Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Yirminci söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:36    Güncellendi: 21.02.2025 22:36

Birinci Makam, Giriş Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Yirminci Söz'ün başındaki ayetlerin meallerini verip kısaca izah eder misiniz?

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلئِكَةِ اسْجُدُوا ِلآدَمَ فَسَجَدُوا اِلاَّ اِبْلِيسَ

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً

Âyetlerin mealleri:

Birinci Ayet:

“Melaikeye 'Âdem için secde edin.' dediğimizde İblis hariç hepsi (derhâl) secde ettiler...” (Bakara, 2/34)

Ayetin devamı: “O, bundan kaçındı, kibrine yediremedi ve kâfirlerden oldu.”

İkinci Ayet:  

“...Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor...” (Bakara, 2/67)

Üçüncü Ayet:

“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hatta taştan da katılaştı...” (Bakara, 2/74)

Birinci ayetin kısa bir açıklaması:     

Bu surenin 30. ayet-i kerimesinde şöyle buyruluyor:

“Hani (hatırla ki), Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek  daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişler, Allah da ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim.’ demişti.” 

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” ifadesine, tefsirlerde “Mahlûkatım üzerinde birtakım tasarruflara sahip olacak birini yaratacağım.”, “Benim hükümlerimi benim namıma icra edecek ve benim kanunlarımı tatbike memur olacak bir canlı yaratacağım.” gibi manalar verilmektedir.

Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu ifadeler, bu hilafetin, tefekkür boyutuyla bütün kâinatı içine aldığına işaret ediyor:

“Hatta sema-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zafiyetiyle beraber hârika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlûkat ünvanını almıştır.”

Meleklere verilen secde emrinin “hürmet, tazim ve itaat secdesi” olduğu beyan edilmiştir. Melekler nurani varlıklar olduğundan, onların secdesini bizim secdemiz gibi düşünemeyiz. Ancak, meleklerin muhtelif şekillere girebilen varlıklar oldukları dikkate alındığında, bunun insanların secdesine benzer bir secde olması da ihtimalden uzak değildir.

İblis, yani şeytan, “Ben ondan daha üstünüm. Onu topraktan yarattın beni ateşten.” (Sad, 38/76) diyerek bu emre itaat etmemiştir.

Âyetten açıkça anlaşıldığı gibi, şeytan ateşten yaratılmıştır ve cin taifesindendir. Yine, bu ayetten “cinlerin de insanlar gibi imtihana tabi oldukları ve bu imtihanın bir gereği olarak İlâhî emirleri dinleyip dinlememe konusunda serbest bırakıldıkları” anlaşılıyor.

Ayetin sonundaki “kane” kelimesine iki ayrı mana verilmiştir: Birisi “oldu”, diğeri ise “idi.” Buna göre, bu son kısmın manası (İblis böylece) kâfirlerden oldu.” veya (İblis zâten) kâfirlerden idi.” şeklinde olur.

Birinci manaya göre, İblis kibirlenerek secde emrine itaat etmemekle küfre girmiştir. İkinci manaya göre ise, İblis cin taifesinin inanmayan kısmındandı, ancak bu küfrünü, secde emrini reddetmekle açığa vurmuş oldu.

İkinci âyetin kısa açıklaması:

Ayetin tamamının meali:

“Hani (hatırla ki) Musa, kavmine ‘Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor.’ demişti. Onlar da ‘Sen bizimle eğleniyor musun?’ demişlerdi. Musa, 'Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.' demişti.” (Bakara, 2/67)

İnek kesme emrinin o gün için ne kadar önemli ve bunun yerine getirilmesinin de ne kadar güç olduğunu anlamak için, hayalen o günlere gitmek gerekiyor.

Mısır’da Firavun'un hâkimiyeti bütün şiddetiyle sürmekte ve inek mukaddes  addedilmektedir. Mısırlıların ineğe taptıkları böyle bir ortamda Benî İsrail, ineğin kurban edilebileceğine ihtimal verecek halde değillerdir. Çünkü sığır kesmek, bir bakıma Firavun'a ve ordularına meydan okumak demektir. Böyle bir emrin verilmesini hiç beklememiş olacaklar ki, ayetin devamında buyurulduğu gibi, Hz. Musa’ya; “Sen bizimle eğleniyor musun?” demişlerdi. Hz. Musa (as) da onların bu sözlerine; “Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.” diye karşılık vermişti.

İnek kesme emrindeki temel hikmet, bakarperestliği yani ineğe tapma inancını ortadan kaldırmaktır.

Öte yandan, bu hadiseden almamız gereken ehemmiyetli bir ders de İlâhî emirleri “Neden ve niçin?” yollu sorulara girmeden hemen yerine getirmektir. İlâhî emri hemen yerine getirmek yerine, ineğin rengini ve sair özelliklerini sormaları, onları emre uymama tehlikesinin eşiğine getirmiştir.

Yetmiş Birinci ayette bu konu şöyle nazara veriliyor:

“ … Nihâyet onu boğazladılar. Az kalsın yapmayacaklardı.”

Onlara mutlak olarak, yani herhangi bir kayıt konulmadan ve hiçbir özellik istenmeksizin bir inek kesmeleri emredilmişti. Onlar ise, böyle bir emri akıllarına sığıştıramadılar ve birtakım sorular sormaya başladılar. İneğin özellikleri hakkında Hz. Musa’dan (as.) bilgi istediler. Bunda, ineği kesmekle başlarına gelecek sıkıntılardan korkmalarının da hissesi vardı. Sanki bu sorularla, onu kesmek istemez gibi bir tavır sergilediler. Sonunda kendilerini sıkıntıya soktular ve büyük bir bedel ödemek zorunda kaldılar. Bir rivayette ineğin derisi dolusunca altın ödediler.

Bu hadisenin çok önemli bir hikmeti de Benî İsrail’e, öldükten sonra dirilme hakkında tesirli bir ders vermekti. Sonraki ayetlerde bu konu şöyle haber veriliyor:

“Hani, bir kimseyi öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üstüne atmıştınız. Hâlbuki Allah, gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktı. 'Sığırın bir parçası ile öldürülene vurun.' dedik. (Denileni yaptılar ve ölü dirildi.) İşte, Allah ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir.” (Bakara, 2/72 ve 73)

Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şu bilgi veriliyor:

Çok zengin ve ihtiyar bir adamın bir tek oğlu ve yeğenleri vardı. Yeğenleri ihtiyarın servetine konmak için oğlunu gizlice öldürdüler ve suçu başkalarına atmak için de zoraki ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladılar. Haksız yere suçladıkları bir şahıs Hz. Musa’ya müracaat ederek katilin bulunması için Rabbine dua etmesini istedi. Ayette haber verildiği gibi, kesilen sığırın bir parçasını ölen kişiye vurduklarında, o ölmüş adam konuşmaya başladı ve gerçek katili haber verdi.

Üçüncü ayetin kısa açıklaması:

“Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu...” (Bakara, 2/74)

Bu ayet-i kerimede katilin ortaya çıkması hadisesine işaret ediliyor ve bu açık mucizeye rağmen, doğru yola gelmedikleri için de onların kalplerinin taşlardan daha katı olduğu bildiriliyor.



2. Yirminci Söz Birinci Makam'da Üstadımız bazı ayetleri tefsir ve izah ederken, bizlere ne gibi dersler veriyor?

Birinci Makam'da genel hatları ile Kur'an ile alâkalı bazı itiraz ve vesveselere cevaplar veriliyor.

Birinci Nükte: Kur'an'ın küçük ve ehemmiyetsiz görünen hadiselerde, büyük ve tafsilatlı meselelere nasıl işaret ettiği izah ediliyor. 

Meleklerin Âdem'e (as) secdesi bu hakikate işaret eden cüz’î bir hadisedir. Evet, Hz. Âdem (as) bütün insanlığın fıtratını temsil ederken, secde hadisesi de insanın sair mahlukattan istidat ve makam olarak ne kadar büyük olduğuna işaret eden bir semboldür. İnsanın fıtratına takılan duygu ve cihazlar, Allah’ın bütün isimlerinin tecellilerini tartıp tadacak bir genişliktedir. Sair mahlukattaki istidatlar insandaki kadar küllî değildir. Bu küllî hakikat secde hadisesi ile insanlığa ders veriliyor.

İkinci Nükte: İsrailoğullarının ineği kesmesine dair kıssadaki dersler:

Üstad Hazretleri bu izahında iklim ve çevre şartlarının, insanların inanç ve kültürlerinin üzerinde nasıl derin tesire sahip olduğunu gösteriyor. Nil nehrinin etrafında tarımın ne kadar ehemmiyetli olduğunu, öküz ve inek gibi hayvanların nasıl ilahlaştırıldığını çok veciz ve güzel bir şekilde izah ediyor. Bu cüz’î hadiseden küllî bir ders çıkarıyor ki, bu gibi hastalıklar her devirde ve her toplumda tezahür edebilir diyerek, ciddî bir sosyolojik tahlil yapıyor.

Bu gibi içtimai hâdiseleri bir tek sebebe dayandırmak ve öylece izah etmek doğru değildir. Bakara sûresinde zikredilen bu hadise de o zamanın birçok hususiyetine işaret eden çok ehemmiyetli bir derstir. Üstad Hazretlerinin ifadesi ile küllî bir kanunun bir ucu gibidir. Her insan küllî kanunları okuyamaz, ama bir ucuna bakarak külliyete intikal edebilir. Kur’an ekseriyetle insanların içtimaî hayatına yerleşmiş bu gibi kanunları bir temsil ve hikâye ile avam tabakasına da ders veriyor.

İnek hadisesindeki en büyük maksat, o batıl inancın insanların kalbinden sökülüp atılmasıdır. Zaten peygamberlerin insanlara gönderiliş gayesi de batıl inançları kaldırıp onun yerine sağlam iman esaslarını tesis etmektir. İnek kesme hadisesi de bu yerleşmiş yanlış itikadın bertaraf edilmesi içindir. Ziraat, nehir ve bakar sadece o batıl inancın menşeine, yani hangi sebeplerden ortaya çıktığına işaret ediyor.

Üçüncü Nükte: Taşlar hakkındaki ayetin verdiği dersler:

Taşlar, cansız birer varlık olmalarından dolayı kör, sağır ve dilsizdirler. Ayette de bu mana katı ve cansız şeklinde tasvir edilmiş. Yani gözü, kulağı ve hayatı olmayan şu katı taşlar dahi Allah’ın emirlerine uyarken, “Ey insan, senin gözün, kulağın ve hayatın olduğu halde, nasıl olur da Allah’ın emirlerine uymazsın.” diye insanı hem tehdit hem de ikaz ediyor.

Taşların vazifeleri içinde toprak tabakasının altında bulunan sulara kanallık ve yataklık yapması da vardır. Üstad'ın "su cetveli" tabiri kanal ve yatak olma manasındadır. Şayet toprağın altında taş tabakası olmasa idi, sular toprağı göçürecek, suların dolaşmasına imkân vermeyecekti. Bu sebeple taşların toprak altında ve toprak üstünde sayısız hikmetleri varken, insanın iman ve ibadeti terk etmesi hakikaten taştan daha değersiz bir seviyeye düşmesi demektir.



3. "Bir gün şu ayetleri okurken İblis'in ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm'in feyzinden üç nükte ilham edildi." Bu ilkaata karşı Kur’an’ın feyzinden gelen ilhamı nasıl anlamalıyız?

İblisin ilkaati, şeytanın insan kalbine attığı vesveselerdir.

Üstad Hazretleri, “Vesvesenin sureti şudur. Dedi ki: 'Dersiniz: Kur'ân mu'cizedir. Hem nihayetsiz belağattedir.'” diye başlayan paragrafta bu vesveseyi kendisi bizzat ifade etmişlerdir. 

Bu derste temel maksat, şeytanın bu gibi vesveselerine kapılarak Kur’an hakikatleri hakkında şüpheye düşme tehlikesiyle karşılaşanlara rehberlik etmek, onlara doğru yolu göstermektir. Birçok risalede olduğu gibi, burada da muhataba doğrudan hitap etmek yerine, şeytanın vesvesesine verilen cevapların nakledilmesi yoluna gidilmiştir.

Üstad Hazretleri Nur’un dört esasından biri olan şefkati kendi ruhunda kemâliyle yaşamış, güz mevsiminde dökülen yapraklara acıyacak kadar ileri olan bu şefkatiyle, ahir zaman fitnesinin bütün dehşetiyle hükmettiği bu asırda, insanların imanını tehlikede görmenin ıstırabını olanca ağırlığıyla çekmiş ve bunlara bir çare bulmayı bütün ruhuyla arzu etmiştir. Kendi ifadesiyle “Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.” demiş ve bütün bu vesveselere, şüphelere, iman zafiyetine, her türlü dalalet cereyanlarına karşı, Kur’an eczanesinden gerekli ilaçları ihsan etmesi için Allah’a yalvarmış ve bu büyük derdinin dermanı, onun o müşfik ruhuna ilham yoluyla ihsan edilmiştir. Nitekim kendisi de “Risalelerin ekseriyet itibariyle, sünuhat” olduğunu ifade etmekle bu ilahi ihsanı dile getirmektedir.



4. "Kur'an mu'cizedir. Hem nihâyetsiz belagattedir. Hem, umuma her vakitte hidayettir." İzah eder misiniz?

Muciz; acze düşüren demektir. Kur’an-ı Kerim’in mislini getirmekte bütün edipler âciz kalmışlardır ve tarih buna şahittir.

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’anın i’cazının (mucize oluşunun) kırk vechi olduğunu beyan ediyor. Yani, Kur’an sadece belağat yönüyle değil, çok cihetleriyle insanları “mislini getirmekten” âciz bırakıyor. Bunlardan en mühimi; Allah’ı insanlara her türlü batıl inançlardan ve yanlış düşüncelerden uzak olarak tanıtmasıdır.  Bu ise bir beşerin işi olamaz. Allah’ın varlığının vacip, zatının kadim ve baki; sıfatlarının mutlak ve nihayetsiz olduğu, hiçbir şeyin onun misli gibi olamayacağı, bütün hayrın ancak onun elinde bulunduğu gibi ilahi hakikatleri beşere ders vermesi de Kur’anın i’cazındandır. 

Hristiyanların Hz. İsa’ya (as.) ve Hz. Meryem’e ilahlık isnad etmeleri, Yahudilerin Hz. Üzeyre -haşa"Allah’ın oğlu" demeleri gibi bütün batıl inanç ve telakkileri reddederek, Allah hakkında en doğru bilgilerin verilmesi elbette çok ehemmiyetli bir mucizedir.

Keza, kâinatın ve insanın yaratılış safhalarından peygamberler tarihine kadar, insanın ibadet dünyasından içtimai hayatının tanzimine kadar koyduğu esaslar ve verdiği bilgiler de onun mucize oluşunun ayrı cihetleridir. Bunların da benzerini getirmek insan idrakinin çok ötesindedir.

Kur’an-ı Kerim, başta o asrın müşrikleri olmak üzere bütün insanlara, belagat noktasında meydan okumuş ve bir tek suresinin dahi olsa nazirini getirmelerini istemişti. Bütün edipler bu noktada âciz kaldılar ve onun nazirini getirmenin mümkün olmadığını gördüklerinden harp yolunu tercih ettiler.

Bilindiği gibi, dil bir vasıtadır. Onun mükemmel kullanılması ise büyük bir sanattır. Hepimiz Türkçe bildiğimiz halde edebî bir metni yahut harika bir şiiri taklit edemiyoruz. 

Bu hakikatin kâinat kitabında sonsuz denecek kadar çok delili ve şahidi vardır. Şöyle ki;

İnsanı, hayvanı yahut bir çiçeği meydana getiren elementler birer harf gibidirler. O harflerden Allah’ın yazdığı kudret kelimeleri olan bu canlıları nasıl taklit edemiyorsak, Arapça nazil olan Kur’an’ın da bir benzerini getiremiyoruz. Kur’an Arapçadır, ama Allah kelamıdır. Aynı Arapçayla insanların yazdıkları eserler ile Allah’ın ayetleri hiçbir cihetle mukayeseye gelmezler. Her mimar ve mühendis camileri taştan yapar ama Mimar Sinan’ın yaptığı Süleymaniye camiînin benzerini yapamaz. Malzeme aynı, fakat sanat ve eser farklı.

Kur’an'ın “umuma her vakitte hidayet” olması, onun son ilahi kitap olup, avam-havas bütün insanlara hitap ettiğini ve hükmünün kıyamete kadar gelecek herkese şamil olduğunu ifade etmektedir. Yani, Kur’an-ı Kerîm sadece bir kavme, bir grup insana, bir beldeye, bir asra değil, bütün insanlara ve bütün asırlara hidayet yolunu göstermek üzere nazil olmuş son semavi fermandır.



5. "Halbuki şöyle bazı hadisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var?" Kur’an-ı Kerim'de, enbiyalardan ve kıssalarından neden bahsediliyor?

Kur'an'ın peygamber kıssalarını anlatmasında çok hikmetler var. Biz bunları birkaç madde halinde özetleyebiliriz:

Birincisi, ekseri avam ve basit anlayışlı olan insanlara, hakikatleri “yaşanmış hadiseleri numune göstererek ifade etmek, mücerret bir şekilde anlatmaktan daha tesirli ve daha etkileyici bir yoldur. Bu yüzden Kur’an kıssalar ile anlatmayı esas tutmuştur.

İkincisi, peygamberlerin hayat mücadeleleri ve muvaffakiyetleri ümmetin kuvve-i maneviyesini takviye eden bir ümit kaynağı iken, muhaliflerin mağlubiyetleri ve azaba duçar olmaları da kâfirler için bir ikaz ifade ediyor. 

