hâl diliyle haykırdığı bu hakikatlere çoğu insan kulak tıkadığı ve göz kapadığı için, onu anlamaktan ve doğru değerlendirmekten uzak kalmışlardır. Bunun için, o kitabı tercüme etmek ve manalarını öğretmek üzere peygamberler gönderilmiş, İlâhî kitaplar inzal edilmiştir. Nitekim Yirmi Beşinci Söz’de Kur’ân-ı Kerîm için "şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi" ifadesi kullanılır.



5. Rabbimizi tarif eden küllî muarrifler bazı yerlerde dört olarak zikredilmektedir. Burada üç tanesinin zikrinin bir hikmeti var mıdır?

"Üç büyük küllî muarrif" ifadesi, tarif edicilerin çok fazla olduğunu, üç ile sınırlanmadığını gösteriyor. Üstadımız dördüncü tarif edici olarak "vicdan"ı zikretmekle, bu üç büyük muarrifin dışındaki tarif edicilerin başında vicdanın geldiğini nazara vermiş oluyor.

Her insan, sonsuz aciz ve fakir olduğunu, ne kendi organlarını ne de ona hizmet eden bu muhteşem âlemi kendisinin yapıp çatmadığını, bunların sonsuz bir ilim ve kudret gerektirdiğini vicdanen bilir. Nitekim Allah’ı inkâr edenler bile putlara, tabiata, Güneş'e ve daha nice şeriklere tapmakla vicdanlarını rahat ettirmek istemişlerdir.

Bu konuda Üstad Hazretlerinin şu iki tesbitini hatırlayalım:

"Akıl tâtil-i eşgal etse de nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir."(1)

"Her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm'in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir."(2)

Dipnotlar:

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Nokta.

2) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.



6. Gelişen teknolojiye, bilimin inkişafına bakarak, "Rabbimizi bize tarif eden üç külli muarrif"ten biri olan kâinattan bu asrın insanlarının daha çok istifade ettikleri söylenebilir mi?

Asr-ı saadet'te sahabenin kâinattan istifadesi, bilim açısından değil ama tevhide delil olması bakımından, asrımızın bilim adamlarından çok ileri idi. Yani sahabeler kâinatın zahiri ahvaline bakarak maksada intikal edebiliyorlardı.

Maddi ilimler ile manevi makamları mukayese etmek doğru olmaz. Zira fennî ilimler tekâmül kanunu gereği, zamanla ve insanların kolektif aklı ile elde edilmişlerdir. Yani peyderpey gelişir ve büyür. Ama manevi makamlarda böyle bir şart olmadığı için, insan kısa bir müddet içinde manevi makamları elde edebilir. Sahabenin Peygamber Efendimizin (asm) bir dakika sohbeti ile en yüksek makamlara ulaşması meselemizi isbat eder.

Üstad Hazretleri maddi ilimler ile manevî ilimleri şu şekilde tasnif ediyor:

"Şöyle ki: Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddîyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır."

"Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinden atlamak veyahut bir dar yerden geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez."

"Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserisi, ulûm-u maddîyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î yahut def'î gibi olur. Bu ise, ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. "

"Kezalik, hakaik-i mahzâ ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddîyûnun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet, her şeyi maddîyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez."(1) 

Allah’ın isim ve sıfatlarının talimi hususunda eşyanın derinlemesine bilinmesi gerekmez. Bir çiçeğin göze görünen kısmı da Allah’ın isimleri hakkında insana bir fikir verebilir. Yoksa sadece fenni malumat ile o isim okunur demek hata olur. Kur’an eşyadan bahsederken herkesin anlayabileceği hikmetlerinden bahseder. Bir fen kitabı gibi eşyayı derinlemesine tarif etmez.

Mesela, Güneş'ten lamba ve soba tabirleri ile bahseder, onun kimyasal yapısından bahsetmez. Bütün insanlar güneşin lamba ve soba yönünü bilir, ama kimyasal yapısını bilmez.

Fen ilimlerinde ya da felsefi yönden ileri gitmiş birisinin malumatı, tevhid noktasında bir mümine yetişemez. Fen ve felsefede ileri olmak imanda ve teslimiyette de ileri olmayı gerektirmiyor.

Üstad Hazretleri fen ilimlerine tebei bir nazarla bakmıştır; yani Kur’an’a delil ve isbat için bakmıştır. Asıl maksadı fen değil, fennin tevhide olan işareti ve bu işaretlerin kullanılmasıdır.

Kur’an ve onun muallimi olan Hazreti Peygamber (asm) olmadan kâinat anlaşılmaz. Yani insanlığın kâinata Allah hesabına bakabilmesi, ancak Kur’an ve nübüvvet nuru ile mümkündür.

1) bk. Muhakemat, Birinci Makale (Unsuru'l-Hakikat).

7. Peygamber Efendimiz, nasıl "kitab-ı kebîrin âyet-i kübrası" oluyor?

"Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem’a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur’ân-ı Azîmüşşandır."(1) 

"Şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı" ifadesinde geçen kitap, kainat kitabıdır. Nitekim, "Kur’ân-ı Azîmüşşan" ifadesi bundan sonra zikredilmiştir. O halde Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmın âyet-i kübra olmasını şöyle anlamak durumundayız. Güneş de Allah’ın bir ayeti yani varlığının ve birliğinin bir delilidir. Yıldızlar da ay da denizler de Allah’ın birer ayetidirler. Bu ayetler içesisine en büyük ayet  Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Zira, Resulullah Efendimiz Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerine azamî derecede mazhar olan yegâne zattır. Bu esmâ tecellileri onun ruh alemini en ileri derecede kemale erdirmiş ve güzel ahlâkın bütün şubelerinde de en mükemmel bir mahiyete kavuşturmuştur.

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz.



8. Hatemü’l-Enbiyadan "bürhan-ı nâtıkî" olarak söz edilmektedir. "Nâtıkî" ifadesinden ne anlamamız gerekiyor?

Nâtık; konuşan, beyan eden demektir.

Kâinat, Allah’ın varlığını ve birliğini hal diliyle ders verir.

Kâinat kitabını okumadan yaşayan gafil kullara bir burhan-ı nâtık lazımdır. Nitekim Allah Resulü (asm.) "ikra" (oku) emriyle bütün varlık âlemini Allah’ın ismiyle, yani onun isim ve sıfatlarının tecellileri olarak okumuş ve bütün insanlara da bu âlemi nasıl okumaları gerektiğini anlatmış, tebliğ etmiştir.

Resul-i Ekrem Efendimize (asm) risalet vazifesi tevdi edilmeden önce, insanlık zifiri bir karanlık içine gömülmüş ve derin bir bataklığa saplanmıştı. İnsanlar Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine güneş gibi ayna olan harika eserleri okuyamadılar, onların ne mana ifade ettiklerini anlayamadılar, kendileri gibi mahlûk olan Güneş'e, ateşe, nehre, yıldıza, sığıra yahut kendi yaptıkları putlara taptılar. Çünkü onları hidâyete erdirecek, yol gösterecek son kitap henüz nazil olmamış, o sonsuz nurun tebliğ edicisi olacak Fahr-i Âlem Efendimize (asm) nübüvvet vazifesi henüz tevdi edilmemişti.

"Üstadı mutlak, Muktedâyı Küll, Rehberi Ekmel olan" Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) son resul olarak âlemlere rahmet olarak gönderilince Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine delil olan bütün enfusî ve afakî deliller, o büyük rehberin, o eşsiz kılavuzun ve o en büyük mürşidin sayesinde okundu ve anlaşıldı.

Bütün âlemleri en mükemmel bir şekilde okuyan Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) insanlara Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah’ı anlattı, ona iman etmeye ve yalnız ona kul olmaya davet etti. Vahid ve Ehad olan Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İmanın esaslarını, ubudiyetin esrarını ve hikmetin inceliklerini harika bir şekilde ders verdi. Yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda, her biri ayrı bir hidayet yıldızı olan yüz yirmi dört bin sahabe yetiştirdi.



9. "Evet, o burhanın şahs-ı manevisine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis..." İzah eder misiniz?

"Şahs-ı manevi" ifadesi, Allah Resulünün (asm.) peygamberlik görevindeki ulvî mertebesini, tebliğ sahasının genişliğini ve manevi mertebesinin yüksekliğini nazara verir. Diğer peygamberler tebliğ ve irşat görevlerini belli bir bölgede ve belli bir kavim içinde icra ettikleri halde, ahir zaman peygamberi olan Allah Resulü (asm.), kıyamete kadar gelecek bütün bir insanlık âlemi için elçi olarak gönderilmiştir. Bu sebeple onun mescidi bütün yerküresidir.

Ayrıca, İslâm’da belli mekânlarda ibadet etme zorunluğu yoktur; bütün yeryüzü mescittir. Yeryüzü mescit olunca ona bir minber ve bir mihrap gerekir. İşte Mekke bu arz küresinin mihrabıdır. Dünyanın her tarafındaki Müslümanlar namazlarını bu mihraba dönerek kılarlar. Medine ise minberdir. Yani, İslâm’ın insanlık âlemine duyurulması her ne kadar Mekke’de başlamışsa da büyük inkişaf hicretten sonra ve Medine’de gerçekleşmiştir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.) Medine minberinden bütün insanlara hutbesini okumuş, Allah’ın varlığını ve birliğini, emir ve yasaklarını tebliğ etmiştir. Bu tebliğe iman ile karşılık verenlere imam olmuş, yani onların her bakımdan uyup taklit ettikleri bir “ibadet ve rıza modeli” olmuştur.

O Hak elçisi sadece ehl-i imana imam olmakla birlikte hitabını, yani tebliğini bütün insanlara yapmıştır.

O Zat (asm) bütün enbiyanın reisidir, zira bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi en mükemmel olarak onda (asm) ve onun dininde tahakkuk etmiştir.

Yine o Zat (asm) bütün evliyanın da seyyidi, efendisidir. Bütün canlılara bir tek güneşten ziya akıtılması gibi, bütün velilerin kalplerine de feyizler onun vesilesiyle gelmiştir ve gelmektedir. Bu manayı Üstat Hazretleri şöyle ifade eder:

“Evet, Nebiyy-i Zîşân'ın Makâm-ı Mahmûd'u, İlahî bir maide ve Rabbanî bir sofra hükmündedir. Dağıtılan lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor.”(1)

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Hubab.



10. Enbiya aleyhimüsselam ve evliyalar, Peygamber Efendimizin doğruluğuna nasıl delil oluyorlar; açıklar mısınız?

İslâm âlemi bir ağaç, Peygamber Efendimiz (asm) ise bu ağacın çekirdeği hükmündedir. Yani hakikat-i Muhammediyenin açılmış, kök salmış, sayısız meyve vermiş haline İslâm âlemi diyebiliriz. İslâm âlemindeki milyonlarca âlim ve evliyanın özü ve esası Peygamber Efendimiz (asm)’dir. Onlar, onun (asm) riyaseti ve terbiyesi ile o parlak makama ulaşmışlardır. Demek Peygamber Efendimizin (asm)  hakkaniyetini en zahir ve parlak bir şekilde anlamanın yolu, onun geniş ve azametli bir eseri olan âlem-i İslâm’a bakmaktır.

İslâm âlemindeki bütün güzellikler ve ulvî hasletler Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) hakkaniyetini  ve onun manevî azametini ilan ediyor. İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkıkîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Bu mübarek zatların görüp gösterdiği şey, İslâm bahçesinin harika nakışları ve meyveleridir.

İslâm dışındaki bütün inanışlar da bir ağaçtır. Küfür ve inkâr ise o ağacın çekirdeğidir. Bütün zulüm ve ahlaksızlıklar bu ağacın meyveleri hükmündedir. Bu iki ağacın meyvelerine bakan hakkı bulabilir. Yani küfür ağacının meyveleri olan zulüm ve ahlâksızlıklar onun batıl olduğuna işaret ettiği gibi, İslâm ağacının güzel ve tatlı meyveleri de onun hak ve hakikat olduğuna işaret etmektedir.

İslâm ağacının sayısız taze ve güzel meyveleri onun çekirdeği ve esası olan Hazreti Peygamberimizin (asm) de hak ve hakikat olduğuna kati bir delildir.

"Bütün enbiya, hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, her bir dâvâsını, mucizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."(1)

Nübüvveti nurani bir ağaç olup kökleri, ondan önce gelmiş bütün peygamberlerdir. Bütün peygamberler, Habib-i Kibriya Efendimizin (asm) gelmesine zemin hazırlamışlar, onun geleceğini müjdelemişler, mucizeleri ile teyit etmişlerdir.

Evliyalar ise, o nuranî ağacın tatlı ve teravettar meyveleridir. Bir ağacın hayatlı ve sağlam olmasına en büyük delil, meyvesindeki tazeliktir. İslâm ağacının taze ve taravetli meyveleri ise milyonlarca evliyadır. Her birisi, kerametleri ile buna şahitlik etmişlerdir.

İşte, nebilerin ve evliyanın, o nuranî ağacın müjdecileri ve meyveleri olmaları, onun (asm.) manevî azametini ve Allah katındaki makamının ne kadar yüksek olduğunu gösterir.

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz.



11. "Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zâkirler..." Her iki tarafın ortak paydası olarak "zâkirler" tabirinin kullanılması nasıl anlaşılmalıdır?

Zikrin lügat manası "hatırlama"dır; zâkir de "hatırlayan" demektir.

Bütün peygamberler insanlara Allah’ı hatırlatmak, ona iman ve itaat etmelerini tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Çoğu insan, hayatlarının rahat ve huzur içinde geçmesi için dünyanın birçok problemlerini çözme ve birçok engellerini aşma gayreti gösterirlerken, hem kendilerini unuturlar hem de içinde yaşadıkları bu muhteşem âlemi. Her ikisine de bakamadan, Üstad'ın ifadesiyle "gayet dar bir daire içinde boğulur gider"ler.

Peygamberler ve onların varisi olarak görev yapan âlimler ve mürşitler, insana başıboş olmadığını, bir yaratıcısının olduğunu ve ona karşı yapması gereken görevler bulunduğunu hatırlatırlar; ilâhî emir ve yasakları tebliğ ederler.



12. "Nurani zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ’ ile manen 'Sadakte ve bilhakkı natakte' derler." cümlesindeki "manen" tabirinden kastedilen nedir?

"Sadakte ve bilhakkı natakte", "doğru söyledin ve gerçeği ifade ettin" demektir. Resululah Efendimizin (asm.) "Lâ ilâhe illallah" yani "Allah’tan başka ilah (hak Mabud) yoktur." davası, bütün peygamberlerin ve evliyanın da ortak davasıdır. Bu seçkin zevatın hepsi, aynı davayı savunmuşlar, tevhidi ilan etmişler ve aynı hakikati ders vermişlerdir.

Her gelen peygamber, bir önceki peygamberi kabul ve tasdik edip, daha sonra gelecek peygamberi de müjdelemiştir. Bütün peygamberlerin, Habib-i Kibriya Efendimizin (asm) davasını kabul ve tasdikleri "manen" şeklinde ifade edilmiştir.



13. Risale-i Nur'da bütün peygamberlerin "La ilahe illallah" dediği yazılıyor. Ama günümüzde Hristiyan ve Yahudilerde tevhid inancı gözükmüyor.

Hâlihazırdaki Hristiyanlık ve Yahudilik bozulduğu ve asliyetini kaybettiği için, elbette hakiki tevhidi ifade edemez. Kur’ân’ın nazil olmasının bir hikmeti de bu bozulmayı tamir ve tadil etmektir.

Biz geçmiş peygamberlerin ehl-i tevhid olduğunu her yönü ile mucize olan Kur’ân’dan öğreniyoruz. Kur’ân her yönü ile mucize olduğu için, onun haberleri de sadık ve sağlamdır.

Kur’ân’da birçok ayet bu hususu ifade ediyor: 

"İbrahim ne bir Yahudî ne de bir Hristiyandı. Fakat Allah’ı bir olarak tanıyan gerçek bir Müslüman’dı ve müşriklerden de değildi." (Âl-i İmranSuresi, 3/67)

Kur’ân’da zikredilen peygamber kıssalarına dikkatle bakıldığında, her peygamberin en büyük davasının tevhid olduğu ve mücadelesinin bu merkez üzerine gittiği görülür. Hatta ne kadar tahrif olmuş olsa bile, Tevrat ve İncil’de de bu manayı bulmak mümkündür.

Meşhur âlimlerden Hüseyin Cisri "Risale-i Hamidiye" adlı eserinde Tevrat ve İncil’den Hazreti Peygamberin (asm) geleceğine dair yüz on dört işaret bulmuştur.

İkinci Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. İkinci Reşha'yı biraz açar mısınız?

"O nurani bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenahın icma ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semaviyenin(Hâşiye) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı kamer gibi binler mu’cizatının delâlatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi; zatında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı gâliyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanını  ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor."

"Hâşiye: Hüseyin-i Cisrî 'Risale-i Hamîdiye'sinde yüz on dört işaratı, o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa elbette daha evvel çok tasrihat varmış."(1)

İkinci  Reşha'da semavî kitapların verdiği haberler, irhasat ve mucizeler, ahlak ve takvasının ışığı altında Hz. Muhammed (asm)'in peygamberliği ispat ediliyor. Evet, Tevrat ve İncil açık ve zahir bir şekilde o gelmeden onu müjdelemiştir. Sadece semavi kitaplar değil cinlerle diyalog içinde olup hatif ve kahin denilen bir çok insan da o gelmeden onun geleceğinden bahsetmiş ve müjdelemiştir.

Bu müjdelemelerin dışında Peygamber Efendimiz (asm)'in bizzat gösterdiği bine yakın hissi ve fiili mucizeler de onun peygamberliğine kati bir delildir. Ayın ikiye bölünmesi buna bir örnektir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (asm)'in iç ve dış güzelliği, ahlakın en zirvesindeki hali de bize onun hak bir peygamber olduğunu ispat edip gösteriyor. Böyle mükemmel bir ahlak üzerine olan Zat'ın (asm) çok ciddi ve önemli bir konuda -haşa- pervasızca ve hayasızca insanları aldatması ve kandırması kabil değildir, diyerek onun ne kadar istikamet ve hak üzerine gittiğini anlıyoruz.  

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz, İkinci Reşha.



2. "O nurani burhan-ı tevhid" ifadesindeki "nurani" tabirini açar mısınız?

Üstat Hazretleri Peygamber Efendimiz (asm) hakkında "mahiyeti nur ve hüviyeti nurani" buyurur. Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri nuranidir ve bütün esması en ileri derecesiyle Allah Resulünün (asm.) mahiyetinde tecelli etmiştir. O (asm), tek başına en büyük bir burhan-ı tevhiddir; yani Allah’ın birliğinin en büyük delili onun (asm) ruhu ve mahiyetidir.

Bütün âlemlerde tecelli eden bütün isimler onun (asm) ruhunda da tecelli etmiştir. "Bu ruh kimin mülkü ve kimin mahlûku ise bütün âlemler de onundur." manasını ilan etmekle o ruh, Allah’ın birliğinin en büyük bir delili olmuştur.



3. "O nuranî burhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevatürüyle teyid ediliyor." cümlesindeki "iki cenah" ifadesinden ne anlamalıyız?

Buradaki iki cenahtan birisi, mazi, yani nübüvvetten önceki semavî kitapların ve nebilerin Peygamber Efendimizin (asm) geleceğine olan işaret ve beşaretleridir.

"... Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin yüzler işârâtı(HAŞİYE) ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevatir şehâdâtı ve şakk-ı kamer gibi binler mu’cizâtının delâlâtı ve ...

"HAŞİYE: Hüseyin-i Cisrî Risale-i Hamidiye'sinde yüz on dört işârâtı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış."(1)

İkinci cenah ise, istikbali, yani nübüvvetten sonraki dönemi içine alıyor. Başta sahabeler ve onların izinden giden milyonlarca evliya ve asfiya, bu cenahın delilleri ve şahitleridirler. Bu cenahtaki delillerden biri de Risale-i Nur Külliyatı'dır.

Tevatür, burada delil ve şahitlerin bir noktadaki ittifakını ifade etmektedir.

Istılah olarak tavatür şöyle tarif edilmiştir: Yalan üzerine ittifak etmeleri imkânsız olan bir cemaatin bir meselede ittifak etmeleri.

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz.



4. "Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semaviyenin yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hatiflerin meşhur işaratı ve kahinlerin mütevatir şahadatı ve şakk-ı kamer gibi binler mucizatının delalatı,.." Örneklerle açıklar mısınız?

"Tevrat ve incil gibi kütüb-ü semaviyenin yüzler işaratı,.."

Tevrat ve İncil'in Hazreti Peygambere (asm) olan işaretleri çoktur. Numune olarak bazılarını takdim edelim. On Dokuzuncu Mektup'ta bunun çok misalleri bulunmaktadır.

Zebur'da şöyle bir âyet var:

"Allah'ım! Fetretten sonra bize Sünneti ihyâ edecek olan zâtı gönder."(1) "Mukîmü's-Sünne" ise, ism-i Ahmedî'dir.

İncil'in âyeti:

"Ben gidiyorum, tâ size Faraklit gelsin."(2) Yani, Ahmed gelsin.

 İncil'in ikinci bir âyeti:  

"Ben Rabbimden, hakkı bâtıldan fark eden bir Peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun."(3)

Faraklit, "el-fâriku beyne'l-hakkı ve'l-bâtıl" manasında, Peygamberin o kitaplardaki ismidir.

Tevrât'ın âyeti:

"Hazret-i İsmail'in validesi olan Hâcer, evlât sahibesi olacak. Ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huşû ve itaatle ona açılacak."(4)

Tevrât'ın ikinci bir âyeti:

"Benî İsrail'in kardeşleri olan Benî İsmail'den, senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım; Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim."(5)

Tevrât'ın üçüncü bir âyeti:

"Mûsâ dedi ki: 'Ey Rabbim, ben Tevrat'ta, insanlara iyiliği emredip onları kötülükten sakındırmak için çıkarılmış, Allah'a iman eden hayırlı bir ümmetin vasıflarını gördüm. Onu benim ümmetim yap.' Allah buyurdu ki: 'O, Muhammed ümmetidir.'" (6)

"İrhasatın binler rumuzatı ve hatiflerin meşhur işaratı kahinlerin mütevatir şahadatı;.."

İrhasat peygamberlik gelmezden evvel ya da Peygamber Efendimizin (asm) doğumu esnasında görünen harika mucizelerdir ki, yine Mucizat-ı Ahmediye risalesinde örnekleri çoktur. Biz numune nevinden bir ikisini takdim ediyoruz.

Hatif, gayptan haber veren cinnî demektir. Kelime olarak sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici, ses verici, çağırıcı manalarına da geliyor. Hatif cinlerin kâhinleri kısmındandır ki, bunlar Peygamber Efendimizi (asm) daha gelmeden haber vermişlerdir.

"Birincisi: Şıkk isminde meşhur bir kâhindir ki, bir gözü, bir eli, bir ayağı varmış adeta yarım insan. İşte o kahin, manevi tevatur derecesinde kat'i bir surette tarihlere geçmiş ki, risalet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmı haber verip mükerreren söylemiştir."(7)

"İkincisi: Meşhur Şam kâhini Satîh’tir ki, kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok da yaşamış bir kâhindir. Gaibden verdiği doğru haberler, o zaman insanlarda şöhret bulmuş. Hattâ, Kisrâ, yani Fars Padişahı, gördüğü acip rüyayı ve velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) zamanında sarayının on dört şerefesinin düşmesinin sırrını Satîh’ten sormak için, Muyzan denilen âlim bir elçisini göndermiş. Satîh demiş: 'On dört zât, sizlerde hâkimiyet edecek, sonra saltanatınız mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. İşte, o sizin din ve devletinizi kaldıracak.' meâlinde Kisrâ’ya haber göndermiş. İşte o Satîh, sarih bir surette, Âhirzaman Peygamberinin gelmesini haber vermiş."(8)

"Hem kâhinlerden Sevad ibni Karibi’d-Devsî ve Hunâfir ve Ef’asiye Necran ve Cizl ibni Cizli’l-Kindî ve İbni Halasati’d-Devsî ve Fatıma binti Numan-ı Necâriye gibi meşhur kâhinler, siyer ve tarih kitaplarında tafsilen beyan ettikleri vecih üzere, Âhirzaman Peygamberinin geleceğini, o Peygamber de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu haber vermişler."(9)

"Hem Hazret-i Osman’ın akrabasından Sa’d Binti Küreyz, kâhinlik vasıtasıyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvvetini gaibden haber almış. Bidâyet-i İslâmiyette, Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e demiş ki: 'Sen git, iman et.' Osman bidâyette gelmiş, iman etmiş. İşte, o Sa’d o vakıayı böyle bir şiirle söylüyor: هَدَى اللّٰهُ عُثْمَانَ بِقَوْلِى اِلَى الَّتِى بِهَا رُشْدُهُ وَاللّٰهُ يَهْدِى اِلَى الْحَقِّ  'Allah, Osman’a, ona söylediğim bir sözle hidâyet nasip etti. Hakka eriştiren ancak Allah’tır.'"(10)

"Hem kâhinler gibi, 'hâtif' denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın geleceğini mükerreren haber vermişler. Ezcümle, Zeyyab ibnü’l-Hâris’e, hâtif-i cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslâmı olmuş: ياَ ذَيَابُ ياَ ذَيَابُ اِسْمَعِ الْعَجَبَ الْعُجَابَ بُعِثَ مُحَمَّدٌ بِالْكِتَابِ يَدْعُو بِمَكَّةَ فَلاَ يُجَابُ 'Ey Zeyâb, ey Zeyâb! Acaibin en acibine kulak ver: Muhammed kitapla gönderildi; Mekke ahalisini çağırıyor, ama onu dinlemiyorlar.'"(11)

"Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia bin Karreti’l-Gatafânî’ye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir:  جَاءَ الْحَقُّ فَسَطَعَ وَدُمِّرَ باَطِلٌ فَانْقَمَعَ Hak geldi, nur saçtı. Bâtıl ise, mahvoldu, kökü kazındı.”(12)

"Bu hâtiflerin beşaretleri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur."(13)

Şakk-ı kamer gibi binler mucizatının delalatı:

 Ayın ikiye bölünmesi Peygamber Efendimizin (asm) bine yakın mucizelerinden sadece bir tanesidir. Ayın ikiye bölünmesi nasıl onun hak ve sadık bir peygamber olduğunu gösterip ispat ediyor ise, diğer mucizeler de onun hakkaniyetini teyit edip ispat eder. Şakk-ı Kamer Mucizesinin detayı yine On Dokuzuncu Mektub'un sonunda izah edilmiştir, oraya müracaat edilebilir.

Dipnotlar:

(1) bk. Yusuf Nebhânî, Hüccetullah ale'l-Âlemîn, 104, 115.
(2) bk. Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:352; Cisrî, Risâle-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 1:250; Kastalânî, el-Mevâhibü'l-Ledünniye, 6:201.

(3) bk. Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 99; Cisrî, Risâle-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 1:255; İncil, Yuhanna, Bâb 14, ayet 16.)
(4) bk. Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 105-106; Tevrat, Tekvin, Bab 17.
(5) bk. Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 86; Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:347; Tevrat, Tesniye, Bab 18.
(6) bk. Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:746; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 107-118; Tevrat, Eş'ıyâ, Ishah, 42.
(7) bk. Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:747; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 168-172; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:123, 125.
(8) bk. İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:355-369; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:126,129; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:125; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:365; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:747; Süyûti, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:128-130.
(9) bk. İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:335; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:248; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:125; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:365; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:747; Süyûti, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:128-130; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:248-249, 51.
(10) bk. Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:258.
(11) bk. Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:335-337; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:358; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 181.
(12) bk. Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:748; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:252.
(13) bk. 
Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, On Altıncı İşaret.



5. Tevrat ve İncil hakkında "Kütüb-ü semâviye" tabiri geçiyor; tahrif edilen kitaplar, kütüb-ü semâviye grubuna girer mi?