Üçüncüsü, temsiller ve teşbihler dağınık ve derin hakikatlerinin anlaşılmasını kolaylaştıran, zihne yakınlaştıran dürbün vazifesi görürler. Peygamber kıssaları da böyledir. Bazen bir teşbih veya bir kıssa bir kitap kadar tesirli olabiliyor. Kur’an bu tarz kıssalar ile doludur.

Dördüncüsü, Kur'an'da zikredilen peygamber kıssaları ve mu’cizeleri insanlara iki ayrı mesaj vermektedir: Birisi, insanların hak davayı tasdik etmelerini temin etmek. İkincisi de fen, sanat ve teknolojinin en son sınırını çizerek, insanları o mu’cizelerin bir benzerini yapmaya teşvik etmektir. Yani peygamber kıssaları sadece manevî bir rehber ve ilham kaynağı olmakla kalmayıp maddî terakkilere de rehberlik etmiş ve ilham kaynağı olmuştur.

Bu noktada her sanat dalı bir peygamberi pir ittihaz eder. Yani peygamberler zülcenaheyndir. Bir yönüyle insanların imanlarını ve ebedî hayatlarını kurtarırken diğer taraftan dünyalarını mamur edecek fen ve sanata öncülük yaparlar.

Mesela, Kur'an-ı Kerim, Hz. Musa (as)'nın asasını yere vurarak su çıkardığını haber vermekle, insanları yerden su çıkaracak bir âlet yapmaya teşvik ediyor. Hazret-i İbrahim’in (as) ateşe atıldığını, fakat ateşin onu yakmadığını bildirmekle, ateşin yakmayacağı maddeyi bulmanın mümkün olduğunu ders veriyor. Hazret-i Davud’un (a.s.) demiri hamur gibi yoğurduğunu haber vermekle, demire istenilen şeklin verilebileceğini ihtar ediyor. Hazret-i Süleyman’ın (as) Belkıs'ın tahtını bir anda yanına getirttiğini anlatmakla, eşyanın bir anda bir yerden bir yere aynen nakledilmesinin mümkün alacağını beyan ediyor.

Kur'an'dan ilham alan ilim adamları mucizelerin aynısını yapamamakla birlikte, küçük bir benzerini yapmayı başarmışlardır. Sondaj aleti ile istedikleri yerden su çıkarabildikleri gibi, amyant maddesi sayesinde de kızgın alevlerin içine girebilmektedirler. Eşyanın aynı anda nakledilmesi hususunda ise çalışmalar yapılmakla birlikte, henüz istenilen neticeyi elde edememişlerdir.



6. "Hem de Âdem'e secde olan hadise, sırf bir emr-i gaybîdir." Meleklerin Hz. Âdeme secde etmeleri hadisesinin "gaybi bir emir olması" ne demektir?

Buradaki “emir” kelimesi “iş, hadise” manasınadır, gaybi olması da bu hadiseye insanların şahit olmamaları demektir. Yani, bu emri ve neticesini müminler gayba imanlarının bir gereği olarak bilirler ve inanırlar, yoksa bu hadiseyi görmüş değillerdir.



7. "Hem taşların tesadüfî olan bazı halat-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?" Burada ifade edilen "Taşların bazı halat-ı tabiiyesi"nden maksat ne olabilir?

Taşların tabii halleri denilince, onların yapıları, parçalanmaları, zamanla eski hallerini kaybetmeleri, zelzele gibi bir takım harici hadiselerin tesiriyle yerlerinden kopmaları, yuvarlanmaları gibi onların yapısıyla alâkalı hususiyetler ve hadiseler anlaşılır.

Bununla birlikte, onların tabiatlarında olan bazı hususiyetlerin açığa çıkması ve harekete geçmesi, o cansız varlıkların kendi istek ve iradeleriyle değil, Allah’ın irade ve kudretiyle vuku bulur. O cansız varlıklar da bu ilahi iradeye tabi olarak yuvarlanırlar, parçalanırlar, yarılırlar, küçülürler.

O katı taşlar Allah’ın emrine böyle itaat ederken, insanların ilahi hükümlere isyan etmeleri, onların kalplerinin “taşlardan daha katı” olması şeklinde ifade edilmiş bulunuyor.



8. Kuran'da her şey eksiksiz sağlam ve açık şekilde açıklanmış ise, tefsire, tevile ne gerek var; niye birçok tefsir yapılmış?

Meal, hiçbir zaman Kur’an’ın asıl metninin yerini tutmaz. Bu yüzden bütün İslam âlimleri "Kur'an’ın hakiki anlamda başka dile tercüme edilmesi mümkün değildir." diye ittifak etmişlerdir. Kur’an, Allah’ın sonsuz ilminden ve her isminin en yüksek makamından süzülüp gelen ezelî bir kelam olmasından dolayı, sayısız mana ve incelikleri içinde barındırır.

 "...Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir şekilde  kitapta yazılmış olmasın." (En'âm, 6/59)

"Her bir âyetin mana mertebelerinde bir zahiri, bir batını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin hadisçe شُجُونٍ وَغُسُونٍ  tâbir edilen fürûatı, işârâtı, dal ve budakları vardır..."(1)

Bu hadis-i şerifin de hükmüyle her ayetin çok mâna mertebeleri vardır. Kur’an meallerinde bu genişlik ve inceliklerin büyük bir kısmı kaybolur. Bu yüzden meale Kur’an nazarı ile bakmak caiz değildir. Meal, neticede, bir insanın Kur’an’dan anladığı eksik bir tercümedir.

Meal, Kur'an’ın sadece zahir manasını gösterir. Geri kalan bâtınî ve işarî manalarını göstermekten uzaktır. Tarihte yüz binlerce tefsirler yazıldığı halde, hepsi Kur'an’ı hakkıyla tarif edememişken, meal mi hakiki olarak tarif edecek. Beşerî eserler bile başka dillere tercüme edilirken, asliyetini muhafaza edemiyor.

Kur'an’ın zahir ve sarîh manasından başka çok ince ve latif manaları vardır. Bu hem ayetle hem de hadislerle sabittir. Bu latif ve ince mânaların da çok derinlikleri vardır ki, bunları keşfedip çıkarmak ancak ehline mahsustur. Bu da birçok ilimlerde mütehassıs olmayı gerektiriyor. Tarihte sadece Üstad Hazretleri değil, birçok dil ve gramer mütehassısı şahsiyetler ayetlerin belagatından bu gibi manevi inci ve elmasları çıkarmışlardır.

Kur'an ayetlerinin derin manalarına ulaşmanın çok muhtelif yolları vardır. Mesela ebcet ve cifir, belagatın ince kaideleri, kalbin keşfi, basiret, ilmin letafeti, aklın inkişafı, bunlara misal olarak verilebilir.

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resûlüne götürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ, 4/59)

"Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana karşı gelirse, Allah’a karşı gelmiş olur. Emîre itaat eden, bana da itaat etmiş olur. Emire isyan eden bana da karşı gelmiş olur.” (bk.  Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, V/64-65)

İslam âlimleri, emîrden kastedilen mananın geniş olup, ilimde ve Kur'an’ı anlamakta mütehassıs olan âlimlerin de bu mananın şumülünde olduğuna dikkat çekmişlerdir.

"De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak aklıselim sahipleri öğüt alır." (Zümer, 39/9)

Kur'an’ı anlamakta vukufiyet ve rusuhiyet kesbetmiş olan İslâm âlimlerini, cahil ve avam insanlarla aynı kefeye koymak bu âyetin mânasıyla asla bağdaşmaz. Dinî ilimlerde derinleşmemiş, bir adamın, âlimlere ve müçtehidlere ihtiyaç duymadan Kur'an’ı “anlarım ve ona göre amel ederim” demesi büyük bir cehalettir.

"Hikmeti (ilmi) dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak sağduyu sahipleri düşünüp anlarlar." (Bakara, 2/269)

"...Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan gereğince korkar..." (Fâtır, 35/28)

"...Bilmiyorsanız ilim erbâbına sorunuz." (Nahl, 16/43)

"...Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar." (Ankebut, 29/43)

Bütün bu ayetlerden Kur'an’ı anlamakta ve istifade etmekte, âlimlerin ilmine ve eserlerine müracaat etmenin ne derece lüzumlu olduğu anlaşılmaktadır. Âlimleri ve müçtehitleri devre dışı bırakarak, tefsirlere müracaat etmeden; “Kur'an’ı mealinden okuyup anlarım” havasına girmek, cahilane bir harekettir. Kur'an’ın sayısız hikmet ve mânalarını anlamak, ancak âlimler ve onların yazdığı tefsirlerle mümkündür.

Çiçeklerin açması, ağaçların meyve vermesi, nebatatın büyümesi için güneşe, havaya ve suya nasıl ihtiyaç varsa, gönüllerin nurlanması ve akılların irşadı için de Kur'an, sünnet, icma ve fukahaya o derece ihtiyaç vardır. Bizler müfessirlerin tefsirlerini, âlimlerin eserlerini okur, istifade eder, bir nebze de olsa Kur'anı anlamaya çalışırız. Ayetleri kendi aklımıza göre tevil edersek yanılırız, tehlikeye düşeriz. Kur'an-ı Kerim'in derin sırlarını açıklayan, ayetlerden hüküm çıkaran başta Resullullah Efendimiz (asm) ve onun yolundan giden mürşitler, müçtehitler ve âlimlerdir.

Her hastalığın tabibi, her mesleğin ustası, her ilmin erbabı olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in anlaşılmasında da söz sahibi ancak âlimlerdir. Bir meselede o sahada ihtisas sahibi olan kimselerin sözüne itibar edilir. Bir binanın çürük mü yoksa sağlam mı olduğuna inşaat mühendisi karar verir. Onun sözü, o konuda fikir beyan eden yüz doktorun sözünden daha inandırıcı ve daha tesirlidir. Aynı şekilde bir kişinin hastalığı konusunda da yüz mühendisin değil, bir doktorun sözüne itibar edilir. Zira o konuda söz söyleme selahiyeti onundur.


Birinci Makam, Birinci Nükte Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Hazret-i Âdem'in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu'cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hadise-i cüz'iyedir." Tâlim-i esma ne demektir? Âdem Aleyhisselâm’ın meleklere rüçhaniyyetinin sebebinin tâlim-i esmâ olmasını nasıl anlamalıyız?

Talim, ilim öğretmek demektir. Öğretme ise bir anda değil tedricî, yani kademeli olarak icra edilir. 

Talim-i esmayı haber veren, “Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti..." (Bakara, 2/31) ayet-i kerimesi hakkında tefsir âlimlerimizin yaptıkları açıklamaların bir özetini takdim ediyoruz:

Esma kelimesiyle sadece maddi eşyanın isimleri değil, manevi varlıkların da isimleri kastedilmiş olabileceği gibi, insana isim verme ve dil icat etme kabiliyetinin verilmesi de anlaşılabilir.

Bir diğer açıklamada, esmanın talimi “Ya Âdem’de o isimlerle ilgili zarurî bilgiyi öğretmesi veya kalbine bunları ilka etmesi şeklindedir.” Yani, “Ona eşyanın zatlarını, özelliklerini, isimlerini, ilimlerin usulünü, kâinatın kanunlarını, eşyanın yaratılış hikmetlerini ilham etmiştir.”

Bir diğer tefsirde, “Allah o esmayı Hz. Âdem’in ruhuna bizzat ilham etti veya Âdem’e bu gibi hususlara dair isimler verme ve bunları kullanma istidadına sahip bir ruh ihsan etti.” denilmektedir.

Bir başka tefsirde, bu isimler insanların konuşup anlaşmalarına sebep olan bütün isimlerdir; hayvan, dağ, deniz, arz,.. gibi denilir.

Bazı tefsir âlimleri ise meleklerden isimlerinin bildirilmesi istenen varlıklar hakkında “hüm” (onlar) zamirinin kullanıldığına dikkat çekerek, bu zamirin akıl sahipleri için kullanıldığını, bildirilmesi istenen isimlerin sadece bilinen ve görülen eşyanın isimleri olmayıp Hz. Âdem’in zürriyetinin isimlerine de şamil olduğunu beyan ederler. 

“En zahir mana bu müsemmeyatın Hazret-i Âdeme hâlef olan zürriyetleri olmasıdır.”  …  “Bütün esmânın tâlim edilip de yalnız bunların arz edilmiş olması da ihtimal dâhilindedir.” (Hak Dini Kur’ân Dili, s.311)

Hz. Âdem (as.) insan nev’inin ilk ferdidir. Ona verilen bu istidat, bütün insanlık âlemindeki her türlü ilmî gelişmelerin çekirdeği hükmündedir.

Meleklerin Hz. Âdem’e bu ilminden dolayı secde etmeleri, insan nevinin melek nevinden bu konuda daha ileri olduğunun ilan edilmesi demektir.

Müfessirlerin ekseriyeti “secde emrinin bütün meleklere verildiğini” beyan etmelerine mukabil, bir kısım müfessirler de bu emrin “insanın emrine verilen eşyaya müekkel olan meleklere verildiği” fikrindedirler. Buna göre, meleklerin Âdem’e secde etmeleri, bütün bu âlemlerin insana hizmet etmelerinin bir delilidir. Yine bu âlimler, istiğrak halinde olup, daima Allah’a ibadet üzere bulunan “mukarrebînin” bu emre muhatap olmadığı kanaatindedirler. Hakikat-ı hâli Allah bilir.

Buradaki “bir hadise-i cüziye” ifadesi, küçüklük manasına değildir. Bu talimin, bir tek hadise olmakla birlikte birçok küllî hakikatleri ders verdiğine işarettir. Mesela, insanın gözü cüz’î bir varlıktır, ama çiçeklerden yıldızlara, insanlardan hayvanlara kadar pek çok varlığı görmek gibi küllî bir vazife yapar. Bir çekirdek de cüz’î bir varlık olmakla beraber, bir ağacın bütün dallarının, yapraklarının, çiçeklerinin programını taşır. Bu hâl, onu cüz’îlikten çıkarır, bir nevi küllî yapar.

2. Tâlim-i esmâdaki düstur-u küllînin uçları olarak nazara verilen, "nev-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulum", "kâinatın envâına muhit pek çok fünun" ve "Hâlık’ın şuunat ve evsafına şâmil kesretli maarif"i izah eder misiniz?

"Tâlim-i esma" yani isimleri öğretme, öncelikle insanın bu istidatta yaratılmasıyla alakalıdır. Bir örnek verelim:

Gözde Basîr (gören, görücü) isminin tecelli etmesi için, gözün görme istidatına sahip bir şekilde yaratılması gerekir. Nitekim öyle olmuş ve Basîr ismi, elde veya ayakta değil de gözde tecelli etmiştir.

İnsan da bütün isimleri öğrenebilecek bir kabiliyette yaratılmış, bu yönüyle meleklerden üstün olmuş, bunun meleklere de gösterilmesi hikmetiyle ayet-i kerimede haber verilen imtihan gerçekleştirilmiştir.

İnsan, bütün esmanın tecellilerini bilecek, idrak edecek câmi bir istidada sahip kılınmıştır. Bundan dolayı arza halife olmuştur.

“Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.”

İşte bu halifenin yükleneceği büyük vazifeleri tahmin edemeyen melekler, onun yaratılacağı haberini işitince, yeryüzünde daha önce kan döken yırtıcı hayvanlar gibi, onun da kan dökeceğini sanmış ve böyle bir mahlukun yaratılmasındaki hikmeti anlamak istemişlerdir.

“Nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emânet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermiş.”  ifadesi, emaneti göklerin, yerin ve dağların değil de insanın yüklenmesiyle yakından alakalıdır. Nitekim Üstad Hazretleri Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati'nde, bu büyük emaneti, insanın yüklenmesini ondaki “istidat” ile izah etmiştir. Bu teklifin mahiyetini bilemiyoruz. Ancak bizim buradan alacağımız en büyük ders, insan mahiyetine konulan istidadın ehemmiyetini idrak etmek, semaların, yerin ve dağların kaldıramadıkları bir yükü yüklenme istidadımızı iyi değerlendirmek ve onu günah ve isyanlarla zayi etmemektir.

İşte gökler, yer ve dağlar emaneti yüklenecek istidada sahip olmadıkları gibi, onlara müekkel olan melekler de o varlıkların gerçek mahiyetini, yaratılış hikmetini, vazifelerini ve onlardaki rahmet ve inâyet cilvelerini bilmekten uzaktırlar.

Buna göre, insanın hizmetine verilen eşyanın isimlerini melekler bilemezken, insan kendisine verilen o câmi istidat ile o varlıkların ne olduklarını, ne görev yaptıklarını, kendisinin ne gibi ihtiyaçlarına cevap verdiklerini önce özet olarak bilmiş, ilim ve fennin inkişafıyla bu konuda çok daha derinlere inmiş, çok daha ileri ve yüksek bilgilere ulaşmıştır.

İnsanın câmi istidadı ona şu üç sahada inkişaf imkânı sağlamıştır: Ulûm, fünun ve maarif.

Bilindiği gibi fünun (fenler) kâinatın fizikî yapısıyla alakalı ilimlerdir; fizik, kimya, botanik, jeoloji, astronomi gibi. 

Ulûm ifadesinin biraz daha metafizik boyutu vardır. Meselâ, ilahiyat, tarih, edebiyat gibi ilim dallarının konusu fizikî âlem olmadığından onlara "fünun” denilmez.

Maarif denilince, öncelikle en büyük ilim olan marifetullah anlaşılır. Allah’ın isimlerini, sıfatlarını, fiillerini ve esma tecellilerini tanıma konusunda insana verilen istidat, meleklerden çok ileridir. Ene bahsinde ve Otuz Üçüncü Söz’ün İnsan Penceresinde bu konu çok güzel ve mükemmel olarak işlenmiştir. Burada sadece bir iki noktaya değinmekle yetinelim:

İnsana verilen ilim, irade, görme ve işitme gibi sıfatlar; ikram, ihsan, merhamet ve gazap gibi duygular, insanın İlâhî sıfatları ve şuûnatı bir derece bilmesi için birer dürbün vazifesi görüyor. Melekler bu noktada insan kadar zengin değillerdir. Bir de insan bütün isimlere ayna olması yönüyle de meleklerden çok ileridir.