Tevrat ve İncil’in semavî kitap olduklarında şüphe yoktur. Ancak, çok tahrife uğradıkları için artık insanlara rehber olma vasıflarını kaybetmişler, bunun üzerine son semavî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm nazil olmuştur. Bu kitapların şu andaki halleri hakkında şunu söyleyebiliriz:

“Bu kitapların, iman hakikatlerine dair tahrif edilmeyen hükümleri yine hak ve hakikattir. Ancak ibadet ve muamelat konusunda çok tahrifat yapıldığı için, bu noktada hükmü yoktur.”

Bu konuda Nur Külliyatı'nda şu tesbitlere yer verilir:

"Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri; Kur’ân gibi i’cazları olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların âyetleriyle iltibas edildi; hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilâve edildi. Şu surette o kitaplarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hattâ Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meşhur) kütüb-ü sâbıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasara ulemasına isbat ederek, iskât etmiş. İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi meşhur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullahi Aleyh) o kitaplardan yüz on dört delil nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır. 'Risale-i Hamîdiye'de yazmış. O risaleyi de Manastırlı Merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse, ona müracaat eder, görür.”(1)

1) bk. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, On Altıncı İşaret.



6. Risale-i Hamidiye ve Hüseyin-i Cisrî hakkında bilgi verir misiniz?

Bu konuda aşağıdaki ansiklopedik bilgileri aktarmakla yetineceğiz:

“Hüseyin-i Cisrî, 1845’te Trablusşam’da doğdu. Soyunun baba tarafından Hz. Peygambere ulaştığı bildirilmektedir. Adı, Hüseyin bin Muhammed bin Mustafa el-Cisr’dir. On sekiz yaşına kadar Trablusşam’da dinî ilimler okudu. Daha sonra Beyrut’a, oradan da Ezher’e gidip, ilim tahsil etti. Halvetî tarikatına intisap etti. Babası ve amcasının ölümünden sonra Trablusşam’a gelerek hizmetlerini yürüttü ve burada talebe yetiştirmek ve eser yazmakla meşgul oldu."

"Hüseyin-i Cisrî, Batı'nın kalkınmasının temelinde eğitimin yattığına inanıyor, bunun için de Batı'dakine benzer sanat ve meslek okullarının açılmasının gerektiğini söylüyordu. Hüseyin-Cisrî, şarkiyatçıların tenkitlerine karşı İslâm inancını savunmak için Batı düşüncesiyle ilgilenmiş, bu dönemde Müslümanların kendi şahsiyetini koruyarak varlıklarını sürdürmeleri için gayret sarf etmiştir."

"II. Abdülhamid’e ithafen Risale-i Hamîdiyye diye isimlendirilen eserin kısa sürede çok başarılı olması üzerine II. Abdülhamid tarafından İstanbul’a davet edilip Malta Köşkünde misafir edildi ve Dördüncü Osmanlı nişanıyla ödüllendirildi."

"Eserlerinden bazıları şunlardır:

1. Risaletü’l-Hamidiyye fi Hakikati’l-Diyaneti’l-İslâmiyye ve Hakikiyyeti’ş-Şerîati’l-Muhammediyye.
2. Huşûnü’l-Hamidiyye li-Muhafazâti’l-Akâ’idi’l-İslâmiyye.
3. Hediyyetü’l-Elbâb fî Cevâhiri’l-Âdâb.
4. Zîynetü’l-Maşûne.
5. İşârâtü’l-lâtife."



7. "İrhasat" ne anlama gelmektedir? Risalet-i Ahmediyeye işaret eden bir misal verebilir misiniz? Bir de "işarât" ve "rumuzât" arasındaki farkı açıklar mısınız?

İrhasât, Resulullah Efendimizin (asm.) peygamberliğinden önce meydana gelen ve onun nübüvvetine delil olan harika haller demektir.

Üstat Hazretleri On Dokuzuncu Mektub'un On Altıncı İşaret'inde irhasatı üç kısımda ele alır ve her biri için çok sayıda örnek verir.

Birinci kısım: Semavî kitapların ve suhufların Peygamberimize (asm) dair verdikleri haberler. Bu haberlere bir örnek:

İncil’in bir âyeti: Ben Rabbimden, hakkı batıldan fark eden bir Peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun.

İkinci kısım: Kâhinlerin, hem o zamanın evliya ve ârif-i billâh insanlarının haberleri. Kâhinlerin haberlerine bir örnek:

"Meşhur Şam kâhini Satîh’tir ki, kemiksiz, âdeta azasız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok da yaşamış bir kâhindir. Gaibden verdiği doğru haberler, o zaman insanlarda şöhret bulmuş. Hattâ, Kisrâ, yani Fars Padişahı, gördüğü acip rüyayı ve velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) zamanında sarayının on dört şerefesinin düşmesinin sırrını Satîh’ten sormak için, Muyzan denilen âlim bir elçisini göndermiş. Satîh demiş: 'On dört zât, sizlerde hâkimiyet edecek, sonra saltanatınız mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. İşte, o sizin din ve devletinizi kaldıracak.' meâlinde Kisrâ’ya haber göndermiş. İşte o Satîh, sarih bir surette, Ahir Zaman Peygamberinin (asm) gelmesini haber vermiş."

Üçüncü kısım: Resul-i Ekrem Efendimizin (asm.) dünyaya teşriflerinde meydana gelen harikalar.

Bunlardan üç örnek:

- O gece Kâbe’deki sanemlerin çoğunun baş aşağı düşmesi.
- Kisra’nın meşhur sarayının on dört şerefesinin düşmesi.
- Mecusilerin taptıkları ateşin sönmesi.

Sorunun ikinci şıkkına cevap:

Kur’ân âyetlerinde bazı manalar herkesin rahatlıkla anlayabileceği şekilde beyan edilmiştir. Bunlara sarih manalar denilir. Bazı manalar ve hakikatler ise işaretler ve remizlerle ders verilmiştir. Sarahatten sonra, işaretler, ondan sonra remizler gelir. Yani, rumuzât, işarâttan daha gizli ve perdeli manalardır.



8. "Hatif"lerden maksat nedir, onlar için "beşarât" tabiri niçin kullanılmıştır?

Hatif’ın kelime manası, “sesi işitildiği halde kendisi görülmeyen, seslenen, çağıran” demektir. Cinlerin gaybdan haber veren kâhinlerine de Hatif denir. Bunların, âlemlere rahmet olarak gönderilen Ahir Zaman Peygamberinin (asm) geleceğini haber vermeleri, bütün insanlar, hatta bütün âlemler için bir beşarettir.

Bu konuda On Dokuzuncu Mektup'tan bir bölüm:

"Hem kâhinler gibi, 'hâtif' denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın geleceğini mükerreren haber vermişler. Ezcümle, Zeyyab ibnü’l-Hâris’e, hâtif-i cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslâmı olmuş:"

ياَ ذَيَابُ ياَ ذَيَابُ اِسْمَعِ الْعَجَبَ الْعُجَابَ بُعِثَ مُحَمَّدٌ بِالْكِتَابِ يَدْعُو بِمَكَّةَ فَلاَ يُجَابُ

"Ey Zeyâb, ey Zeyâb! Acaibin en acibine kulak ver: Muhammed kitapla gönderildi; Mekke ahalisini çağırıyor, ama onu dinlemiyorlar."

"Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia bin Karreti’l-Gatafânî’ye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir:

جَاءَ الْحَقُّ فَسَطَعَ وَدُمِّرَ باَطِلٌ فَانْقَمَعَ

"Hak geldi, nur saçtı. Bâtıl ise, mahvoldu, kökü kazındı."



9. İkinci Reşha'da, kâhinlerin de haber vermesinden bahsediliyor. Anlaşılan o ki, o dönem kâhinliği güvenilir durumda imiş. O dönemdeki kâhinlik ile günümüz medyumluğu arasındaki farklar nelerdir?

Kur’ân nazil olmadan önce, kâhinler, cinler vasıtası ile semadan yarım yamalak haberler alıp, gaybi bazı hadiseleri önceden haber verebiliyorlarmış. Kur’ân nazil olmaya başlayınca, bu yol cinlere kapatıldı. Yani eskisi gibi cinler nurani ve şeffaf vücutlarına güvenip sema dairesine çıkamıyorlardı. Böylece Kur’ân hakkında en ufak bir şaibe ve şek kalmamış oluyordu. Yani, "Acaba gelen vahyin içine cinlerin yalan yanlış haberleri karışıyor mu?", şüphesi bertaraf edilmiş oluyordu.

Cinlerin gaybı bilmesi mutlak gaybı bilmek değil, emareleri çıkmış, artık sema dairesinde tezahür etmiş bir gaybı bilmek şeklindedir. Yoksa mutlak gaybı Allah’tan başka kimse bilemez, ancak Allah bildirir ise bilinebilir.

Bu yüzden cinlerin bir taifesi olan habis ruhlar, yani cinlerin dine ve hakka düşman olan kısmı, dine zarar vermek için her hile ve düşmanlığı denerler ve deniyorlar.

İnsanlar içinde cinler âlemi ile irtibat kurma teşebbüsü eski tarihten bu yana hep var olagelmiştir. Eskilerde cinlerle bu irtibat kurma işine kâhinlik denilirdi, günümüzde ise medyumluk ismi veriliyor.

Bu kâhinlik ve medyumluk işi din kökenli değil, felsefe kökenli bir gelenektir. Bu yüzden iman ve ilim kuvveti olmayan avam müminlerin bu uğraşıdan zarar görme ihtimali kuvvetlidir. Zira irtibata geçtikleri cinler genelde habis ve kötü olanlardır. Bunlar da hakkı ve doğruyu değil, yanlış ve yalanı söyleyecekleri için, irtibata geçtiği insanlara dine muhalif ve zıt şeyleri hak ve doğru gibi göstermeye çalışacaklardır.



10. "Şakk-ı Kamer gibi binler mu’cizatının delâlatı ve Şeriat’ın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi..." Şeriatın hakkaniyeti nasıl Nübüvvet-i Ahmediyeyi teyid ve tasdik ediyor?

Önce Üstat Hazretlerinin şeriat hakkındaki şu cümlesini hatırlayalım:

“Şeriat da yüzde doksan dokuz ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete aittir.”(1)

Buna göre "şeriatın hakkaniyeti" ifadesini çok geniş manada ele almak gerekiyor.

İman konusunda en sağlam bilgi, en doğru haber Allah Resulü (asm.) tarafından insanlık âlemine tebliğ edilmiştir. Allah’ın birliği, şerik ve naziri olmadığı, bütün sıfatlarının sonsuz ve mutlak olduğu, ezelî ve ebedî olup zamandan ve mekândan münezzeh bulunduğu gibi hakikatler yanında, imanın diğer rükünleri hakkında verdiği haberlerin doğruluğu aynı zamanda Peygamber Efendimizin (asm) risaletini ispat etmektedir.

Öte yandan, Kur’ân’daki hükümlerin insanın şahsi hayatından aile hayatına ve devlet yönetimine kadar her hususta adaleti ve hakkaniyeti tam muhafaza etmesi, insanlar için dünya ve ahiret saadetini temin edecek esaslar getirmesi de bir şahsın fikrinin mahsulü olamayacak kadar ileri, şümullü ve mükemmel olmalarıyla, bütün bunların ancak Allah’ın terbiyesinden geçen ve onun hükümlerini insanlara bildiren bir peygamberin işi olacağını göstermekte ve Hz. Muhammed aleyhisselatü vesselamın Allah’ın en son ve en büyük elçisi olduğunu ispat etmektedir.

“Nasılki Kur’ân bütün mu'cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikıyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir mu'cizesidir. Öyle de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da bütün mu'cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’ânın bir mu'cizesidir ve Kur’ân kelâmullah olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.”(2)

Dipnotlar:

1) bk. Divan-ı Harb-i Örfî, İki Mekteb-i Musibetin Neticesi.

2) bk. Şuâlar, Yedinci Şua.



11. "Şakk-ı kamer" hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz?

Fahr-ı Kâinat Efendimizin (asm) gösterdiği bine yakın mucize, insanlık âleminin yıldızları hükmünde parlayan sahabelerin gözü önünde cereyan etmiş ve yalan üzerine ittifak etmeleri imkânsız olan bu nuranî cemaat tarafından, bütün teferruatıyla gelecek nesillere aktarılmıştır.

"Benden bilerek yalan bir şey haber veren, cehennem ateşinden yerini hazırlasın."(1)

mealindeki hadîs-i şerifin ikazına karşı, bütün zerreleriyle titreyip herkesten fazla titizlik gösteren ve yalan bir haber karşısında susmaları mümkün olmayan o iman kahramanlarından bize ulaşan hadîs ve mucizeler, bugün modern ilim tarafından da tek tek tasdik edilmektedir. İslâmî kaynaklarda "Şakk-ı Kamer" veya "İnşikak-ı Kamer" olarak geçen "Ay'ın ikiye yarılma mucizesi" de bunlardan birisidir.

Şakk-ı Kamer Mucizesi, Resulullah Efendimiz (asm) peygamberlikle vazifeli kılındıktan sekiz sene sonra vuku buldu. Kureyş Kabilesi'nin ileri gelen müşrikleri bir araya toplanmışlar ve Allah Resulü’nden, peygamberliğini ispatlayacak bir mucize istemeye karar vermişlerdi. Hep birlikte O'nun bulunduğu yere doğru ilerlerken gecenin ilk saatleri yaşanıyor ve Efendimiz (asm) parıl parıl parlayan ay ışığı altında Hazret-i Ali, Huzeyfe İbn-i Yemân, Abdullah Ibn-i Mes'ud, Enes İbn-i Mâlik, Abdullah İbn-i Abbas, Cübeyr ibn-i Mut'im ve Abdullah İbn-i Ömer gibi büyük sahabelerle sohbet ediyordu.(2) O nur halkasını çevreleyen müşriklerin mucize görme konusundaki ısrarları had safhaya varıp sabır sınırlarını zorladığında, Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm) yerinden doğruldu ve mübarek elini, gökyüzünde bir altın tabak gibi ışıldayan Ay'a doğru celâlle kaldırdı. Yaratıldığı günden beri vazifesinden şaşmamış olan Ay, O Zat'ın (asm) bu işaretiyle bir anda ikiye ayrılmıştı.

Kureyş kâfirleri şaşkınlıkla birbirine bakınıyor ve "Bize büyü yaptı!.." diyorlardı.

Bir başka Kureyşli de "Muhammed (asm) sadece bize büyü yapmış ve Ay'ı iki parça olarak göstermiş olmalı." diyerek, bu hâdisenin civar beldelerden gelen kafile ve kervanlara sorulmasını istiyordu. Bu teklif, diğerleri tarafından da ister istemez benimsendi ve ertesi sabah Yemen ve başka taraflardan gelen kervanlar soru yağmuruna tutuldu. Hepsi de gece seyahat ettikleri için Ay'ın ikiye yarıldığına şahit olmuşlardı. Bunun üzerine Mekke'li Müşrikler; "Ebû Tâlib'in yetîmindeki sihir, semaya da tesir etti." diyerek inatlarını sürdürdüler.”(2)

Hemen arkasından Allah kelâmı nazil oldu:

"Onlar bir mucize görseler, ondan yüz çevirip 'süregelen bir sihir.' derler." (Kamer, 54/2)

Dipnotlar:

1) bk. Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70, ...
2) bk. Tecrîd-i Sarih Tercümesi, İst.1945, IX/367, 372; Elmalılı: Hak Dini Kur’ân Dili, II.baskı, İst.l960, VII/4622.
3) Kadı İyâd: EI-Şifa.



12. "Zatında gayet kemaldeki ahlak-ı hamidesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesi ve kemal-i emniyyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet itmi’nanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalade takvası,.." Açıklar mısınız?

"Şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/4)

ayetinde de belirtildiği üzere, Peygamber Efendimiz (asm) çok güzel ahlaklı, şefkatli, ince düşünceli bir fıtratta yaratılmıştır. Tüm müminlerin maddî ve manevî her türlü sıkıntısı ile ilgilenir, imanlarını takviye etmeleri için sürekli olarak ikaz eder ve tavsiyelerde bulunurdu. Habib-i Kibriya Efendimizin (asm.) o engin şefkati bir ayette şöyle ifade edilir:

"Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir." (Tevbe , 9/128) 

Onun güzel ahlakını düşmanları bile itiraf ediyordu. Siyer kitaplarında onun güzel ahlakına dair yüzlerce örnek bulmak mümkündür.

 Hz. Ali’nin (ra) oğlu Hz. Hüseyin (ra) şöyle naklediyor:

Babam Hz. Ali'den, Peygamber Efendimizin (asm.) meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar: 

"Resûlullah (asm) Efendimiz: Her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler. Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, kusur bulucu ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı."

"Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boş boğazlık ve malâyani!"

"Şu üç husustan da titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümid ettikleri konularda konuşurlardı."

"Hz. Peygamber (asm) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zat-ı Risâletleri susunca da konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı. Ashab, Resûl-i Ekrem'in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Resûlullah’ın (asm) huzurunda konuşurken, o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağıyla konuşanı dinlerdi."

"Peygamber Efendimizin (asm) katında onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü. Ashabın güldüklerine kendileri de güler, onların taaccüb ettikleri şeylere kendileri de hayretlerini ifade ederdi. Huzurlarına gelen gariblerin (bedevilerin) kaba-saba konuşmaları ile pervasızca suallerinin yol açtığı tatsızlıklara sabrederlerdi. Ashabı ise, onların gelip sual sormalarını çok isterlerdi."

"Peygamber Efendimiz (asm): 'Hacetinin giderilmesini isteyen bir ihtiyaç sahibi ile karşılaştığınız zaman ona yardımcı olunuz.' buyururlardı. Hz. Peygamber, ancak yapılan iyiliğe denk düşen ve fazla dalkavukluğa kaçmayan övgüleri kabul eder ve haddi tecavüz etmediği müddetçe hiç kimsenin sözünü kesmezdi. Şâyet yüksek huzurlarında haddi aşacak şekilde konuşulursa, o zaman, ya konuşanı susturmak ya da o meclisten kalkıp gitmek suretiyle ona engel olurlardı."(1)

“Kemal-i emniyyeti”

"Huneyn'in başında İslâm ordusunda bir dağılma baş gösterdi. Bütün sahabe, sağa-sola kaçıştı. Akıbetin mağlubiyet olduğu herkesçe bir kanaat hâline gelmişti. Allah Resûlü (asm.), Hz. Abbas'ın durdurmaya çalıştığı mübarek bineğinin üzerinde, düşman saflarına doğru atıldı. O gür ve mehâbet dolu sesiyle şöyle haykırdı:

أَنَا النَّبِيُّ لاَ كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ

'Ben, Allah'ın Resûlüyüm, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalib'in torunuyum, bunda da yalan yok!'

"Onun bu davranış ve şecaatidir ki, kısa zamanda İslâm ordusunun derlenip, toparlanmasını sağladı ve mâkus tali' yenilerek, idbâr ikbâle döndü."(2)

"Kuvvet-i imanını ve gayet itminanı"

Enes Radıyallahü Anh'ın şöyle dediği rivâyet olunur: Bu âyet-i kerîme yani "Âmenerresûlü..." nazil olunca, Efendimiz: "İman etmek en çok ona (peygambere) yakışır." buyurdu.(3)

Kazi tefsirinde zikredildiğine göre, bu âyet-i celilede, Peygamber Efendimizin (asm.) imanının tek olarak zikredilmesi ya ona tazim veya onun imanının ayan ve müşahede (gözle görmek)den kaynaklanıp, diğerlerinin imanının ise, düşünmek ve delil almak suretiyle olduğunu ifade etmek içindir.

Bu konuda İmamı Kuşeyrî ise şöyle buyurmuştur:

"Efendimiz vasıtasız diğer kullar ise vasıtalarla iman etmişlerdir. Bir manaya göre de bu, Allah Teâlâ'nın Miraç gecesi Efendimize şanını büyütme yolu üzere yapmış olduğu bir hitaptır. Şöyle ki:

"Sen iman ettin." buyurmayıp, "O resül iman etti." buyurmuştur.

"Ve nihâyet vüsukunu gösteren fevkalade takvası, fevkalade ubudiyeti;.."

Peygamberimiz (asm), her işini tam bir düzen içinde yapardı. İbadet zamanları, dinlenmek için ayırdığı saatler belli idi. Vakitlerini boş geçirmez, her dakikasını faydalı bir işle değerlendirirdi.

Peygamber Efendimiz (asm), Allah’ın en sevgili kulu olduğu halde Allah’tan çok korkar, kıyamet gününden endişe ederdi.

O (asm), her an Allah’ı anar, ibadetten çok büyük haz duyardı. Geceleri kıldığı namazlarda uzun süre ayakta durmaktan ayakları şişerdi. Hz. Aişe (r.a.) onun bu durumunu görünce: 

"Ey Allah’ın Rasülü! Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı halde kendine niçin bu kadar zahmet ediyorsun?" deyince, Peygamberimiz (asm) ona şu cevabı vermişti:

"Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?!."(4)

"Fevkalade ciddiyeti, fevkalade metaneti davasında nihâyet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikare gösteriyor."

Söz söylenirken hiçbir tereddüt gösterilmemesi sözün doğruluğuna delil olur. Peygamber Efendimizin (asm) başta kendi kavmi olmak üzere bütün kavimler ve büyük devletler aleyhindeyken, hatta kendi akrabaları bile onu (asm) yalnız bırakmışlarken, o (asm), davasında hiçbir telaş, hiçbir tereddüt göstermemiştir.

Davasını anlatmak uğrunda, açlık ve susuzluk çektiği gibi, hakaret görüp taşlandığı, hatta hicret etmeye mecbur bırakıldığı halde, büyük bir tahammül gücü ortaya koymuş ve asla metanetini kaybetmemiştir.

Kendisine "Bu davandan vazgeç, sana ne istersen onu verelim." diyenlere; hayâl edilmez bir vakar,  heybet ve irade tavrıyla şöyle cevap veriyordu: "Bir elime Ay’ı, diğer elime Güneş'i verseniz, bu davadan vazgeçmem."(5) Böylece o (asm), davasının büyüklüğünü, kudsiyetini yüksekliğini ve tebliğ görevinin azametini ortaya koyuyordu.

Dipnotlar:

1) Câmiü's-Sağir.
2) Buhârî, cihad 52; Müslim, cihad 76-80.
3) Hakim, Müstedrek: 2/287.
4) bk. Buhari, Teheccüt, 6; Müslim, Kitabu Sıfati'l-Müsafirine ve Kasrihim, 18.
5) bk. İbn İshak, el-Magazi,1/284-285; İbn Kesir, es-Siretu’n-Nebviye, Beyrut, 1395/1976, 1/474; en-Nedvi, es-Siyre, 1/187-188.



13. "Zatında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesi" cümlesindeki "ahlak" ile "seciye" arasındaki fark nedir?

Seciye: Kelime olarak; huy ve karakter manalarına geliyor. Ayrıca huy ve ahlak güzelliğine işaret eden bir kelimedir.

Ahlak: Kelime olarak; huy ve tabiat manalarına geliyor. Istılah olarak ise; insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları manasına gelir. Ayrıca cemiyetin iyi ya da kötü saydığı kural ve kaideleri inceleyen ilim dalıdır.

Ahlak genel bir tabirdir, seciye ise daha çok bir kişinin şahsî eğilimlerini ifade eder.

Peygamber Efendimiz (asm) hem şahsî seciyesi noktasından hem de toplumu doğruya ve güzele götüren genel ahlak kurallarını tesis etme noktasından; en zirvededir.



14. Resul-ü Kibriya hakkında "Zâtında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesi" ibaresinde kastedilen nedir?

Peygamberlik görevi verilmeden önce de bütün Mekke halkı Ona "Muhammedü’l-Emin" diyorlar, onu en kâmil ve en emin bir insan olarak biliyorlardı.

Kendisi de bu üstün ahlakını, 

“Rabbim beni güzel bir şekilde terbiye etti, edeplendirdi.” (bk. Suyuti, C. Sağir, 1, 12;  Münavi, Feyzü’l-Kadir, I, 224, h. no: 310)

hadis-i şerifiyle bizzat dile getirmiş bulunuyor.

Ayrıca, "O, kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. O (Kur’ân), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir." (Necm, 53/3-4) âyetleri de onun (asm) ilahî terbiyeden geçmiş en mükemmel bir elçi olduğunu haber veriyor.

15. "Kemal-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalade takvası, fevkalade ubudiyeti fevkalade ciddiyeti ve fevkalade metaneti" tabirleri ile "davasında nihayet derecede sadık olması" arasındaki münasebet nedir?

Hayalen cahiliye dönemine gidelim. Arap yarımadasındaki insanlar kendi yaptıkları putlara tapıyorlar, ötede Sava nehri mukaddes addediliyor, beride nice insanlar ineğe tapıyor, Hristiyan âleminde ise üç ilah safsatasıyla şirkin ayrı bir boyutu hâkim…

İşte bütün dünyada şu veya bu şekilde şirkin hâkim olduğu bir dönemde Allah Resulü (asm.) tevhid davasıyla ortaya çıkıyor. Allah’ın bir olduğunu, ortağı, benzeri, yardımcısı olmaktan münezzeh olduğunu bütün cihana ilan ediyor. O bu davasını ilan ederken, karşısında öz amcası dâhil bütün kabilesi ve bütün bir dünya müşrikleri bulunmaktaydı.

İşte böyle bir ortamda İslâm’ın tebliğ edilmesi ve tevhid davasının kalplere yerleşmesi için yapılan cihat, ancak bu cümlede ifade edilen üstün vasıfları en mükemmel manada taşımayı gerektirmektedir.

Allah Resulü (asm.) davasından son derece emindir; Allah’a, kendisine inzal edilen İlâhî fermana ve onun bütün hükümlerine çok kuvvetli şekilde iman etmiştir, kalbi bu noktada gayet itminan halindedir. Kulluk şuurunda herkesten daha ileri olması, Allah’tan korkma ve yasaklarından kaçınma konusunda herkesten daha hassas bulunması gibi çok meziyetlere sahip olması gösteriyor ki, o (asm.), Allah’ın elçisidir, hak bir davanın temsilcisi ve tebliğ edicisidir.

"Bu zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o zatın (asm) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk u emaneti idi. Demek o zatın (asm) sıdk u emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur."(1)

1) bk. İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Suresi 23 ve 24. Ayetlerin Tefsiri.


Üçüncü Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Eğer istersen gel… Asr-ı Saadet’e, Ceziretü’l-Arab’a gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz." Hayalen Ceziretü’l-Arab'a ve Asr-ı saadete gitmenin hikmeti nedir?

"Tûl-i zaman ve bu'd-i mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur."(1)

Fizikî bir kaidedir: Cisimlere uzaktan bakıldığında olduğundan çok daha küçük görünürler. Muhteşem bir dağa kırk-elli kilometre öteden baktığımızda küçük bir tepe gibi görürüz. Yanına yaklaştıkça büyüklüğünü her adımda biraz daha iyi anlarız.

Üstat Hazretleri de hayalimizi kullanarak o zamana gitmemizi, olayları yerinde ve bizzat yaşar gibi seyretmemizi istiyor. Ta ki, Peygamber Efendimizin (asm.) büyüklüğünü, düşmanlarının çokluğunu ve davasının kuvvetini daha iyi müşahede edebilelim, anlayalım.

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Reşhalar.



2. "Hüsn-ü siret ve cemâl-i suret ile mümtaz bir zat" ifadesini açabilir misiniz?

Hüsn-ü sîret, Allah Resulünün (asm.) iman, takva, güzel ahlâk gibi bütün manevî sahalarında eşsiz bir güzelliğe ve üstünlüğe sahip olduğunu; “cemâl-i suret” ise onun (asm) simasının da o üstün ruha uygun bir güzellikte olduğunu ifade eder.

Genellikle, "hüsün" kelimesi, manevî güzellikler için"cemâl" ise, maddî güzellikler için kullanılmakla birlikte, bu değişmez bir kaide değildir. Bu iki kelime birbiri yerine de kullanılmaktadırlar.



3. "Elinde mu’ciznümâ bir kitap, lisanında hakaik-âşinâ bir hitap, bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe,.." İzah eder misiniz?

"Elinde mu’ciznümâ bir kitap, lisanında hakaik-âşinâ bir hitap, bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor."

Kur’ân, Allah’ın kelamı olması hasebiyle bütün mahlûkatın üzerinde ve üstündedir. Bu kitab-ı mukaddes ilk olarak ve öncelikle Hz. Peygambere (asm) indirilip talim edilmiştir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (asm) bütün yaratılmışların başmuallimidir.

Kur’ân, meleklere de bir rehberdir.

Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) mürebbisi Allah’tır ve onu (asm) Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla en mükemmel bir şekilde terbiye etmiştir. Dolayısı ile onun aldığı ilim ve terbiye bütün mahlûkatın fevkindedir. Hiçbir mahlûk ya da melek onun faziletine, ilmine ve imanına yetişemez. 

"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107)

"Andolsun içinizden size aziz bir peygamber gelmiştir..." (Tevbe, 9/128)

"Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzab, 33/45-46)

"Ve sen elbette yüksek bir ahlâka sahipsin." (Kalem, 68/4)

Bu âyetler ve "Levlake levlak, lema halaktul eflak." hadis-i kudsîsi de bu manaya işaret eden birer serlevhadır.

Bu Reşha'da, genel hatları ile bütün varlıklara hitap eden ve kâinatın yaratılış sırrını açıklayan bir hatip olarak Hz. Muhammed’in (asm) ehemmiyeti ve kâinatın var oluşuna yegâne bir vesile olduğu izah ediliyor.

Evet, Peygamber Efendimiz (asm) İslâm ve iman nuru ile kâinatın yaratılış sırlarını izah ediyor. İnsanlığın, aklı ile çözemediği derin meselelere açıklık getirip, onları cehalet karanlığından kurtarıyor. İnsanın şu kâinattaki vazifesinin ve yaratılış gayesinin ne olduğunu ifade ediyor.

Ölümün hiçlik ve yokluk olmayıp  ebedî bir hayatın başlangıcı olduğunu insanlığa ders vererek, onları büyük bir ıstıraptan kurtarıyor.

"Bu âlem ve insan niçin yaratılmış, insanlık nereye gidiyor?" gibi, insanlığın ortak sorularına çözüm getiriyor.

4. "Elinde mu’ciznümâ bir kitap, lisanında hakaik-âşina bir hitap" cümlesinde "kitap" ile "hitap" aynı manayı ifade eder mi?

"Lisanında hakaik-âşina bir hitap" ifadesi, daha çok, Peygamber Efendimizin (asm.) kendi sözlerini nazara vermektedir. Yani, Resulullah Efendimiz (asm.), Allah kelamını bütün insanlara hem tebliğ hem de izah etmiştir.

Nitekim Üstat Hazretleri hadis-i şeriflerin Kur’ân'ın birinci tefsiri olduğunu beyan eder.



5. "Bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyyeyi tebliğ ediyor." Bu cümlede hutbe-i ezeliye olan Kur’ân'ın, bütün mevcudatla ilgisi nedir?

Kur’ân-ı Kerim şu kâinat kitabının "bir tercüme-i ezeliyesi" olduğu için, bu varlık âlemiyle doğrudan ilgisi vardır. İnsanlar, Allah’ın isimlerine ayna olarak yaratılan mahlûkatı, ancak Kur’ân sayesinde doğru okumuş ve doğru değerlendirmişlerdir.

Öte yandan, dünya ahiretin tarlası olduğundan, bu tarladan cennet mahsulleri alınması kâinat için büyük önem taşır. Aksi halde bu âlem, küfür ve isyan ehline hizmet etmek gibi aşağı bir dereceye düşer. Bu ise kâinatı, bilemeyeceğimiz bir şekilde, rahatsız ve mahzun etmektedir.

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاء وَالْأَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنظَرِينَ âyeti, Allah’ı tesbih eden bütün varlıkların, aynı zamanda bir üzüntü ve sevinç boyutlarının da olduğunu ders vermektedir. Bu âyet hakkında Nur Külliyatı'nda şu ifadeler geçer:

Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle, insanla alakadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar. Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki, ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar. Çünkü ehl-i İmân ile bütün kâinat alakadardır, ondan memnundur. Zira imân ile Hâlık-ı Kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler.”(1)

Cümlede geçen “karşı” kelimesi çok önemlidir. Peygamber Efendimiz (asm.) hutbe-i ezeliye olan Kur’ân'ı mevcudata karşı, yani “bütün varlık âleminin karşısında, onların tümünü yanlış değerlendirmelerden kurtarmak üzere tebliğ ediyor” demektir.

Mevcudatın doğru değerlendirilmesi konusu Beşinci Reşha’da şöyle nazara verilir:

"Hem o nur ile kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülât, tegayyürât; manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbâniyye, birer sahife-i âyât-ı tekviniyye, birer meraya-yı esmâ-i ilâhiyye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedâniyye mertebesine çıktılar."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Lem’alar, On Üçüncü Lem'a.

(2) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz.



6. "Sırr-ı hilkat-ı âlem olan muamma-i acîbânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek,.." ifadesini açıklar mısınız?

Kâinatın yaratılış gayesini, semavî kitaplara müracaat etmeden, kendi akıllarıyla çözmeye kalkışan felsefeciler, bu muammayı halledememişler, her biri kendince bir şeyler söylemişlerse de tahminlerini, az sayıdaki talebeleri dışında, kimseye kabul ettirememişlerdir. Kur’ân ise bu muammayı halletmekle kalmamış, şerh etmiş, yani bütün tafsilatıyla beyan etmiştir.

Üstat Hazretleri insan için; "bu kâinatın en son ve en cemiyetli meyvesi" ifadesini kullanır. Demek oluyor ki, kâinatın tek meyvesi insan değildir. İnsan en son meyvedir, yani en son yaratılmıştır. Ondan önce bu kâinat, bitkiler âlemine ve hayvanlar âlemine hizmet etmiştir. Bitkilerin yaratılmasından önce de yine uzun bir zaman dilimi geçmiştir. O halde bu âlemin sadece insan eksenli olarak açıklamaya kalktığımızda Âdem babamızdan kıyamete kadar süren sınırlı bir dönemi esas almış oluruz.

Kur’ân-ı Kerim her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini beyan etmekle, kâinatın da Allah namına birçok görevler yüklendiğini ve bunları en güzel şekilde yerine getirdiğini ders verir. Bütün varlık âlemi, hem Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna, hem o varlıkları seyir ve temaşa edenler için bir tefekkür ve hayret levhası olmakta, hem de Cenab-ı Hak onda sergilediği harika sanatlarını kendisi bizzat müşahede etmektedir.

İnsan, bu âlemin sadece kendine bakan yönüne nazar ettiği için, onun hikmetlerinden ve gaybî yönlerden habersiz kalır. İşte Kur’ân kâinatın bu bilinmeyen yönlerini ve muğlak sırlarını da insanlık âlemine ders vermiştir.



7. "Necisin? Nereden geliyorsun? Ve Nereye gidiyorsun?" suallerinin "Bütün ukûlü hayret içinde meşgul etmesi" konusunu biraz açar mısınız?


İnsanoğlu, ahir zaman fitnesinin birçok akılları dondurduğu, nefislerin sadece dünyanın fani lezzetlerine meylettiği, kalp ve vicdanların görev yapamaz hale geldiği bu dehşetli asra gelinceye kadar, bu üç sorunun cevabını daima aramıştır. Şu var ki, hak bir peygambere kavuşamayan yahut onu dinlemeyen insanlar, bu suallerin cevabını bulamamış, kendi yaptıkları putlara tapmış ve kendi varlıklarını onlarla açıklamaya çalışmışlardır. Çünkü bütün akıllar insanın en harika bir eser olduğunda ittifak etmişler,  organlarında gördükleri mucize yapıları ve onların yüklendikleri akıl almaz görevleri düşündükçe, kendilerinin de bir vazifeleri olması gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Ancak, bu görevin ne olduğu konusunda birçok batıl düşünceler ve yanlış inançlar da ortaya atılmıştır.

Bu suallere, “Ben Allah’ın kuluyum, gayb âleminden bu dünyaya imtihan olmak için gönderildim ve ahiret yolcusuyum.” şeklinde cevap vermek ancak Kur’ân'ın irşadıyla ve Resul-i Kibriya Efendimizin (asm.) bildirmesiyle mümkün olmuştur.

"…  Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?"

"Bu suale, beniâdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev'-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:"

'Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re's-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.' "(1)

1) bk. İşârâtü’l-İ’caz, Fatiha Suresi Tefsiri.


Dördüncü Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Bak, öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer onun o nuranî daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebî,.." Dördüncü Reşha'yı özetler misiniz?


Mürşid-i Ekber olan Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) insanın yaratılış gayesini, hâdisatın içyüzünü, kâinatın ne mana ifade ettiğini, mevcudatın nereden gelip nereye gittiğini en mükemmel bir şekilde okumuş ve okutmuştur. Bütün insanlığı müthiş bir karanlıktan ve ümitsizlikten kurtarmıştır. 

Bu kâinat bir matem yeri değil, bir zikir hanedir. Herkes ve her şey Allah’ın verdiği vazifeleri en güzel şekilde yerine getirirler, onu tesbih eder ve onu hatırlatırlar. Vazifesi bitenler ölüm kanunuyla terhis edilirler ve başka bir âlemde hizmetlerinin karşılığını görürler. 

Cansız varlıklar arasında mükemmel bir yardımlaşma olması ve hepsinin hayata hizmet etmeleri gösteriyor ki, bu varlıklar birbirine düşman değil dostturlar; bir fabrikanın çarkları gibi el ele vererek birlikte çalışırlar.

Mevcudata imanın nuru ile bakan bir mümin, her şeyin tedbir ve idaresinin Allah’ın kudret elinde olduğunu, hiçbir hâdisenin ve varlığın başıboş olmadığını bilir, hiçbir şeyden endişe duymaz. Her şeyin Allah’ın birer muti askeri olduğunu bilen mümin, kadere teslim olur. Bilir ki Allah müsaade etmezse hiçbir şey ona zarar veremez. Her hususta elinden gelen tedbiri tam olarak alır, neticeye karışmaz. Böyle bir tevekkül ile rahat ve huzur bulur.

Kâinata küfür ve inkâr gözü ile bakıldığında her şey manasız, sahipsiz, tesadüfün oyuncağı ve bütün canlılar "zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde" görülür.

"Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile o matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılâp etti."(1) 

Yani bütün varlıklar sahipsizlikten kurtuldular, Allah’ın mahlukları, misafirleri, abidleri haline girdiler. Ölüm de yokluğa atılma olmaktan çıktı, dünyada vazifesini bitiren ve iman ile göçen müminler için vazifeden paydos olup mükafat almak üzere ahirete göç etmek şekline döndü.


Beşinci Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülât ve tagayyürâtın, o nur ile manasızlıktan ve abesiyyetten kurtulup metinde ifade edilen ulvî manaları kazanmalarını nasıl anlamalıyız?

Kâinat kitabı ve onda yazılan bütün cümleler, kelimeler hikmetli ve manalıdır; Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarını ders verirler. Bu kitapta birer harf hükmünde olan “atom, hücre, göz, diş, toprak,” hakkında ciltlerle kitap yazılması ve bunların müstakil birer bilim dalı olmaları buna şahittir. Bu kitabın Samedanî olması ise onun yazılmasının ancak Allah’ın yardımı, rahmeti ve ihsanıyla gerçekleşebileceği manasına gelir. Bilindiği gibi Samed isminin manası "her şey ona muhtaç, o ise hiçbir şeye muhtaç değil" demektir.

"Mektûbât-ı Rabbâniyye" terkibi Nur Külliyatı'nda çokça geçer. Fatiha Sûresinde, Allah’ın Rabbü’l-âlemîn olduğunun beyanı, onun marifeti konusunda ilk dersin de bu rububiyet dersi olması konu üzerinde önemle durulması gerektiğini ikaz etmektedir.

Bilindiği gibi, rububiyet “bir şeyi kademeli olarak kemale erdirmek” demektir. Rab ismi ise terbiye eden manasına gelir. Kâinatın altı devrede kemal bulmasından, insanın ana rahminde dokuz ayda kemale ermesine, çekirdeklerin terbiye görerek ağaç olmalarından, yumurtaların bir terbiyeden geçerek kuş olmalarına kadar her şeyde bu terbiye fiilinin icraatı ve Rab isminin tecellisi görülür.

"Mektûbât-ı Rabbâniyye" her varlığın bir terbiyeden geçtiği, kudret kalemiyle yazılmış Rabbanî bir mektup olduğu dersini verir. Bir harf kâtipsiz olmazsa, eşyanın sadece isimlerini yazmak bile bir kâtip gerektirirse, her biri ayrı bir terbiye görerek en mükemmel hali almış olan bütün bu varlıklar nasıl kâtipsiz olurlar? Nasıl olur da tesadüfe verilirler, manasız addedilirler?

"Âyât-ı tekviniyye" ifadesine gelince, âyât “âyetler, deliller” demektir. Kur’ân'ın âyetleri Allah’ı bildirdikleri ve tanıttıkları gibi, bu âlemdeki her varlık da tekvin sıfatıyla vücut bulmuş bir âyet gibidir, onun varlığına, birliğine isim ve sıfatlarına ayna olur ve onlardan haber verir.

Ancak, kâinata küfür ve dalâlet nazarıyla bakıldığında bu manalar görülmez; varlıkların tesadüfen meydana geldiği, manasız ve hikmetsiz olduğu vehmedilir.

2. "Zaaf, acz, fakr, ihtiyaç"ın, insanı hayvanatın madununa düşürdüğü ve aklın da "hüzün, elem ve gam vasıtası" olduğu konularını kısaca açıklar mısınız?

Bu ifadeler Kur’ân nuruyla aydınlanmamış, küfür, dalâlet ve şirk karanlığında kalmış bir akıl içindir. Yani, insan, Hâlık’ına ve Mâlik’ine iman etmezse, onun bu dünyadan alacağı lezzetler hayvanlardan çok daha aşağı olur.

Nur’larda çokça işlendiği gibi, insan kusur ve noksaniyetiyle Allah’ın kemaline, acziyle onun kudretine, fakrıyla da rahmetine ayna olur. Bunun şuurunda olan ve “Sonsuz aczime, noksanlığıma ve fakrıma rağmen bütün âlemi bana hizmet ettiren bir Hâlık’ım, bir Malik’im var. Beni buraya getiren, hadsiz nimetlerle besleyen onun rahmeti olduğu gibi, elimin ulaşmadığı, gücümün yetmediği isteklerimi yerine getiren de yine onun kudretidir.” diyen bir insanın kalbi marifet, muhabbet ve şükür ile dolar. Bu manadan uzak olan bir akıl, insanı bütün hayvanlardan daha aciz, daha fakir, daha muhtaç görmekle bir “hüzün, elem ve gam” vasıtası olur ve onu sahipsizlik vahşeti ve dehşeti içinde bırakır.

İman nuru ise insanı, bu dehşetten kurtarır ve onu "nâzenin bir sultan ve nazdar bir halife-i zemin" yapar. İnsanı incitmeden dönen yerküresinden, gözünü rahatsız etmeden aydınlatan güneşe, diline, dişine ve midesine en uygun şekilde yaratılan rızıklardan, onun âdeta nazıyla oynayan ve yardımına koşan hayvanlara kadar her şey Allah’ın birer askeri olarak onun hizmetinde çalışırlar.

"Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bîçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner."(1)

1) bk. Sözler, Altıncı Söz.



3. "Demek o nur olmazsa kâinat da insan da hatta her şey dahi hiçe iner..." İzah eder misiniz? Ayrıca, "Sen olmasaydın âlemi yaratmazdım." ifadesi hadis midir? Bu konuyu açıklar mısınız?

Kâinatın yaratılış gayesiyle ilgili bir âyet-i kerîmeyi ve bir hadis-i kutsîyi hatırlayalım:

"Ben cinleri ve insanları ancak (beni tanıyıp) bana ibadet etmeleri için yarattım." (Zâriyât, 51/56)

"Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim de kâinatı yarattım." (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132)

İşte kâinatın ve insanın yaratılış gayesini unutan yahut bu büyük hadiseleri putlara, sebeplere, maddeye ve daha başka şeylere isnat eden insanları ikaz etmek üzere, peygamberler gönderilmiş ve bu vazifeyi en mükemmel manasıyla da Peygamber Efendimiz (asm.) yerine getirmiştir. Eğer o (asm) olmasa idi, daha genel manasıyla, peygamberler gönderilmese ve kitaplar inzal edilmese idi, insanlar hidâyet yolunu bulamazlardı.

On Birinci Söz’de bu konu çok güzel ve detaylı olarak izah edilmiştir. O Söz’den sadece bir cümle nakletmek isterim:

"Anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa, manasız kâğıttan ibaret kalır."

Buna göre, kâinat kitabının muallimi olan Peygamberimiz (asm) olmasaydı bu kitap yazılmazdı. Bu kitabı okuyanların kalmaması halinde de kıyamet kopacak ve dünya hayatına son verilecektir.

Bu açıklamalar, aynı zamanda,

"Sen olmasaydın eflaki yaratmazdım." (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 164; Hakim, el-Müstedrek, II, 615)

hadis-i kudsîsinin de izahı mahiyetindedir. Bütün selim akıllar bu sözün hak olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak bazıları bunun hadis-i kutsî olmadığını söylemişlerse de, bu gibi durumlarda âlimlerimizin şu tesbitini dikkate almak durumundayız: “Bir sözün hadis olmaması, manasının yanlış olduğunu değil, o sözün Allah Resulüne (asm.) ait olmadığını ifade eder.”

Gerçek bu olunca, sözün kaynağı üzerinde yersiz tartışmalar yapmayı bırakıp, kendimizi ve bütün âlemi Allah Resulünün (asm.) öğrettiği manada değerlendirmeye çalışalım ve ona (asm) layık bir ümmet olmaya gayret edelim.

4. On Dokuzuncu Söz'ün Beşinci Reşha'sının izahını yapar mısınız?


"BEŞİNCİ REŞHA"

"Hem o nur ile kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat; manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar."

"Hem insanı bütün hayvanatın mâdûnuna düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr u ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı, o nur ile nurlandığı vakit, insan; bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzar ile nazdar bir halife-i zemin olur."

"Demek, o nur olmazsa kâinat da insan da hattA her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır."(1)

Burada vurgulanmak istenen husus, imanın insanlığa getirdiği nur ve ışıktır. İman nuru insanlığın dünyasında hâkim olmaz ise, her şey karanlığa gömülür, her hadise anlaşılmaz bir muamma olarak kalır. İşte bütün peygamberler bu nur ile asırlarını aydınlatmış, insanlara yol göstermişlerdir. Bu mana en mükemmel olarak Peygamber Efendimizin (asm) döneminde vuku bulmuştur.

 Mümin iman gözlüğü ile kâinata ve hâdisata baktığından her şeyde bir huzur ve saadet bulur. Kâfir ise kâinata ve olaylara küfür gözlüğü ile baktığı için, her şeyden elem çeker. İman, dünyada mümine küçük bir cennet hayatı, küfür ise kâfire küçük bir cehennem hayatı yaşatır.

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir."(2) 

İnanmayan insan küfür karanlığında kalmıştır. Ne kendini okuyabilir ne de kâinatı. Her organının, her hücresinin ve her duygusunun ayrı birer mu’cize olduklarını hiç düşünmez. Sadece onları dünyanın geçici menfaatlerinde ve zevklerinde kullanmakla yetinir. Düşünmeden yaşar veya yaşıyorum zanneder.

İman nuruyla kendini okuyan insan büyük bir şeref kazanmıştır. Bu bahtiyar insan kendi varlığı konusunda şöyle düşünür: Ben Allah’ın eseriyim. Hayatım onun Muhyi isminin tecellîsi, şeklim, sûretim onun Musavvir isminin tecellisi, her organımın ve her hücremin nice faydalar taşıması onun Âlim ve Hakîm isimlerinin tecellileridir.

Ve ben varlığımda tecellî eden her bir İlâhî isimle ayrı bir rahmete mazhar olmakta ve ayrı bir şeref kazanmaktayım. Bunların her biri için ayrı bir şükür borcum vardır.

Allah’a iman etmekle böyle bir üstünlüğe ulaşan kişi, “Rabbine nasıl şükür ve ibâdet edeceği, neleri konuşup neleri söylemekten kaçınacağı, neye bakıp neye bakmayacağı” gibi nice sorularının cevabını da imanın diğer iki rüknünde, yani kitaplara ve peygamberlere imanda bulur. İşlerini, hareketlerini, düşüncelerini ve ahlâkını Kur’âna göre tanzim etmeye ve bu konuda yegâne rehber olan Allah Resulüne (asm.) mutlak manada itaat etmeye başlar. Böylece iman şerefine, salih amel ve güzel ahlakı da ilave etmiş olur.

Böyle bir insan, her şeyi ve her hadiseyi Allah’ın yarattığını ve takdir etiğini bilmekle onlara karşı ne aşırı bir minnet duygusu taşır, ne de onlardan gelecek zararlardan fazlasıyla korkar.

Bir kul olarak kendine düşen görevleri hassasiyetle yerine getirdikten sonra, âlemlerin Rabbi olan Allah’a tevekkül etmekle, mahlukat âleminden gelecek zararlara ve tehlikelere gereğinden fazla önem vermez. Hava âlemini onun emrinde bilir, fırtınadan korkmaz. O unsurun cansız ve iradesiz olduğunu, kendi başına hiçbir icraat yapamayacağını çok iyi bilir.

İnsanın başına gelen bütün korkutucu ve zarar verici olaylar kendi başlarına buyruk değildirler. Üstadımızın buyurduğu gibi, “Her şeyin dizgini onun elinde, her şeyin hazînesi onun yanındadır.”

 Onun izni olmaksızın ne ağaç meyve verebilir, ne de su insanı boğabilir.

"Demek iman tevhîdi, tevhîd teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dâreyni iktizâ eder."(3)

İşte iki dünya saadetinin reçetesi, hakikî imanın meyveleri olan bu "teslim ve tevekküldür." Bu reçeteyi kalp âlemine hâkim kılan bir mümin, dünyada da mesut yaşar, âhirette de.

Özet olarak, insanı insan yapan ve insanın hem dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar olmasını temin eden yegâne nur iman nurudur ki, bu nurun en büyük vesilesi de Hazreti Peygamberdir (asm).

Altıncı Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Bir saadet-i ebedîyyenin muhbiri, müjdecisi; bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilancısı,.." Bu tavsifleri kısaca açıklar mısınız?

Öldüğünde hiçliğe gömüleceğini zannetmekle büyük bir elem çeken insana, ölüm ötesinde ebedî bir hayat bulunduğunu, iman ve ibadet şartlarını yerine getirenler için o âlemin dünyadan çok daha güzel olduğunu haber vermek en büyük bir müjdedir.

 Allah’ın rahmeti sonsuzdurNitekim,"Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız..." (Nahl, 16/18) mealindeki ayet-i kerîme bu hakikati bildirmekte ve ders vermektedir.

O sonsuz rahmetin bu dünyadaki tecellileri saymakla bitmez. Hücrelerimizden organlarımıza, ruhumuzdan his dünyamıza kadar sayamayacağımız nice nimetlere ve ihsanlara mazhar olduğumuz gibi, havadan suya, yeryüzünden semaya, hayvanlar âleminden bitkiler âlemine kadar yine sonsuz denecek kadar rahmet tecellileriyle adeta kuşatılmış gibiyiz. Bu sonsuz rahmet, ahirette de mümin kulları ebediyen saadetlendirecektir.

İşte Allah Resulü (asm.) bu büyük müjdeyi Kur’ân'dan ders almış ve bütün insanlık âlemine de ilan etmiştir.

"Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir."
(…)
"Bir adama, idam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebepdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver."
(1)

(1) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz, Dördüncü Esas.



2. "Saltanat-ı Rubûbiyyetin mehâsininin dellâlı ve seyircisi" Bu tavsifi kısaca açıklar mısınız?

Saltanat-ı Rubûbiyyet ifadesi, Fatiha suresinde geçen "Rabbü’l-âlemin" ismini hatırlatmaktadır. Yani, bütün âlemlerin yegâne terbiye edicisi Allah’tır. Ondan başka rab yoktur. Semayı terbiye ederek en güzel ve en faydalı şekle getiren o olduğu gibi, yeryüzünü ve onda hayat süren bütün canlıları terbiye eden de odur.  Bu, bir rububiyet saltanatıdır.

Bu harika tesbiti diğer isimler için de düşünebiliriz. Ondan başka yaratıcı olmaması saltanat-ı Hâlıkıyet, bütün canlıları onun rızıklandırması saltanat-ı Rezzakiyet, mülkün yegâne sahibinin o olması saltanat-ı Malikiyettir.

Saltanat-ı Rubûbiyyetin mehasini, her varlığın en güzel şekilde terbiye edildiğini, en hikmetli ve faydalı bir hale getirildiğini bize ders verir. İşte Allah Resulü (asm.) cin ve insin nazarlarını bu mükemmel terbiyelere çevirerek onları imana, marifete, şükre ve ibadete davet etmiştir.



3. "Künûz-u Esmâ-i İlâhiyyenin keşşâfı, göstericisi,.." Peygamberimiz hakkındaki bu tavsifi kısaca açıklar mısınız?

Künuz, kenzin çoğuludur ve hazineler demektir. Allah’ın her bir ismi bir hazineye benzetilmiştir, o isimlerin tecellileri ise o hazinelerden gelen cevherler hükmündedir. Mesela, Muhyi (hayat verici) ismi bir hazinedir, meleklerin hayatından, insanların, cinlerin bütün hayvan ve bitki türlerinin hayatlarına kadar bütün hayatlar o hazinenin birer cevheri hükmündedir. İnanmayan insan, sadece o cevherlere bakar, onların faydalarına nazar eder, ama hazineyi ve hazine sahibini hiç hatırına getirmez.

İşte Peygamber Efendimizin (asm.) bir görevi de bu cevherlere dikkatleri çekmektir. Bu konuda Mesnevî-i Nuriye’den Mün’im (nimetleri veren) ismi ile ilgili bir paragraf nakletmekle yetineceğiz:

“Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; nimet içinde in’amı görmüyorlar. İn’amı görmediklerinden Mün’im-i Hakikî’den gaflet ederler. Mün’imden gafletleri saikasıyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar."



4. "Onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin." Nazara verilen bu özellikleri açıklar mısınız?

Bilindiği gibi Peygamber Efendimizin (asm.) iki ciheti vardır: Ubudiyet ve risalet. Burada onun (asm) ubudiyet yani kulluk yönü nazara veriliyor.

Misal-i muhabbet ifadesi, öncelikle Habib-i Kibriya Efendimizin (asm) Allah’a olan muhabbetindeki erişilmez derecesini anlatmakta ve bu konuda en güzel bir örnek, bir sevgi misali olduğu nazara verilmektedir. Hak sevgisinde olduğu gibi, mahlûkatı Allah hesabına sevme konusunda da ona (asm) yetişmek mümkün değildir.

Timsal-i rahmet ifadesi, Allah’ın rahmetine bütün varlık âlemi içinde en mükemmel manada mazhar olan müstesna bir kul olduğunu ders verir. Kendisi bir rahmet timsali olarak yaratıldığı içindir ki, âyet-i kerimede "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107) buyurulmuştur.

İşte bu iki mümtaz vasfı dolayısıyla o Zat (asm.) "bir şeref-i insaniyet"tir; yani insanlık âleminin melekler âlemine, cinler taifesine ve sair bütün mahlûkat sınıflarına karşı üstünlüğünün bir misali ve timsali olmuştur.

Hilkat şeceresinin (yaratılış ağacının) en nurani meyvesi odur (asm).

5. "Şöyle baksan -yani risaleti cihetiyle- bir burhan-ı hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesile-i saadet görürsün." Bu özellikleri açıklar mısınız?