Melekler Güneş'in ışık saçmasının hikmetini bilemezler, zira onların görmek için ışığa ihtiyaçları yoktur. Meyvelerin, sebzelerin rızık olduklarını, vitamin ve kalori taşıdıklarını da bilemezler, çünkü onlar yemeyen ve içmeyen varlıklardır. Bu örnekleri esas alarak düşündüğümüzde, dünyanın dönmesi, gece ve gündüzün meydana gelmesi, insanların ve hayvanların organlarının yaratılış hikmetleri, atmosferin görevleri, elementlerin farklı özellikleri ve bunun sağladığı faydalar gibi sonsuz denecek kadar çok şey meleklerin meçhulüdür. Çünkü onların bu sayılanların hiçbiriyle ilgileri yoktur. Bütün bunları sadece birer  eser olarak temaşa edebilirler.

Mesela, meleklerde Rezzâk ismi, Şâfi ismi, Gaffâr ismi, Tevvab ismi gibi birçok esma tecelli etmez.

Öte yandan, melekler nurdan yaratıldıklarından, insanın ana rahminde geçirdiği terbiye safhaları gibi safhalardan da geçmezler. Bu terbiyenin her kademesinde ayrı bir sanat sergilenir ve ona bağlı olarak da ayrı bir isim tecelli eder.

Keza, melekler maddî varlıklar olmadıklarından cisme mahsus hiçbir özelliği taşımazlar. Bunlar ise ayrı birer İlâhî fiille yaratılmışlardır. Onlarda ayrı sanatlar ve ayrı isimler sergilenmiştir. İnsana müekkel bir melek bu organları tanısa da vazifelerini bilemez, onlardaki hikmet ve rahmet cilvelerine vakıf olamaz. Mesela, beynin terbiyesi, gözün, kulağın terbiyeleri birbirinden farklı olduğu gibi, midenin, kalbin, akciğerin ve karaciğerin, al ve ak yuvarların terbiyeleri de birbirinden çok farklıdır ve her birinde Rab isminin ayrı bir tecellisi kendini gösterir. Bütün bunlar insan için ayrı bir rahmettir, ayrı bir inâyettir.

Bir önceki soruda da temas edildiği gibi, insanın emaneti yüklenmesinin temelinde onun istidadının zenginliği ve üstünlüğü yatar. Yani, insan bu istidadı sayesinde emaneti yüklenmiştir; gökler, yer ve dağlar ise onu yüklenmeye istidatları olmadığı için bu yükten kaçınmışlardır. Üstad Hazretleri bu yükü   “küçücük cüz’î sıfatlarını vahid-i kıyasî yapıp Hâlık’ın muhit sıfatlarını… ölçerek bilmek” şeklinde özetliyor. Yani insan, kendi istidadına konulan rahmet sıfatını bir ölçü tutarak Allah’ın rahmetini bir derece bildiği gibi, kendindeki ilim ile Allah’ın ilmini, irade ile onun iradesini, gazap ile onun kahrını, işleri planlamasıyla onun takdirini … tefekkür edebilme istidadına sahiptir. Melekler bu noktada insandan çok geridirler.

İnsana, arza halife olma rütbesi bu istidadından dolayı verilmiştir. Yani, insan  bütün canlılardan, bitkilerden faydalanabilmekte, yeryüzü tarlasını dilediği gibi ekip biçmektedir. Bu üstün vazifesi sebebiyledir ki, Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, onların tesbihatına müdahale yetkisine sahip kılınmıştır. Yani, o tesbih eden varlıkları kesmek yahut biçmek  suretiyle onların vazifelerine son verebilmektedir. Bir başka risalesinde de insan için “şu tesbih eden mahlukatın hürmetli bir ustabaşısı” ifadesini kullanır. Yani, her varlık Hakk’ı tesbih eder, ama insan bu konuda onlardan çok ileridir. Aralarında ustabaşı ile çırak kadar büyük bir farklılık vardır.

Şu noktanın da ehemmiyetle nazara alınması gerekiyor:

Ayet-i Kerimede “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” buyurulması, insanın semada değil, yerde yaratıldığı içindir; ancak onun fikrî çalışmaları yeryüzüyle sınırlı değildir. Üstad Hazretlerinin ifadesiyle “insan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi”dir. Bu meyve, küllî şuuruyla bütün ağacı temaşa edebilir. Şu var ki, kıyamet yaklaştığı halde insanoğlu maddi âlemde sadece dünyanın uydusu olan Ay’a gidebilmiştir. Düşünce ufku semaları kaplasa da o hâlâ arza bağlıdır, onda hayat sürmektedir.

Öte yandan, yeryüzünde yaklaşık üç milyon canlı türü olduğu söyleniyor. Bunlar içerisinde akıl sahibi tek canlı insandır. Bu yönüyle de insan arzın halifesidir.

3. "Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını..." Hz. Âdem'e meleklerin secde etmesi hengâmında, nefs-i emmare yaratılmış mıydı?

"Bir zamanlar biz, meleklere 'Âdem'e secde edin!..' dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." (Bakara, 2/34)

Allah, insanı kuru bir çamurdan, cinleri ateşten, melekleri de nurdan yaratmıştır. Yaratılışta ilk sırayı melekler, sonra cinler, sonra da insanlar almıştır. İlk yaratılan insan, aynı zamanda ilk peygamber Hz. Âdem’dir.

Allah, Hz. Âdem’i (as) yarattığında meleklerin ona secde etmelerini emretti. Bütün melekler secde ettiği hâlde, İblis secdeden kaçındı. Bundan sonra da kıyamete kadar şeytanlığını devam ettirmek için Allah’tan izin istedi. İsteği kabul edilince de insanları hak yoldan çıkarmaya devam etti.

"Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatını) tamamlayıp ona da ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın.' Bunun üzerine İblis'ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Allah: 'Ey İblis, iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.' (Sâd, 38/71-76. Ayrıca bk. A'râf, 7/12; Hicr, 15/29; Secde, 32/8-9)

Cenâb-ı Hak böylece Hz. Âdem’i (as) en mükemmel bir şekilde yarattı. Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah Teâlâ ona, haydi şu meleklere git, selam ver ve onların selamını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin hem de zürriyetinin selamlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Âdem meleklere: "Es-selamü aleyküm." dedi. Onlar da: "Es-selamu aleyke ve rahmetullah." diye karşılık verdiler.(bk. Buharî, Enbiyâ 1, İstizân 1; Müslim, Cennet 28)

Hem âyetin açıklamasına bakıldığında secde, ceset ve ruhun beraber olduğu bir zamanda yapılmıştır. Nefis insan ruhunun ayrılmaz bir parçası gibidir; sonradan verilmiş bir şey değildir.

4. "Kur'an, şahs-ı Âdem'e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve şeytanın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle..." Devamıyla izah eder misiniz?

"Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve şeytanın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envaları ve o envaın manevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habîseleri, o nev-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bir tek Âdem’le (as) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."(1)

Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmeleri hadisesinden iki ayrı dersi birlikte alıyoruz:

Birisi, Allah’ın emrine itaat dersi, diğeri ise insanın mahiyetinin meleklerden daha üstün olduğu.

Aynı şekilde, şeytanın Hz. Âdem’e secde etmemesinde de iki ayrı kötülük birlikte sergilenir: Birisi İlâhî emirlere isyan, diğeri ise kibirlenme.

Bu hadiseyi Kur’an'dan öğrenen bir mümin, o İlahi Fermanın hükümlerine riayet ettikçe, meleklerle arkadaş olduğunu düşünmeli ve şükretmelidir. Günah işleyen bir mümin de şeytanın yoluna girdiğini düşünmeli ve büyük bir uçuruma yaklaştığını fark ederek derhâl tövbe etmeli ve  istikamet yoluna girmelidir. 

Öte yandan, her isyanın altında, ilahi emre başkaldırmak gibi bir kibir halinin olduğunu da ayrıca düşünüp, kötülüklerden uzak durma konusunda hassasiyet göstermelidir.

“... Muhakkak ki, namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. ...” (Ankebût, 29/45) 

mealindeki ayet-i kerimede sözü edilen kötülüklerden birisi de kibirdir. Ve namaz, İblisi secde etmekten alıkoyan bu kötülüğün de en büyük ilacıdır. Zira namazın her rüknü bir yönüyle itaat dersi verirken, diğer yönüyle de tevazu talimi yaptırır. Şöyle ki; 

Kıbleye dönmek ilahi emre uymanın ilk işaretidir.

Selam vermek kibri kıran önemli bir ilaçtır. Bunu el bağlama takip eder. Daha sonra, rükû ile kibir iki büklüm olur, secde ile de yere serilir ve mahvolur.

İşte itaatin en büyük alâmeti ve kibrin en zıt noktası bu secdedir ve meleklerin Hz. Âdem’e secde etmeleri, Allah’ın emrine en ileri derecede itaat etmeyi temsil eder.

Öte yandan, şeytanın Hz. Âdem’e secde etmemesi de insana manen zarar veren bütün hâdiseleri ve ona düşmanlık besleyen bütün şer mihraklarını, Üstadımızın  ifadesiyle “o nevin istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden” her şeyi ve herkesi temsil ediyor. Nitekim bir ayet-i kerimede içkinin, kumarın,.., birer şeytan ameli olduğu ifade edilerek, insana maddeten ve manen zarar veren her şeyin şeytanı memnun edeceğine işaret edilir.

“Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 5/90)

Bizler de bu ayet-i kerimeden ders alarak, insanlara zarar vermekten titizlikle uzak durmalıyız.

İnsanlığa düşman olmanın temelinde şeytanın Hz. Âdem’e karşı çıkması yatar. Hele bu karşı olmak, kibir ve enaniyete dayanıyorsa, tamamen şeytanca bir davranış olur.

“Kur'ân-ı Mu'cizü’l-Beyan bir tek Âdem'le (as) cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.” cümlesi, bu hadisenin benzerleriyle her zaman karşılaşacağımızı ve böyle durumlarda kibir yoluna girmekten ve isyan yolunu tutmaktan hassasiyetle kaçınmamız gerektiğini ders veriyor.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.



5. Hz. Âdem'e öğretilen esmanın tafsilatı, Hz. Muhammed'e mi öğretildi? Hz. Âdem'e esma öğretildiyse, insanlarda vahşet ve bedeviyetin olmaması gerekmez miydi?


Hazreti Âdem (as)'e verilen tâlim-i esma mucizesi, eşyanın isimlerinin öğretilmesi mucizesidir ki, bunun birkaç yönü vardır:

Birincisi; Hz. Âdem’e (as) eşyanın isimleri, sıfatları ve ne işe yaradıkları öğretildiği içindir ki, insanlık bu mucizeyi fen ilimleri ile taklit etmeye çalışıyorlar. Zira fen ilimleri eşyanın faydalarını incelemektedir.

İkincisi; Hz. Âdem’in bu mucizesi, insanın kâinata halife olduğunu ispat ediyor. Bu sadece bir isim tâlimi değil, bu isimlerin tecellilerine mazhariyet de söz konusudur. Yani insan, Allah’ın bütün isimlerine mazhar bir varlıktır ve bu cihetle bütün mahlûkattan üstündür.

Üçüncüsü; bu mucize, insanlığın terakki ve tealisine bir mukaddime ve bir basamaktır. Yani bugünkü teknik ve fen ilimleri, bu mucize temeli üzerine bina olmuştur. Bu mucizenin böyle şümullü bir yönü vardır; insanlığa bakan en önemli cihetlerinden birisi de bu yönüdür. İlk adım son adımın pederidir. Bir yere varmak için ilk adım en önemli adımdır. İşte bu mucizenin böyle bir ehemmiyeti bulunuyor.

Dördüncüsü; Hazret-i Âdem (as) hem ilk insan hem de ilk peygamber olması hasebiyle, Allah’ın isimlerini tafsilatıyla biliyordu. Lakin peygamberlerin de kendi aralarında makam farkı olduğu için, Hz. Âdem’in (as) Allah’ın isimlerine olan mazhariyeti ile Peygamber Efendimizin (asm.) mazhariyeti arasında büyük fark vardır.

Hz. Âdem’in (as) tâlim-i esma mucizesi ile tekâmül esası birbirini cerh etmiyor. Bu mucize eşyanın talimi konusunda insanlığa bir hedef, bir hudut çiziyor ve "Haydi bakalım, bu hedef ve hududa çalışarak varınız." deniliyor. Hz. Âdem (as) mucize olarak ona mazhar olurken, insanlık say, tecrübe ve keşifle ona yaklaşıyor.


Birinci Makam, İkinci Nükte Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Sahranın cehenneme, Mısır’ın o zamanki durumunun ise cennete benzetilmesini, ayrıca o zamanda ziraatın kutsal görülerek "bakar"ın ve "sevr"in mabud derecesine çıkarılmasını biraz açıklar mısınız?

"Mısır kıtası, kumistan olan Sahra-yı Kebir’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübareğin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş. Ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan 'bakar'ı ve 'sevr'i mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hatta o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler..."(1)

Büyük bir kum denizi olan Büyük Sahranın kuzey kısmında ve bitişiğinde bulunan Mısır, Nil Nehrinin bereketiyle bir ziraat ülkesi haline gelmiş, kumların komşuluğundaki ekinler ve çimenler bir cennet gibi olmuştur (Arapçada bahçeye cennet denilmektedir.)

Mısır’ın güneyinde bulunan beldeler sıcaktan, susuzluktan ve yiyecek sıkıntısından inlerken, Mısırlıların bir cennet hayatı yaşamasını, o zamanki Mısır halkı ziraata ve onun vazgeçilmez parçası olan "bakar"a mal etmişlerdi.

Nur Külliyatı'nda güzelce ifade edildiği gibi “Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır.” Ne yazık ki, o zamanın Mısır halkı, bu muhabbet, meftuniyet ve şükür duygularını Mısır’ı da Nil’i de bakarı da yaratan Allah’a vermek yerine, putperestliğin bir başka şeklini benimseyerek bakara tapmışlar ve ona kudsiyet vermekle şirkin bataklığına düşmüşlerdir.

Hz. Musa (as.) o perişan ruhlu insanlara hak ve hakikati öğretmek, onları  şirkten vazgeçirip kalplerine tevhid inancını yerleştirmek üzere büyük bir gayretin içine girmiştir.

Firavun’u ilah tanıyan Kıptiler, onun zulmünden korkarak Hz. Musa’dan uzak durmuşlardır. Bu yüzden Hz. Musa (as.) tevhid dinini o zaman Mısır’da yerleşmiş bulunan İsrailoğulları içinde yaymaya çalışmıştır. Kardeşi Hz. Harun ile birlikte verdikleri bu tevhid mücadelesiyle birçok kimseyi şirkten kurtarmaya vesile olmuşlardır.(2)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.
2) Bakar “öküz”, bakara, “dişi sığır, inek”, sevr ise “öküz, boğa” demektir.



2. "İşte o zamanda benî-İsrail dahi, o kıtada neşet ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'İcl' meselesinden anlaşılıyor." İcl hadisesi ve bu mesele ile alakası hakkında bilgi verir misiniz?

İsrailoğullarının damarlarına işlemiş bulunan bakarperestlik fikri, “İcl hadisesiyle” yeniden ortaya çıkmıştır. Şöyle ki; 

Hz. Musa (as.) Cenâb-ı Hakk’a ibadet etmek ve kelamına muhatap olmak üzere Tûr-i Sina’ya gittiğinde, kavmine manen sehabet etmek üzere kardeşi Harun aleyhisselamı bırakır. Ancak geri döndüğünde kavmimin buzağıya taptıklarını görür. Uzun mücadelelerden sonra onları icl’e tapmaktan vazgeçirir.

Hadise şöyle gelişir:

Samiri adında biri, halktan topladığı altınları ve diğer kıymetli şeyleri eriterek bir buzağı heykeli yapar. O buzağıyı öyle yapar ki, içine rüzgârın girmesiyle ses verir. Zaten mazide bakarperest olan o avam insanlara “İşte sizin Rabbiniz budur.” diyerek onları buzağıya taptırır...



3. "İcl hadisesi" ve "talebi rü’yet" Kur’an'ın hangi ayetlerinde geçiyor? Bunlar ne manaya geliyor, açıklar mısınız?

"...Allah size bir inek kesmenizi emrediyor..." (Bakara, 2/67)

Bakar Hadisesi: Bakara suresine de bu adın verilmesine sebep olan “Bakar hadisesi” yukarıdaki ayette açıklandığı üzere, Hz. Musa (a.s) döneminde meydana gelmiştir. Hadise şöyle gelişmiştir:

İsrâiloğulları içinde zengin bir adam vardı. Bunun da bir kızı ve fakir bir yeğeni vardı. Yeğeni amcasından kızını istedi. Adam kabul etmedi. Genç de buna kızarak “Yemin ederim, amcamı öldürüp malını da kızını da alacağım.” dedi. Delikanlı amcasına gelerek; “Amca, şuraya tâcirler / satıcılar gelmiş, onlara gidelim de bir şeyler satın alayım. Seni yanımda görürlerse bana mal verirler.” dedi. Amcası da geceleyin yeğeni ile birlikte çıktı. Yeğeni yolda onu öldürüp evine döndü. Sabah olunca da hiçbir şey bilmiyormuş gibi amcasını aramaya başladı. Bulamayınca akşamki yere doğru gitti. Birkaç kişi amcasının başında toplanmıştı. Onlara: “Amcamı siz öldürdünüz.” diyerek diyetini istedi. Ağlayıp üstünü başını yırtmağa başladı.