Sayılan bu sıfatlar bütün peygamberlerin ortak vasıflarıdır. Ancak, bunların tamamının kemali Peygamber Efendimizde (asm.) görülmüştür.

Burhan, delil demektir; hak da batılın zıddıdır. Buna göre, Peygamber Efendimiz (asm.) insanları bütün batıl inançlardan, yanlış telakkilerden, haram işlerden, kötü fiillerden kurtarma konusunda bir yol göstericidir. Ancak ona (asm) uymakla hakikate erişilebilir. Onun yolunun dışında kalan bütün yollar batıldır ve sonu felakettir.

O (asm) bir hidayet güneşidir. Küfür, dalalet, isyan ve sefahat karanlıklarında kalanları, bu zulmetlerden kurtaracak sirac ve şems odur. Hakikat ve hidâyet yolunu o göstermiş, insanları karanlıklardan o kurtarmıştır. Ancak onun getirdiği nur ile aydınlığa çıkılabilir, huzura, sürura, feyiz ve saadete erişilebilir.



6. Peygamber Efendimizin bu kadar mükemmel yaratılması tamamen Allah'ın bir ihsanı mıdır?

İnsanın ahsen-i takvimde yaratılmış olması, arza halife olmakla sair canlılara kumadanlık yapması, onları hizmetinde çaıştırması, akıl ve vicdan gibi başka canlılarda olmayan lütuflara mazhar olması tamamen Allah’ın takdir ve ikramıyladır. Bu noktada, Peygamber Efendimiz (asm) de dâhil bütün insanlarda ne kadar kemal ve cemal varsa, bunların hepsi Allah’ın ihsanıdır.

Öte yandan, her insanın iradesine bakan ve onun sorumlu olduğu hususî bir alem vardır. İman küfür, hayır şer, iyilik kötülük gibi kavramlar bu dairenin sınırları içindedir.

Peygamber Efendimizin (asm) ruhunda tezahür eden bütün kemal ve cemal sıfatlar ilahi birer mevhibedir. Şu var ki, bu ikram ve ihsanlar başkalarıyla mukayese edemeyecek kadar üstündür. "Güzel ahlakı tamamlamak" için gönderildiği ayetle sabit olan o eşsiz peygamberin hususî bir terbiyeden geçtiği ve böylece bütün "alemlere rahmet" olduğu da şüphe götürmez bir hakikattır.



7. "Berk-i hâtıf gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidâyetini kabûl edip hırz-ı can etti." Berk-i hatıf ile Nur-u Muhammedînin münasebeti nasıldır?

"Berk-i hatıf" göz kamaştırıcı şimşek demektir. Karanlıkta yolunu kaybetmiş bir insan, şaşkın bir vaziyette sağa sola bakarken, göz kamaştırıcı bir şimşek çaksa da her taraf aydınlansa, bu adam için artık yol aydınlanmış demektir.

Peygamber Efendimizin (asm) nuruyla insanlık için hidâyet yolunun açılması "Berk-i hatıf" ile ifade edilmiştir. Yani onun (asm) nuru karanlıkta çakan çok ışıklı bir şimşeğe benzetilmiştir.

8. "Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti." cümlesinde geçen, dünyanın yarısının Müslüman toprağı olduğu ve insanların beşte birisinin Müslüman olması ifadesini, rakamlarla ve coğrafi bilgilerle teyid eder misiniz?

"Dünyanın yarısı" ifadesinde, bazı coğrafi bölgeler için kesin hatlar çizebiliriz; Orta Doğu ve Anadolu coğrafyaları gibi. Bazı devletleri de misal verebiliriz. Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye gibi... Öte yandan, daha önce İslâm hâkimiyeti altına girmiş, ancak şimdi İslâm'dan uzak olan ülkeler de vardır. İspanya ve Endülüs Emevi Devleti gibi. Keza gayri müslim veya semavi dinlerden uzak olan ülkelerde yaşayan Müslümanlar da mevcuttur. Onların da bulundukları yerleri dikkate alacak olursak, yuvarlak bir rakamla nısf-ı arz ölçeğinde bir nisbete ulaşabiliriz.

"Beşte biri" rakamı ise; dünya çapındaki resmi istatistiklere göre, şimdi yeryüzünde bir buçuk milyarı aşkın Müslüman bulunmaktadır. Mevcut Dünya nüfusuna oranla beşte bir şeklinde bir rakam ortaya çıkmaktadır.



9. "Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki; böyle bir Zat’ın bütün davalarının esası olan La İlahe İllallah'ı, bütün merâtibiyle beraber kabul etmesin..." Tevhidin ne gibi mertebeleri vardır?

Tevhidin mertebeleri denilince, öncelikle şu üç ana mertebe hatıra gelir: Tevhid-i Zat, tevhid-i sıfat ve tevhid-i ef’al.

Tevhid-i Zat; Allah’ın zatının bir olduğunu ifade eder. Varlığı vacip, ezelî ve ebedî olan tek zat Allah’tır. Ondan başka vacib, ezelî ve ebedî bir varlık düşünülemez.

Tevhid-i sıfat; Allah’ın zatında olduğu gibi sıfatlarında da şeriki, naziri olmadığına itikat etmek demektir. Sonsuz kudret, sonsuz ilim, mutlak irade ve sair ilâhî sıfatlar ancak Allah’ındır. Bu sıfatlara bir başkasının sahip olması imkânsızdır.

Tevhid-i ef’al denilince, Cenab-ı Hakk’ın birbirinden farklı fiilleri ve bunların icra edilmesiyle tecelli eden fiilî isimleri hatıra gelir. Mesela, terzik (rızıklandırma) bir fiildir, Rezzak ise fiilî bir isimdir. Bu fiiller ve isimler, bütün mertebeleriyle, ancak Allah’a aittir. Yani, “Lâ ilahe illallah” cümlesi “La Hâlık’e illallah, Lâ Râzık’a illallah, Lâ Rabb’e illallah, Lâ Malik’e illallah” gibi birçok tevhid cümlelerini içine alır. Bunların her birisinin de kendi içinde sonsuz mertebeleri vardır. Mesela, Rab isminin tecelli dairesi insanın gözünden, kulağından, aklına, hafızasına kadar nice ilâhî terbiyeleri içine aldığı gibi, haricî âlemde de havanın terbiyesinden, suyun, ziyanın, elementlerin, her bir bitki ve hayvan türünün, semanın, arşın, kürsinin, meleklerin, cennet ve cehennemin terbiyesine kadar sonsuz mertebeleri vardır.

"Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarîkatın her vakit tekrarla 'Lâ ilahe illâ Hû' demeleri, tevhidi yâd ve ilan etmeleri gösterir ki; tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor."(1)

1) bk. Şuâlar, Yedinci Şua.



10. Altıncı Reşha'yı özetler misiniz?


"İşte o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilancısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan; böyle baksan –yani ubudiyeti cihetiyle– onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan –yani risaleti cihetiyle– bir burhan-ı Hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."

"İşte bak, nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki böyle bir zatın bütün davalarının esası olan لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?"(1)

Evet, Peygamber Efendimiz (asm) kabrin arkasında insan aklının göremediği saadeti ebediyeyi müjdeliyor. Rahmeti sonsuz olan Allah’ı doğru ve hak bir şekilde bize keşfedip ilan ediyor. İnsanlar bunları soyut aklı ile yapamıyorlar. Kainat da mükemmel bir şekilde her şeyi kuşatan bir terbiye ve idarenin hem dellalı ve seyircisi olup hem de bu saltanata dikkat çekiyor ve haykırıyor.

Ayrıca Allah’ı sadece varlığı ve birliği ile değil, isim ve sıfatları ile keşfedip gizli hazineler hükmünde olan isimlerini hem görüyor hem gösteriyor. Peygamber Efendimiz (asm)'in bütün bu manevi ve kulluğa temas eden hususiyetleri, onun (asm) Allah'ın elçisi olduğuna bir kanıttır. Zira bütün bu hususiyetler soyut akıl ve fikir yürütme ile yapılacak şeyler değildirler. Bunlar Allah’ın kati ve sarsılmaz birer haberidirler ve Allah bu haberleri bize Resulü (asm) vasıtası ile gönderiyor.

Peygamber Efendimiz (asm)'e bu gözle baktığımız zaman onun hakkın bir delili, hakikatin bir lambası, hidayetin güneşi ve saadetin en kuvvetli ve sarsılmaz bir vesilesi olduğunu anlarız ve görürüz. Evet, onun getirdiği hidayet ışığı doğu ve batıyı bir anda aydınlatan bir şimşek gibidir. Siyaseten dünyanın yarısı, kemiyet noktasından insanlığın beşte birisinin onun terbiye ve ışığı altına girmesi, onun hakkaniyetine kati bir delil ve ispattır.   


Yedinci Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Şu cezîre-i vâsiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlak-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek,.." İzah eder misiniz?

Vahşet, medeniyetin zıddıdır. Kız çocuklarını diri olarak toprağa gömmek en ileri bir vahşettir, medenî toplumlarda böyle bir şeyin olması düşünülemez.

Cahiliye devrinin o vahşet içinde yüzen insanları, batıl inançlarına sıkıca bağlı ve onları koruma konusunda da son derece inatçı idiler. Nitekim kendilerine son ilâhî kitap tebliğ edildiği, ayrıca Allah Resulünün (asm.) bine yakın mucizesine de şahit oldukları halde, yine onların bir kısmı taassuplarında ve inatlarında devam etmişlerdir.

Ancak büyük çoğunluk ilâhî vahiy karşısında inatlarından dönmüş, hakkı kabul ederek hiçbir velinin yetişemeyeceği üstün makamlara sahip olmuşlardır.

Def’aten kelimesi bu işin çok kısa zamanda gerçekleştiğini ifade eder. Yirmi üç sene içinde yüz yirmi dört bin sahabenin yetişmiş olması çok harikadır.

Kal’, bir şeyi kökünden koparıp çıkarmak demektir. Ref’ ise hem ortadan kaldırma hem de yükseltme ve yüceltme manasına gelir. Yani, Peygamber Efendimiz (asm.) o kavmin sadece kötü ahlâklarını terk ettirmekle kalmamış, onları en güzel ahlâk ile donatmaya da muvaffak olmuştur.

“Evet, Asr-ı saadet'ten evvelki zamanlarda kalp katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı saadet'te İslâmiyet'in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular."(1)

1) bk. İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Suresi, 23-24. Ayetlerin Tefsiri.



2. "Vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvamın âdat ve ahlak-ı seyyie-i vahşiyanelerini kaldırdıktan sonra, yerlerine ikame edilen ahlak-ı hasene, secaya-yı aliye" nelerdir? Buna örnekler vermeniz mümkün mü?

Hazreti Peygamberin (asm) yapmış olduğu o eşsiz inkılabı, şu iki misal en güzel şekilde özetlemektedir:

"Cahiliyye zamanında bu çirkin âdete tevessül etmiş biri, bilahere İslâmiyet ile müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resulüllaha bu durumunu şöyle anlatmıştı:"

"Ya Resulallah, biz, Cahiliyye Devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi."

"Bir gün yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim. Onun, bana son sözleri şu oldu:"

"Babacığım! Babacığım!"

"Kâinatın Efendisi tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:"

"Şüphesiz Allah, yeniden yapmadıkça, cahiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslâmiyet devrine geçirmez." (Darimî, Sünen, 1/34)

Fazla söze hacet yok; bu tek misal bile o muazzam inkılabın ne kadar mükemmel olduğunu ispat ediyor. 



3. "Ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi." cümlesini açıklar mısınız?

Allah Resulü (asm.) en son ve en büyük ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla bütün insanlara iman, tevhid, ibadet ve ahlâk dersleri vermiş, onlara Allah’ın razı olduğu bir kul olmanın yollarını göstermiş ve şartlarını anlatmıştır. Onun (asm) sözlerini kabul edip imanla şereflenen insanlar, daha sonra birçok medenî kavimlere ve devletlere üstat olmuşlardır.

Bu üstatlık görevi Endülüs Emevî devleti ile başlamış, İspanya’da açılan o ilim ve irfan yuvalarından bütün Avrupa devletleri çok istifade etmişlerdir. Daha sonra bu görev Selçuklu ve Osmanlı ile devam etmiştir...



4. "Değil zahiri bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor." Akılların, ruhların, kalplerin, nefislerin "fetih ve teshir" edilmesini nasıl anlamalıyız?


Peygamber Efendimiz (asm.), özellikle Mekke döneminde çok ağır şartlar altında İslâm’ı insanlara tebliğ etmiş, onun (asm) risaletini kabul edip ümmeti olma şerefine erenler de çok büyük işkencelere maruz kalmışlardır. İslâm’ın temeli bu ağır şartlarda atılmıştır. İman edenlerden bu temele nice canlar feda edilmiş, nice kanlar akmıştır. Bu hal gösteriyor ki, İslâm’ı kabul eden ve iman dairesine girenler "akıllarının ikna, kalplerinin tatmin ve nefislerinin fetih ve teshir" edilmesi sonunda, onun ümmeti olmayı kabul etmiş ve iman uğrunda dayanılmaz eza ve cefalara, akıl almaz zulümlere tahammül etmişlerdir. Bunun aksi olsaydı, yani Allah Resulü (asm.) Kur’ân-ı Kerîm'i insanlara tebliğ ettiğinde bütün ülkeye hâkim bir devlet reisi olsa idi, İslâm’ı kabul edenlerin zorla yahut bir menfaat karşılığı bu yola girdikleri belki vehmedilebilirdi.

Bilindiği gibi, ruh, beden ülkesinin sultanıdır. O fethedildi mi bütün beden de fethedilmiş olur, ayrıca o kişinin bütün malı ve mülkü de İslâm’ın emrine girer.

İşte Asr-ı saadetteki manzara budur. Peygamber Efendimiz (asm.) ruhları, akılları, kalpleri ve nefisleri fethederek ilâhî marifet ve muhabbetle doldurmuştur. Bunun içindir ki Üstadımızın ifadesiyle, "mahbub-u kulub, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah" olmuştur.


Sekizinci Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir…" Burada "sigara" örneği verilmesinin hikmeti nedir?

Sigara örneği kanaatimizce iki sebeple verilmiştir:

Birincisi, sigara içenlerin büyük bir ekseriyeti sigarayı bırakmak ister, ama bir türlü bırakamazlar. Yani, sigara içmekle birlikte, bunun zararlı bir iş olduğunun da bilincindedir. Buna rağmen sigara içmeye devam etmeleri gösteriyor ki, böyle küçük bir âdeti bile bir insandan ve hele bir topluluktan söküp atmak kolay bir şey değildir.

Diğer sebep ise, Sultan Murat’ın sigaraya âdeta harp ilan etmekle birlikte, bu teşebbüsünde tam başarıya ulaşamamasıdır. "Büyük bir hâkim" ifadesi genel olmakla birlikte Sultan Murat’a da işaret etmektedir.



2. "Secâyâ-yı âliyyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz ve tesbit eyliyor…" Âli seciyelerin dem ve damarlara karışmasını nasıl anlamalıyız?


İnsan bir güzel ahlâkın üstünlüğünü aklen kabul eder, kalbiyle onu sever, ama bunu uygulamaya koymak istediğinde nefsinden itirazlar, dayatmalar gelir. O kişi, iradesini sağlam tutarak nefis ve şeytanın bütün zorlamalara rağmen, o güzel ahlâkı yaşamaya devam ederse, zamanla öyle bir noktaya gelir ki, bu haslet onun ruhuna mal olur. İşte varılan bu son nokta, bu "güzel ahlâkın onun dem ve damarlarına karıştığı" şeklinde ifade edilir. Yani, bir insanın aldığı gıda kanına karıştı ve damarlarında akmaya başladı mı artık o gıdayı eski haliyle yeniden geri getirmek mümkün olmaz. Bu güzel bir teşbihtir.

İşte Allah Resulü (asm.) cahiliye devrinin kötü alışkanlıklarıyla ve zulüm dolu uygulamalarıyla yaralanan ruhları iman, salih amel, takva ve güzel ahlâkla öyle donatmıştır ki, bu güzellikler onların ruhlarına mal olmuştur. Nefisleri mutmain olarak o güzellikleri kemaliyle yaşamaya başlamışlar ve eski hallerine dönmeleri âdeta imkânsız hale gelmiştir. Bu hal, Kur’ân ahlakının onların dem ve damarlarına işlediği ve sabit olduğu, yani değişmez bir hâl aldığı şeklinde ifade edilmiştir.


Dokuzuncu Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Dokuzuncu Reşha'yı Açıklar mısınız?

"DOKUZUNCU REŞHA"

"Hem bilirsin; küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir davada, hicapsız, pervasız, küçük fakat hacâlet-âver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez."

"Şimdi bak bu zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicap, telâşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!"

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى  Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir, Hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın?"ِ(1)

Sıradan bir insan, sıradan bir şeref ve haysiyetini düşünerek, sıradan ve basit bir topluluk ya da cemaat içinde, basit ve münakaşalı bir olay ya da mesele hakkında, utanmaksızın, korkusuzca ve kendinden emin bir şekilde utanılacak bir yalanı, düşmanları huzurunda hile ve yalanını hissettirmeden telaşsız bir şekilde söylemesi mümkün değildir.

Halbuki Peygamber Efendimiz (asm), olağanüstü bir insan olması hasebi ile olağanüstü bir şeref ve haysiyetini düşünerek, olağanüstü bir cemaat içinde, pek büyük bir düşmanlık karşısında, pek büyük bir mesele ve davada, çok büyük bir serbestlik ve korkusuzlukla, utanmadan, sıkılmadan, ciddiyet içinde yalan söylemesi ve bu yalanı hasımları ve o cemaatin fark etmemesi imkansızdır.

Yani basit bir insan, basit bir yalanı, sırf kendi şeref ve haysiyetini düşünerek söylemekten çekinirken, nasıl olur da Peygamber Efendimiz (asm) çok büyük bir dava ve mesele hakkında, o büyük şeref ve haysiyetini yerler altına alarak, nasıl yalan söyleyebilir diyerek, Peygamber Efendimiz (asm)'in hakkaniyetini bu noktadan ispat ediyor. Bu manayı en güzel bu ayet ilan ediyor;

"O ancak kendisine vahyolunanı söyler." (Necm, 53/4)

Yani o kendi heva ve hevesinden konuşmaz, sizi yanıltıp aldatmaz, o doğru sözlü emin bir peygamberdir, mealindeki ayeti Üstad bu şekilde tefsir ediyor.

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz, Dokuzuncu Reşha.



2. Dokuzuncu Reşha’da, Peygamber Efendimizin davasına yalan ve hilenin karışmasının mümkün olmadığı nazara veriliyor. İzah eder misiniz?

Birçok kavimler kendilerine gönderilen Hak elçilerini yalanlamışlardır. Peygamber mucizelerine sihir demişler, peygamberin melek olması gerektiğini söylemişler yahut kendilerine yapılan tebliğlerin bir saltanat kavgası olduğu vehmine kapılmışlar, sonuç olarak, şu veya bu sebeple onları yalanlamışlardır.

Mürselat suresinde de “O gün, yalanlayanların vay hâline!” ayeti defalarca (on defa) tekrar edilerek, tekzip edenlerin akıbetlerinin çok kötü olacağı haber verilmiştir...



3. "Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedâr, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük bir husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük davada,.." Buradaki vasıfları açar mısınız?

- Pek büyük bir vazifede pek büyük bir vazifedar,…, pek büyük meselelerde, pek büyük davada: Üstat Hazretleri Kur’ân'ın vazifesi hakkında şöyle buyuruyor:

"… Zira Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir."(1)

Bu ifadeler aynen Kur’ânı tebliğ etmekle görevli olan Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) de vazifeleridir. Yani, onun (asm) vazifesi insanlara Allah’ı tanıtmak, ona iman ve ibadet etmelerini, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanıp her türlü kötülükten uzak kalmalarını tebliğ etmektir. Bundan daha büyük bir vazife, daha büyük bir dâva düşünülemez.

- Pek büyük bir haysiyetle: Habib-i Kibriya Efendimizin (asm) ahir zaman peygamberi olması, kâinatın onun nurundan yaratılması, Allah’a iman, marifet, muhabbet ve mehafet konularında herkesten daha ileri bulunması, mi’raç mucizesine sadece onun mazhar olması gibi hususlar, onun (asm) pek büyük bir haysiyet sahibi olduğunu gösterir.

- Pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte: Resulullah Efendimiz (asm) tevhid davasını bütün müşriklere tebliğ ettiği için bütün şirk ehlini karşısına almıştı; bunun içindir ki, pek büyük bir emniyete muhtaçtı.

- Pek büyük bir husumet karşısında: Davasını hiçbir tereddüt göstermeden ilan ve tebliğ etmekle, bütün bu düşmanların husumetini üzerine çekmişti.

İslâmiyet'in ilk yıllarında müşriklerin İslâm'a karşı düşmanlığı ve hücumu şiddetli idi. Peygamber Efendimizin (asm) şahsına, ailesine ve sahabelerine karşı şiddetli ve dayanılmaz eza ve cefalar yapıldı. Başta amcası olmak üzere en yakınları ve Kureyş'in en ileri gelenleri ona düşman idiler.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



4. "Hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit,.." Hasımlarının damarına dokunmak "tahrik edici" bir hususiyet değil midir? Yoksa Resul-ü Kibriya için bir istisna mıdır?

Üstat Hazretleri küfrü iki ayrı grupta mütalaa ediyor: Adem-i kabul ve kabul-ü adem.

Bu ikinci grup, küfrü ve şirki sadece kendi ruh âlemlerine mal etmekle kalmayıp, bütün insanları bu yanlış yola sokmak için gayret gösterirler. Metinde geçen “hasım” kelimesi bu noktada çok önemlidir. Peygamber Efendimiz (asm) imanı, tevhidi, adaleti emrederken, onlar küfrü, şirki, zulmü dava etmiş ve bunlara engel olmak istediği için de ona (asm) ve tüm Müslümanlara harp ilan etmişlerdir. Bunların karşısında sarsılmadan durmak, onlara gittikleri yolun yanlışlığını ve acı akıbetini tehdit suretinde beyan etmek gerekir. Ayrıca, o büyük düşmanları böyle kendinden çok emin olarak tehdit etmesi, onları moral olarak da sarsmakta ve bazılarını "Bu ağır şartlarda böyle bir cesaret nasıl olur?" diye şüpheye düşürmektedir.

Bilindiği gibi peygamberlerin tebliğ görevlerinde iki önemli esas vardır: Tebşir ve tenzir. Yani bir taraftan cennetle müjdelerken, diğer taraftan da cehennemle tehdit etmek. Müjdeler, insanları salih amel işlemeye sevk etmek, korkutmalar ise onları cehennemden sakındırarak takva yoluna sokmak içindir.



5. "Ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi?" Onun sözlerinde hilaf bulunmayacağı sadece vahiy ile mi ilgilidir? Bütün sözleri ve halleri için de geçerli midir?

Metinde geçen şu ifadeler aynı zamanda bu soruya da cevap olmaktadır:

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir; hakikatbînin gözüne hayâlin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsın..."(1)

Bilindiği gibi bütün peygamberler "ismet" sıfatıyla muttasıftırlar. Güneşe gölge düşmemesi gibi, onlara da günah yanaşamaz. Yaratılışları safi, temiz, berrak ve parlaktır.

İslâm dininin Kur’ân'dan sonra gelen ikinci kaynağı hadis-i şeriflerdir. Ve Üstat Hazretleri hadisleri Kur’ân'ın birinci tefsiri olarak niteler. Sünnetlerin kaynağını da Allah Resulü'nün (asm.) "ef’ali, akvali ve efali" olarak beyan eder.

Peygamber Efendimizin (asm.) sözleri gibi, bütün işleri ve halleri de bütün müminler için birer model, birer hidâyet vesilesidir. Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu ifadeler bu konuyu çok güzel açıklar:

"Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem(a.s.m.)'in sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor…"

"Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur..."(2)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz.

2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre'nin Zeyli.



6. "Hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz." cümlesi ile "Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız." cümlesi zıt gibi görünüyor, bilgi verir misiniz?


"Hakikatbin" Allah'a, ahirete iman meselesinde terakki etmiş zatın nazarına, hiçbir vehim perde olamaz. O hakkı ve doğruyu en açık bir şekilde görür demektir. Hakkı bu şekilde açık seçik gören birisinin hak konusunda aldanması ve yanılması mümkün değildir.

Mümin asla aldatmaz, muamelatına yalan, hile giremez. Kendisi içtimaî ve ticarî konularda bazen aldatılsa bile, hiçbir konuda hiçkimseyi aldatmaz ve o yanlış yola asla girmez.

Ancak, zamanın fenalığı sebebiyle muamelata çok yalan ve hilelerin karışmasına binaen, Müslümanlar aldatılmamak için de gayret etmelidirler. Buna da Efendimiz (asm) şu şekilde dikkat çekmiş:


Onuncu Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "İşte bak: Ne kadar merakâver, ne kadar câzibedâr, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesâili isbat eder." Merakaver, dehşetli meseleler ve hakikatler nelerdir?

"- Sizi kim yarattı?
- Bu kâinat kimin mülkü?
- Bu varlık âlemini size kim hizmet ettiriyor?
- Sizi bu dünyadan niçin ayırıyor?
- Ölümden sonra hangi ülkeye gidiliyor?
- Rabbinize karşı yapmanız gereken görevler nelerdir?
- Onu inkâr ve emirlerine isyan ederseniz, sizi nasıl bir akıbet bekliyor?"

Bunların hepsi insanın merak ettiği lüzumlu meselelerdir.

Hayatın ölümle son bulmaması ve cennette ebediyen mesut olarak yaşamak cazibedar birer hakikattirler. Kabir azabı, mahşerde toplanma ve cehennem gibi hadiseler ise dehşetli meselelerdir.



2. "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvalini sana haber verecek..." İzah eder misiniz?

Buradaki "Kamer ve Müşteri" misal olarak kullanılıyor. Bu ifadeyi, "birisi, senin başına neler geleceğini, senin ilgi alanında nelerin olup biteceğini haber verse" şeklinde anlamak gerekiyor...



3. "Yarı ömrünü, yarı malını versen; Kamer’den ve Müşteri’den biri gelir,.." Kamer ve Müşteri hangi münasebete binaen buraya dahil olmuştur? Burada istikbal ile ilgili bazı mesajlar olabilir mi?

Burada verilen temel mesaj, Kameri ve Müşteri yıldızını merak eden insanın aslında bu merakını “kendisini kimin yarattığı, ondan ne istediği ve onu nereye götürdüğü” gibi çok önemli meselelere harcamasının gerektiğini ikaz etmektir.

Misal olarak bunların seçilmesi, istikbalde bu mekânlara gidileceğine ve bunlar hakkında geniş bilgi edinileceğine işaret etmek için de olabilir. Nitekim Ay’a gidilmesiyle Üstad'ın bu işareti gerçekleşmiştir.



4. "Güneş olan lamba ise..." Güneş'in diğer vazifelerinin yanında "lamba görevi"nin öne çıkarılmasının hikmeti nedir?

Kur’ân-ı Kerîm bütün insanları ve bütün zamanları irşat için gönderilmiştir. Güneş'in lamba olma görevi herkesçe rahatlıkla anlaşılmakta ve bütün insanlar için öncelikli önem taşımaktadır. Bu hikmete binaen Allah kelamında Güneş için "… Güneşi lamba yaptı." (Nuh, 71/16) buyrulmuştur.

"Ve keza 'sirac' tabiri Cenab-ı Hakk'ın rububiyetinden doğan vüs'at-ı rahmetine ve o rahmet içinde derece-i in'am ve ihsanına bir ihtar ve azamet-i saltanatı içinde vahdaniyetine bir ilandır ki, müşriklerin mabud ittihaz ettikleri kocaman şems, âlem sarayında lüküs vazifesiyle muvazzaf müsahhar bir memur ve bir hizmetkârdır. Malûmdur ki, lamba hizmetini gören camid bir şeyin ibadete, yani mabud olmaya hiç liyakatı var mıdır?"(1)

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, On Dördüncü Reşha.



5. "Hem öyle acayip bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılabdan haber veriyor ki…" ifadesindeki "acayip âlem" ve "inkılap" ne manaya geliyor?

Bu ifadeler hadis-i şerifte cennet hakkında yapılan şu vasıflandırmaya işarettir:

“Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de beşerin kalbine, hatırına gelmiştir.”(1)

Nur Külliyat’ında geçtiği gibi, cennetin taşı da toprağı da hayat sahibidir. Ağaçları söz anlarlar. Sen bir ağaca gel desen, hemen gelir.

Ehl-i cennetin ruhları cesetlerine galip olduğundan, diledikleri yerde bir anda bulunabilirler. O âlemde, üzülme, korkma, endişe etme, yorulma, uyuma, usanma yoktur. Orası kudret âlemidirKişinin her dilediği şey zamana ve sebeplere ihtiyaç olmaksızın, anında yaratılır.

Sadece birkaçını saydığımız böyle nice özelliklerinden dolayı o âlem “acayip” bir âlemdir. Dünya hayatının kıyametle son bulup böyle bir hayata dönüşmesi de yine acayip bir inkılaptır.

1) bk. Secde, 32/17; Zuhruf, 43/71; Buhari, Bed’ü’l-Halk: 8, Tefsîr-u Sûreti: 32:1, Tevhid: 35; Müslim, Îmân: 312, Cennet: 2-5; Tirmizî, Tefsîr-u Sûreti: 32:2, 56:1; İbn-i Mâce, Zühd: 39.



6. Onuncu Reşha’da nazara verilen ve birer ayetle temsil edilen surelerin esas konularını özetleyebilir misiniz?

Burada Tekvir suresi, İnfitâr suresi ve Karia suresinin ilk ayetleri alınmıştır; üçünde de kıyametten ve ahiretten bahsedilmektedir.

Tekvir suresi “Güneş dürüldüğü vakit,” diye başlar, "yıldızlar bunalıp karardığı vakit" (2. ayet), "denizler ateşlendiği vakit" (6. ayet) diye devam eder. Kıyametten haber veren bu ayetlerden sonra on ikinci ve on üçüncü ayetlerde ahiret hayatına geçilir:

“Cehennem kızıştığı vakit”, 
“Cennet 
(muttakilere) yaklaştırıldığı vakit.”

On dördüncü ayette, “Her bir nefis ne hazırlamıştır bilir.” buyurularak, insanlara o günleri bugünden düşünüp ahiret için hazırlık yapmaları ders verilir.

Daha sonra Kur’an'ın hak kelamullah olduğu, Peygamber Efendimizin (asm.) Allah’ın elçisi olduğu beyan edilerek insanlara doğru yolda gitmeleri öğütlenir.

İnfitâr suresinin ilk dört âyetinde kıyamet ve diriliş nazara verilir:

“Gök çatladığı vakit,”,
“Yıldızlar döküldüğü vakit,” 
“Denizler yarılıp birbirine karıştığı vakit,”
“Kabirlerin içi dışına çıkarıldığı vakit.”

Beşinci ayette, Tekvir suresinde verilen mesaj bir başka şekilde tekrar verilir:

“Her nefis takdim ettiği nedir, bıraktığı nedir bilir.”

Karia suresinin ilk ayeti de kıyameti haber verir: 

“O çarpan gürültü ile kıyamet.”

Dördüncü ve beşinci ayetlerde de aynı konuya devam edilir:

“O gün insanlar yayılmış pervaneler gibi olacaklar.”,
“Dağlar da atılmış renkli yünler gibi atılacaklar.”

Daha sonra mizanda sevapları ağır ve hafif gelenlerin akıbetleri anlatılır...

7. "Şu dünyevi istikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem, öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye, ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.” İzah eder misiniz?


Bu paragrafta, ahiret hayatı ile dünya hayatı arasında bir mukayese yapılmaktadır. Dünyanın istikbali ahiretin sonsuz istikbaline göre çok kısa ve önemsizdir.

Bilindiği gibi, serap “uzaktan bakıldığında su zannedilen, yanına varıldığında su olmayıp güneş ışığının zemindeki bir tür yansıması olduğu anlaşılan” şeydir. İnsanoğlu, istikbalde büyük özlem duyduğu şeylere kavuştuğunda, istikbalin yine çok ilerilerde olduğunu görür ve kalbi, bu defa, daha başka şeylere kavuşma arzusuyla dolar.

Yirminci Mektup, İkinci Makam’da ölüm anlatılırken, "İstikbalden gelip hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür." ifadesi kullanılır. Hepimiz bir zamanlar istikbalde idik. Yaratılınca hale uğramış olduk, vefatımızdan sonra ise maziye dökülmüş olacağız; yani bizden sonrakiler bizden söz ederken geçmiş zaman kipini kullanacaklar.

İşte "hâle uğramakla maziye dökülmek" arasında geçen bu kısa zaman, ebedî hayata göre bir şimşek çakması gibidir.

Dünya hayatı geçici bir şimşek, ahiretteki ebedî hayat ise daimî bir güneştir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) de insanları ahirete çağırıyor, gerçek istikbalin, hakiki saadetin orada olduğunu ders veriyor.

Ayrıca dünyanın bütün lezzetleri, ahiretteki nimetlerin yanında bir gölge hükmündedir. Çünkü dünyanın bin sene mesud hayatı ahiretin bir saatine denk gelmez. Öyle ise insanın en büyük davası ebedî saadeti kazanmak olmalıdır.

On Birinci Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Böyle acip ve muammâ-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika ve fevkalâde muciznümâ bir zat lazımdır." İzah eder misiniz?

Şu içinde yaşadığımız maddi âlem, gaybî ve manevî âlemlerin üstünde tenteneli bir perde, bir örtü gibidir. İman gözlüğü ile bakıldığında bu perdenin arkasındaki  gaybî ve manevi âlemler müşahede edilir.

Peygamber Efendimiz (asm) ve getirdiği hidâyet nuru müminlere  her şeyin içyüzünü ve hakikatini gösteriyor.

Mesela, bizler; kabrin bir hiçlik ve yokluk kuyusu değil, ebedî hayatın bir başlangıcı ve mukaddemesi olduğunu Peygamber Efendimizin (asm) getirdiği İslâm ve iman nuru ile biliyoruz.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm),

"Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizi, Kıyamet, 26.)

buyurarak, hayatın ölümden sonra da devam ettiğini haber veriyor ve kabri bir cennet bahçesi olarak bulmamızın yollarını gösteriyor.

Misalleri çoğaltmak mümkündür...



2. Perde-i zahiriye nasıl oluyor da bu kadar acib ve muammalı şeyleri altında saklayabiliyor?

İnsanlık tarihine baktığımızda, çoğu insanın zahirden hakikate geçemediğini görürüz.

Aslında "Bir harf kâtipsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz." hakikatini çocuklar dahi idrak ettikleri halde, birçok insan nefse tabi olarak gaflet içinde yüzmeyi, sefahate dalmayı, bütün kabiliyetlerini dünya menfaatleri için harcamayı tercih ediyorlar ve hakikatle aralarındaki ince perdeyi kalınlaştırıyorlar.

"İmanla küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir! İbadetle masiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır! Hâlbuki araları cennet ile narın araları kadardır..."(1)

Bu konuda Mehmet Kırkıncı Hocamızın güzel bir tesbitini nakletmek isterim:

“Yumurta içerisinde teşekkül etmiş bulunan bir civcivle; Güneş, Ay ve yıldızlar, hülâsa kâinat arasında ince bir perde vardır. Yumurta kabuğu olan bu perde, bir cihette çok incedir. Kırıldığında o dar ve sıkıntılı yerden bir anda geniş ve harika bir âleme geçilecektir. Diğer cihetten ise çok kalındır. Zira bu perde yırtılmaz ve bu kabuk delinmezse, o yavru o dar yerde boğulup gidebilir.”(2)

İşte, kabuğunu kıramayan birçok insan başta peygamberlere ve onların varisi olan büyük âlimlere kavuştuklarında o seçilmiş zevat, o insanların zahirden hakikate geçmelerine vesile olurlar.

Nur Küllîyatı'ndan bir örnek verelim:

"Nimet içinde in’am görünür. Rahman’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’ama geçsen Mün’imi bulursun."(3)

İn’am; ikram etmek, nimetlendirmek demektir. Sadece nimete bakan insan zahirde kalır, hakikate ulaşamaz

Her akıl rahatlıkla idrak eder ki, ağaçta yahut bostanda, tarlada ilim yoktur, irade yoktur, şefkat ve merhamet yoktur. Ve bunların hiçbiri insanı tanımazlar, onun nimete olan ihtiyacını bilmezler. 

Nimet konusunda hakikat; "O nimeti bir Mün’imin ihsan ettiğidir." Bu noktaya varmak için de nimette boğulmayıp, sadece onun özelliklerini, faydalarını sıralamakla kalmayıp o nimetin insana ikram edildiğini düşünmek gerekir. Bunu başarabilen insan nimetten in’ama geçer ve Mün’imi yani o nimeti ona ihsan eden Rabbini bulur.

Dipnotlar:

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.

2) bk. M. Kırkıncı, Nükteler.

3) bk. Sözler, On Yedinci Söz.



3. "Hem, bu Zat'ın gidişatından görünüyor ki; o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor." Bu cümleyi açıklar mısınız?

Peygamber Efendimiz (asm.) kendisine vahiy getiren Hz. Cebrail’i (as.) gördüğü gibi, miraç mucizesiyle bütün sema tabakalarını geçmiş, arşı, kürsiyi, levh-i mahfuzu, cennet ve cehennemi görmüş ve nihâyet rüyetullaha mazhar olmuştur.

Onun (asm) verdiği bütün haberler müşahedeye dayanmaktadır.



4. Semavat ve arzın İlâhının bizden "istedikleri" ve "marziyyatı" arasında fark var mıdır?

Bunlar arasında bir sebep sonuç ilişkisi vardır. "İstekler", Allah’ın bütün emir ve yasaklarını ifade eder. Hayatını bu emir ve yasaklar dairesinde geçiren bir insandan da Allah razı olur.



5. Bu kadar lüzumlu ve merakaver hakikatleri ders veren bu Zat’a karşı her şeyi bırakıp ona koşmanın ve onu dinlemenin lüzumu nazara veriliyor. Bu cümleden ne gibi mesajlar almalıyız?

"- Bizi kim yarattı?
- Bu kâinat kimin mülkü?
- Bu varlık âlemini bize kim hizmet ettiriyor?
- Bize ne gibi bir görevler yüklemiş bulunuyor?
- Bu dünyadan bizi niçin ayırıyor?
- Ölümden sonra hangi ülkeye gidiyoruz?
- Onun varlığını inkâr ve bu hadsiz nimetlerine karşı nankörlük edenleri nasıl bir akıbet bekliyor?"

Biz bu fani dünyada ebediyet yolcusuyuz. Sonucu cennet yahut cehennem olacak büyük bir imtihan geçirmekteyiz. Bu imtihanı başarmanın tek yolu, Rabbimizin bize rehber olarak gönderdiği Allah Resulüne (asm.) benzemeye çalışmak, onun (asm) sözlerini tutmak, işlerini ve güzel hallerini, elden geldiğince taklide çalışmaktır. Allah’ın rızasını kazanmanın, onun (asm) rıza beldesi olan cennete vasıl olmanın tek yolu budur. Bu hakikatten gaflet ederek, o büyük insanlık sermayesini sadece dünyanın geçici işlerine ve fani zevklerine sarf etmek akıl kârı değildir.



6. On Dokuzuncu Söz, On Birinci Reşha hakkında bilgi alabilir miyim, neden bahsediyor?

On Dokuzuncu Söz, On Birinci Reşha'da, onun yani fahr-i alem olan Efendimiz Hazreti Muhammed (asm)’in, Kâinat Yaratıcısından getirdiği haberlerin doğruluğu ve önemi vurgulanıyor.

İnsanların sadece aklı ve duyguları ile çözemedikleri kainat sırlarını, Allah’tan aldığı doğru ve kati haberlerle, yani vahiy ile insanlığa, kainatın ve içindekilerin sırlarını ve gizli hakikatlerini talim edip çözümlüyor ve ders veriyor. Bunu da mucizeleri ile teyit ve tekit ediyor.

Allah Resulü (asm)'ın haline ve tavırlarına dikkat ile bakıldığı zaman, o görüyor, gördüğünü söylüyor. Cennet ve cehennemi görmüş ve gördüğünü insanlığa aktarıyor. Melekleri görüyor ve gördüğü gibi tasvir ediyor. Halbuki filozofların kainat ve varlık hakkındaki sözleri, zandan ve kuruntudan başka bir şey değildir. Ama; Allah Resulü (asm) ayna gibi görüyor ve gördüğünü bize haber veriyor. Elbette böyle bir zatın, kati ve doğru haberlerine, iman ile itimat etmek gerekir.

Allah Resulü (asm)'ın insanlığa getirdiği en güzel ve en doğru hakikat; Allah’ın razı olduğu ve olmadığı şeylerin ne olduğudur. Yani bize kainatın Rabb'inden haber getiriyor; üstelik zan ve kuruntu değil, mutlak doğru haberler getiriyor. İnsanlığın en önemli ihtiyaç duyduğu ve muhtaç olduğu mesele; Allah hakkında doğru bilgiler ve onun marziyatıdır. İşte bu reşhanın ana teması bu gibi konulardır.

On İkinci Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Peygamber Efendimiz Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde; nasıl, bir burhan-ı natık ve delil-i sadık oluyor?

Kâinat kitabında yazılan her varlık, Allah’ın hem varlığını hem de birliğini ilan ettiği halde, insanlar bu muhteşem âlemi putlara isnat edecek kadar aşağı düştüler. Onlara, okuyamadıkları bu yazıları okutmak, idrak edemedikleri gerçekleri öğretmek üzere bir “burhan-ı natık”, yani konuşan delil gerekiyordu. İşte bu görevi Peygamber Efendimiz (asm.), en ileri derecede yerine getirdi.

Peygamber Efendimiz (asm.), şirke karşı tevhidin mücadelesini verdi. Onun peygamberliği, Allah’ın birliğinin hak olduğu derecesinde katidir.



2. Peygamber Efendimizin hidâyetinin; ebedî saadetin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulü olmasını nasıl anlamalıyız?

Hidâyet, dalâletin zıddıdır. Dalâlet; yanlış olan bütün yollar, hidâyet ise doğru olan tek yoldur. Hidâyet ehli olanlar hak yolunun yolcularıdır. Bu yolun en büyük yolcusu Peygamber Efendimiz’dir. (asm). Onun hidâyeti, yani hak yolun hem yolcusu hem öncüsü olması, kendisi ve izinde giderler için ebedî saadet kapılarını açar.

Onun (asm) hidâyeti, yani imanı, takvası, ubudiyeti ebedî saadetin sebeb-i husulüdür. Dünyada hiçbir mümin olmasaydı bile sırf onun (asm) imanına ve ubudiyetine mükâfat olarak bir saâdet diyarı yaratılırdı. Kaldı ki, o (asm) bu yolda tek değildir, yüz yirmi dört bin peygamberle birlikte aynı yolda yürümekte, kendine tabi olan milyonlarca insanın da ebedî saâdete ermelerine vesile olmaktadır.



3. "O zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır." cümlesini açıklar mısınız?

Dua, insanın acizliğini ve fakirliğini idrak edip, kudreti sonsuz, iradesi mutlak ve ihsanları nihayetsiz olan Allah’a iltica etmesidir. Buradaki dua, sadece kavli dua değildir.

Buradaki dua kavramı, Peygamber Efendimizin (asm) külli ibadetinin ve kulluğunun genel bir ifadesidir.  Namaz da bir nevi duadır, tesbihtir, tazimdir ve zikirdir.

İnsanlığın en büyük arzusu bekadır. Yani sonsuz yaşama arzusudur ki, bütün ibadetlerin temelinde ve özünde bu arzu ve ihtiyaç ön plana çıkıyor. Hazreti Peygamber (asm) insanlık adına Allah’tan beka istiyor, ebedî hayat talep ediyor.

Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) bu duayı ve talebini, namaz ile Allah’a takdim ediyor.  “Zaman-ı Âdem'den asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar” büyük bir cemaattir. Peygamber Efendimiz (asm) ise bu cemaatin reisi ve imamıdır. Bu cemaatin bütün ibadetleri ise, külli ibadet manasını taşır.

Bütün insanlara nasıl dua ve ibadet edeceklerini talim ettiren Peygamber Efendimiz (asm) olduğu gibi, bunun uygulamasını bizzat ifa eden de yine kendisidir.



4. Salât-ı Kübradan ve cemaat-ı uzmadan maksat nedir? Cezirenin ve arzın onun azametli namazıyla namaz kılmasını ve niyaz etmesini nasıl anlamalıyız? Ona ittiba ile iktida eden nuranî ve kâmil insanların onun duasına âmin demeleri ne anlama gelmektedir?

Üstat Hazretleri "iyya ke na’büdü …" yani "biz ancak sana ibadet eder ve senden yardım dileriz" derken, bu kelamın çoğul olarak ifade edilmesindeki hikmeti nazara verir:

Özetleyerek arz edeyim. Birinci cemaat bütün müminler cemaatidir. 

İkinci cemaat bütün mevcudat âlemidir. Her biri kendine verilen görevi yerine getirmekle ibadet etmiş olurlar.

Üçüncü cemaat ise, insanın kendi bedeninde ve ruh dünyasında yer alan bütün organlar ve duygulardır. Onlar da yaratılış gayelerini yerine getirmekle kendilerine mahsus bir ibadet halindedirler.

Mi’raç mucizesine mazhar olmuş bulunan o (asm) en büyük elçinin, bütün namazlarında bu mana kemaliyle hâkimdir. Bütün varlık âlemi onun (asm) cemaatidirler.

Onun (asm) duasına, onun ebedî saadet isteğine başta insanlar ve onların reisleri olan bütün nuranî ve kamil insanlar “Amin!..” dedikleri gibi, bütün varlık âlemi de bu duaya manen iştirak etmektedirler. Bütün mevcudatın bu ebediyet arzularını Üstat Hazretleri "hacet-i amme" olarak ifade ediyor ve "Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur."(1) buyuruyor. Ahiret olmasa her zerresi ilim ve hikmetle yapılan şu muhteşem kâinat hikmetsiz, neticesiz ve meyvesiz kalacaktır.

Habib-i Kibriya Efendimiz (asm), insanlığın en büyük arzusu ve ihtiyacı olan beka için dualar edip, arz-ı ubudiyette bulunuyor.

Bu konu Haşir Risalesi Beşinci Hakikat'de detaylı ve mükemmel olarak işlenmiştir.

1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret.



5. "Hem öyle fakirâne, öyle hazînâne, öyle mahbubâne, öyle müştakâne, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor." İzah eder misiniz? "Kâinatın ağlamasını" nasıl anlamalıyız?

Bu cümlede Peygamber Efendimizin (asm) kulluk şuurunda erişilmez bir mertebede olduğu ders verilmekle birlikte, bizlere de nasıl dua etmemiz gerektiği bildiriliyor. En son ve en büyük peygamber olması, bütün âlemlerin onun (asm) nurundan yaratılmış bulunması, onun (asm) Allah’a sığınma ve ona yalvarmadaki ruh halinde bir değişme yapmıyor. Bir taraftan Allah’ın celalini, azamet ve kibriyasını düşünmekle herkesten ziyade hüzünlü bir ruh haleti içinde Allah’a yalvarırken, öte yandan onun sonsuz rahmet ve cemâl tecellilerini nazara alarak, büyük bir aşk ve muhabbet içinde duasını yapıyor.

Kâinatın onun (asm) duasına iştirak etmesi konusuna daha önce değinmiştik. Ağlama meselesine gelince;

"Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi." (Duhan, 44/29)

ayetinin haber verdiği gibi, gök ve yer için de sevinme ve üzülme söz konusudur. Elbette ki semanın mahiyeti bizim mahiyetimizden farklı olduğu gibi, hüznü ve sevinci de bizimkine benzemez. Nitekim her şeyin Allah’ı tesbih ettiği âyet-i kerimeyle sabittir, ama hiçbir varlığın tesbihi bizim yaptığımız tesbih cinsinden değildir.

Üstat Hazretleri söz konusu ayetin işarî manasını verirken, ehl-i imanın ölmesiyle sema ve arzın ağladıklarını kaydeder.

Buradaki ağlama ise onun (asm) duasına büyük bir iştiyakla katılmak, o duanın kabulü için Allah’a âdeta ağlayarak yalvarmak manasınadır.

6. "İnsanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekaya, ulvi vazifeye çıkarıyor." İzah eder misiniz?

Yirmi Üçüncü Söz’den konumuza ışık tutacak bir bölüm:

"İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, cennete layık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer."

Kelime manası olarak, alâ-yı illîyin “yücelerin en yücesi”esfel-i safilin ise “aşağıların en aşağısı” demektir. Birincisi, cennete layık bir kıymet almayı, diğeri ise cehennem ehli olacak bir çöküşü, bir düşüşü ifade eder. 

Ahsen-i takvimde, yani en üstün bir istidada sahip olarak yaratılan insan, kendisine ihsan edilen üstün kabiliyetleri yerinde kullandığı takdirde melekleri geçebilir. Aksi halde, âyet-i kerîmede de beyan edildiği gibi hayvandan çok daha aşağı düşer. Birinci halde üstün bir kıymet kazanırken, ikinci halde çok kıymetsiz bir varlık haline gelir. Bu ise o üstün varlık için bir sukuttur, aşağılara düşüştür.

Fani ömrünü rıza ve istikamet dairesinde geçiren insanlar, bu ulvî vazifeyi yapmalarına mükâfat olarak bekaya, yani ebedî cennet hayatına mazhar olurlar. Aksi yolda ömür geçirenler bu büyük ve ebedî faydayı kaybederler.

7. "Bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hacetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder." Ancak her duanın da istenildiği gibi kabulünün, Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tabi olduğu biliniyor, nasıl bağdaştıracağız?

Nur Külliyatı'ndan sorunuza esas olan cümleyi yeniden hatırlayalım:

"Her dua için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenab-ı Hakk'ın hikmetine tâbidir."(1)

Burada sözü edilen dua kavlî duadır. Üstat Hazretleri diğer dua çeşitlerini delil olarak kullanmıştır. Yani, hâl diliyle edilen bütün duaları kabul eden Allah, elbette Peygamberinin (asm) kavli duasını da kabul eder. Kaldı ki, önceki soruda geçtiği gibi, Allah Resulünün (asm.) ebedî saadet isteğini bütün peygamberler, bütün kâmil insanlar, hatta bütün bir kâinat da istemektedir.

1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.



8. "İstediğini velev lisan-ı hâl ile olsun verir." Lisan-ı hâl ile karşılık vermeyi izah eder misiniz?

"Allah’ın lisan-ı hâl ile icabet etmesi" bütün mahlukatın ihtiyaçlarını yerine getirmesidir. Mesela, denizdeki balıkların ihtiyaçlarına rızık ile karşılık verilmesi "lisan-ı hâl ile icabet" oluyor.

Yani balık hâl dili ile rızık istiyor, Allah da bu istemeye rızık ile karşılık veriyor. Bütün kâinat, özellikle bütün canlılar alemi bunun misalleriyle doludur...



9. "İstediğini, -velev lisan-ı hal ile olsun- verir ve öyle bir suret-i hakimâne, basîrâne, rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz." cümlesini nasıl anlamalıyız?

Kal ile yapılan duaların dışındakilerin tümünü hâl dili olarak düşünebiliriz.

İstidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî diliyle, ızdırar lisanıyla yapılan duaların hepsi bir bakıma hâl diliyle yapılmaktadırlar...


On Üçüncü Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. On Dokuzuncu Söz, On Üçüncü Reşha'yı açıklar mısınız?

Ahiret aleminin yaratılma gerekçeleri arasında en önemlilerinden birisi de Peygamber Efendimiz (asm)'in bütün faziletli insanları manen arkasına alıp, ebedi yaşama talebinde ve duasında bulunmasıdır. Hâlbuki Allah en basit ihtiyaçları ve en adi talepleri bile değerlendirmeye alıp cevap verdiğine bütün kainat hâl dili ile şahittir. Öyle ise insanların en faziletli ve makbulleri olan bu zatların, ebedi yaşama talebini ve duasını Allah’ın geri çevirip kabul etmemesi düşünülemez.

Diğer bir husus, Allah Resulü (asm) beka talebinde bulunurken, Allah’ın kainat aynasında tecelli eden isim ve sıfatlarının gerekçeleri ile istiyor. Mesela, diyor ki "Senin sonsuz adalet sahibi olduğunu kainattaki tasarruf ve icraatlarından anlıyoruz. Hâlbuki ahretin kurulmaması senin adaletine zıt bir durumdur. Zira zalim zulmü ile mazlum ahı ile eşit olarak ölüyor. Bu ise adalete uygun bir hâl değildir. Öyle ise netice veriyor ki, senin insanlığı yokluğa ve hiçliğe atıp, tekrar diriltmemen senin sonsuz adaletin ile bağdaşmaz." İşte bu ve bunun gibi gerekçeleri de duasına katarak, beka istiyor. Böyle bir dua ve talebin geri çevrilmesi, Allah’ın isim ve sıfatlarına zıt bir hal olacağı için, duanın reddi imkânsıdır, denilebilir.

Üstat farazi olarak, Allah’ın bütün isim ve sıfatları ahireti yaratma gerekçesi olmasa, Peygamber Efendimiz (asm)'in şu tek dua ve talebi bile ahiret aleminin kurulmasına yegane gerekçe olabilir. Yani Allah, sırf Habibinin hürmetine, ahiret alemini yaratır ve yaratmıştır.

Nasıl ki, Peygamber Efendimiz (asm)'in nübüvveti imtihan dünyasının açılmasına sebep ve gerekçe oldu ise aynı şekilde Peygamber Efendimiz (asm)'in kulluğu da ceza ve mükafat alemi olan ahiret aleminin açılmasına sebep ve gerekçe olmuştur, olacaktır.

Kainat üstünde görünen mükemmel intizam ve sanatlar, mükemmel isim ve sıfatları gösteriyor. Mükemmel isim ve sıfatları ise, ebedi ve baki bir alemi iktiza ediyor.

Hiçlik ve yokluk ise, nihayetsiz bir çirkinlik ve fena bir şeydir. Öyle ise mükemmel isim ve sıfatların böyle bir çirkinliği ve fena işleri yapması imkansız bir şeydir. En basit sesi duysun ve ona cevap versin, en kuvvetli sese lakayt kalıp ona cevap vermesin. Bunlar Allah’ın isim ve sıfatlarının iktizası ile bağdaşmayan hallerdir.

Bu reşhanın ana konusu, Peygamber Efendimiz (asm)'in ahiret aleminin varlığına olan şahitliği ve ahiret aleminin yaratılmasında önemli bir iktiza ve gerekçe olmasıdır. Yani Peygamberimiz (asm) hem ahretin kurulmasında önemli bir gerekçe hem de bu gerekçelerin anlaşılmasında önemli bir delildir.



2. "Acaba bütün efâzıl-ı benîâdemi arkasına alıp,.." cümlesindeki; "efâzıl-ı benîâdem" kimlerdir?

"Efâzıl-ı benîâdem", insanlık âleminin en faziletli kişileri demek olup, başta peygamberleri, sahabeleri, bütün evliya ve asfiyayı, kısacası, Allah’ın bütün sevgili kullarını içine alır...



3. "Arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden..." cümlesindeki, "Arş-ı azama müteveccihen el kaldırmak" ne demektir?

Namazda Kâbe’ye teveccüh etmek gibi, duada arşa müteveccih olmak da esasında, Cenab-ı Hak’a yalvarmak, arzu ve ihtiyaçlarımızı onun rahmetinden beklemek demektir.

Arş-ı azam, bütün varlık âlemini kaplar; emir âleminin merkezi olup "İlâhî emirlerin meleklere ilk tebliğ edildiği makam" olarak tarif edilir. Madde âlemi, kürside son bulur. Kürsi bütün kâinatı ihata etmiştir. Arşın kürsiyi ihata etmesi ise, atmosferin dünyayı kaplaması gibi maddî bir kaplama değildir.