Durumu Hz. Musa’ya (a.s) arz etti. Hz. Musa’da (as) onlara diyet vermelerini emretti. Onlar da “Ya Musa, biz katil değiliz; Rabbine dua et, katili meydana çıkarsın.” dediler. Hz. Musa (a.s.) da onlara bir inek kesmelerini, etinden bir parçayı maktule dokundurmalarını söyledi. Onlar da “Böyle şey olur mu?” diye garipsediler. Hz. Musa’nın (as) bu talebinden kurtulmak ve başlarından savmak için ineğin nasıl bir inek olduğunu sordular. Her seferinde Hz. Musa’ya (as) karşılık vererek, bu emri hemen yerine getirmekten kaçındılar. Çok uzun tereddütlerden sonra vasıfları ile ilgili ayetlerde belirtilen ineği bulup kestiler. Etinin bir kısmını maktule dokundurunca, maktul dirilip kendisini yeğeninin öldürdüğünü söyledi ve tekrar düşüp öldü. Bunun üzerine katile miras vermediler; bu hadiseden sonra da bu hüküm devam etti.

Tefsirlerde anlatılan bu hadise, Kitab-ı Mukaddes’te de geçmektedir.(1)

Özet olarak bu hadisede, öldükten sonra dirilmeye açık işaret olduğu gibi; Yahudileşen İsrâiloğullarının Mısırlılardan görerek benimsedikleri sığıra tapma hadisesinin kaldırılması vardır.

Üstad Hazretleri bu ayeti şu şekilde izah ve tefsir ediyor:

"İKİNCİ NÜKTE"

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hatta, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor."

"İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."

"Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hatta çok surelerde zikir ve tekrar edilen kıssa-i Musa'nın yedi cümlelerine misal olarak, Lemeat'ta, İ'câz-ı Kur'ân Risalesinde, o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et."(2)

Üstad Hazretleri bu izahında iklim ve çevre şartlarının insanların inanç ve kültürleri üzerinde nasıl derin bir tesire sahip olduğunu gösteriyor. Nil nehrinin etrafında tarımın ne kadar ehemmiyetli olduğu ve bu tarımda kullanılan öküz ve inek gibi hayvanların nasıl ilahlaştırılma sürecine gittiğini çok veciz ve güzel bir şekilde izah ediyor. Bu cüz’î hâdiseden küllî bir netice çıkarıyor ki, bu gibi hastalıklar her dönemde ve her toplumda tezahür edebilir, diyerek ciddi bir sosyolojik tahlil yapıyor.

"Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi ona hitab edince: 'Ya Rabbî!' dedi, 'Göster bana zatını, bakayım sana!' Allah Teâla şöyle cevap verdi: 'Sen beni göremezsin. Ama şimdi şu dağa bak, eğer yerinde durursa sen de beni görürsün!' Derken Rabbi dağa tecelli eder etmez onu unufak ediverdi. Musa da düşüp bayıldı. Kendine gelince dedi ki: 'Sübhansın ya Rabbî. Her noksanlıktan münezzeh olduğun gibi, (dünyada Seni görmemizden de münezzehsin.)' " (A’raf, 7/143)

Hz. Musa (a.s.), Allah’ın kelamını işitip onun şevk ve neşesiyle içinde, Rabbini görme iştiyakı uyandı. Allah Teâla dünya gözü ile Zatını göremeyeceğini bildirdi. Rü’yet talebi bu hadiseden ibarettir.

Dipnotlar:

1) bk. Ahmet KALKAN, Kur'an'ın Kavram Tefsiri.
2) bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.



4. "İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstûr-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i'caz ile beyan eder." Bakar’ı kesmek cüz’î hadisesinin içinde gizlenen küllî düsturlar ve maksatlar nelerdir?

Üstad Hazretleri, İhlâs suresinde geçen “O, doğurmadı ve doğurulmadı.” mealindeki ayetin manasının küllî olduğuna dikkat çekerek, bu ayetle, doğuran ve  doğurulanların ilah olamayacağının ders verildiğini ifade ediyor. Bu ayet-i kerime, ayrıca, küllî manasıyla, Hz. İsa, Hz. Meryem ve  Hz. Üzeyr’in ilah olamayacaklarını ifade ettiği gibi, meleklerin Allah’ın kızları olduğu, ukul-ü aşerenin her birinin diğerini yarattığı gibi her türlü yanlış fikir ve batıl inanca da en güzel bir cevap oluyor.

Bir bakarın kesilmesiyle de aslında, bakarperestlik inancı kesilmiş, ineğe tapanlar uyarılmış, beslenip büyüyen, yiyip içen ve sonunda insanlara gıda olan bir canlının ilah olamayacağı ortaya konulmuştur.

Öte yandan, aynı kıssada, insanların öldükten sonra dirilmeleri konusunda da çok büyük bir mucize gösterilmiş, kesilen bakarın bir parçasının maktule temas ettirilmesiyle maktul dile gelmiş ve kendisini öldüreni haber vermiştir.



5. "Hatta çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa'nın,.." Kur’an’daki tekrarların, özellikle de Kıssa-i Musa’nın tekraren zikredilmesinin hikmetini açıklar mısınız? "Kıssa-ı Musa" kaç defa hangi surelerde zikredilmektedir?

Kur’an-ı Kerim'de Hz. Musa  ile ilgili ayet sayısının iki yüz kadar olduğu belirtilmiştir. Bunların tamamını zikretmek yerine, Hz Musa (as.) ile alakalı temel konuları ve ayet numaralarını vermekle iktifa edeceğiz.

Bakara suresi, 54. ayet: Hz. Musa’nın, kavmine “Siz o buzağıyı put edinmekle kendinize zulmettiniz…” buyurması.

Bakara suresi, 55. ayet: Kavminin kendisine “Biz Allah’ı açıkça görmedikçe senin sözüne inanmayacağız.” demeleri.

Bakara suresi, 60. ayet ve A’raf suresi, 160. ayet: Kavminin su istemesi, asasını taşa vurmasıyla on iki pınar fışkırması.

Bakara suresi, 63. ayet: Kavminden misak alınması ve Tûr’un üzerlerine kaldırılması.

Bakara suresi, 67. ayet: Kavmine bir sığır kesmelerinin emredilmesi.

A’raf suresi, 104-117. ayetler: Hz. Musa’nın Firavuna tebliğde bulunması, asasının ejderha olması, bu olaya sihir denilmesi ve sihirbazlarla imtihan edilmesi.

A’raf suresi, 138. ayet: İsrailoğullarının denizden geçmeleri.

A’raf suresi, 143-145. ayetler: Kırk gecelik mikat; İlâhî kelama mazhariyet; Tevrat’ın levhalar hâlinde vahyedilmesi. Allah’ı görme talebi, dağın yerle bir olması.

A’raf suresi, 148-151. ayetler: Kırk gecelik zaman zarfında, kavminin onun arkasından buzağı heykelini tanrı edinmeleri; Hz. Harun’u dinlememeleri.

Yunus suresi, 90-92. ayetler: Firavun'un suda boğulması. İnandım demesi. Bedenine necat verilmesi.

Nisa suresi, 6. ayet: Firavun'un, İsrailoğullarının erkeklerini öldürüp kadınlarını diri bırakması.

İsrâ suresi, 101-103. ayetler: Dokuz mucize. Firavun'un İsrailoğullarını takip etmek istemesi ve suda boğulması.

Kehf suresi, 65-82. ayetler: Hz. Musa’nın (as.) Hz. Hızır’la seyahati.

Tâhâ suresi, 10-37. ayetler: Yolculuklarında Hz. Musa’nın ailesine, “Siz yerinizde durun, benim gözüme  bir ateş ilişti." demesi. Ateşe vardığında, "Ey Musa, ben şüphesiz senin Rabbinim…" diye çağrılması. "Elindeki nedir?" sorusu, asasını yere bıraktığında yılan olması. Firavun'a gitmesinin emredilmesi. …

Tâhâ suresi, 38-40. ayetler: Annesine ilahi ilhamla bildirilmesi üzerine Hz. Musa'nın bir tabut içinde denize bırakılması, Firavun'un sarayında büyütülmesi, başkalarının sütünü emmeyince, kız kardeşinin saraya müracaat etmesi ve annesinin ona kavuşması.

Tâhâ suresi, 44. ayet: Firavun'a tebliğde bulunurken yumuşak konuşmalarının emredilmesi.

Kur'an'daki tekrarlar konusunda genel bir  açıklama:

Bir kısım hakikatlerin yahut kıssaların Kur'an’da birkaç kez tekrar edilmesi, hakikatte tam bir hikmet olduğu hâlde, bazı kesimlerce kusur tevehhüm ediliyor.  

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kur'an'ın bir “zikir, dua ve davet” kitabı olduğunu nazara vererek, bunlarda yapılan tekrarların, hakikatte tekrar olmadığını ve müstahsen olduğunu hatırlatır.

Zikir, dua ve davet… Her üçünde de tekrarlar hikmetli ve gereklidir.

Zikirde tekrar, kusur değildir. Namazın içinde çok tekrarlar vardır ve  sonunda tesbih, hamd ve tekbir cümleleri otuz üçer defa tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ibadet binası inşa edilmekte, yükselmekte kemale ermektedir. O itirazcıların vehimleri esas alınsa, namazın sadece bir rekâtında Fatiha okumak, sadece namaza başlarken tekbir getirmek, namaz sonunda tesbihat yaparken de bir defa Sübhanallah, bir defa Elhamdülillah, bir defa da Allahu Ekber demek kâfi gelecektir. 

Kur'an’da, Ebu Leheb’in küfrünü ve karısının küstahlığını bir defa nazara vermek belki kâfi gelebilir, ama Allah’ın varlığını ve birliğini bildiren, rahmetinden haber veren, o rahmete karşı şükür vazifemizi hatırlatan, isyan ve küfrün cehennemle karşılık bulacağını tehdit eden ayetler ne kadar fazla okunsa, hem insan kalbine o kadar sürur ve  inşirah verirler, hem de  insan nefsine  haddini o kadar kuvvetle bildirirler.

Dua için de benzer şeyler söylenebilir.

Davete gelince; Kur'an, insanları imana, hidâyete, ahlaka, adalete davet ettiği için, bu davetin bir kere yapılıp sonra herkesin kendi haline bırakılması yerine, doğru yola her vesileyle çağrılmaları hikmetin ve rahmetin gereğidir.

Demek ki, bir kişiyi hak ve hakikat yoluna bir kez davet edip, ondan sonra onunla hiç ilgilenmemek sağlam bir yol değildir. Karşıdakinin de bizim gibi nefis sahibi olduğunu, şeytanın onunla da sürekli uğraştığını göz önüne alarak bu davetimizi her fırsatta ve her zeminde tekrarlamamız gerekir.

Kısacası zikir ve dua gibi davette de süreklilik ve tekrar esastır.

“Hem Kur'an, müessistir, bir Din-i Mübînin esasıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakâta, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır, te'kid için terdad lâzımdır, teyid için takrîr, tahkik, tekrîr lâzımdır.”(1) 

Demek oluyor ki, her tekrar kusur değildir. Bazı tekrarlar tesis için ve meseleyi zihinlerde ve kalplerde iyice tespit etmek için yapılırlar. Buna şöyle bir örnek veriliyor: Bir duvarı örerken aynı işi sürekli tekrarlarız. Bir sıra örmekle yetinmez, duvar tamam oluncaya kadar tuğlaları yan yana ve üst üste dizmeye devam ederiz.

Bütün insanlık âleminin yanlış yolda olduğu, bir kısmının tahrif edilmiş semavî kitaplara, diğer kısmının putlara taptığı, bir başka grubun ise insan aklının mahsulü olan yanlış felsefî cereyanlara kapıldığı o cehalet asrında, Kur'an-ı Kerim hak dinin ve doğru inancın temelini atmıştır. Allah’a iman başta olmak üzere, bütün iman hakikatlerini insanlara açıklamış ve şirkin bütün çeşitlerinden uzak bir tevhid dini ortaya koymuştur. Öncelikle insanların kalplerini ve akıllarını tenvir eden Kur'an-ı Kerim, batılı bırakıp hakka tabi olanların teşkil edecekleri bir İslâm toplumunun da bütün esaslarını ortaya koymuştur. Toplumun her tabakasının suallerini cevaplandırmış, ihtiyaçlarını karşılayacak esaslar getirmiştir.

Küfürden imana, şirkten tevhide, bedevilikten medeniyete, zulümden adalete dönen bu insanların kalplerinde bu yeni inancı iyice yerleştirmek, şahsi ve içtimaî hayatlarında Kur'an esaslarını tam hâkim kılmak için bu hakikatler üzerinde tekrarla durulmuştur.

Bu tekrarlar her asra, bilhassa içinde bulunduğumuz bu dehşetli asra son derece lüzumludur. Küfrün, ahlaksızlığın ve batıl ideolojilerin birer şahs-ı manevi hâlinde, imana ve ahlaka hücum ettiği böyle bir zamanda, Kur'an ve iman hakikatleri üzerinde ne kadar tahşidat yapılsa yerindedir.

Kıssa-i Musa’nın tekrarı meselesine gelince, bu konuda Üstad Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasib bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattır.”(2) 

Kur'an-ı Kerm'de Hz. Musa’nın (as.) kıssası birkaç surede tekrarlanmıştır. Ancak, bu kıssa her bir surede ayrı bir maksat için zikredildiğinden bu tekrarlar, hakikatte tekrar ve kusur sayılmazlar.

Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

- Birçok peygamber gibi Hazret-i Musa’nın da mucizelerine zamanın müşrikleri sihir demişlerdir. İşte, Hazret-i Musa’nın asasının sihirbazların bütün sihirlerini yutmasına, Firavun ve etbaının sihir demeleri, Peygamber Efendimize (asm.) yapılan bu sihir isnadının Hazret-i Musa’ya da yapıldığını hatırlatmaktadır.

- İlahlık taslayan kibir timsali Firavun'un akıbeti nazara verilmekle, İslâm’a karşı çıkan müşriklerin de sonlarının hezimet ve mağlubiyet olacağı, hakkın batıla mutlaka galip geleceği müjdelenmekte,  mü’minlere ümit ve teselli verilmektedir. Bu teselliye, sadece sahabeler değil, baskıya ve zulme maruz bütün mü’minler muhtaçtırlar.

- Hazret-i Musa’nın (as.) Hazret-i Hızır’la yaptığı seyahatin nakledilmesi, kader konusunda çok ehemmiyetli mesajlar vermekte, Hazret-i Musa aleyhisselâmın dahi bilemediği ve Hz. Hızır’dan ders alma ihtiyaç duyduğu bu gibi ilahi sırlarla müminlerin fazla meşgul olmamaları, bilhassa bela ve musibetler karşısında kadere itiraz yoluna gitmeyip Allah’ın hikmetine ve rahmetine itimat etmeleri ders verilmektedir.

- Cenâb-ı Hakk’ın, dilerse, fâcir ve kâfirleri bile dine hizmet ettireceği gerçeğine, Hazret-i Musa’nın Firavun'un sarayında büyüyüp yetişmesi en güzel bir örnektir.

“Allah size yardım ederse, size galip gelecek kimse olamaz...” (Âl-i İmran, 3/160) 

âyet-i kerîmesindeki hakikat dersine Hazret-i Musa’nın Firavun’a galip gelmesi en büyük bir misaldir ve Müslümanların en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmelerine gerek olmadığının  en müessir bir dersidir.

- Hazret-i Musa’nın Allah’ı görme talebine karşı “Sen beni göremezsin.” buyurulması, Allah’ın bu âlemde görülemeyeceğini ders verir. Üstad Hazretleri, Mesnevî-i Nuriye’de, Peygamber Efendimizin (asm.) “Mirac yoluyla beka âlemine girdiğini” ve Cenâb-ı Hakk’ı bu dünya âleminde değil, o beka âleminde gördüğünü beyan ediyor. Demek oluyor ki, Hazret-i Musa’nın (as.) görme talebinin yerine gelmemesi, o büyük mazhariyete bu dünyada kavuşmak istediği içindi.

- Bu kıssadaki çok ehemmiyetli bir ders de Firavun’a yumuşak sözlerle tebliğ yapılmasının emredilmesidir. Cenâb-ı Hak, ilahlık taslayan bir düşmanına bile iki peygamberini birlikte gönderiyor ve ona iman ve tevhidin tebliğini istiyor. Ve bu tebliğin de yumuşak bir şekilde yapılmasını özellikle emrediyor. Bizler, din düşmanları bir yana, kanaatimizi paylaşmayan bir Müslüman’a bile sert davranmakla bu ilahi emre ne kadar ters düştüğümüzün farkında mıyız?

İşte, Kıssa-yı Musa’da böyle daha nice hakikat derslerinin verilmiş olması, bu kıssanın tekrarını kusur tevehhüm edenlerin aldandıklarını ve tekrarların son derece hikmetli olduğunu gösterir.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, On Dokuzuncu Söz. 

2) bk. İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Suresi Tefsiri.



6. "Kıssa-i Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesi’nde, o cüz’î cümlelerin her bir cüzünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz..." Kıssa-i Musa’nın yedi cümlesinden maksat nedir?


Lemeât’ta bu yedi ayet şu şekilde yer almıştır:

1. "Bu gün senin (boğulan) cesedine necat (kurtuluş) vereceğim..." (Yunus, 10/92)

Mısır firavunları öldüklerinde, cesetleri mumyalanır, güya böylece istikbale nakledilirlerdi. Âyet-i kerîmede söz konusu olan Firavun ise suda boğulduğundan mumyalanması söz konusu olmadı. Cenâb-ı Hak onun bedenine necat vereceğini, yani balıklara yem olmaktan, çürüyüp dağılmaktan koruyup, o cesedi öylece muhafaza edeceğini beyan ediyor. Nitekim bu asrın sahilinde bir ibret levhası olarak o ceset bulunmuştur, İngiltere’de sergilenmektedir.