Üstat Hazretleri "Kalb de bir arştır." buyurmakla, bunun manevi olduğuna da işaret etmiş oluyor. Emir âleminden olan insan ruhu, kendisinde bulunan hayat sıfatı ile bedenin içini ve dışını tamamen ihata etmiştir. Keza, insanın kalbindeki sevgi sıfatı da bütün bedeni manen kaplamış gibidir. Yani, insan bu sıfatla hem gözünü ve kulağını sever, hem de ciğerini ve böbreğini...



4. "Dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferid-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinat ne istiyor?" cümlesindeki; "bihakkın Fahr-i kâinat" ifadesini nasıl anlamalıyız?

Nasıl ki, insanlar bir konuda kendilerinden daha ileri olan kimseleri takdir ederek onlarla iftihar ederlerse, sanki kâinattaki bütün varlıklar da Allah’ı tesbih ve hamd etme konusunda, kendilerinden çok ileri olan müminleri alkışlar ve onlarla bir bakıma iftihar ederler.

Bu konuda da en ileri zâtlar peygamberlerdir; onlar içinde de bu görevi en mükemmel manada yapan Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), kâinatın kendisiyle iftihar etmesine en ziyade layık olan mümtaz bir elçidir.



5. "Saadet-i ebediye istiyor. Beka istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor." Kur'an'da var, önceki peygamberler de ahiretten bahsetmişler. Buradaki istemeyi nasıl anlayabiliriz?

Peygamberimiz (a.s.m) “Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, cennet istiyor.” Evet, sonsuz yaşamak ve ebedi bir hayata mazhar olmak, bütün insanlığın ortak bir isteği, talebi ve ihtiyacıdır. Her insan bu beka ihtiyacını gerek hâl dili ile gerek kal dili ile ister ve her an bu duayı yapmaktadır. 

Bütün insanlığın bu beka isteğini Peygamber Efendimiz (a.s.m) bir temsilci ve bir sözcü olarak hâl ve kal diliyle Allah’a yöneltiyor ve Allah’tan hâlen ve kalen 

Bu yöneltme elbette diğer insanlarda ve peygamberlerde de bulunuyor, ama insanlığın vekili ve temsilcisi olma salahiyeti son peygamber olan Hazreti Muhammed (asm) Efendimizde olduğu için insanlığın bu ortak talep ve isteğini en bariz, kapsamlı ve en sarih bir şekilde Peygamberimiz istiyor ve talep ediyor. 

Allah her duaya, her talep ve isteğe cevap veren makamında olduğu için, elbette insanlığın hâlen ve kalen istemiş olduğu bu beka ve lika talebini kabul edip insanlığı adem ve yokluğa atmayıp bekaya mazhar etmiştir. 

Burada esas mesele insanlığın hâlen ve kalen beka istemesi ve bu isteğin Allah tarafından kabul edilip beka âleminin açılmasıdır. Bu istemede aslan payı elbette Peygamber Efendimiz (asm) ve onun dua ve ubudiyetidir. Onun dua ve ubudiyeti olmasaydı, beka ve cennette olmazdı denilebilir. 

Cenab-ı Hak Peygamber Efendimiz’e (asm) şöyle buyurmuştur:

“Levlake lavlake lema halaktü’l-eflak”

Sen olmasaydın, sen olmasaydın Ben âlemleri yaratmazdım." (Acluni, II, 164; Hakim el Müstedrek, II, 615)

Zaten "Peygamberimiz bu duayı yalnız başına yapıyor, başka kimse yapmamış veya yapamıyor." denmemiştir. Aksine "Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdemi arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor?" denmiştir. Yani bütün peygamberler ve insanların faziletlilerini arkasına alıp öylece dua etmiştir. Burada temsilci ve sözcü makamında Peygamberimiz (a.s.m) zikredilmektedir. Yoksa dua umumun isteği olarak zikredilmektedir. 

İlave bilgi için tıklayınız:

"Hatta eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet, gibi o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı..." cümlesinde zikredilen kelimelerin, matlub ile ilişkisini anlatabilir misiniz, esbab-ı mucibeler nelerdir?



6. "Hem meraya-yı mevcûdatta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiyye-i İlâhiye ile beraber istiyor." cümlesinin izahını yapar mısınız?

Onuncu Söz, Beşinci hakikat'te aynı mana şöyle dile getirilir:

“Bak: Kendine ve ümmetine saadet-i ebedîye istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Hem, mevcudat âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. O esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun.”

Buna göre “esma ile beraber istemek”, o esmadan şefaat talep etmek manasına geliyor. Mesela, bir mümin “Ya Rab! İsm-i Azâm’ın hürmetine şu duamı kabul et.” dediğinde, duasının kabulüne ism-i azamı şefaatçi yapmış olur.

Soruda geçen ifadeyi, “Peygamber Efendimizin (asm.) mevcudat aynalarında ahkâmını gösteren, yani varlık âleminde tecelli eden bütün isimleri şefaatçi yaparak dua ediyor.” şeklinde anlayabiliriz.

Mesela, Allah’ın Adil ismi kâinattaki sonsuz adalet tecellisi ile hem Allah’ın varlığını ispat eder hem de ahiretin varlığını iktiza eder. Zira bu dünyada mazlum hakkını almadan zalim de cezasını çekmeden ölüp gidiyorlar. Hâlbuki sonsuz adalet bu haksızlığa müsaade etmez, demek bunların hesabının görüleceği başka bir diyar vardır.

Yine Allah’ın Rahman ve Rahim isimleri cennet ve cehennemin varlıklarını gerektiriyor. Zira insanların ve diğer mahlûkların ebedi olarak yokluk kuyusuna atılması, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz şefkat ve merhameti ile bağdaşmaz.

"… Çok esmaya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtela olan insan, münacatında, istiazesinde çok isimleri zikreder. Nasılki nev-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında binbir ismiyle dua ediyor; ateşten istiaze ediyor."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal.



7. "Hatta eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet, gibi o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı..." cümlesinde zikredilen kelimelerin, matlub ile ilişkisini anlatabilir misiniz, esbab-ı mucibeler nelerdir?

"Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Beka istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor. Hem, meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hatta, eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı, şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti." (Sözler, On Dokuzuncu Söz)

Haşir Risalesi'nin Onuncu Hakikati, de "Bab-ı hikmet, inâyet, rahmet, adalettir. İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in cilvesidir." diye başlar.

O hakikatte, Allah’ın rahmetinin, adaletinin, inayetinin ve hikmetinin ahireti gerektirdiği, aksi hâlde sonu hiçlik olan bir hayatta söz konusu isimlerin tecelli etmemiş olacağı detaylı olarak izah edilir.

"Esbab-ı mucibe" bir şeyi gerekli kılan neden demektir. Mesela, soğuk üşümeyi, sıcak yanmayı, kırık ve çıkık ağrıyı gerekli kılar, bunlar arasında sebep sonuç açısından zorunluluk esası vardır. Çok soğuk bir ortamda üşümemek mümkün değildir.

Benzer bir ilişki rahmet, inayet, hikmet, adalet ile cennet ve cehennem arasında da bulunuyor.

Mesela, hayatını Allah’a iman ve itaat üzerine geçiren birisinin öldükten sonra tekrar diriltilip sonsuz bir cennet hayatında mükâfatlandırılması Allah’ın sonsuz rahmet ve şefkatinin bir gereğidir. Şayet bu kişi ölüm vasıtasıyla yokluk ve hiçliğe atılsa bu gayet şefkatsiz ve merhametsizce bir tutum olur.

Hayatını isyan, küfür ve zulüm ile geçirmiş bir insanın dünya hayatında hiçbir bedel ödemeden yokluğa ve hiçliğe atılması ve hesaba çekilmemesi, Allah’ın sonsuz adalet ve hikmeti ile izah edilemez. O zalim ve kâfirin hesaba çekilip cehenneme atılması, Allah’ın adalet ve hikmetinin bir gereğidir.

Sonsuz kerem ve cömertlik sahibi bir Allah’ın insanları yokluk ve hiçliğe atıp onlara olan ihsan ve ikramını kesmesi cimrilik olur cimrilik ise onun Kerem ve Münim isimleri ile izah edilemez.

Allah’ın her bir ismi cennet ve cehennemi bu şekilde gerekli kılıyor. Şayet bütün bu isimlerin -farzı muhal- ahireti gerektiren yönleri olmasaydı bile, Peygamberimizin (a.s.m) bir tek duası bile ahiretin yaratılmasına sebebiyet verecekti. Çünkü bir karıncanın en küçük ihitiyacını görüp yerine getiren Allah, Peygamberimizin bu kadar ısrarla istediği cennet gibi bir âlemi vermemesi olmazdı. 



8. "Şu Zat’ın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti." İzah eder misiniz?

Hadis-i kudsîde haber veriliği gibi, Cenab-ı Hak bu mahlukat âlemini kendini bildirmek için yaratmıştır. Yine ayet-i kerîme ile de kati haber verildiği gibi, cinler ve insanlar ancak Allah’a ibadet için yaratılmışlardır. Üstat Hazretleri ve daha birçok tefsir âlimi bu ayette geçen ibadete “marifet” manası vermişlerdir. Peygamber Efendimiz (asm.) Allah’ı tanıma ve sevme vadisinde o kadar ileri bir dereceye sahiptir ki kâinat onun (asm) nurundan yaratıldığı gibi, sanki cennet de onun (asm) duasından ve ibadetinden yaratılmıştır.

İnsanlara Allah’ı tanıtan, onları marifet ve muhabbetle şereflendirmeye çalışan bütün peygamberler, Allah Resulünün (asm.) bu mukaddes davasının temsilcileridirler.

İnsanların tamamı, hiçbir peygamberin sözünü dinlemeyerek cehennemlik olsalardı bile, kâinatın yaratılış gayesi olan iman ve ibadet vazifesini en üstün seviyede yerine getiren, ubudiyet görevini en üstün manasıyla ifa eden Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) için bir saadet yurdu yaratılırdı.

Hikmet böyle iktiza ettiği gibi, Allah Resulü (asm.) de ebedî saadeti Rabb'inden istemiş, bütün ümmetinin o saadete nail olmaları için yalvarmıştır. O halde, onun (asm) duası neticesiz kalmayacak ve ebedî saadet diyarı açılacaktır. Hikmet böyle gerektirdiği içindir ki, ahiret yurdu yaratılmış bulunmaktadır. Üstad'ın ifadesiyle,

 "...Elbette ve herhalde, o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir ile hâşiyeleri de yazılacak ve umumun defter-i a’mâlleri onda kaydedilecek."(1)

1) bk. Şualar, Dokuzuncu Şua (Onuncu Söz'ün Mühüm Bir Zeyli).



9. "لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ" Bu ibarenin anlamı nedir ve kime aittir? Manasını birkaç misalle açıklar mısınız?

Risalelerde bu sözün İmam-ı Gazali’ye ait olduğu ifade edilmekle birlikte, bu risalede "Ehl-i akıl ve tahkike لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ  dedirten" buyrulmakla, bu hükme tahkik ehli bütün âlimlerin de iştirak ettiği beyan edilmiş oluyor.

Bazen şöyle bir soru ile karşılaşıyoruz:

 "Cennette bu bildiklerimizin çok ötesinde ve çok daha mükemmel varlıklar olacağına göre, bu hükmü nasıl anlayacağız?"

 Cevap olarak diyoruz ki, cennet de imkân âlemi tarifine girer. Yani, bu hüküm hem dünya için geçerlidir, hem de ahiret için. Dünyada bildiğimiz sütten daha ileri bir süt düşünülemeyeceği gibi, cennette de oradaki süt nehrinden daha mükemmel bir süt nehri düşünülemez.

Dünyada her varlık kendi mahiyetine ve göreceği vazifelere en uygun bir yapıya sahip kılınmıştır. Şu Güneş'ten daha büyük bir Güneş hayal etsek bile o güneş bunun yaptığı görevleri yapmaya uygun olmayacağından, büyük bir ateş parçası olmaktan ileri gidemez. Güneş'in büyüklüğü, dünyaya uzaklığı, yapısı, neşrettiği ışık ve ısının miktarı, bunlardan dünyaya ulaşanların ölçüsü, atmosferde tutulanların yüzdesi gibi nice ince hikmetlerle güneşimiz bize faydalı bir mahiyete sahip olmuş ve ona uygun şekil giymiş, özellikler takınmıştır.

Bir de Güneş'in muhataplarından insan gözüne bakalım. Bundan daha mükemmel göz nasıl düşünülebilir. Toprağa baktığında ondaki bütün bakterileri gören bir göz yahut baktığı bir cisimdeki bütün mikropları yahut bütün atomları gören bir göz mükemmel sayılabilir mi? En mükemmel göz, görmesi gerekenleri gören, gerekmeyenleri de görmeyen gözdür. 

Uçan güvercin mükemmel olduğu gibi, uçamayan tavuk da kendi mahiyetine ve görevine göre yine mükemmeldir. Tavuklar da uçsalardı, diğer kuşlar gibi, onlardan da fazla istifade edemezdik.



10. "Ebû Hanife, Şâfiî, Ebû Bayezid-i Bistâmî, Şah-ı Geylânî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor." Bu isimler hakkında malumat verebilir misiniz?

İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî mezhep imamlarına ve büyük müçtehitlere örnek olarak alınmıştır.

Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylanî ve Şah-ı Nakşibend ise büyük tarikat sahiplerine örnek olarak zikredilmişlerdir.

İmam-ı Gazalî Hazretleri hem felsefecilerin İslâm’a aykırı fikirlerini ilmen çürüten eserleriyle, hem de İhya-yı Ulum adlı eseriyle bütün Müslümanlara ilim ve ahlak sahasında rehberlik etmesiyle meşhurdur.

İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin ise mücedditleri temsilen alındığını söyleyebiliriz. Kendisi aynı zamanda bir tarikat büyüğüdür, fakat onun mücedditlik vasfı daha önde gelmektedir.

Detaylı bilgi için "Sorularla İslamiyet" sitemize bakılabilir.

11. On Üçüncü Reşha’nın sonunda zikredilen salavatın tercümesini yazar mısınız?


عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِِِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَحْمٰنِ الرَّحِيمِ - مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ.

عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ - وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَاۤءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ - وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ - سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ -

عَلٰى مَنْ جَآئَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَاۤئِهِ اْلمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ - وَشَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰۤتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَآءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ، وَاَنْطَقَ اللّٰهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالْجِذْعَ وَالزِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ - سَيِّدِنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُروُفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى اْلكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجاَتِ الْهَوَاۤءِ عِنْدَ قِرَاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰۤى اٰخِرِ الزَّماَنِ. وَاغْفِرْ لَناَ وَارْحَمْناَ يَآ اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا... اٰمِينَ.

"Rahmân-ı Rahîm olan Allah'ın, Furkan-ı Hakîmi Arş-ı Azîmden üzerine indirdiği zât olan Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.) ümmetinin iyilikleri adedince milyon salât ve milyon selâm olsun."

"Risâletini İncil, Tevrat ve Zebûr'un müjdelediği; nübüvvetini doğduğundan hemen önce ve doğumu ânında meydana gelen hârikulâde hallerin, cinnî hâtiflerin, insanlardan evliyâ ve kâhinlerin haber verdiği; işaretiyle ayın ikiye bölündüğü Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.) ümmetinin alıp verdiği nefesler sayısınca milyon salât ve milyon selâm olsun."

"Çağırmasıyla, ağaçların yanına geldiği, duasıyla yağmurun süratle yağdığı, bulutun sıcaktan korumak için başında gölge yaptığı, bir kilelik yiyeceğinden yüzlerce insanın doyduğu, parmakları arasından suyun üç defa Kevser gibi aktığı; Allah'ın kertenkeleyi, ceylanı, kuru hurma direğini, koyun paçasını, deveyi, dağı, taşı ve çakıl taşlarını onun için konuşturduğu; Mi'racın ve 'Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı.' (Necm, 53/17) âyetinin sahibi Efendimiz ve şefaatçimiz Muhammed'e, (a.s.m.)  Kur'ân'ın ilk indiği andan itibâren kıyâmete kadar her okuyanın okuduğunda hava dalgalarının aynalarında Allah'ın izni ile temessül eden her kelimesindeki her harfi sayısınca salât ve selâm olsun. Bu salâvâtların her birisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, Ey İlâhımız! Âmin."


On Dördüncü Reşha Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Şuâat-ı mârifet-ün Nebi namındaki risale hakkında bilgi verir misiniz? Ayrıca İşarâtü'l-İ'caz’da, Yirmi Beşinci Söz’de ve Lemeât’taki İ’caz-ı Kur’ân ile ilgili yerlere atıfta bulunulmasının, Mu’cizât-Ahmediye ile nasıl bir münasebeti vardır?

Söz konusu Risalenin kapak bilgilerini aşağıda aynen aktarıyoruz:

ŞUAAT
(Marifetü’n-Nebi a.s.m.)
Bediüzzaman
Evkaf-ı İslâmiye Matbaası
1339

Söz konusu tarih Miladî 1923’tür. Bu tarihte Üstat Hazretlerinin On Dokuzuncu Söz mealinde bir risale yazdığı ve müstakil olarak bastırmış olduğu anlaşılıyor.

Sorunun ikinci şıkkına gelince: 

Bu eserlerde Kur’ân'ın mucize olduğunun ispatlanması aynı zamanda Hz. Muhammed Aleyissalatü Vesselamın peygamberliğini de ispat manasına gelmektedir.

Peygamber Efendimiz (asm.) Hak’ın sadık bir elçisi olduğunu ispat etmek üzere bin kadar mucize göstermiştir. Bilindiği gibi mucize, başkalarının yapmaktan aciz kaldığı şey demektir. O mucizeler, nasıl insan takatinin üstünde ise ve onları taklit etmek mümkün değilse, Kur’ân'ın da belağatını taklit etmek ve bir sûresinin bile mislini getirmek mümkün değildir. Bu yönüyle Kur’ân-ı Kerîm de ayrı bir mucize olarak Onun (asm.) peygamberliğine açık bir delil olmaktadır.

Üstat Hazretleri Kur’ân'ın kırk vecihle mucize olduğunu beyan ediyor. Onun belağatının erişilmezliği bu kırk vecihten sadece birisidir. Gayb âleminden, geçmiş ve gelecekten doğru olarak haber vermesi, diğer semavî kitaplardaki tahrifatları tashih etmesi gibi daha birçok yönden Kur’ân büyük bir mucizedir.

2. Kur’ân-ı Kerîm'in mahzen-i mu’cizât ve mu’cize-i kübra olması ile nübüvvet-i Ahmediyyenin ve vahdaniyet-i İlâhîyenin kati delili ve burhanı olmasını izah eder misiniz?

Peygamber Efendimizin (asm) bine yakın mucizesi olmakla birlikte, onun en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm'dir. Üstat Hazretleri Kur’ân'ın kırk nevi i’cazı olduğunu beyan ediyor. Bunlardan birkaçını hatırlayalım:

Kâinatın yaratılışıyla, ayrıca Hz. Âdem’in (as.) ve Hz. İsa’nın (as.) yaratılışlarıyla ilgili verdiği haberler birer mucizedir. Yani beşerin fikriyle bunlara erişilemez.

Öte yandan, Allah’ın isimleri, sıfatları, fiilleriyle ilgili haberleri de yine birer mucizedirler.

Cenab-ı Hak’ın insanlardan arzuları, onları yaratmasındaki hikmet, emir ve yasaklarının neler olduğu da insan aklının ötesindedir. Yani, peygamber ve kitap olmaksızın, akıl tek başına bu konularda bir adım dahi atamaz.  

Kabir âlemi, mahşere çıkış, haşir meydanı, mizan, sırat, cennet ve cehennemle ilgili haberleri de insan aklının ulaşamayacağı hakikatlerdir.

Bütün bu hakikatleri ümmî bir zatın insanlık âlemine ders vermesi, onun (asm) nübüvvetinin ayrı bir delilidir.

Yine, Kur’ân'ın mucize oluşunun en belirgin bir yönü de onun nazmındaki belağattır. Kur’ân-ı Kerîm'de açıkça meydan okunduğu halde, kısa bir suresinin bile taklidini yapmaya güç yetirilmemesi gösteriyor ki, bütün sûreler ve âyetler de birer mucizedirler. 

Diğer taraftan, Kur’ân'ın en büyük davası olan tevhidyani Allah’ın bir olduğunu beyan ederek insanları şirkin her çeşidinden kurtarma davası çok farklı yönleriyle nazara verilmiş ve ispat edilmiştir. Buna örnek olarak, Kur’ân'ın hülasası olan Fatiha suresindeki tevhid derslerine bir göz atalım:

Fatiha suresinde ilk olarak bütün medih ve senanın ancak Allah için ve ona mahsus olduğu ifade edilir. Bu bir tevhid dersidir.

Takip eden âyette bütün âlemleri ancak Allah’ın terbiye ettiği nazara verilir. 

Daha sonra, Allah’ın Rahmân ve Rahîm olduğunun beyanı da bir yönüyle tevhide işaret eder. Yani, sizin taptığınız putlar ve Allah’a şerik koştuğunuz şeyler ne dünyada size rahmet edebilirler ne de ahirette.

Daha sonra din gününün sahibinin Allah olduğu beyan edilir.

Bütün bu tevhid dersleri ibadette tevhidi netice verir:

"Yalnız sana ibadet ederiz. Ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5)



3. "Rabbimizi bize tarif eden Kur’an-ı Hakîm..." Kur’an'ın, bu şümullü tarifini maddeler halinde açıklar mısınız?

"İşte, Rabb'imizi bize tarif eden Kur’an-ı Hakîm; şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi..."

Bu kâinat, kudret kalemiyle yazılmış büyük bir kitaba benzetiliyor. Bir risalede âlemdeki varlıklar için ayât-ı tekviniye tabiri kullanılır. Tekvinî ayet, "kün emriyle yaratılan ve Allah’ın varlığını, birliğini, esmâ ve sıfatını bildiren ve onlara delil olan" demektir. Kur’an-ı Kerim'deki ayetler Allah’ın kelam sıfatından gelmişlerdir, kâinattaki ayetler ise kudret sıfatından… Nitekim Nur Külliyatı'nda varlıklar için "kelimat-ı kudret" tabiri sıkça kullanılır.

Bu kâinat kitabı bütün ayetleriyle Allah’ı tanıttığı halde, insanlar onu okuyamamışlar ve doğru değerlendirememişlerdir. Yani, o kitabın dilini anlamamışlardır. İşte, Kur’an-ı Hakîm; kâinat kitabını tercüme etmiş, insanlara anlatmış ve o kitabın kâtibi olan Rabbimizi bize tarif etmiştir. Onu sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle bizlere bildirmiştir.

"Şu sahaif-i Arz ve Semâda müstetir künuz-u Esmâ-i İlâhiyenin keşşafı..."

Müstetir; “perdelenmiş, örtülmüş, görülmez ve bilinmez hale gelmiş” demektir. Kur’an-ı Hakîmin kâinat kitabını tercüme etmesi sayesinde, "yerde ve gökte müstetir" olan esmâ tecellileri müminlerce okunmaya başlanmıştır. Bu ifadede Allah’ın isimleri birer hazineye teşbih edilmiştir. Mesela, Hâlık ismi bir hazinedir; bütün mahlukat o hazinenin cevherleri gibidir. Muhyi ismi ayrı bir hazinedir; bütün hayatlar da o hazineden gelmiştir.

"Şu sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftâhı..."

Şu kâinat kitabında, her mahluk gibi her hadise de bir kelime yahut bir satır hükmündedir. Onların da doğru bir şekilde okunması gerekir. İşte, hadiselerin altında gizli olan hakikatler ancak Kur’an'ın irşadı ve talimiyle doğru okunabilir.

Gece ve gündüz, sıhhat ve hastalık, sevinç ve keder, ihtiyarlık ve ölüm bu kitapta yazılmış birer hakikattirler. Bunlar içerisinde insan için en önemli hadise ölümdür. Ölümü, “hiçlik, yokluk, kabre girip çürüme ve kaybolma” olarak düşünenler, ölümün hakikatine erememiş, o en önemli hadiseyi yanlış değerlendirmişler demektir. Kur’an'ın irşadıyla ölüm hadisesinin hakikati anlaşılır. Doğum ana rahminden dünyaya gelmek olduğu gibi, ölüm de dünyadan berzah âlemine göçmektir. Onu ba’s (diriliş) denilen son bir doğum daha takip edecek, onunla da kabir âleminden mahşer meydanına çıkılacaktır.

Nur Külliyatı'nda ölümün hakikatiyle ilgili çok geniş açıklamalar yapılmıştır. Birkaçını hatırlayalım: Ölüm, "ebdil-i mekândır, vazifeden paydostur, ıtlak-ı ruhtur." Kabir ise "bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır."

"Şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı Ezeliye’nin hazinesi..."

Bu ifadede geçen, âlem-i gaybı, bu görünen âlemin sevk ve idare edildiği arş-ı azam, her şeyin misallerinin alındığı âlem-i misal, her şeyin yazılıp hıfz edildiği Levh-i Mahfuz gibi göremediğimiz gaybî âlemler olarak anlayabiliriz.

Üstat Hazretleri de bir risalesinde Kur’an'ın arş-ı azamdan geldiğini beyan ederler. Demek ki Kur’an, dünya semasına arştan nazil olmuştur.

İltifat ve hitap kelimeleri birbirini tamamlamakta ve aynı hedefe işaret etmektedirler. Cenab-ı Hakk’ın kullarına hitap etmesi en büyük bir iltifattır. Onlara emir ve yasaklarını bildirmesi, rızasına erme ve cennetine varma yollarını göstermesi insanlar için en büyük bir lütuf ve en ileri bir ihsandır.

"Şu âlem-i mâneviye-i İslâmiye’nin güneşi, temeli, hendesesi..."

Başta iman olmak üzere, bütün güzelliklerin, faziletlerin, meziyetlerin, güzel ahlakın kaynağı Kur’an güneşidir. Dinimizin temeli Kur’an hakikatleridir. Kur’an'ın ilk müfessiri olan hadis-i şeriflerle o temel üzerine ebediyete kadar devam edecek bir hidayet ve istikamet binası, en mükemmel şekilde ve bütün teferruatıyla kurulmuştur.

"Avâlim-i uhreviyenin haritası..."

Kur’an-ı Kerîm'de, mahşere çıkışla başlayıp, “vakfe, mizan, sırat, cennet yahut cehennem” şeklinde devam eden âhiret hayatının yol haritası çizildiği gibi, cennette mazhar olunacak çeşitli saadetler ve cehennemde tadılacak muhtelif azaplar da birer fotoğraf gibi insanın önüne konulmuştur.

"Zât ve sıfât ve şuun-u İlâhiye’nin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı..."

Allah’ın zâtı, sıfatları ve şuunatı hakkında tek sağlam bilgi kaynağı Kur’an'dır. Bu gaybî ve sonsuz hakikatler hakkında insan aklı ve hayali hiçbir şey yapacak durumda değildir. Allah, kendisini Kur’an ile anlatmış olduğundan, insanların yersiz tahminlerine ve geçersiz fikirlerine ihtiyaç kalmamıştır.

Biz Kur’an ayetlerinden ve onları tefsir eden yetkili âlimlerimizden, “Allah’ın zâtının vacip, ezelî, ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh olduğunu, sıfatlarının sonsuz olup ne kadar varlık yaratırsa yaratsın bu sıfatlarda hiçbir değişme ve eksilme düşünülemeyeceğini, zatı ve sıfatları gibi, merhamet ve gazabının, şefkat ve gayretinin ve sair bütün şuunatının da mahlukatın halleriyle ve kabiliyetleriyle mukayese edilemeyeceğini” ve daha böyle nice hakikatleri öğrenmiş bulunuyoruz.