2. "…Firavun da 'Ya Haman, dedi, bana bir kule yap...' " (Mü’min, 40/36)

Piramitler, firavunların kibir ve zulüm abideleridir. Firavun da aynı kibri çok daha ileri derecede taşıdığından, veziri Haman’a yüksek bir kule yapmasını emretmişti; ta ki kendi aklınca o kulenin başına çıkıp  Cenâb-ı Hakk’ı (kendi ifadesiyle Musa’nın Rabbini) görecekti. Böyle bir şey olmayacağını kendisi de biliyordu. Maksadı, görmek değil, inkârına delil getirmekti. “En yüksek kuleye çıktım, Musa’nın ilahını görmedim.” diyecekti.

3. "Karun, Musa (as)'ın kavmindendi..." (Kasas, 28/76)

Firavun’daki kibir bir başka şekliyle Karun’da da kendini göstermiş, servetinin zekâtını vermemek için “Ben kendi ilmimle kazandım.” diyerek nankörlük etmiş ve ceza olarak da yerin yarılmasıyla malıyla birlikte toprağa gömülüp helak olmuştu. Karun’un akıbetinin beyan edilmesinde,  Benî İsrâil’in faiz kaynaklı servetlerinin acı akıbetine de bir işaret ve onlara da bir ikaz vardı.

4. "... Ve asla onu (ölümü) temenni etmezler..." (Bakara, 2/95)

Bir önceki ayette haber verildiği gibi, Yahudiler ahiret yurdunun, başkaları için değil, sadece kendileri için olduğunu iddia ediyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm.) Allah’ın emriyle onlara şu teklifte bulunmuştu: “Eğer doğru söyleyenlerden iseniz haydi ölümü temenni edin.”

Bu ayetin tamamının meali şöyledir: “Fakat ellerinin yaptıkları yüzünden onu hiçbir zaman temenni etmezler.”

“Ellerinin yaptıkları” ifadesi, onların işledikleri bütün kötülükleri ifade etmekle birlikte, bilhassa Tevrat’ı tahrif etmelerini hatırlatmaktadır.

5. "... Oğullarını boğazlatıyor ve kadınlarını hayatta bırakıyordu..." (Kasas, 28/4)

Bu hadise, Yahudi milletinin tarih boyunca maruz kaldığı katliamlara bir misaldir. Kızların diri bırakılması da o milletin sefahat  konusunda büyük rol oynadıklarına bir işaret olarak kabul edilmiştir.

Bilindiği gibi, bir kâhinin Firavun’a “İsrailoğullarından bir çocuk dünyaya gelecek ve senin saltanatını sona erdirecek.” şeklinde verdiği haber üzerine, Firavun bütün erkek çocukları öldürüyor, kızları sağ bırakıyordu.

Bir tefsirde böyle bir tedbirin Firavun'un ahmaklığına delil olduğu beyan edilerek şöyle buyurulur:     “Kâhin doğru söylüyorsa çocukları öldürmekle bu akıbetten kurtulamaz. Yalan söylüyorsa, onun sözüne itibar edilmez.”

6. "...Üzerlerine de zillet ve meskenet binası kuruldu..." (Bakara, 2/61)

Bu âyet-i kerîmede Yahudi kavminin önceleri hâkimiyet ve azamet sahibi iken, inat, hayat hırsı ve ölüm korkusu yüzünden işledikleri büyük hatalarla zillet ve meskenete düştükleri haber veriliyor. Aynı sebepler  aynı neticeleri doğuracağı için, bütün insanlara da bu kötü sıfatlardan uzak kalmaları ders verilmiş oluyor.

"... müfsitlik ederek yer yüzünü fesada vermeyin." (Bakara, 2/60)
"... Yeryüzünde muhakkak bozgunculuk yapacaksınız." (İsra, 17/4)

Lemeat’ta yer alan bu yedinci maddede iki ayrı ayet yer alıyor ve her ikisinde de aynı mesaj veriliyor: Onların insanları ifsat edip yanlış yola, haram kazanca, faize, sefahate sevk ettikleri ve insaniyetlerini fesada vererek onları “hayvan gibi yahut daha aşağı bir derekeye” indirdikleri haber veriliyor.(1)

(1) bk. Asar-ı Bediyye, Lemeât, Kıssa-ı Musa’nın Tekrarından Çıkan Lemâat-ı İ’caz.

Birinci Makam, Üçüncü Nükte Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Yirminci Söz'ün, Birinci Makam'ının, Üçüncü Nükte'sinin başındaki ayet-i kerimenin mealini verir misiniz?

"Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hatta taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağrından nehirler çağlar. Öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki, Allah'ın haşyetinden (korkusundan) yerinden kopup düşer. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir." (Bakara, 2/74)



2. "Herkese malum ve adi olan taşların şu fıtri bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes'eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?" Taşların Kur’an’da bahsedilmesini biraz açıklar mısınız?

Taşların fıtri halleri, zamanla yaşlanmak, parçalanmak, dağılmak, yerlerinden kopup yuvarlanmak, içlerinden suların akması gibi hadiselerdir. Bunların önemli meseleler olarak bahsedilmesinin iki yönü vardır:

Birisi, bu fıtri haller taşların kendi istek ve iradeleriyle olmadığına göre, bütün bunlar ilahi fiillerle icra edilmektedir. Her şey ve her hadise ancak Allah’ın iradesiyle meydana gelir ve onda bir takım ilahi isimler tecelli eder. Taşlar da bu kaideden hariç değildir. O cansız ve iradesiz varlıkları yaratan, sertleştiren Allah olduğu gibi, onları ihtiyarlatan, pörsüten, yerlerinden kaydırıp yuvarlatan, parçalayıp dağıtan da yine odur. Bu fıtri haller bu noktada büyük bir önem taşır.

İkinci cihet ise, Kur’an-ı Kerim'in bu hadiseleri insanların ibret nazarlarına sunması ve onları böylece ikaz ve irşat etmesidir. Yani taşlar, cemal tecellileriyle köklere yol verip, ağaçlara destek oldukları gibi, celal tecellileriyle de yerlerinden kopar, yuvarlanırlar, parçalanıp dağılırlar.

İlk iki taş örneği Allah’ın rahmet ve cemal tecellisini, üçüncüsü ise celal tecellisini temsil eder. Yani sizin kalpleriniz o kadar katılaştı ki, Allah’ın bu kadar ihsanlarına, ikramlarına, nimetlerine karşı şükredemez hâle geldiniz. Cemal tecellileriyle taşların içinden ırmaklar fışkırdığı yahut onların çatlamalarıyla sular aktığı halde, sizde şükür ve ibadet namına bir mukabele görülmüyor.

Ve yine kalpleriniz o kadar katılaştı ki, zelzele, kasırga gibi Allah’ın celal ve azamet tecellileriyle taşlar parçalanıp yuvarlandıkları halde, sizin kalplerinizde hiçbir hareket görülmüyor.

Bu kâinatta birbiri içinde sergilenen hadsiz cemal ve celal tecellilerine karşı insanın hissiz, düşüncesiz kalması nasıl olur!?. Taşlar sulara yol verirken, insanlar kalplerine vahiy hakikatlerinin  akmasına engel olurlarsa, bu hâlleriyle taştan daha katı olmazlar mı?

“Taştan daha sert olma” denilince akla demir gelir. Demir denilince de Davut aleyhisselâmın bir mucizesi olan telyin-i hadid, yâni demirin yumuşatılması hatırlanır.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa ve Hazret-i Harun’a şu tavsiyede bulunmuştu:

“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” (Tâhâ, 20/44)

Hazret-i Davud'un elinde demir yumuşarken, Firavun’un Hz. Musa ve Hz. Harun gibi iki büyük peygamberin yumuşak tebliğlerine rağmen küfründe direnmesi, onun kalbinin de taştan daha sert, demirden daha katı olduğunu ortaya koymaktadır.  

Üstad Hazretleri kâinatla onun meyvesi olan insan arasındaki yakın alaka ve benzerliklere birçok risalesinde yer verir. Bunlardan birinde de insanın kemiklerini taşlara, etlerini topraklara benzetir.

Kur’an-ı Kerim taşların ve toprakların başıboş olmadıklarını, Allah’ın emriyle hareket ettiklerini, kâinatın meyvesi olan insana Güneş'in, Ay'ın, havanın ve suyun hizmet etmeleri gibi, taşların da hizmet ettiklerini, akıl ve muhakeme sahibi olan insanın bunlardan ibret almaları gerektiğini çok veciz bir şekilde ve bütün insanların anlayabileceği sade bir üslupla ders vermiştir.



3. "Evet, i'caz-ı Kur'ân’ın bir esası olan îcaz..." Buradaki “îcaz”dan maksat nedir?

Îcaz, veciz söz söylemek, kısa cümlelerle uzun manaları ifade etmek demektir.

Kur’an-ı Kerim'deki her bir ayetin, hemen anlaşılan zahir manasının dışında, işarî manaları, remizleri ve bâtıni manaları da vardır. Bunların tümü birden nazara alındığında, o ayetin, bütün bu manaları çok veciz olarak ifade ettiği görülür.



4. "Hidayet-i Kur'an’ın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham..." Buradaki "Lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham"dan murad nedir?

Kur’an bütün bir insanlık âleminin hidayeti için nazil olmuştur. Muhatapların kahir ekseriyeti avam olduğu için ondaki derin ve ince manaları her insanın anlaması mümkün olmadığından, herkese lazım olan meseleleri avam insanların da rahatlıkla anlayabileceği bir üslupla ve temsillerle beyan etmiştir. Bu ise bütün insanlar için, bilhassa avam tabakası için büyük bir lütuftur. 

Üstad Hazretleri, İlahi Kelam hakkında “tenezzülat-ı İlâhîye” ifadesini kullanır ve “Tûr-i Sina’daki gibi konuşaydı hiç kimse istifade edemezdi.” buyurur. Bu yönüyle baktığımızda Kur’an-ı Kerim’in bu şekliyle nüzulü, avam-havas bütün insanlar için bir lütuftur. İman hakikatleri ve ibadet gibi temel meselelerin açık bir şekilde beyan edilmesi de avam tabakası için ayrı bir lütuftur.



5. "Kur'an’ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumi düsturları,.." Bu saklı olan küllî düsturlar ve gayeler kimler içindir?

Bu küllî manalar havas tabakası içindir. Bunun bir misali, kâinat kitabında da görülmektedir. Şu âlemin suyundan, havasından, toprağından ve güneşinden herkes istifade eder, ama ondaki gizli manaları ancak fen ilimlerinde mütehassıs olanlar keşfederler ve bu onlar için ayrı bir üstünlük sağlar.

Daha önce, Üstadımızın İhlâs Suresi için vazettiği işarî manaları beyan etmiştik. Kısaca tekrar edelim:

“O doğurmadı ve doğurulmadı.” ayetini avam insanlar zahir manasıyla değerlendirirken, Üstad Hazretleri bunun “doğanların ve doğuranların ilah olamayacaklarına” işaret ettiğini beyan eder. Keza, tabiattaki sebepler ve onlardan doğan neticeler de ilah olamazlar; ayet-i kerimenin külliyetinde bunlara da işaret vardır.

Yine, İkinci Lem’a’da Eyüp aleyhisselâmın; “Ya Rab! Zarar bana dokundu.” buyurmasını Üstad Hazretleri “lisanen zikrime ve kalben ubûdiyetime halel veriyor” şeklinde tefsir etmiştir. Nur Külliyatı’ında, bedene “ruhun hanesi” denildiği göz önüne alındığında; “Zarar bana dokundu.” ifadesinin “Zarar ruhuma ve kalbime dokundu.” gibi ince bir manaya işaret ettiği anlaşılır. 

Avam insanlar, bu ayet-i kerimeyi Hz. Eyyub’un (as) ıstıraplarının çok arttığı şeklinde anlarken, Üstad Hazretleri konuya ruh ve kalb yönüyle nazar etmiş ve bedene gelen zararların insanın hanesine gelen zararlar gibi olduğunu, ruha gelen zararların ise bizzat onun kendisine dokunduğunu ders vermiştir.



6. "Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında harikulâde olan tasarrufat-ı İlâhîye, icmalen gösterilsin." izah eder misiniz?

On Üçüncü Söz'de mealen “Kur’ân'ın keskin beyanatıyla ülfet perdesini yırttığı” beyan edilir. İnsanlar, alışkanlık ve görenek belasıyla, bu âlemdeki nice kudret mucizelerine hakkıyla bakamazlar; üstünkörü nazar eder ve gaflet içinde ömür sürerler. Ağaçtan meyvenin çıkmasına da topraktan ağacın çıkmasına da hayret etmezler. Bu sebeple, İlahi Ferman, devenin yaratılışından, bulutların yağmur taşımasına, Güneş'in lamba, Kamer'in kandil olmasından, insanın ana rahminde geçirdiği safhalara kadar, nice kudret mucizelerini ve rahmet tecellilerini önemle nazara verir.

Bu ayetlerde, zeminin yüzünde olduğu gibi altında da harika icraatlar yapıldığına dikkat çekiliyor. Taşlardan akan suları, ağaçlardan çıkan meyveler gibi seyretmemiz isteniyor. Suların toprak altında bir nizam ile dolaştığına, muhtaç beldelere hikmetle sevk edildiğine ve yine bir ölçü ve mizan ile insanların ve hayvanların istifadesine sunulduğuna dikkat çekiliyor. Bedeninin üçte ikisi su olan insan için, suyun ne kadar büyük bir nimet olduğu ders verilmiş oluyor.



7. "Ey benî-İsrail ve ey benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyade katılaşmıştır..." diye başlayan paragrafın haşiye ile birlikte izahını yapar mısınız?

"Ey benî-İsrail ve ey benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve müsahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlâhiye ne derece sühuletle cereyan ediyor; öyle de; tahte’z-zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri (Haşiye) ve su damarları, kemâl-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtât ve ağaçların dallarının sühuletle suret-i intişarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümânaat görmeyerek evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişar ettiğini Kur'ân işaret ediyor ve geniş bir hakikatı, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor:"

"Ey benî-İsrâil ve ey benî-Âdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zât’ın evamirine karşı o kalb kasâvetle mukavemet ediyor. Hâlbuki; o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zât’ın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi’l-hayata, âb-ı hayatla beraber sâir medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adâletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâl'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira, toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufat-ı İlâhiye misillû, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki, hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekvîniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlâhî olan o lâtif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.”

(Haşiye): Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelâl tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur'ân'a yakışır. İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtâta analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlâhiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor. İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deverân-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelânına hizmetidir. Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enhârın muntazam bir mîzan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delâil-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.(1)

Kâinat; insan meyvesi veren muhteşem bir ağaç… Ve insan, sahip olduğu harika istidatla ve sayısız kabiliyetleriyle, duygularıyla ve hissiyatıyla cennet yahut cehennem meyvesi veren bir başka ağaç.

Kâinattaki bütün hadiseler, tekvinî emir denilen ilahi kanunlarla tanzim edilirler. Bu emirlere eşyanın isyan etmesi düşünülemez. Her varlık, kendi yaratılışına konulan kabiliyetiyle ilahi emirleri mükemmel şekilde yerine getirir. Bazen de harika emirlere mazhar olur. Ateşin yakma kabiliyeti, Hz. İbrahim’e (as.) karşı işlemez hale gelmiş, sabit ağaçlar, çağırması ile Efendimiz (asm)'in yanına gelmişler, konuşmayan varlıklar konuşarak şahadet getirmişlerdir.

Sert ağaçtan yumuşak meyvelerin süzülmesi de onun tabiatına zıt bir hadisedir. Ama Rabbi emredince o ağaçların sanki iç âlemlerinde bir yumuşama meydana gelir ve dallarından o yumuşak meyveler akar.

Allah’ın tekvinî emirlerine karşı bütün eşya tam bir itaat halinde iken, ayet-i kerimede taşlar örnek verilmiş bulunuyor. Bunun hikmeti, katılıkta taşların âdeta sembol olmaları ve katı kalpler anlatılırken taşların hatıra gelmesidir.

O sert ve cansız varlıklar Allah’ın emriyle parçalanırken, sulara yol verirken yahut toprak olmak üzere yuvarlanıp dağılırken, canlı, akıllı ve şuurlu insanların ilahi emirleri yerine getirmemekte direnmeleri,  “onların kalplerinin taş gibi katılaştığı” şeklinde nazara verilmiştir. Musa aleyhisselâmın mu’cizelerine şahit oldukları, denizin yarılıp kendilerine yol verdiğini gördükleri ve kesilen sığırın bir parçasının vurulmasıyla maktulün konuşmaya başlayıp katili haber verdiğine de şahit oldukları halde, o kalpler yine yumuşamadılar. O kadar katı kalpli oldular ki, tekrar eski batıl inançlarına dönercesine, Samiri’nin yaptığı buzağıya tapmaya başladılar.  

Haşiyede taş tabakasının üç önemli vazifesi şöyle sıralanıyor:

Toprağa dayelik edip yetiştirmesi, suların muntazam cevelanına hizmet etmesi ve sulara hazinedarlık etmesi.

Üstad Hazretleri, insanla kâinat arasındaki yakın alakayı çeşitli yönleriyle nazara verirken, insanın kemiklerinin taşlardan haber verdiğini kaydeder. İnsandaki her kemiğin bir vazifesi olduğu gibi, yer küresindeki her taşın da bir vazifesi vardır. Dün Güneş'ten kopmuş bir ateş kitlesi olan dünyada, bugün denizlerin ve karaların yaratılmış olması ilahi kaderin planı ve kudretin taallukuyla olduğu gibi, taşlar ve yer altı suları da aynı kaderle takdir edilmişler ve aynı kudretle en faydalı bir şekilde yaratılmışlardır.