Kâinattaki varlıklar da Allah’ın varlığını ve sıfatlarını hâl dilleriyle ilan etmiş olmakla birlikte, bu manevî sözlere çoğu zaman kulak verilmediğini yahut yanlış anlaşıldığını görüyoruz. Onun için Kur’an, bu hakikatleri bir bürhan-ı natık yani “konuşan delil” olarak bütün insanlara ders vermiştir. [Bürhan-ı natık ifadesi Allah Resulü (asm.) için kullanıldığında “Kur’anı insanlara tebliğ eden, anlatan” manasına gelir.] 

Tercüman-ı satıı (yüksek tercümanı) ifadesi, kâinat kitabının sözlerini anlamayan insanlık âlemine Kur’an'ın bu konuda tercümanlık yaptığını ifade eder ve burhan-ı natık terkibine yakın mana taşır.

"Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakîkisi, mürşid ve hâdîsi..."

Kur’an, insanların ruhlarını terbiye etmek, kalplerini imanla, akıllarını ilim ve irfanla kemale erdirmek, onlara hakiki hikmet dersini vermek, beşeriyeti batıl yollardan çevirmek ve hidayet yolunu göstermek üzere inzal olmuştur. Hakiki hikmet, yani gerek insanların gerek diğer varlıkların yaratılış gayeleri ve görevleri konusunda en doğru bilgi Kur’an ayetlerinden alınabilir. Çünkü bu ayetler o varlıkları yaratanın kelâmıdır.

Bilindiği gibi “hikmet” kelimesi felsefe için de kullanılmaktadır. Burada konulan “hakiki” kaydı, felsefenin gerçek hikmet olmadığına da bir işarettir. Nitekim Üstat Hazretleri de "ilm-i hikmet dedikleri felsefe" ifadesiyle, kendisinin bu isimlendirmeye iştirak etmediğini ortaya koymuş oluyor.

Hikmetin birçok tarifi vardır. Bunlardan birisi de “ilimle beraber amel”dir. Yani, bir fikir, insanları güzel amele götürüyorsa hikmetlidir. Yoksa sadece sözde kalıp uygulamaya konulamayan düşünceler şahsi olmaktan öteye geçmez ve insanlar için bir irşat ve hidayet vesilesi olamazlar.

"Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet hem bir kitab-ı emir ve davet hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi; bütün hâcat-ı maneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir 'Kütüphane-i Mukaddese'dir..."(1)

Kur’an-ı Kerim, bütün varlık âleminin yaratılış gayelerini ve görevlerini öğretmesi cihetiyle bir kitab-ı hikmet olduğu gibi, hem şahsî hayatımıza hem de toplum hayatımıza dair emir ve yasakları bildirmesi yönüyle bir kitab-ı şeriattır. Şeriatın birer esası olan “dua, ubudiyet, emir ve davetleri” de bütün yönleriyle içine alır.

Kur’an-ı Kerim, okunduğunda her harfine en az on sevap verilen bir zikir olduğu gibi, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıtması yönüyle de bir marifet kitabıdır.

Kur’an-ı Kerim'de bütün hak meslek ve meşreplerin esasları mevcuttur. Aynı kâinattan her meyve ağacı kendi istidadına göre farklı bir meyve süzdüğü gibi, her tefsir âlimi Kur’an'dan farklı manalar sezer, her meşrep sahibi farklı feyiz kapıları bulur ve farklı esmânın tecellilerine mazhar olmakla ayrı bir irşat mesleği ortaya koyar. Bu yönüyle Kur’an bir tek kitap olduğu halde bir kütüphane hükmüne geçer.

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz.



4. "Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’caza bak ki Kur’an hem bir kitab-ı zikir... Zira zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni, tekrar ile tekiddir." İzah eder misiniz?

Bir kısım hakikatlerin yahut kıssaların Kur’an’da birkaç kez tekrar edilmesi gerçekte bir kusur değilken bazı kesimler, noksan anlayışları veya kasıtlı bakış açılarıyla bunu bir kusur olarak vehmediyorlar.

Bu iddiaya cevap olmak üzere risalelerde Kur’anın “zikir, dua ve davet” yönlerine dikkat çekiliyor.

Zikirde tekrar kusur değildir.

Bu dersin devamında "Müessise, tesbit etmek için tekrar lazımdır." buyrularak bu tekrarların gerçekte bir tesis olduğu ifade edilmiştir. Yani, bir bina yapan kişi duvarın bir sırasını ördükten sonra ikici, üçüncü, … sıralara geçer. Örülen her sıra, görünüşte tekrar gibi gelir, ama o bina, tekrarlanan bu sıralarla inşa ve tesis edilir.

Namazın içinde çok tekrarlar vardır ve sonunda tesbih, hamd ve tekbir cümleleri otuz üçer defa tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ibadet binası inşa edilmekte, yükselmekte kemale ermektedir.

O itirazcıların vehimleri esas alınsa, namazın sadece bir rekâtında Fatiha okumak, namaz müddetince sadece namaza başlarken tekbir getirmek, namaz sonunda tesbihat yaparken de bir defa sübhanallah, bir defa elhamdülillah, bir defa da Allahu ekber demek kâfi gelecektir. 

Kur’an’da, Ebu Leheb'in küfrünü ve karısının küstahlığını bir defa nazara vermek belki kâfi gelebilir, ama Allah’ın varlığını ve birliğini bildiren, rahmetinden haber veren, isyan ve küfrün cehennemle karşılık bulacağını tehdit eden ayetler ne kadar fazla okunsa, hem insan kalbine o kadar sürur ve inşirah verirler, hem de insan nefsine haddini o kadar kuvvetle bildirirler.

Dua için de benzer şeyler söylenebilir.

Davete gelince, Kur’ân, insanları imana, hidayete, ahlaka, adalete davet ettiği için, bu davetin bir kere yapılıp sonra insanları kendi hallerine bırakmak yerine, onları doğru yola her vesileyle çağırmak hikmetin ve rahmetin gereğidir. Cenab-ı Hak, kullarını iman ve istikamet yoluna defalarca davet ettiği gibi, müminlerin de Kur’ân nuruna başkalarını çağırmalarını, davet etmelerini ister. Bir kişiyi doğru yola bir kez davet edip ondan sonra onunla hiç ilgilenmemek sağlam bir yol değildir. Karşıdakinin de bizim gibi nefis sahibi olduğunu, şeytanın onunla da sürekli uğraştığını göz önüne alarak, bu davetimizi her fırsatta ve uygun şartlarda tekrarlamamız gerekir. Bu bakımdan, zikir ve dua gibi davette de süreklilik ve tekrar esastır.

"Çünkü zikir ve duadan maksad sevabdır ve merhamet-i İlahiyeyi celbetmektir. Malûmdur ki, bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lazımdır ki, o nisbette sevab kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde tesiri, tekidi vardır."(1)

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, On Dördüncü Reşha.



5. "Kur’an hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâğdır." İzah eder misiniz?

Kur’an'ın irşat maksadıyla yaptığı tekrarlar, muhatapların kalbine gerçekleri güzelce yerleştirmek içindir. Bu tekrarlar, muhatapların öğrenme ihtiyaçları nazara alınarak yapıldığı için usanç değil, lezzet verir.

Kur’an, kalplere gıdadır, ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı lezzeti artırdığı gibi, manevî gıdanın tekrarı da insanların kalbî ve ruhî lezzetlerini artırır.

Büyük emaneti ve hilafet görevini omuzlayan insanoğlunun şekavet ve saadetini netice verecek olan dünya imtihanında en önemli meselelerini ona ders vermesi, hadsiz şüpheleri izale etmesi, diğer taraftan ölümün bir hiçlik, bir idam olmadığını ispat etmesi cihetiyle Kur’an, binler defa değil, milyonlar defa o meseleleri tekrar edip gözler önüne serse, yine israf sayılmaz.

"Kıssa-i Musa gibi bazı cüz'î hadiselerin tekrarı, o hadisenin büyük bir düsturu ihtiva ettiğine işarettir. Hülâsa: Kur’an, hem bir zikir, fikir ve hikmet kitabıdır; nem bir ilim, hakikat ve şeriat kitabıdır; hem de akıl ve gönüllere şifa, müminlere hidâyet ve rahmettir."(1)

Bir kısım hakikatlerin yahut kıssaların Kur’ân’da birkaç defa tekrar edilmesi, hakikatte tam bir hikmet olduğu halde, bazı kesimlerce kusur tevehhüm ediliyor.

Üstad Hazretleri Kur’ân’ın bir “zikir, duâ ve davet” kitabı olduğunu nazara vererek, bunlarda yapılan tekrarların hakikatte tekrar olmadığını ve müstahsen olduğunu hatırlatır.

“Hem Kur'ân, müessistir, bir Din-i Mübînin esâsıdır. ... Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır,” (Sözler)

Namazın içinde çok tekrarlar vardır, meselâ her rekâtta Fatiha okunur ve namazın sonunda tesbih, hamd ve tekbir cümleleri otuz üçer defa tekrar edilir. Bu tekrarlarla ibâdet binası inşa edilmekte, yükselmekte kemâle ermektedir. O itirazcıların vehimleri esas alınsa, namazın sadece bir rekâtında Fatiha okumak, sadece namaza başlarken tekbir getirmek, namaz sonunda tesbihat yaparken de bir defa Sübhanallah, bir defa Elhamdülillah, bir defa da Allahu Ekber demek kâfi gelecektir.

Demek oluyor ki, her tekrar kusur değildir. Bazı tekrarlar tesis için ve meseleyi zihinlerde ve kalplerde iyice tespit etmek için yapılırlar. Bir başka sorunun cevabında da ifade ettiğimiz gibi, “Bir duvarı örerken aynı işi sürekli tekrarlarız. Bir sıra örmekle yetinmez, duvar tamam oluncaya kadar tuğlaları yan yana ve üst üste dizmeye devam ederiz.”

Kur’ân-ı Kerîmde Hz. Mûsâ’nın (as.) kıssası birkaç sûrede tekrarlanmıştır. Ancak, bu kıssa her bir sûrede ayrı bir maksat için zikredildiğinden bu tekrarlar, hakikatte, tekrar ve kusur sayılmazlar.

Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:

Birçok peygamber gibi Hazret-i Mûsâ’nın da mu’cizelerine zamanın müşrikleri sihir demişlerdir. İşte, Hazret-i Mûsâ’nın âsasının sihirbazların bütün sihirlerini yutmasına, Firavun ve etbaının sihir demeleri, Peygamber Efendimize (asm.) yapılan bu sihir isnadının Hz. Mûsâ’ya da yapıldığını hatırlatmaktadır.

İlahlık taslayan kibir timsali Firavun’un akıbeti nazara verilmekle, İslâm’a karşı çıkan müşriklerin de sonlarının hezimet ve mağlubiyet olacağı, hakkın batıla mutlaka galip geleceği müjdelenmekte, mü’minlere ümit ve teselli verilmektedir. Bu teselliye, sadece sahabeler değil, baskıya ve zulme maruz kalan bütün mü’minler muhtaçtırlar.

Hz. Mûsâ’nın (as.) Hazret-i Hızır ile yaptığı seyahatin nakledilmesi, kader konusunda çok mühim mesajlar vermektedir. Hz. Mûsâ aleyhisselâmın dahi bilemediği ve Hz. Hızır’dan ders almaya ihtiyaç duyduğu bu gibi İlâhî sırlarla mü’minlerin fazla meşgul olmamaları, bilhassa belâ ve musibetler karşısında Allah’ın hikmetine ve rahmetine itimad etmeleri ders verilmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın, dilerse, fâcir ve kâfirleri bile dine hizmet ettireceği hakikatine, Hz Mûsâ’nın Firavun’un sarayında büyüyüp yetişmesi en güzel bir misaldir.

“Allah size yardım ederse size galib gelecek kimse olamaz...” (Al-i İmran Suresi, 3/160)

âyet-i kerîmesindeki hakikat dersine Hazret-i Mûsâ’nın Firavun’a galip gelmesi en büyük bir misaldir ve Müslümanların en güç şartlarda bile ümitsizliğe düşmelerine lüzum olmadığının en müessir bir dersidir.

Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görme talebine karşı “Sen beni göremezsin” buyurulması, Allah’ın bu âlemde görülemeyeceğini ders verir. Üstad Hazretleri, Peygamber Efendimizin (asm.) “Mi’rac yoluyla beka âlemine girdiğini” ve Cenâb-ı Hakk’ı bu dünya âleminde değil, o beka âleminde gördüğünü beyan ediyor. Demek oluyor ki, Hz. Mûsâ’nın (as.) görme talebinin yerine gelmemesi o büyük mazhariyete bu dünyada kavuşmak istediğinden dolayıdır.

Bu kıssadaki çok mühim bir ders de Firavun’a yumuşak sözlerle tebliğ yapılmasının emredilmesidir. Cenâb-ı Hak, ilahlık taslayan bir düşmanına bile iki peygamberini birlikte gönderiyor ve ona iman ve tevhidin tebliğini istiyor. Ve bu tebliğin de yumuşak bir şekilde yapılmasını bilhassa emrediyor.

İşte, Kıssa-yı Mûsâ’da böyle daha nice hakikat derslerinin verilmiş olması, bu kıssanın tekrarını kusur tevehhüm edenlerin aldandıklarını ve tekrarların son derece hikmetli olduğunu gösterir.

1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Habbe.

6. "Hem cismani ihtiyaç gibi, manevi hâcât dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat; Bismillah gibi ve hakeza... Demek tekrar-ı ayet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş..." İzah eder misiniz?

"İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ziyaya muhtaçtır. Bunların tekerrürü haddizatında tekerrür olmayıp, ihtiyaçların tekerrürü içindir. Kezâlik, insan, hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kur'ân'da zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Bazı nevilere her anda muhtaçtır: Hüvallah gibi. Çünkü ruh bununla nefes alıyor. Bazı nevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte, hayat-ı kalbiyenin ihtiyaçlarına binaen, Kur'ân tekrarlar yapıyor. Mesela, Bismillah, hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden, kesret-i ihtiyaca binaen Kur'ân'da çok tekrar edilmiştir."(1)

Allah, insanı nasıl suya, yemeğe ve havaya muhtaç bir şekilde yaratmış ise, aynı şekilde manevî cihazlarını da kendi isimlerine muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Bu ihtiyaçtan dolayıdır ki, Kur’ân'da en çok zikredilen ve her işin başında zikri emredilen "Bismillah" olmuştur.

İnsanın fıtratındaki nihayetsiz acizlik ve fakirlik, ancak Cenab-ı Hakk’a istinat ederek ve ondan istimdat dileyerek tedavi edilebilir. Bir işe "Bismillah" diye başlayan insan o işi Allah’ın ismiyle, yani izniyle, rahmet ve keremiyle yapıp neticeye varacağına iman ettiğini ifade etmiş olur.

İnsan marifet ve ibadet için yaratıldığından, İslâm dininde Allah’ı hatırlamak ve anmak sadece beş vakit namaza inhisar etmez; hayatın her safhasında hükmünü icra eder.

İnsan sürekli nefes aldığı gibi, ruh da Allah’ı anmakla nefes alır. Bunun da üç önemli yolu vardır:

Birisi, İslâm dininin şahsî hayattan, aile hayatına ve toplum hayatına kadar her konuda emir ve yasaklarının bulunmasıdır. Kişi bunlara her uyduğunda Allah’ı hatırlar, ruhu zikir ve marifetle devamlı nefes alır. Şöyle ki:

Konuşacağı zaman doğru konuşmak, yalan söylememek, gıybet ve iftiraya girmemek mecburiyetindedir. Bakacağı zaman ancak helale nazar etmek, haramlara bakmamak durumundadır. Ticaret yaptığında İslâm’ın bu konudaki hükümlerine uymaya mecburdur. Her konuda hükümler koyan, emir ve yasakları bulunan İslâm dini, Müslüman’ı yaratılış gayesine uygun bir hayat geçirmeye âdeta mecbur eder.

Allah’ı hatırlatmanın ikinci vesilesi, Allah Resulünün (asm.) sünnetine uygun bir hayat geçirmektir. Yeme ve içmeden, oturmaya ve uyumaya kadar her konuda Allah Resulüne (asm.) ittiba eden bir Müslüman, fiillerini ibadet hükmüne getirmiş ve bütün ömrünü Allah’ı anmakla geçirmiş olur.

Üçüncüsü ise, hem kendi varlığını hem de çevresini kuşatan ilahi sanatları tefekkür etmek ve onlardaki esmâ tecellilerini okumaktır.

Bir Müslüman’ın ilâhî hükümlere her uyduğunda ve her işine besmele ile başladığında Allah’ı hatırlaması tekrar sayılamayacağı gibi, Kur’ân-ı Kerîm'de bazı konuların birkaç kez nazara verilmeleri de tekrar değildir. Bütün bunlar insan ruhunun ve kalbinin ihtiyacından  kaynaklanmaktadır.

İnsanların her türlü şirkten uzak olarak tevhid esası üzere bir ömür geçirmeleri için, Allah’ın birliğine dair ayetler çok tekrar edilmiştir. Keza, o ağır şartlarda İslâm’ı yaşama ve anlatma mücadelesi veren sahabe-i kiram hazretlerinin istikbale ümitle bakabilmeleri için, Hz. Musa’nın (as.) muzafferiyeti ve Firavun'un akıbetiyle ilgili ayetler tekrarla nazara verilmiştir.

İnsanın kendi aczini ve fakrını unutmaması ve Rabbinin ona karşı ne kadar merhametli olduğunu düşünmesi için de ana rahminde geçirdiği safhalar birkaç kez hatırlatılmıştır.

Her konuda insan hayatına yön veren İslâm dini, miras konusunda da hükümler getirmiştir. Ancak bunlar diğerleri gibi defalarca tekrar edilmemiştir.

Konunun devamında tekrarın bir başka hikmeti de şöyle ifade edilmiştir:

“Hem Kur’ân; müessistir. Bir Dîn-i Mübîn’in esâsâtıdır ve şu âlem-i İslâmiyet’in temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid için terdâd lâzımdır. Te’yid için, takrir, tahkik, tekrir lâzımdır...”(2)

Bütün insanlık âleminin yanlış yolda olduğu, bir kısmının tahrif edilmiş semavî kitaplara, diğer kısmının putlara taptığı, bir başka grubun ise insan aklının mahsulü olan yanlış felsefî cereyanlara kapıldığı o cehalet asrında, Kur’ân-ı Kerîm hak dinin ve doğru inancın temelini atmıştır. Allah’a iman başta olmak üzere, bütün iman hakikatlerini insanlara açıklamış ve şirkin bütün çeşitlerinden uzak bir tevhid dini ortaya koymuştur. Öncelikle insanların kalplerini ve akıllarını hakikatle tenvir eden Kur’ân-ı Kerîm, batılı bırakıp hakka tabi olanların teşkil edecekleri bir İslâm toplumunun da bütün esaslarını ortaya koymuştur. Toplumun her tabakasının suallerini cevaplandırmış, ihtiyaçlarını karşılayacak esaslar getirmiştir.

Küfürden imana, şirkten tevhide, bedevilikten medeniyete, zulümden adalete dönen bu insanların kalplerinde bu yeni inancı iyice yerleştirmek, şahsî ve içtimaî hayatlarında Kur’ân esaslarını tam hâkim kılmak için bu hakikatler üzerinde tekrarla durulmuştur. Bu tekrarlar her asra, özellikle de içinde bulunduğumuz bu dehşetli asra son derece lüzumludur.

Küfrün, ahlâksızlığın ve batıl ideolojilerin birer şahs-ı manevî halinde, imana ve ahlâka hücum ettiği bu dehşetli zamanda, Kur’ân ve iman hakikatleri üzerinde ne kadar tahşidat yapılsa yerindedir.

Dipnotlar:

1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.

2) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz.



7. "Müessise, tesbit etmek için tekrar lazımdır." ne demektir?

Bir şeyi yerine oturtmak, sağlama almak, perçinlemek, yerleştirmek için tekrar tekrar vurgulamak anlamına geliyor. Bir çiviyi tek vuruşta yerine çakmak genelde mümkün olmaz, bu sebeple art arda birkaç defa vurmak iktiza eder. 

"Müessise, tesbit etmek için tekrar lazımdır." cümlesi de aynen bu anlama geliyor. Bir kuralın, bir itikadın toplum bünyesinde yerleşmesi ve tespit edilmesi için tekrar ile tespit edilmesi gerekiyor.

Bu ifade Üstad'ımızın Risale-i Nur'da sıkça vurguladığı tekrarın önemi ile ilgilidir. Burada "müessise" kelimesi, tesis eden kişi veya bir şeyi etkili ve kalıcı bir hâle getirmek anlamında kullanılmıştır. "Tesbit etmek" ise bir meseleyi sağlamlaştırmak, kökleştirmek, akılda ve kalpte yerleşmesini sağlamak demektir. Bu ifadeden, bir bilgi veya hakikatin kalpte ve zihinde sağlam bir şekilde yerleşebilmesi için tekrar etmenin gerekliliği anlatılmaktadır.

Üstad Bediüzzaman bu ifadede, insanın kalbine ve zihnine bir hakikatin yerleşmesi için tekrarı gerekli gördüğünü ifade ediyor. Çünkü insanın aklı ve kalbi, bir meseleyi ilk anda tam olarak kavrayamayabilir veya unutur. Ancak tekrar sayesinde o hakikat, insanın iç dünyasında kökleşir ve tesirli bir hâle gelir. Bu, hem manevi ilimlerde hem de dünyevî bilgilerde böyledir. İnsanın yaradılışı gereği, tekrar edilen şeyleri daha iyi anlar ve unutmaz.

Mesela, ilk kez bisiklet sürmeye çalıştığında dengede durmak çok zordur. Ama tekrar tekrar denemeye devam ettiğinde, sonunda denge kurmayı öğrenirsin ve artık hiç unutmazsın. İşte bu da bir hakikati öğrenmenin "tekrar" sayesinde mümkün olduğunu gösterir.

Bir dil öğrenirken de kelimeleri ve dilbilgisi kurallarını defalarca çalışmamız gerekir. Bir kelimeyi bir kez öğrenmek yetmez; günlük hayatta sık sık kullanarak pratik yapmalıyız. Mesela "güneş" kelimesini Arapça "şems" olarak öğreniriz, ama bunu cümle içinde kullanmazsak unutabiliriz. Oysa sürekli tekrar edersek, artık hiç düşünmeden doğru şekilde söyleyebilir hale geliriz.

Risale-i Nur’un metodu da bu şekilde işliyor. Mesela, iman hakikatleri Risale-i Nur'da farklı yerlerde defalarca tekrar edilir. Bu tekrarlar, okuyucunun meseleleri derinlemesine anlaması ve aklında kalıcı hale getirmesi için bir yöntemdir.

Ayrıca bu ifade, pedagojik ve psikolojik bir hakikate de işaret eder. İnsan zihni, tekrar ile öğrenmeye ve hatırlamaya meyyal bir yapıya sahiptir. Said Nursî'nin bu sözü, bir meselenin etkili ve müessir hale gelmesi için tekrarın gerekliliğine vurgu yapar. Risale-i Nur’un eğitim metodolojisinde, tekrar, hem zihinsel hem de ruhsal öğrenmeyi kolaylaştıran bir araçtır. Çünkü insanın hem aklı hem de kalbi, "bilmek" ile "inanmak" arasında bir bağ kurarken zamana ve tekrar etmeye ihtiyaç duyar.

Bu cümle aynı zamanda tefekkür ve manevi terbiye açısından da değerlendirilebilir. İman hakikatlerinin tekrar edilmesi, sadece zihinsel bir alışkanlık değil, aynı zamanda kalbin olgunlaşmasını ve ruhun o hakikatle derin bir irtibat kurmasını sağlar. Üstad, Risale-i Nur'da her hakikati farklı yönlerden, farklı bakış açılarıyla tekrar tekrar ele alarak bu yöntemi bizzat tatbik etmiştir.

Sonuç:

Bu söz bize, bir meseleyi gerçekten öğrenmek, anlamak ve hayatımızda uygulamak istiyorsak, tekrarın çok önemli olduğunu öğretiyor. Tıpkı namazın her gün tekrarlanmasıyla imanın kökleşmesi gibi, hakikatler de tekrar tekrar düşünülmeli ve okunmalıdır. 

İlave bilgi için tıklayınız:

RİSALE-İ NUR'A GÖRE KUR'ÂN-I KERİM'DEKİ TEKRAR ÜSLÛBUNUN HİKMETİ



8. "Umumun kalplerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lazımdır." Bir şeyi umuma mal etmek için "tekrarın" hikmetini nasıl anlamalıyız?

Üstat Hazretlerinin şu ifadeleri bu soruya güzel bir cevaptır:

"Hem herkes her vakit bütün Kur’ân'ı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’âniyye ekser uzun sûrelerde derc edilerek her bir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Tevhid ve Haşir ve Kıssa-i Mûsa gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş."(1)

1) bk. Sözler, On Dokuzncu Söz.



9. "Sureten tekrardır, fakat manen her bir ayetin çok manaları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakatı vardır." Bunlarla ilgili örnek verebilir misiniz?

Âyetlerin sarih manalarından başka işarî manaları ve remizleri de vardır. Mesela, Nur Külliyatı'nda izah edildiği gibi, İhlâs suresindeki “Lem yelid, velem yuled”, yani “ (O) doğurmadı ve doğurulmadı.”  âyetinin zahir manasının altında şu  işarî manalar da gizlidir.

Birisi: Doğanlar ve doğuranlar ilah olamazlar. Hz. İsa (as.) ve Hz. Üzeyr gibi doğurulan varlıklar ilah olamayacakları gibi, Hz. Meryem gibi doğuran varlıklar da ilah olamazlar.

İkincisi: Tabiat ve  ondan doğan bütün varlıklar da İlah olamazlar. Yani, ağaç ilah olamayacağı gibi, onun doğurduğu meyve de İlah olamaz. Keza, o ağacı doğuran toprak ve ona yardımcı olan güneş, su, hava da ilah olamazlar. 

Tekrar konusunda en fazla Kıssa-ı Musa nazara verildiği için bu konu üzerinde biraz durmak gerekecektir:

Kur’ân-ı Kerim'de Hz. Musa’nın (as.) kıssası birkaç surede tekrarlanmıştır. Ancak, Üstat Hazretlerinin de beyan ettiği gibi, bu kıssa her bir surede ayrı bir maksat için zikredildiğinden, bu tekrarlar gerçekte tekrar ve kusur sayılmazlar. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

Birçok peygamber gibi Hazret-i Musa’nın da mucizelerine zamanın müşrikleri sihir isnadında bulunmuşlardır. Nitekim Peygamber Efendimizin (asm.) şakk-ı kamer mucizesini inkâr edemeyen müşrikler de Yetim-i Ebu Talibin sihri semaya da tesir etti." demişlerdir.  

İşte, Hazret-i Musa’nın asasının sihirbazların bütün sihirlerini yutmasına, Firavun ve etbaının sihir demeleri, Peygamber Efendimize (asm.) yapılan bu sihir isnadının Hazret-i Musa’ya da yapıldığını hatırlatmaktadır.

İlahlık taslayan kibir timsali Firavun'un akıbeti nazara verilmekle, İslâm’a karşı çıkan müşriklerin de sonlarının hezimet ve mağlubiyet olacağı, hakkın batıla mutlaka galip geleceği müjdelenmekle, müminlere ümit ve teselli verilmektedir. Bu teselliye, sadece sahabeler değil, baskıya ve zulme maruz bütün müminler muhtaçtırlar.

Hazret-i Musa’nın (as.) Hazret-i Hızır’la yaptığı seyahatin nakledilmesi, kader konusunda çok önemli mesajlar vermekte, Hazret-i Musa aleyhisselâmın dahi bilemediği ve Hz. Hızır’dan ders alma ihtiyacı duyduğu bu gibi İlâhî sırlarla müminlerin fazla meşgul olmamaları, özellikle belâ ve musibetler karşısında kadere itiraz yoluna gitmeyip Allah’ın hikmetine ve rahmetine itimat etmeleri ders verilmektedir.