Zümer suresinde yeraltı sularının teşekkülü hakkında şöyle buyrulur:

"Görmedin mi, Allah gökten su indirdi de onu yeryüzündeki kaynaklara ulaştırdı. Sonra onunla renkleri çeşit çeşit ekinler çıkarıyor." (Zümer, 39/21)

Konumuzla yakından alakalı olduğu için, bir sitede(2) yeraltı suları hakkında verilen şu bilgileri özetleyerek aktarmakta fayda görüyoruz:

Yeraltına sızan bu sular, yerin altında birçok tabaka varken neden belli bir tabakada toplanmakta, daha aşağı tabakalara sızmamaktadır?

Çeşitli toprak tabakalarından geçtiği hâlde çamurlu ve bulanık olması gereken su, içime hazır hâlde berrak ve temiz bir şekilde nasıl kalabilmektedir?

Yeraltında belli tabakalarda toplanan bu sular, hangi sebeple ve nasıl yeryüzüne çıkabilmektedir?

Su, yerçekimi kuvveti ile yerin derinliklerine doğru hareket ettiği için yer çekimi kuvveti çok önemlidir.

Yer kabuğunun sızma kapasitesi sınırlıdır. Bu sayede yeraltı suyu, belli bir doygunluğa ulaşarak sabit bir değer kazanır ve taşarak yer üstüne çıkması önlenmiş olur.

Kapilarite (kılcallık) kuvvetinin olması gereklidir. Böylece belli bir derinlikten sonra yer altı sularının kaçıp yok olması engellenmiş olur.

Sızmanın olabilmesi için zemini oluşturan kayaçların gözenek, yarık, çatlak, gibi suyun geçmesine imkân sağlayacak birtakım boşluklar ihtiva etmesi, yeraltı suyunun teşekkülü açısından çok önemlidir. Burada bir yaratılış mucizesi daha ortaya çıkmaktadır. Suyun kolayca sızabileceği toprak tabakalarının üst kısımları kumlu tabakalardan oluşurken, suyun kaçmasını engelleyen killi toprakları yeraltı suyunun tabanında yer alır. 

Zeminin bitki örtüsü ile kaplı olması sızmayı kolaylaştırır. Çünkü bitki örtüsüyle kaplı olan yerlerde yer üstü akışı yavaş olacağından, yukarıda belirtilen şartlar da uygun olduğu takdirde sızma artar.

Görüldüğü gibi yeryüzüne düşen suyun yeraltında belli katmanlarda toplanması ve tekrar yer üstüne çıkması belirli şartların gerçekleşmesi ile mümkün olabilmektedir. Tüm bu şartlar, yeraltı sularının hep belli bir plan ve düzen üzerine meydana geldiğini göstermektedir. Yüce Allah bunu Kur’ân'da şu şekilde bildirmiştir:

"De ki: Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akarsu kaynağı getirebilir?" (Mülk, 67/30)

Dipnotlar:

1) bk.  Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.

2) bk. Toprak Altındaki Dev Su Depolar, Evren ve Bilim web sayfası, erişim: 04.11.2021/10.45. 



8. Yirminci Söz'ün, Birinci Makam, Üçüncü Nükte'de; taş için "sağır" deniyor, hikmeti ne olabilir? Bir de "su cetvelleri" benzetmesi hakkında bilgi verir misiniz?

"Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hatta taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağrından nehirler çağlar. Öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir." (Bakara, 2/74)

Taşlar cansız bir varlık olmasından dolayı kör, sağır ve dilsizdirler. Ayette de bu mana "katı ve cansız" şeklinde tasvir edilmiş. Yani "Gözü, kulağı ve hayatı olmayan şu katı taşlar dahi Allah’ın emirlerine uyarken, 'Ey insan, senin gözün, kulağın ve hayatın varken, nasıl olur da Allah’ın emirlerine uymazsın?..' diye insanı hem tehdit hem de ikaz ediyor." Üstad'ın taşlara sağır demesi, bu manaya işaret içindir.

Taşların vazifeleri içinde toprak tabakasının altında bulunan sulara kanallık ve yataklık yapması da vardır. Üstad'ın "su cetveli" tabiri, kanal ve yatak olma manasındadır. Şayet toprağın altında taş tabakası olmasa idi, sular toprağı göçürüp hayata imkân vermeyeceği gibi, suların akarak dolaşmasına da imkân vermeyecekti. Bu sebeple taşların, -gerek toprak altında gerek toprak üstünde- sayısız hikmet ve faydaları vardır.



9. "Taleb-i rü'yet hadisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi..." Taleb-i rü’yet hadisesini anlatır mısınız? Dağın parçalanma hadisesini herkes görmüş müdür?

Bu konuda yapılmış bir izahı hülasa olarak aşağıda naklediyoruz:

A'raf Suresi, 143. âyette şöyle buyuruluyor:

“Ne zaman ki, Musa, mikatımıza geldi, Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. 'Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana.' dedi. Rabbi ona buyurdu ki; 'Beni katiyyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin.' Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, 'Sen sübhansın, tövbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim.', dedi."

"Musa aleyhisselam ilâhî kelâmı her cihetten işitiyordu,” diye bir rivayet vardır. Bu da gösterir ki, Allah'ın kelâmını işitmek, mahlûkatın kelâmını işitmek gibi değildir. Rabb'i onu, doğrudan doğruya fakat perde arkasından kelamıyla mutlu edip, kerîm kılınca, Allah kelamının şevk ve neşesiyle Hz. Musa'da Allah'ı görme arzusu uyandı ve galeyana geldi de ‘Ey Rabbim, bana göster kendini, bakıp göreyim seni.’  dedi. Yâni perdeyi kaldır, bana bizzat tecelli et de didarını görmeyi nasibeyle, diye yalvardı. Rabbi, dağa tecelli edince, onu hurdahaş eyledi, unufak yapıp yerle bir etti."

"Meşhur olan kavle göre bu dağ Tûr-ı Sîna idi, fakat diğer bir dağ olduğu da nakledilmiştir. Bunun 'Zebiyr' dağı veya Medyen'deki 'Erriyn' dağı veya büsbütün yok olup gitmiş olan bir başka dağ olduğu da söylenmiştir ki, Hz. Musa'nın üzerinde bulunduğu dağ değil, karşıdan baktığı bir dağ demek olur."

"Hazret-i Musa aleyhisselâmın mükâlemesinden sonra Tevrat nazil olmaya başladı. Yedi veya on levha hâlinde inzâl buyuruldu; kırk cüz idi."

Hadisenin başkaları tarafından da görülüp görülmediği konusunda Üstad Hazretlerinin şu ifadesini nakletmek yeterli olacaktır:

"Halbuki taşlardan ibaret olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu hem 'taleb-i rü’yet' hadisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?"(1)

Zaten, bu rü’yet talebinden sonra dağ ufalanıp yerle bir olduğuna göre, bu netice herkes tarafından görülmüştür. Bunun rü’yet talebi sonunda gerçekleştiğini ise, Hz. Musa aleyhisselamdan işitmişlerdir. Buna inanıp inanmadıklarını bilmiyoruz.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.



10. "Aslı, sudan incimâd etmiş, âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların..." ifadesini nasıl anlamalıyız?

Bütün eşyanın aslı, su gibi sıvı ve akışkan bir maddeden meydana gelmiştir. Bu mana hem İslam açısından hem de fen açısından böyledir. Güneş sistemi ve bu sisteme bağlı olan gezegenler, başlangıçta basit bir cevhermiş. (Cevher, burada maddenin esası ve bileşensiz hali demektir.) Daha sonra bu cevher buhara dönüşmüş, sonra bu buhardan lava benzer akışkan bir ateş hasıl olmuş. Bu akışkan ateş soğuyarak katı bir maddeye dönüşmüştür. Katılaşan o madde şiddetli hareketin tesiri ile birbirinden koparak farklı gezegenlerin ve sistemlerin oluşmasını netice vermiştir.

İşte güneş ile dünyanın, başlangıçta hamur gibi imtizaç içinde olması bu manadadır. Zaten fen derslerinde de Dünya'nın Güneş'ten kopan ve daha sonra soğuyarak gezegen olan bir kitle olduğu anlatılır.

11. "...ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla..." Depremin ve diğer arzî hadislerin farklı gaye ve maksatları neler olabilir?

Zelzele, öncelikle, Celîl (azamet ve celâl sahibi), Kahhar, Müzill (zillete düşürücü, izzete son veren), Kadîr gibi bir kısım esmanın tecellisidir. Her tecelli gibi bunda da bilemeyeceğimiz hikmetler ve rahmetler gizlidir. Erzincan Zelzelesi münasebetiyle kaleme alınan On Dördüncü Söz’de Üstadımızın o zelzele hakkındaki değerlendirmeleri yer almış bulunuyor. 

Nurlarda “Musibet cinâyetin neticesi ve mükâfatın mukaddemesidir.” buyurulur. Bu açıdan baktığımızda hangi zelzelenin ne gibi cinayetlere bir ceza olarak icra edildiğini tam olarak bilemeyeceğimiz gibi, onun arkasında gizli olan uhrevî neticeleri de tam idrak edemeyiz. Sadece bazı tahminlerde bulunmakla yetiniriz. Bu gibi ince ve derin hikmetler ancak Cenab-ı Hakk’ın ilham yoluyla has kullarına bildirmesiyle bilinebilir.

“Ehl-i velâyet gaybi olan şeyleri bildirilmezse bilmezler.”(1)

Öte yandan, zelzelenin Zilzal suresinde haber verilen büyük zelzeleyi hatırlatma yönü bizler için çok ehemmiyetlidir. Bir zelzelede koca bir şehri altüst eden kudret, kıyamette dağları uçuracak, denizleri yandıracak ve bu dünya hayatına tümüyle son verip yeni bir sayfa açacaktır.

Zelzele hadisesi, sönecek bir hayata ve yıkılacak bir dünyaya lüzumundan fazla gönül bağlamanın manasızlığını en açık ve çarpıcı şekilde ders verir.

1) bk. Kastamonu Lahikası, 120. Mektup.



12. "Elbette, o haşyetten o yüksek mevkii terk edip mütevaziâne aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep..." Devamıyla izah eder misiniz?

"Elbette, o haşyetten o yüksek mevkii terk edip mütevaziâne aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını; belki bir Hakîm-i Kadîrin tasarrufât-ı hakîmânesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne bulunduğuna delil ise, o taşlara müteallik faydalar, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemâl-i intizamı ve hüsn-ü san'atı, kat'î, şüphesiz şehadet eder."(1)

Taşların dağlardan kopup gelmesinin ve sonra bina yapımında malzemeye ya da tarım arazilerine dönüşmesini, Üstad Hazretleri ayetin belağatlı ifadesini delil alarak güzelce tefsir ediyor.

Evet, dağın volkanik bir şekilde patlamasının elbette ilmî bir sebebi vardır. Zira Allah bu kâinatta her şeyi bir sebep tahtında yaratıyor. Ama sebepler işin sadece zahiridir; hakiki fail ve hâkim Allah’ın isim ve sıfatlarıdır.

Bu yüzden dağın patlaması ve içindeki madenleri ve taşları püskürtmesi ve bunların insanlık için hayati bir ehemmiyet taşıması gibi hikmetli neticelerin hepsi, Allah’ın celâlî ve cemâlî isimlerinin birer tecellisi, birer tezahürüdür. Bu hadiseleri böyle okumak gerekir.

Dağ ve taş gibi katı ve kalpsiz varlıklar bile, Allah’ın celâli karşısında böyle haşyet ve itaat içinde olurlarsa, kalb ve ruha sahip olan insanın nasıl bir haşyet ve itaat içinde olması gerektiğini zımnen ders veriyor.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.



13. "...ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latîf bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder." Üç hadiseyi ve onlarla verilen dersi açar mısınız?

Bu fıkrada sözü edilen üç hadise bu Söz’ün Birinci, İkinci ve Üçüncü Nüktelerinde açıklanan hadiselerdir.

Birinci hadise; Âdem aleyhiselama esmanın talim edilmesiyle insan nevinin meleklerden, ilim yönüyle  daha  üstün olduğunun beyanı.

İkinci hadise; bir bakarın / sığırın kesilmesiyle bakarperestlik inancının kesilip atılması ve o sığırın bir parçasının öldürülen kişiye vurulmasıyla maktulün konuşup katili haber vermesi. Bu hadise ile yeniden diriliş hakikatine büyük bir numune verilmiş oluyor. 

Üçüncü hadise; Hazret-i Musa’nın (as.) asasını vurmasıyla taşlardan su çıkması gibi, bütün zemin yüzünde taşlardan çıkan sulara dikkat çekilerek, bu kadar mucizeye rağmen, Hz. Musa’ya tabi olmayan İsrâiloğullarının kalplerinin taşlardan daha katı olduğunun beyanı.



14. "Hazret-i Musa Aleyhisselâmın asasına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa..." Taştan, on iki pınar akmasının tarihi yönü ve hikmetini izah eder misiniz?

Bu hadiseyi haber veren ayet-i kerime:

“Hani, Musa kavmi için su dilemişti. Biz de 'Asanı kayaya vur.' demiştik, böylece kayadan on iki pınar fışkırmış, her kabile kendi su alacağı pınarı bilmişti. 'Allah’ın rızkından yiyin, için. Yalnız, yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın.' demiştik.” (Bakara, 2/60)

Su çıkarma mucizesi, Tîh sahrasında gerçekleşmiştir. Hz. Musa’nın (as.) kavmi bu sahraya geldiğinde susuzluk baş göstermiş, bunun üzerine Hz. Musa (as.) Cenâb-ı Hak’tan bir su ihsan etmesi veya yağmur göndermesi için duada bulunmuştu. Bu duanın kabulüyle kendisine asasını taşa vurması emredilmiş, o da asayı taşa vurduğunda on iki pınar fışkırmıştı. Her bir kabile, kendisine tahsis edilen pınardan içmiş, böylece aralarında bir ihtilaf, bir anlaşmazlık çıkmamıştı.

Tefsir âlimleri şu hususa ehemmiyetle dikkat çekerler:

 Bütün hayır Allah’tandır. Bir hayra kavuşulması için iki şartın birleşmesi gerekir. Birisi, o hayrı Allah’tan dileyip dua etmek, diğeri ise gerekli sebeplere teşebbüs etmektir. Bu su mucizesinde her ikisi bir araya gelmiş bulunuyor. Hem Hz. Musa (as.) Allah’a dua etmiş hem de İlâhî emir muktezası asasını taşa vurmakla da sebeplere teşebbüs şartını yerine getirmiştir. Asayı vurmadan da herhangi bir yerden su fışkırabilirdi. Ama arz ettiğimiz gibi, hayırlara kavuşmada manevi ve maddi iki şartın bir araya gelmesi de âdetullahtan idi.

Bu taşın keyfiyeti hakkında farklı rivayetler var ise de üzerinde ittifak edilmiş bir görüş bulunmadığından, bunun “herhangi bir taş” olarak kabul edilmesi daha uygun bulunmuştur.

Ayette geçen “Allah’ın rızkından yiyin, için.” ifadesi hakkında iki ayrı görüş bildirilmiştir. Birisi, daha önce açlık çeken o kavme bıldırcın eti ve kudret helvası ihsan edilmişti, şimdi de su ihsan edilmiştir. Diğer görüşe göre ise, her ikisi de su mucizesine bakmaktadır; “Bu sudan hem ekinler elde edin, hem de o suyu için.” demek olur.

15. "Musa Aleyhisselâm'ın asasına karşı kemâl-i şevk ile inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle,.." On iki çeşmenin bizim manevi âlemimize bakan cephesi ne olabilir?

Nasıl ki, Hz. Musa’ın (as) asası, hem o zaman kâfirlerinin sihir ve büyüsünü bozup yutmuş hem de bir taşa vurmak ile on iki ayrı çeşmenin akmasına vesile olmuş ise, Risale-i Nur'un muhtelif risalelerinden derlenen Asa-yı Musa da bu asrın bütün batıl fikirlerini çürütmüş, yerle bir etmiştir.

Risale-i Nur'u bu dehşetli asırda çok ehemmiyetli kılan en önemli sebep, Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine delil olan tevhid mührünü her bir mahluk üstünde göstermesidir.



16. Tûr-i Sîna hakkında bilgi verir misiniz? Bu dağın Musa (as) ile münasebeti nedir? "Ahz-ı Mîsak" nedir? Ve Tûr dağının üzerlerinde tutulmasının sebebi nedir?

"Ey kavm-i Musa (as)! Nasıl Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki taşlardan ibaret olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu hem 'taleb-i rü’yet' hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?"(1)

Cebel-i Tûr: Tûr Dağı, Musa Dağı veya Harea Dağı olarak da bilinir. Mısır’da Sina Yarımadasında ve Kızıldeniz’in kuzeyinde yer alır. Yüksekliği 2.285 metredir. Kur’ân-ı Kerîm'de, Tûr Dağı olarak geçer. Bu dağ Hz. Musa’ya (a.s.) dört semâvî kitaptan biri olan Tevrat’ın indirildiği yerdir. Süryanice tûr, “dağ” manasına gelir. Tûr Dağı Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’a göre mukaddes bir yerdir.

Ahz-ı Misak: Kelime manası, yemin ve söz almak demektir. Benî-İsrail, Hazret-i Musa’ya ittiba ederek Tevrat’ın hükümlerine uyacaklarına dair Allah’a söz verdiler. Bu esnada, Tur dağı da üzerlerine yıkılacakmış gibi eğilmiş ve onlar bunu da gördükleri hâlde bir sonraki ayette beyan edildiği gibi, yine haktan yüz çevirmişlerdi.

“Hani, (Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağını da tepenize dikmiş ve 'Sakınasınız diye  size verdiğimiz Kitab’ı sıkı tutun, onun içindekileri düşünün (gafil olmayın).' demiştik.” 

“Bundan sonra yine yüz çevirdiniz. Allah’ın bol nimeti ve merhameti olmasaydı, herhâlde ziyana uğrayanlardan olurdunuz.” (Bakara, 2/63, 64)

Hazret-i Musa ve birçok salih insan onların arasında bulunduğu için, Allah onları topluca helak etmiyor.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.



17. "Bu fıkra ile dağlardan nebeân eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla,.." Bu ayetle Nil, Dicle ve Fırat ırmaklarının kastedildiğini nasıl anlıyoruz?

“Bu fıkra ile dağlardan nebeân eden Nîl-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla,” ifadesi, bu ayetin söz konusu nehirleri hatırlattığını ifade ediyor. Yani dağlardan, taşlardan suların çıkmasının çok misalleri vardır. Kesin olarak bir nehir ismi verilmiyor. Şu var ki, ayete konu olan hadiseler Mısır’da cereyan ettiği için, öncelikle akla gelen nehir Nil nehridir. Nil nehri ise Dicle ve Fırat nehirlerine komşu sayılır.

Burada verilen temel mesaj; bu suların kaynaklarının niçin tükenmediği, nereden geldiğidir. Nehrin ismi ikinci planda kalır. Bütün nehirler ilahi birer ihsan olarak insanların hizmetine verilmiş olmakla birlikte, Nil nehrinin hususî bir ehemmiyeti vardır. O kurak bölgede, Üstadımızın da ifade ettiği gibi, pek az yağan ve yerin altına varmadan kuruyan yağmur suları bu nehrin su kaynağı olamaz...



18. "O üç nehrin her birine cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler..." Bu üç nehre cennetten birer damla damlamasını izah edebilir misiniz?

Bu sualin cevabı, metnin sonunda Üstad Hazretleri tarafından şu şekilde verilmiş bulunuyor:

"Madem esbâb-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarif ile varidatın müvazenesi devam eder."(1)

Dersin devamında, bu hadisenin de bir kudret mucizesi olduğu ifade ediliyor. Bir küçük çekirdekten muhteşem bir ağaç çıkarmak Allah’ın kudret mucizesi olduğu gibi, böyle küçük bir kaynaktan büyük bir nehir akıtmak da yine onun bir mucizesi ve insanlığa büyük bir ikramıdır. Her mucize gibi bu da insan aklının idrakinin çok ötelerindedir.

Hayalen maziye doğru gidersek, dünyanın önceleri Güneş'ten kopmuş bir ateş parçası iken, o  ateşi, okyanuslara çeviren bir kudretten, bir küçük su kaynağından büyük nehirler akıtması nasıl uzak görülebilir?!. 

Konuya sebepler dairesinden değil de o sebepleri yaratan Allah’ın sonsuz sıfatları canibinden baktığımızda, bu üç nehrin de onun rahmet cennetinden aktıklarını çok rahat anlarız.

Meseleye "hazine-i rahmet" açısından nazar ettiğimizde, cennetten, bu üç nehir dışında başka nehirlerin de geldiğini görürüz. Her gün, Üstadımızın ifadesiyle "memeler musluğundan" akan bütün sütleri hayalen bir araya getirsek, bu dünyaya büyük bir süt nehrinin de aktığını hayalen müşahede ederiz. Bu nehir, sebep olarak, otlardan, çayırlardan, çimenlerden yapılmaktadır. Oralarda beslenen hayvanların memelerinden akan bu sütler de Nil Nehri gibi gaybî bir hazineden akmakta, ilahi ihsandan gelmektedir.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.



19. Cennetten beslenen dört ırmak hangisidir? Konu hakkında bilgi verir misiniz?

Cennetten gelen nehirlerin sayısı bazı rivayetlerde üç, bazı rivâyetlerde dört, bazılarında da beş olarak geçmektedir.

Mesela, Üstad Hazretleri, Sözler’de Bakara suresinin 74. ayetinin bir parçası olan “Öyle taşlar vardır, bağırlarından nehirler çağlar” mealindeki cümleyi açıklarken, Nil, Dicle ve Fırat gibi nehirlere dikkat çektikten sonra, “Şu üç nehrin menbaları cennettendir” hadisini kaydeder. Başta Sahih-i Müslim olmak üzere, hadis kitaplarının ekserisinde cennetten gelen dört nehirden bahsedilir. Bu hadisin meali şöyledir:

“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.”1

Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği aynı hadis-i şerifin Müsned’deki meâli de şöyledir:

“Dört nehir cennetten fışkırmıştır: Fırat, Nil, Seyhan, Ceyhan.”2

Fahrüddin er-Râzî ise Mü’minûn suresinin 20. ayetinin izahında İbni Abbas’tan (r.a.) şu rivayeti kaydeder:

“Cenab-ı Hak cennetten beş nehir indirmiştir: Seyhun, Ceyhun, Dicle, Fırat ve Nil.”3

Sahih-i Buharî’de rivayet edilen “İsrâ” hadisinde, Miraç Gecesinde Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hz. Cebrail ile birlikte gezerlerken Sidretü’l-Münteha’ya gelirler ve Hz. Cebrail şöyle der:

"İşte bu Sidretü’l-Müntehâ’dır. Bu ağacın dibinden dört nehir kaynıyordu. İki nehir zahir, iki nehir de bâtın idi." Resulullah, ‘Ey Cebrail, bu dört nehir nedir?’ diye sorar.

Cebrail (a.s.), ‘Bâtıni nehirler cennette iki nehirdir; zahiri olan nehirler Nil ile Fırat nehirleridir.'"4

Bütün bu hadis-i şeriflerin zahir manasından çıkan netice şudur: Fırat, Dicle, Seyhan, Ceyhan ve Nil nehirleri cennetten gelmektedir, asıl kaynakları orasıdır.

Bu nehirlerin cennetten gelişleri hakkında en güzel izahları Bediüzzaman Hazretleri yapar:

“Şöyle azim ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrûtî (konik) birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına (akmalarına) muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masârife karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları âdi ve tabii ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek harika bir surette Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadiste rivayet ediliyor ki, üç nehrin her birine cennetten birer katre (damla) her vakit damlıyor ve ondan bereketlidir...”5

Evet, faydaları, vazifeleri, gelir ve giderleri sayısız hikmetlerle dolu olan bütün ırmakların, pınarların, çayların ve büyük nehirlerin Cenab-ı Hakk'ın rahmet hazinesinden çıktığı çok açık ve berraktır. Çünkü görünen sebeplerin çok çok üstünde olan bu akarsular "Mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybi ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar, demektir."

Dipnotlar:

1. Müslim, Cennet: 26.
2. Müsned, 2/261, 289, 440.
3. Futûhu'l-Gayb, 23/89.
4. Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih tercemesi,10/71,
5. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.



20. "Ey benîisrail ve ey benîâdem! Kalp katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zat-ı Zülcelâl'in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz..." Devamıyla izah eder misiniz?

"İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki der:

"Ey benîisrail ve ey benîâdem! Kalp katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zat-ı Zülcelal’in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i sermedî’nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki Mısır’ınızı cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri; âdi, camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda(Hâşiye) mu’cizat-ı kudretine mazhar etmesi, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi o Fâtır-ı Zülcelal’i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?"

"İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş, gör ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?"

"İşte baştan buraya kadar anladınsa Kur’an-ı Hakîm’in irşadî bir lem’a-i i’cazını gör, Allah’a şükret."

(Hâşiye): Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ الْاَرْضَ عَلٰى مَاءٍ جَمَدْ kat’î delâlet ediyor ki asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki:

"Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki 'arz' lafzı, toprak demektir. Demek o su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevi’l-hayata makar eder."(1)

İsrailoğullarının kalp katılığının taşlardan daha ileri olduğunu, taşlar parçalanarak sulara yol verirken, onların kalplerine hidâyetten damla bile düşmediğini ders veren ayet-i kerimeler, bizlere de çok önemli mesajlar veriyor. Bunların birincisi; bu kudret mucizelerini ve onların Allah’ın varlığına ve birliğine olan delaletlerini tefekkür ederek marifet ve muhabbet vadisinde yol almamızdır.

Metinde geçtiği gibi, güneşin ziyası Güneş'i gösteriyor. Her bir hadise de bir ziya gibi kendinde tecelli eden ilahi isimden nur alıyor ve bu ilahi icraatları cin ve insin nazarına arz ediyor. Dallardan akan meyveler Rezzâk isminin nurundan birer parıltı oldukları gibi, sert kayaların parçalanarak sulara yol vermeleri de Azîz, Cebbâr, Celîl, Kâdir gibi çok isimlerin tecellilerini taşıyorlar ve bizleri düşünmeye sevk ediyorlar.

Ayrıca, bizi kalp katılığından uzak kalmaya, fakirlere yardım etmeye, tevazu göstermeye de teşvik etmiş oluyorlar. İlahi emirlere karşı taş gibi direnmek isteyen nefsimizi yumuşatmanın ve onu terbiye ederek marifet ve feyizlere yol verecek hale getirmenin yollarını aramamız gerektiğini ikaz ediyorlar. Yani nefsimizi kötülükleri emreden “emmare” mertebesinden çıkarıp, yumuşatarak “mutmaine” mertebesine erdirmeye çalışmamızı ve bu terbiyeyi aralıksız sürdürerek, o nefsi Allah’ın razı olduğu bir nefis haline getirmemizi teşvik ediyorlar.

Allah’ın inayetiyle, bu noktaya geldiğimizde artık o nefis, kalbimize marifet ve feyizlerin akmasına engel olmaktan vazgeçecek, aksine bu vadide ruhumuza yardımcı olacaktır.

Yumuşak suların sert taşlardan yol bulup geçmeleri, Allah’ın kudret ve inayetini göstermekle birlikte, bizlere de insanları hakka davet ve onlara iman hakikatlerini tebliğ konusunda güzel hüsnümisal oluyor. En katı yürekli, en sert tabiatlı insanlar bile, yumuşaklığın karşısında bir gün parçalanır, dağılırlar. Yeter ki biz bu yumuşak tavrımızı sabırla sürdürelim ve Risale-i Nur'un mesleğinin “nezihane ve nazikâne ve kavl-i leyin” olduğunu unutmayalım.

Ayrıca, burada ehemmiyetli bir tevekkül dersi de verilmektedir. Sanki o yumuşak sular, “Ben o koca taşları delip geçemem.” demeyip, akmaya devam etmekte, tevekkül ile vazifesine koşmakta ve sonunda Rabbinin inayetiyle muvaffak olmaktadır.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam.



21. "سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ اْلاَرْضَ عَلَى مَاءٍ جَمَدْ kati delalet ediyor." Tesbihat-ı Nebeviyeyi izah eder misiniz?

Tesbihat-ı Nebeviyenin manası:

"Yeri, donmuş bir çeşit suyun üzerinde yayan Zat’ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim." (Mecmûatü'l-Ahzâb, 1/304)

Otuz Üçüncü Söz, Yirmi İkinci pencere’de geçen şu ifadeler, bu hadis-i şerifin açıklaması mahiyetindedir:

"Evet, arzın evvel-i hilkatına bakıyoruz ki mayi haline gelen bir madde-i seyyaleden taş ve taştan toprak hâlkedilmiş..."



22. Üçüncü nüktenin sonundaki Arabî duanın mealini verir misiniz?

"Allah’ım! Sevdiğin ve razı olduğun şekilde Kur'an'ın sırlarını anlamayı nasip eyle. Ona hizmet etmeye bizi muvaffak kıl. Âmin. Bunu rahmetinle yap, Ey merhamet edenlerin en merhametlisi!.."

"Allah’ım! Kur'an-ı Hakîmin indiği zatın hem kendisine hem bütün âl ve ashâbına salât ve selâm eyle."

İkinci Makam, Giriş Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Baştaki "Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır." ayet-i kerimesi hangi surededir? Bu ayeti açıklar mısınız?

Bu ayet-i kerime En'am suresi, 59. ayetin bir bölümüdür. Meali: “Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır.”

Ayetin tamamının meali şöyledir:

“Gaybın anahtarları onun katındadır, onları ondan başkası bilmez. Karada ve denizde olanları o bilir ve bir yaprak düşmez ki, onu o bilmesin; ne toprağın karanlıklarında bir tane ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o her şeyi açıklayan Kitap'ta bulunmasın.” (Enam, 6/59)

Gaybın anahtarları ifadesi, “gaybın hazineleri” şeklinde de tefsir edilmiştir. Allah’ın her bir ismi gaybî bir hazinedir, ondaki bütün varlıklar da o hazinenin cevherleridir. Mesela, bütün rızıklar Rezzâk isminin hazinesinden gelirler. Her bir rızık bir mücevher gibidir. O hazinede ne gibi ve ne kadar  rızık bulunduğunu ancak o bilir. Bunlara ahiretteki sonsuz rızıkları da dâhil ettiğimizde, bütün bu cevherlerin bilinmesi ve tahmin edilmesi mümkün değildir.

Ayetin devamında, karada ve denizde olanları da ancak Allah’ın bildiği ders verilmekle, sanki muhataba şöyle bir mesaj da verilir: Siz sınırlı ilminizle karada ve denizde olanları dahi tamamen bilmekten âcizsiniz; gaybın hazinelerinde olanları nereden bileceksiniz?

Daha sonra, düşen her bir yaprağı onun bildiği, yani bu düşme hadisesinin Allah’ın ilim ve iradesiyle gerçekleştiği haber verilir. Bir yaprağın daldan çıkması gibi, daldan inmesi de mucize bir fiildir. Bu konuda bitki fizyologlarının güzel araştırmaları vardır. Toprağa düşen bir yaprak gibi toprağın içine gömülen bir tohum da Allah’ın ilmi dâhilindedir. Zira, o tohumu yaratan ve onun içine ondan çıkacak mahsulün planını yerleştiren o olduğu gibi, toprak altında onu Fettah ismiyle açan ve yeni mahsuller verdiren de yine odur.

O Mutlak âlim, o sonsuz ilmiyle her şeyi bilir; ister kuru olsun, ister yaş olsun. Kara ve denizi o yarattığı ve onlardaki her şeyi bildiği gibi, üçte ikisi su olan insan bedeninin de kalp, ciğer ve böbrek gibi yaş kısımlarını da bilir, kemik, saç ve tırnak  gibi kuru kısımlarını da.

Yaş ve kuru her şeyi bilmek Allah’ın ilminin her şeyi ihata ettiğini ifade etmek için kullanılmıştır; içimizi dolduran ve çevremizi kuşatan yaş ve kuru her şeye nazar etmemiz istenmiştir.

“Gaybın anahtarları onun katındadır.” ayetine göre, ilahi ilim manevi bir ağaç gibi tasavvur edilirse, yaş ve kuru mefhumlarıyla ifade edilen bütün mahlukat o ağacın meyveleri gibidir. Yaş ve kuru ifadeleri bu meyveler için kullanılır; ilahi ilimdeki gaybî hakikatler için değil.

Üstadımızın On Birinci Söz’deki, “şuûn ve sıfat-ı İlâhîye’nin bir mikyası” ifadesinin ışığında, bu ince hakikati kendi âlemimizde şöyle canlandırabiliriz:

 İnsan, denizi de bilir, karayı da. Ancak, onun deniz hakkındaki bilgisi yaş olmadığı gibi, kara hakkındaki bilgisi de kuru değildir. Bilginin yaşı kurusu olmaz; bunlar bilgi için değil bilinenler için söz konusudurlar. Keza, kışı bilmek soğuk, yazı bilmek sıcak değildir. Bilgi iklimden etkilenmez; onun da soğuğu yahut  sıcağı söz konusu değildir. Buna göre, gaybın hazinelerinde bulunan ve henüz yaratılmayan varlıkların o ilimdeki mevcudiyetleri için de yaş-kuru ifadesi kullanılmaz.

2. Kitab-ı Mübin’in Kur’an’dan ibaret olduğu ne manaya gelmektedir? Hâlbuki Onuncu Mektup'ta, Cenab-ı Hakk’ın bir yazar-bozar tahtası olduğu belirtiliyor...

“Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur'an'dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu, şu ayet-i kerime beyan ediyor...”(1)

Buna göre, bazı zatların Kitab-ı Mübini Kur’an olarak açıkladıkları anlaşılıyor. Üstad Hazretlerinin Kitab-ı Mübini kudret defteri olarak açıklaması da ayrı bir kavildir. Yine Nurlarda İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin için “ilm-i İlahinin unvanları” ve “Levh-i Mahfuzun defterleri” ifadeleri kullanılır.

Öte yandan, Yirmi Beşinci Söz’deki Kur’an tarifleri dikkate alındığında, Allah’ın esma ve sıfatlarından, kâinatın hadisatına, ilahi emir ve yasaklardan, cennet ve cehenneme kadar her konunun Kur’an'da işlendiği anlaşılır. Buna göre onda olmayan hiçbir şey, hiçbir konu yok demektir. Bu hakikat yaş ve kuru her şeyin Kur’an'da bulunduğu şeklinde açıklanmış ve söz konusu ayet-i kerimede verilen haberin bir vechinin de Kur’an'ın “bütün hakikatleri ders vermesi” olabileceğine işaret edilmiştir.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



3. "Kitab-ı Mübin, Kur'an'dan ibarettir. Yaş ve kuru her şey içinde bulunduğunu, şu ayet-i kerime (En'am, 6/59) beyan ediyor. Öyle mi?" sorusunun cevabını açıklar mısınız?

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

"Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır." (En'âm, 6/59).