Cenab-ı Hakk'ın, dilerse, fâcir ve kâfirleri bile dine hizmet ettireceği gerçeğine, Hazret-i Musa’nın Firavun'un sarayında büyüyüp yetişmesi en güzel bir örnektir.

“Allah size yardım ederse, size galip gelecek kimse olamaz.” (Al-i İmran, 3/160)

âyet-i kerîmesindeki hakikat dersine Hazret-i Musa’nın Firavun'a galip gelmesi en büyük bir misaldir ve Müslümanların en güç şartlarda bile ümitsizliğe düşmelerine gerek olmadığının en müessir bir dersidir.

Hazreti Musa’nın Allah’ı görme talebine karşı “Sen beni göremezsin.” buyurulması, Allah’ın bu âlemde görülemeyeceğini ders verir. Üstat Hazretleri Mesnevî-i Nuriye’de “Mirac yoluyla beka âlemine girdi.” buyurmakla çok önemli bir hakikati ders vermiş ve Peygamberimizin (asm.) Cenab-ı Hakk’ı bu dünya âleminde değil, miraç ile gittiği beka âleminde gördüğünü söylemekle, ahirette müminlerin de bu şerefe nail olacaklarını ifade etmiş olmaktadır.

Kıssa-yı Musa’da böyle daha nice hakikat dersleri verilmesi, bu kıssanın tekrarını kusur tevehhüm edenlerin aldandıklarını ve tekrarların son derece hikmetli olduğunu gösterir. 

"Hattâ kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasib bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belâgattır. Evet, Kur’ân-ı Azîmüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken yed-i beyzasına alarak altun şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belâgata mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belâgat, onun belâgatına hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır."(1)

1) bk. İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Suresi Tefsiri.



10. "Kur’ânın, mesail-i kevniyyenin bazısında ibham ve icmali ise; irşadî bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir." İzah eder misiniz?

"İbham", kesin olarak hüküm vermemek, meseleyi müphem bırakıp farklı anlayışlara kapı açmak demektir. Kur’ân'ın gayesi insanlara Allah’ı tanıtmak, ona karşı vazifelerini öğretmek, istidatlarını  en güzel şekilde değerlendirmelerinin yolunu göstermek ve böylece onları cennete hazırlamaktır. Eğer, kevnî meselelerden, yani kâinattaki varlıklar ve hadiseler hakkındaki fennî konulardan bahsedilmesi, bu temel gayeye gölge düşürecekse ve akıllara sığışmadığından inkâr yoluna gidilecekse, o konuların müphem bırakılması irşada daha uygundur. Zaman içinde meselenin hakikati ortaya çıkacaktır.

Bir tek örnek verelim:

“Sen dağları camit (ve hareketsiz) zannedersin; hâlbuki onlar bulutlar gibi yürürler.” (Neml Suresi, 27/88)

ayet-i kerîmesinde dünyanın döndüğü açıkça zikredilmeyip müphem bırakılmıştır. Bunun için bazı tefsir âlimleri, bu ayetin kıyamette dağların zeminden kopup bulutlar gibi havada âdeta uçuşacakları şeklinde yorumlamışlardır. Bu yorum gerçektir, ama mana sadece buna münhasır değildir. Âyette, dağların hareketiyle dünyanın döndüğüne de işaret vardır.

İcmale örnek olarak “...O, güneşi bir lamba yaptı.” (Nuh, 71/16) mealindeki ayeti verebiliriz. Bu ayette, Güneş'in herkes tarafından bilinen en önemli gayesi nazara verilmiş, Güneş hakkında teferruatlı bilgi verme yönüne gidilmemiştir. Bu da irşada en uygun yoldur. Zira o teferruat içinde, birçok insanın akıl erdiremeyip inkâra sapacağı gerçekler vardır. Hâlbuki Kur’ân'ın gayesi kâinatı değil onun sahibini anlatmaktır. Kâinattan yapılacak bahisler, insanların ve yaşadıkları asırların bilgi seviyelerine uygun düşmeyecekse onları icmal etmek, yani özet olarak nazara vermek irşada daha uygundur.

Üstat Hazretlerinin şu ifadeleri konumuza ışık tutmaktadır:

"... Eğer Kur’ân-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsaydı ki: 'Ey insanlar! Güneş'in zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve arzın zahiri sükunuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi harika şeylerden Cenab-ı Hakk'ın her şeye kadir olduğunu anlayasınız.' deseydi, delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu. Halbuki, delilin müddeadan daha hafi olması, makam-ı istidlale uymaz."(1)

Üstad Hazretlerinin ifadesiyle "delil müddeadan hafi" olmamalıdır. Yani tevhidi ispat etmek için getirilen delil açık olmalı, izaha muhtaç bulunmamalıdır. Delil açık, basit ve sade olursa, herkes istifade eder, ama kapalı ve bilimsel olursa, sadece bilim insanları o delilden faydalanır, ekser avam insanlar ondan faydalanamaz. Burada önemli olan delilin kendisi değil, delilin ispat ettiği netice ve insanların bunu anlamasıdır.

Kur’ân’ın üslubuna bakıldığı zaman, herkesin anlayacağı zahir delilleri gösterir; ince, anlaşılması zor delillere ise karine ile remizlerle işaret eder. Kur’ân, çoğunluğun oluşturduğu avam tabakasını muhatap alıyor, onların zihni seviyesine göre hitap ediyor, ehl-i ilme ise karine ile hitap ediyor.

1) bk. İşaratü’l-İ’caz, Bakara Suresi 23-24. Ayetlerin Tefsiri.



11. "Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcûdattan bahsettiği gibi etmiyor?.." Soruyu açar mısınız?

"Eğer desen: Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bâzı mesâili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir sûret-i bâsitâne-i zâhiranede söylüyor?"(1)

Felsefe, buradaki manasıyla fen ilimleri; varlıkların mahiyetlerini ve görevlerini en ince detaylarına kadar girerek araştırırken, Kur’ân-ı Kerîm, bu fennî meselelerden özet olarak bahseder. Bunların bir kısmını, insanların anlamakta zorlanacakları teferruatlara girmeden ve duyu organlarıyla edindikleri bilgilere zıt düşmeyecek sade ve kolay anlaşılabilir bir üslupla insanların nazarına sunar. Böyle bir üslup kullanılmasının hikmeti ne olabilir?

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz, On Dördüncü Reşha.



12. "Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için..." Hakikatin yolunu şaşıran felsefeden maksat nedir?

Bu sorunun geniş cevabı On İkinci Söz’de verilmiştir. O Söz’de, farklı cevherlerden bir Kur’ân yazdıran padişah misâliyle konu çok güzel açıklanmıştır.

Felsefeci, o cevherli kitabın Kur’ân-ı Azimüşşan olduğunu bilmediği için Kur’âna tefsir yazmak yerine, o kitapta kullanılan maddelerin özelliklerini sayıp dökmekle yetinmiştir.

Müslüman âlim ise cevherlerle fazla vakit geçirmeden, o nakışlı Kur’âna güzel bir tefsir yazmıştır. Daha sonra, o İlâhî fermanın yazılışında kullanılan cevherlerden ikinci derecede bahsetmiştir.

İşte bu kâinat kitabı hakkında, onun kâtibini hiç nazara almadan sadece varlıkların maddeleriyle, görevleriyle, özellikleriyle ilgilenen felsefeciler hakikatin yolunu şaşırmış oluyorlar. Hakikat, bu kâinatı Allah’ın yarattığı, isimlerinin ve sıfatlarının tecellileriyle süslendirdiği, en mükemmel ve faydalı bir hale getirdiğidir. Bu gerçeğe göz kapayan bilim adamlarının, kâinat hakkındaki bilgileri ne kadar çok olursa olsun, örnekteki felsefecinin Kur’ân'ın maddesi ve nakışları hakkında geniş bilgiler sıralaması gibi olur.



13. "Kur’ân-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; ta zat ve sıfat ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin." Bu cümleyi nasıl anlamalıyız?

Hakikatin yolunu şaşıran felsefe, varlıkların sadece zatlarından ve özelliklerinden söz ederken, Kur’ân-ı Kerîm bütün mahlûkatı yokluktan varlık âlemine getiren Allah’ın zâtından, sıfatlarından ve isimlerinden bahseder.

Nur Külliyatı'nda "manevî cemâl ve kemalden" bahsedilir. Allah’ın bütün sıfatlarının ve isimlerinin manevî güzellikleri, ancak yarattığı mahlûkatın tefekkür edilmesiyle bilinebilir.

İnsanlardaki manevî güzelliklerin bilinmesi konusunda da bunun çok örnekleri vardır. Meselâ, ilim manevî bir güzelliktir, bu güzellik yazılan bir kitapta okunur. Yardımseverlik de manevî bir güzelliktir, bu da fakirlere serilen sofralarda yahut giydirilen elbiselerde kendini gösterir.

Kur’ân-ı Kerîm’in kâinattan bahsi, onda tecelli eden ilim, kudret, irade, rahmet, inâyet gibi sayısız güzelliklere insanların nazarını celb etmek, onları düşünmeye, iman ve ibadet etmeye teşvik içindir.

"Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir."(1)

1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal.



14. "Elbette irşad ister ki; lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düşürmemek için zahiri nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz belki zararlı bir surette tağyir etmemektir..." Misallerle izahı?

Kur’ân, mevcudattan bahsederken, onların faydalarının herkesçe malum olan cihetlerini nazara veriyor. Mevcudatın derin ve anlaşılması zor yönlerinden bahis açmıyor. Ta ki çoğunluğu avam olan insanların zihinleri karışmasın.

Güneş'in bir lamba ve soba olma cihetini, umuma olan faydasını herkes bilir ama; onun kimyevi yapısını sadece astronomi ilmiyle ilgilenenler bilir. İşte Kur’ân, Güneş'in sadece bir lamba, sıraç ve soba olduğunu nazara veriyor, geri kalan yönlerinden bahsetmiyor.

Bedihiden maksat, herkesçe bilinen genel fayda ve hikmetlerdir. 

Lüzumsuz tağyir etmek ise, umumun maslahatını nazara almadan, anlaşılması zor şeyleri anlatmakla insanların kanaatlerinde gereksiz bir değişiklik yapmaktır. Bu ise onları şüpheye düşürebilir. Bir başka sorunun cevabında da beyan edildiği gibi, Kur’ân-ı Hakîm Güneş'in hareketi hakkında “tecri” yani  “cereyan eder” buyurur.

Güneş'in değil dünyanın döndüğü açıkça ifade edilse, insanların kanaatlarında gereksiz bir tağyire, değişime gidilmiş olur ve bazı insanlar böyle bir hükme inanmakta zorlanabilirler. Kur’ân bu ayet ile Güneş'in cereyanını haber vermekle birlikte,

“Sen dağları camit (ve hareketsiz) zannedersin; hâlbuki onlar bulutlar gibi yürürler.” (Neml, 27/88)

âyetiyle de dünyanın döndüğüne işaret etmiştir. Ancak, umumun nazarına tağyir etmemek hikmetiyle bu haberi sarahaten değil işaret ve remz olarak vermiştir.

Kur’ân Allah kelamı olduğu gibi, insan da Allah’ın kuludur. Otuzuncu Söz olan ene bahsinde güzelce ortaya konulduğu gibi, insan marifet için yaratılmış ve Rabbini tanıması ve bilmesi için gerekli sıfatlarla, kabiliyetlerle donatılmıştır. Mesela, Kur’ân insanlara Allah’ın Hâkim olduğunu, her eserinde ve her işinde sonsuz hikmetler, faydalar bulunduğunu ders vermektedir. Cenab-ı Hak, insanı maddesiyle ve manasıyla hikmetle dokumuş, ona hizmet eden kâinatın da her şeyini hikmetli yaratmış ve insanı bu hikmetlerden anlayacak, onlara muhatap olacak bir ruha sahip kılmıştır.

Kur’ân'ın bütün ayetleri insan fıtratına hitap etmektedir. O da istidadındaki sayısız cihazlarla, bu hitaplara muhatap olabilmektedir.

Nur Külliyatı'nda insanın fıtratında cemâle karşı muhabbet, kemale karşı meftuniyet, ihsana karşı perestiş olduğu anlatılır. İşte Kur’ân âyetleri insanın bu üç özelliğini de bütün şubeleriyle harekete geçirecek şekilde nazil olmuştur.

Kur’ânın irşat metodu, hakikatin yolunu şaşırmış olan felsefe ile asla mukayese edilemez. Bu soruda "felsefe" kelimesi "fennî ilimler" manasında kullanılmıştır, yani insan aklının bu kâinat hakkında edindiği bilgiler üzerinde durulmaktadır. Bu bilgilerde, varlıkların görevleri, faydaları, yapıları, birbirleriyle münasebetleri incelenirken onların yaratıcısı hiç nazara alınmaz. Sanki onlar, Üstad'ın tabiriyle, "müstakil birer ağa" imişler gibi, yani yaptıkları işleri kendi iradeleriyle yapıyorlarmış gibi bilgiler verilir. Öte yandan, bu bilgiler sadece o konuda araştırma yapan bilim adamlarıyla paylaşılır yahut tartışılır. İnsanların büyük bir kısmı bu tartışmaların dışında kalırlar.

Kur’ân-ı Hâkim’in ise hedefi insanların hidayete erip dalaletten kurtulmaları, iman ve tevhidle şereflenip küfürden ve şirkin her türlüsünden uzak kalmalarıdır. Bu ilâhi kelamdan bu manada faydalanan insanların Allah’a karşı ne gibi görevler üstlenecekleri, onun sonsuz nimetlerine nasıl şükredecekleri de Kur’ân'ın ikinci gayesidir. Üstadımız bu manayı bizlere şöyle ders verir:

"Zira Kur'ân'ın vazife-i asliyesi daire-i Rubûbiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir."(1)

Hakikat bu olunca, Kur’ân-ı Kerim kâinattaki varlıklardan Allah’ın birer eseri olarak, onların faydalarından ise onun ihsan ve ikramı olarak söz eder. Varlıkların fizikî durumları, kimyevî yapıları gibi ancak ilim adamlarının ilgilendikleri konulara değil, bütün insanları ilgilendiren yönlerine nazar eder. Bunun için Kur’ânın muhatabı sadece bir grup bilim adamı olmayıp bütün bir insanlık âlemidir.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



15. Kur’an'da "Güneş döner." deniyor; lakin gerçek ise tam aksine görünüyor. Risalelerde bir açıklama var mıdır?

Kur'an-ı Kerim'in "Güneş döner" ifadesi hem kelam ilmi açısından hem de uzay bilimi açısından değerlendirildiğinde, modern astrofizik ile tam bir uyum içindedir. Yâsîn 38. ayette geçen "tecrî" fiili, Arapça'da akıcı, sabit olmayan bir hareketi ifade eder.

Güneş'in hareketi, aşağıda görüldüğü gibi, iki ana kategoride açıklanabilir:

  1. Güneş, Samanyolu’nun kütleçekimi etkisiyle galaksinin merkezi etrafında 220 km/s hızla hareket eder. Bu hareket, sistematik bir yörünge hareketidir ve bilimsel gözlemlerle doğrulanmıştır.

  2. Güneş, kendi ekseni etrafında dönmektedir. Bu dönüş, ekvatorda yaklaşık 25 günde, kutuplarda ise 35 günde tamamlanır. Bu dönüş hareketi, Güneş lekelerinin kaydedilmesiyle bilimsel olarak gözlenmiştir.

Bediüzzaman, Kur'an'daki bu ayetin iki tür hareketi birden kapsadığını ifade eder:

  • Zahirî anlamda: Güneş’in sistem içindeki dönüş seyri,
  • Batınî anlamda: Güneş'in kendi etrafındaki dönmesi.

Bu tespit, modern bilimle tam uyumludur. Kur'an’ın bu ifadeleri, bilimsel keşiflerden yüzyıllar önce söylenmiş olması bakımından mucizevî bir hakikati ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, İslâmî ilimler ve modern bilim perspektifinde Kur'an, bir "hakîkat rehberi" olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.

"Güneş de bir delildir onlara, akar gider yörüngesinde... O azîz ve alîmin (o üstün kudret sahibinin ve her şeyi bilenin), yaratması böyle olur işte!" (Yasin, 36/38)

Ayet-i kerimede devretme yerine cereyan etme, akıp gitme ifadesinin kullanılması çok dikkat çekicidir. Tecri, cereyan eder, akıp gider demektir. Ancak, o devirlerde Güneş'teki bu hareketlik ve ayrıca Güneş'in de bağlı olduğu galaksi içindeki hareketleri bilinmediğinden ayet-i kerime Güneş'in dünya etrafında döndüğü şeklinde anlaşılmıştır.

Kur’an’ın muhataplarına vermek istediği asıl ders şudur: 

Kâinatın tümünde mükemmel bir nizam vardır. Bu kusursuz nizam, kâinatın sahibinin bir olduğunu gösterir. Bunun misallerinden biri de Güneş'in hareketidir.

Üstad Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:

"Mesela Güneş'e der, 'Döner bir siracdır, bir lambadır.' Zira Güneş'ten, Güneş için ve mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve merkezi ve intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor."

"Evet, der,  اَلشَّمْسُ تَجْرِى Yani, 'Güneş döner.' Bu 'döner' tabiriyle, kış ve yazın, gece ve gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. Bu 'dönmek' hakikati ne olursa olsun, maksud olan, mensuc, meşhud intizama tesir etmez." (Sözler, On Dokuzuncu Söz)

Kâinatta hiçbir şey sabit değildir. Dünya kendi etrafında döndüğü için, Güneş'i Dünya'nın etrafında dönüyormuş gibi zannederiz. Güneş de sabit değil; o da kendi ekseni etrafında dönmektedir, ama bunu gözle göremeyiz. Dünya Güneş'in etrafında dönerken, Güneş de Samanyolu galaksisinin merkezinin etrafında döner. Samanyolu galaksisi de sabit değil. Bütün kâinat muntazam bir hareket ile belli bir hedefe gitmektedir.

"Bu 'dönmek' hakikati ne olursa olsun, maksud olan, mensuc, meşhud intizama tesir etmez." 

Yani Güneş'in bilimsel olarak nasıl döndüğünün bir önemi yok, önemli olan Güneş'in bu dönmesinden hasıl olan nimet ve faydalardır. Kur’an Güneş'in fayda ve nimet yönünü nazara verir. Güneş'in bilimsel anlamda nasıl döndüğü ile ilgilenmez. Zira Kur'an Allah'ın azameti ve nimet veren özelliğini insanlara hissettirip, iman ve ibadetlerini daha külli yapmalarını temin etmeye göre bilgiler verir.

"Kur’an, bilimsel konularla ilginmez." derken, bu gibi az bir kesimin anlayabileceği konuları delil diye sunmaz demektir. Yoksa "bilimi hiç önemsemez ve gereksiz görür" demek değildir. Kaldı ki insanların büyük kısmı da bununla ilgilenmez.

Güneş'in bilimsel olarak nasıl döndüğü konusu bilim insanların araştırma ve çabalama alanıdır. Suyun bilimsel formülü 2 hidrojen 1 oksijendir. Bu tersi de olabilirdi, yani Allah istese bu şekilde de yapabilirdi. Ama burada değişmeyen şey, suyun büyük bir nimet ve büyük bir maslahat olmasıdır. Ayetler suyun kimyevi bileşenini değil, insanlara büyük bir nimet ve rahmet olmasını nazara sunar. Suyun bileşeni farklı bilinse bile, suyun intizamı yani nimet ve maslahat olma vasfı değişmez, en avamdan en alime kadar herkes tarafından bilinir.

Sonuç olarak, Kur’an-ı Kerim’in "Güneş döner" şeklindeki ifadesi, bilimsel olarak doğrulanmış bir hakikattir ve Risale-i Nur bu meseleyi derinlemesine izah ederek Kur’an’ın mucizevi yönünü gözler önüne serer.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Güneş'i, seyyârâtıyla beraber, arzın sürat-i seneviyesine yakın bir süratle ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre Şemsü’ş-şümus tarafına bir hareket vermiş." cümlesini açıklar mısınız?

"Tecrî lafzıyla, yani 'Güneş döner' tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranı,.." Burada Güneş’in kendi etrafında dönmesinden neden bahsedilmemiş?

"Dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi..." tabiri ne manaya geliyor? Çıkrık ve dolabın güneşle alakasını kurabilir misiniz?



16. "Muhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmi vermiyor." Neden kemal-i ilmi vermiyor?

"Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: 'Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir...' Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor."

"Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ beyanına karşı hürmetsizlik etme." (Sözler, On Dokuzuncu Söz, On Dördüncü Reşha)

Bediüzzaman Hazretlerinin burada eleştirdiği şey, bilimin ve özellikle dinden uzak felsefenin sadece bilimsel bilgiyle yetinmesi ve bu bilginin hakikate, özellikle de insan ruhunun ihtiyaç duyduğu manevi ve tefekküri derinliğe ulaşmadaki eksikliğidir. Üstad'ın verdiği misal, modern bilimin kâinatı anlamlandırma şekli ile Kur'ân'ın kâinatı tarif etme tarzı arasındaki farkı ortaya koymaktadır.

Kâinata mana-yı harfi ciheti ile yani Allah adına Allah hesabına bakılmadığı müddetçe fen bilimleri iman ve marifet açısından bir işe yaramıyor bir kemal vermiyor. Sadece kuru bir hayret korkutucu bir dehşet veriyor.

Menfi felsefe, "Güneş şöyle büyük ve şöyle dehşetli" diyerek sadece insanlara korku veren bir dehşet ve marifet açısından işe yaramaz bir hayret uyandırıyor. Oysa Kur’an, "Allah Güneş'i böyle büyük ve böyle azim yapmış." diyerek insana Allah’ın ne kadar azametli ve kibriya sahibi olduğunu ders vererek insanın manen kemale erişmesini sağlıyor. Bununla birlikte, Güneş'in bir denge unsuru olmasından, ısı ve ışık kaynağımız olmasından bahseder ki, bunlar insana korku değil ferahlık verir. 

Allah adına olmayan düşünceler, hayretler, dehşetler ve tefekkürler manevi, imani ve marifet açısından bir kemal olmuyor. Faydasız bir kuru hayret ve dehşet olarak kalıyor. Tefekkür, kâinatı Allah adına ve hesabına okumak ile olur. Allah hatıra getirilmeden okunan kâinat, boş ve beyhudedir. Ya da kısacık dünya menfaati ile sınırlıdır.

Bu ifadeyi daha derin ve detaylı bir şekilde açıklayalım:

1. Afâkî Tefekkür ve Hayret

Bediüzzaman Hazretleri, insanın kâinat üzerindeki tefekkürünün önemini sıkça vurgular. Afaki tefekkür, insanın çevresindeki âlemi müşahede edip inceleyerek Allah’ın varlığını ve birliğini anlamaya çalışmasıdır.

Gezegenlerin büyüklüğü, Güneş sisteminin muazzam düzeni gibi gerçekler, elbette hayret uyandırır. Burdaki denge ve düzen ilahi isimlerin ve hikmetin okutulmasına vesile olur. Ancak, bu hayretin insanı Allah’ın varlığına, birliğine ve hikmetine götürmesi gerekir. Aksi hâlde bu hayret, bir çeşit “müthiş bir şaşkınlık” ve "dehşetli bir korku" olarak kalır ve ruhta derin bir anlam veya kemali bir bilgi oluşturmaz.

2. Bilimsel Bilginin Sınırlılığı

Bediüzzaman’ın eleştirdiği “sersem ve geveze felsefe,” modern bilimin sadece görüneni açıklayıp onun arkasındaki hakikati dikkate almayan yaklaşımıdır.

  • Mesela, bilim Güneş’in bir ateş kütlesi olduğunu, gezegenlerin yörüngelerinin fiziksel kanunlarla belirlendiğini anlatır.
  • Ancak bu bilgi, insan ruhunda Allah’ın azametini hissettiren, yaratılışın hikmetine işaret eden manevî bir derinlik sunmaz.

Burada bilimin anlattıklarının yaratılışın anlamını kavrama noktasında eksik kalmasına vurgu yapılmaktadır. Sadece "Nasıl?" sorusuna cevap verir; "Neden?" ve "Kim?" sorularını cevaplamaz.

3. Kur’an’ın Yaklaşımı

Kur’an-ı Kerim, kâinatı tarif ederken onun fiziksel özelliklerinden ziyade, onda tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür ettirmeyi amaçlar. Mesela,

"Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için deliller vardır." (Âl-i İmrân, 3/190)

ayeti gibi mesajlar hep insanın nazarını Allah'a döndürmek için vardır. 

Kur’ân, kâinattaki muazzam düzeni anlatırken, bu düzenin Allah’ın varlığını, birliğini ve hikmetini ortaya koyan birer delil olduğunu vurgular. Böylece insan, sadece hayret değil, aynı zamanda bir iman ve marifet kapısı aralar.

4. Afaki Tefekkür ve Kemal-i İlmi Arasındaki Fark

  • Afaki tefekkür: Kâinat üzerinde inceleme yaparak düşünmek, büyüklüğüne ve düzenine hayran olmak.
  • Kemal-i ilmî: Bu hayranlığı, Allah’ın varlığı ve sıfatlarını anlamak için bir araç hâline getirmek. Çünkü ilimlerin şahı ve padişahı iman ilmidir.

Bediüzzaman, bilimsel bilginin kâinata hayran bırakmasına rağmen, bu hayranlığın Allah’ın marifetine (Onu tanımaya) götürmediğinde eksik kaldığını söylüyor. Yani, bilgiye dayalı bir hayret, tefekkür ile birleşmediğinde ruhu tatmin etmez ve insanı kemal-i ilmiye ulaştırmaz.

Netice; Üstad burada, bilimsel bilgiye karşı değildir; bilakis, bilimi ve kâinatı tefekkürün bir aracı ve vasıtası olarak görür. Ancak, bu bilginin Allah’ın yaratma fiillerini ve hikmetini anlamak için kullanılması gerektiğini vurgular. Sadece gezegenlerin büyüklüğünü veya Güneş’in yapısını bilmek insana ruhsal bir derinlik vermez. Bu bilgiyi Allah’ın azamet ve hikmetini tefekkür etmek için kullanmak ise, insana hakiki bir kemâl-i ilmî kazandırır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Güneşle ilgili Risale-i Nur'da geçen hikmetler ve tefekkür için çıkarılacak dersler var mıdır?



17. On Dokuzuncu Söz, On Dördüncü Reşha'nın sonundaki duanın mealini verir misiniz?

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ شِفَاۤءً لَنَا وَلِكَاتِبِهِ وَاَمْثاَلِهِ مِنْ كُلِّ دَاۤءٍ، وَمُونِساً لَنَا وَلَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَبَعْدَ مَمَاتِنَا، وَفِى الدُّنْياَ قَريِنًا، وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا، وَفِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا، وَعَلَى الصِّرَاطِ نُوراً، وَمِنَ النَّارِ سِتْراً وَحِجَاباً، وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا، وَاِلَىالْخَيْراَتِ كُلِّهاَ دَلِيلاً وَاِمَامًا، بِفَضْلِكَ وَجُودِكَ وَكَرَمِكَ وَرَحْمَتِكَ يَاۤ اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَاۤ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، اٰمِينَ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقاَنُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ، اٰمِينَ، اٰمِينَ 

"Allah’ım! Kur'ân'ı, bizim için, onu yazan ve  emsali için, her türlü hastalıklara karşı şifa (kıl).  (Kur’ânı) bize ve onlara hem dünyada, hem de âhirette ünsiyetli bir yoldaş eyle. Dünyada ve kabirde arkadaş, kıyamette şefaatçi, Sırat üzerinde nur, cehenneme karşı perde ve örtü, cennette arkadaş ve bütün hayırlara bizi sevk eden bir rehber ve önder kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin ve rahmetinle yap. Ey merhametlilerin en merhametlisi ve ey bütün cömertlerden daha cömert olan! Duâmızı kabul buyur."

"Allah'ım! Kendisine hakla batılı ayırt eden Kur'ân-ı Hakîmin indiği Zata, onun bütün âl ve ashâbına salât ve selâm eyle. Âmin, âmin."