Üstad Hazretleri bu ayeti şu şekilde izah ediyor:

"Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’an’dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu şu ayet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri bazen nüveleri bazen icmalleri bazen düsturları bazen alâmetleri, ya sarahaten ya işareten ya remzen ya ibhamen ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’an’a münasip bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:"

"Beşerin sanat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı sanat ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev-i beşere hitap eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:.."(1)

وَكُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِىۤ اِمَامٍ مُبِينٍ 

"Biz her şeyi Levh-i Mahfuzda tek tek yazdık." (Yâsin, 36/12).

Levh-i Mahfuz; bütün eşyanın her hâli ile daha vücuda gelmeden önce yazıldığı bir levha, bir kitaptır. Bu yüzden eşya bu kader yazısındaki plan ve programa uygun olarak varlık sahasına intikal eder. Levh-i Mahfuz, Allah’ın ilminin bir unvanı, bir ifadesidir. Levh-i Mahfuz'da her şey noksansız ve son hâli ile yazılıdır; burada bir değişiklik olması söz konusu değildir. Bu vechesi ile Levh-i Mahfuz mevcudatın ve mahlukatın Allah’ın ilmindeki manevi vücutlarıdır. Üstad'ın ifadesi ile “vücud-u ilmîleridir.”

لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَۤ اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلاَۤ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 

"Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar bir şey ondan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır." (Sebe', 34/3).

Bu ayette de aynı şekilde yaratılmış her şeyin kader levhalarında açık bir şekilde yazıldığını ilan ediyor. Bunu şöyle bir misalle akla yaklaştırabiliriz:

Bir bina düşünelim, bu binanın ilk merhalesi plan ve proje kısmıdır, binanın bütün ayrıntıları ve keyfiyeti önce bu plan ve programda tayin edilir. Bu kısımda işleyen ilim ve kaderdir.

Bu bina gibi, kâinat da önce Allah'ın ilm-i ezelîsinde planlandı, bu plan ve programa göre yaratıldı. Bu, kâinatın mazi ve müstakbelini temsil eder. Âlem-i şehadetten çok, alem-i gayba bakar. Bir ağacın çekirdeği ve kökleri İmam-ı Mübini hatırlatır, onun bir defteri gibidir. Tabiat dedikleri mevhum şey; aslında kaderin bu manevî kalıbının insan zihnindeki şeklidir. Ama maddeci felsefe buna uluhiyet isnat ediyor.

Kitab-ı Mübin ise; o bina ve kâinatın plan ve program kısmının, yani “İmam-ı Mübin”in hayata geçirilmesi, haricî bir vücut verilmesidir. Burada Allah'ın kudret sıfatı hükmeder ve iş görür. Mazi ve müstakbelden ziyade, şimdiki hale bakar, yani âlem-i gaybdan çok, âlem-i şehadeti temsil eder.

Bu noktadan bakacak olursak; tabiat denilen şeyi planlayıp program haline getiren kaderdir, bu plan ve programı fiil ve amele dönüştürüp tatbik eden de Allah’ın kudret sıfatıdır.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



4. Kur’an’daki her şeyi herkesin görememesini ve muhtelif derecelerde (sarahaten, işareten, remzen, ibhamen, ihtar tarzında) bulunmalarını biraz açabilir misiniz?

Sarahat, nassın bir manaya açıkça delalet etmesidir. İşaretin ise remz, ima, telvîh, telmih gibi çeşitli dereceleri vardır.

Lügatte işaret için, “bir şeyi kaş, göz, el, parmak, baş ile göstermek” manası verilir.

İma; işaretle ve  dolaylı olarak anlatma demektir.

Remz de ima gibi, işaretle anlatma, gizli ve kapalı bir surette söyleme manasına gelir.

Telvîh; kinaye türünden ifadeler için kullanılır. “Filancanın mutfağının külü çok.” denilerek, o evde çok yemek piştiğini ima etmek gibi. 

Telmih ise, yine kapalı, imalı söyleme, açık söylememe, bir veya birkaç kelimeyle, bir atasözüne, fıkraya, kıssaya imada bulunma manalarında kullanılır.(1).

Görüldüğü gibi bu kelimelerin hepsi sarih manaya göre kısmen kapalılık arz ediyorlar. Yukarıdaki tertibe göre, bu kapalılık gittikçe artmakta, mana inceliği daha da derinlik kazanmaktadır.

Bakışla bir şeye işaret etmek, göz kırpmaya göre daha gizlidir. Göz kırpma ise baş ile yapılan bir işarete göre daha gizlidir. Bu da el ile yapılan işarete göre daha gizlidir.

İşte, bir ifadede bulunan çeşitli manalar da böyledir. Bir kısmı, kendini açıkça gösterir. Bu mana sarih manadır. Kimi mana ise, sanki elini kaldırıp “Ben buradayım, beni de gör.” der. Bu mana ise işari manadır.

Bir misal:

İhlas suresinde geçen “O doğurmadı ve doğurulmadı.” ayetinin sarih manası bellidir. Nur Külliyatı'ndan Lemeat’ta bu ayetin “tagayyür, tenasül, tecezzi edenlerin, Hz. İsa (as.) ve Hz. Üzeyr’in (as.), keza melâikelerin, sebeplerin, tabiatın ve ukul-u aşere safsatasında dile getirilen on aklın” ilahlıklarının da bu ayetin işari ve remzi manalarıyla reddedildiğine dikkat çekilir.

Hangi işaretlerin remiz derecesinde, hangilerinin ondan daha gizli olan ima, telvih  ve telmih derecelerinde olduklarını kesin olarak ayırmak güçtür. İhlas suresindeki söz konusu ayetin işari mânalarını, tahmini olarak, şöyle sıralayabiliriz:

- Doğuranlar ve doğanlar ilah olamazlar: İşari mana.

- Hazret-i İsa ve Hz. Üzeyirin (as.) ilahlıklarını red: Remz. 

- Meleklerin Allah’ın kızları oldukları vehmini red: İma.

- Tabiattaki sebeplerin ve onlardan doğan varlıkların ilahlıklarını red: Telvih.

- Ukul-u aşere safsatasında akl-ı evvelin akl-ı sâniyi, onun da akl-ı sâlisi vs. yarattığı vehmini red: Telmih.

İlk paragraftaki “ibhâmen” ifadesinden işaretin çeşitlerinin anlaşılması mümkündür. Çünkü işaretlerde bir müphemlik yani kapalılık söz konusudur. Keza bu kelimeyle, zamanla ortaya çıkacak olan bir takım fiziki ve teknik gerçeklerin veya tarihi hadiselerin kapalı bir surette zikredilmiş olmaları da kastedilebilir. Zamanı gelince hadiselerin bu müphemiyeti ortadan kalkar, hakikat ortaya çıkar.

“İhtar”a gelince, bu diğerlerinden biraz farklıdır. Kalbe ihtar edilen bir meselede sezilmesi çok güç olan bir hakikatin ilahi bir lütuf olarak hatıra getirilmesi söz konusudur. Mesela, bazı ayetlerin cifir hesabıyla istikbalden haber vermesi, ayetlerin işari manalarıyla değil, ilahi bir ihtar ile bilinir. Nur Külliyatı'nda bunun çok misalleri vardır.

1) bk. Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat.



5. Medeniyet harikaları ve fenler; "yaş-kuru her şeyin Kitab-ı Mübinde bulunduğu" hükmü içerisinde ne kadar yer işgal edebilir? Kur’an’ın tenzil gayesinde bu meseleler murad olarak nazara verilmiyor. Remiz, işaret, ibham ile kastedilen meseleler, bunlar mı?

"Beşerin sanat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârik-ı sanat ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev-i beşere hitap eden Kur'an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış..."(1)

Metnin devamında belirtildiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm medeniyet harikalarını mühmel bırakmamış, ya peygamber mucizeleriyle yahut bazı tarihi hadiselerle onlara da işaret etmiştir. Bu harikalara birer işaret kâfidir, Üstad'ın ifadesiyle onların “bahs-i Kur’ânîde hakları” o kadardır.

Medeniyet harikaları, Allah’ın insanlar eliyle ihsan ettiği birer nimet olarak değerlendirilirse, bunlardan yapılan bahisler de Allah’ın varlığına, birliğine, ilim ve hikmetine birer delil olarak düşünülebilir. Ancak, çoğu insan bu buluşları ilim adamlarının şahsi gayretlerine ve kabiliyetlerine verdikleri için, onlardan bahsetmek Kur’ân’ın temel maksatları içinde çok cüz’î bir yer tutuyor.

Hâlbuki bütün hayırlar Allah’tandır; onun elindedir. Işık, Güneş'in meyvesi; elma, ağacın meyvesi; bakış,  gözün meyvesi olduğu gibi, düşünme de aklın meyvesidir. Meyveleri sebeplere bağlayan Cenâb-ı Hak, medeniyet hârikalarını da insanların fikir ve araştırmalarına bağlamıştır. Bunlar yapılmadıkça o meyvelere ulaşılmaz.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



6. "Ayetlerle şimendifere işaret ettiği gibi... Envâra, esrara işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor." İzahını yapar mısınız?

Üstad Hazretleri, Kur’ân’ın medeniyet harikalarını da boş bırakmadığını şöyle izah ediyor:

“Evet, bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:

"Birinci cihet: Mu'cizât-ı Enbiya suretiyle. 
İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisat-ı târihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:

  قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ ۞ النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ ۞ اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ ۞ وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ (1)۞ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ

Keza: فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ  gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ(2) يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ

âyeti, pek çok envâra, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remz ediyor. Şu ikinci kısım, hem çok zâtlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.”

***
(1) Haşiye-1: 
Şu cümle işaret ediyor ki: Şimendiferdir. Âlem-i İslâm'ı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâm'ı mağlub etmiştir.

(2) Haşiye-2: يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ  cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.(1)

“Uhdud Ashabına lanet olundu. Tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, müminlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O müminlerden intikam almalarının sebebi, onların, Azîz ve Hamîd olan Allah'a imân etmiş olmalarından başka bir şey değildi.” (Bürûc, 85/4-8)

Üstad Hazretleri bu ayetlerin şimendifere işaret ettiğini ifade ediyor. Birincisi, tarihî bir hadisenin nakli olmakla birlikte, “tutuşturulan ateş” şimendifere yakıtının verilmesine ve “uhdud ashabının ehl-i imana zulmetmeleri” de kâfirlerin şimendifer yoluyla elde ettikleri kuvvetle Müslümanları mağlup etmelerine işaret sayılmıştır.

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misâli, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fânus içindedir. Cam fânus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya ne de batıya âit olmayan mübârek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O, nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.”(Nur, 24/35) 

Allah’ın “göklerin ve yerin nuru” olması, onun esmâ-i hüsnâsının tecellileriyle mahlukatın nurlanması manasına gelir. Nur Külliyatı'nda “vücudun nur, ademin ise zulmet olduğu” kaydedilir. Buna göre, mahlukatın yokluk karanlıklarında bırakılmayıp vücuda çıkarılmaları, onların zulmetten nura kavuşmaları demektir. Bu mana canlı-cansız bütün varlıklar için söz konusudur. 

Hayat  sahiplerinin, Muhyi isminin teellisiyle, cansız olmaktan kurtulup canlı hâle gelmeleri ayrı bir nurdur.

Onların rızıklanmaları Rezzak isminin tecellisinden gelen ayrı bir nur iledir. Güzel şekilleri Müzeyyin (ziynetlendiren, süsleyen) ve Mülevvin (renklendiren) isimlerinin nurlarıdır.

Organlarının en faydalı şekilde yaratılmış olmaları Hakîm isminin nuruyladır.

Bütün ilahi isimlerin tecellileri ayrı birer nurdurlar. Kerîm ismiyle ikram nuru, Şâfi ismiyle şifa nuru, Kuddüs ismiyle temizlik nuru, Aziz ismiyle izzet nuru,…, ihsan edilmektedir.

Bu ayette mahlukatın muhtelif karanlıklardan Allah’ın nuru ile kurtulmaları ve nice nurlara kavuşmaları ders verilmekle birlikte, elektriğin keşfiyle de ayrı bir karanlıktan ışığa çıkmalarına işaret edilmiştir.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



7. Yirminci Söz İkinci Makam'ın başında, Buruc suresinden Ashab-ı Uhdud'la alakalı ayetlere yer verilmiş. Bu ayetler hangi şeye mucize olarak nasıl işaret ediyor?

"Uhdud Ashabına lanet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, müminlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O müminlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti her şeye galip olan ve her türlü övgüye layık bulunan Allah'a iman etmiş olmalarından başka bir şey değildi." (Bürûc, 85/4-8)

Allah'a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah'a inananları dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırırdı. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır. Allah'a inanan müminler hendeğin başına getirilir, Allah'a imanda ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılırdı.

Bütün bu zor durumlarına rağmen müminler imanından dönmez ve ateşe atılırdı. Müminleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturup yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi. Fakat Cenâb-ı Allah o kâfirleri, aynı ateşle veya başka bir yolla helak etmiştir. Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allah Teâlâ müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır.

Ashab-ı Uhdud hakkında tefsirlerde dört kadar hadise zikredilir. Bunlar arasında en meşhuru, Yemen hükümranlığını ele geçiren Zû Nuvas hakkındadır. Dördüncü asırda Yemen’e hâkim olan bu kral Hristiyan olan Necran ahalisini de Yahudiliği kabule zorlar. Halk direnince, birçok insanı ateş dolu hendeklere attırır.(1)

Uhdud kelime olarak çukur, uzun hat, yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak ve hendek gibi manalara gelir. Bu hadisenin temel iki hususu, tüneli andıran hendekler ve müminlerin ateş ile yakılmasıdır.

Üstad şu haşiye ile mesele arasında irtibat kuruyor:

"HAŞİYE 1: Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir."(2)

O zamanın kâfirleri bu zamanda tren tünelini andıran hendeklerle müminleri diri diri yakıp mağlup etmişler.

Uhdud ayetinin en mühim mesajı, teknolojinin galibiyetteki rolüdür. Yani teknik imkânları kim elinde bulundurur ise galibiyette ehemmiyetlili bir merhale elde etmiş demektir ki, müminlerin de bu hususta dikkatli olup çalışmaları gerekiyor, diye ikazda bulunuyor Üstad Hazretleri. Zaten bu ikazı haşiyede açıkça bildiriyor. Sonraki ayetlerin teknolojiye işaretleri zaten aşikârdır.

"Onlar için bir delil de insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır." (Yâsin, 36/41-42).

Dipnotlar:

1) bk. Kur'an-ı Kerim Meali, Bürûc Suresi Açıklaması, DİB. Yay. Ankara 2007. 
2) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



8. "Şimendifer, âlem-i İslam’ı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslam’ı mağlup etmiştir." cümlelerini izah eder misiniz?

Şimendifer, burada teknolojik inkişafın temsili bir ifadesidir. Yoksa sadece tren ile İslam âlemi mağlup edilmiş manasında değildir. Üstad'ın dönemlerinde teknolojinin en bedihi nişanesi tren ve tayyare idi. Şimdilerdeki bilgisayar gibi.

O dönemlerde İslam âlemi çeşitli sebeplerden dolayı teknolojik olarak geride kalmışlığın bedelini mağlubiyet ile ödedi. Avrupa ise teknolojik olarak ilerlemesinin mükâfatını galibiyet olarak gördü.

Teknolojinin en büyük faydası ulaşım ve iletişim alanında olmuştur. Avrupa ülkeleri ulaşım vasıtaları sayesinde ağır top ve tüfeklerini taşıyarak, maddeten zayıf olan ülkeleri esaret altına almayı başarmıştır. Bu vasıtalar kimde ise, harpte teknik üstünlük de ondadır.

Üstad bu manaları topluca ifade etmek için “Şimendifer âlem-i İslamı esareti altına almıştır, kâfirler onunla İslam’ı mağlup etmiştir.” demektedir.


İkinci Makam, Mukaddime Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Sanat harikalarının başlangıçlarının peygamberlerin mucizelerine dayandığı ifade ediliyor. Acaba lisanların, yazının, ateşin ve sair izahını yapamadığımız inkişafların kaynağı da öyle midir?

Hazret-i Âdem’e (as.) bütün esmanın talim edilmiştir. Bütün ilimler Âlim isminin, bütün hikmetler Hakîm isminin tecellisiyle meydana geldiğine göre bu noktada bütün sanatların ve ilmî keşiflerin O ilk peygambere icmalen öğretildiği söylenebilir. Daha sonra gelen ve Üstadımızın “mülhem keşşaflar” dediği ilim adamları, o icmalî ilmi, kendi dallarında tafsil etmişler, açıklamışlardır.

İslam âlimleri, peygamberlere ilim, irşat ve tebliğ konusunda varis oldukları gibi, mülhem keşşaflar da onların eliyle beşere hediye edilen medeniyet harikalarının bir kısmını, beşere hediye etmiş sayılırlar. Zaten, mülhem ifadesi o keşiflerin Allah’ın bir ilhamıyla gerçekleştiğini, o sahadaki çalışmaların ise birer sebep olduğunu ifade ediyor.

"Hatta denilebilir ki; manevi kemalât gibi maddi kemalâtı ve harikaları dahi en evvel mucize eli nev-i beşere hediye etmiştir."(1) cümlesinde geçen “en evvel” ifadesi bu noktada çok önemlidir. Maddi harikaları en evvel peygamberler beşere hediye etmekle birlikte, onlardan sonra yapılan keşifler mülhem keşşaflar eliyle olmuştur. Bugün sergilenen medeniyet harikalarını ancak böyle izah edebiliriz.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



2. "Peygamberlere mutlak olarak ittibaa emrediyor." ifadesini nasıl anlamalıyız? Zira asırlar değiştikçe şeriatlar da değişmektedir. Bu durumda peygamberlere mutlak manada ittiba nasıl olacaktır?

“... Peygamber size ne verirse onu alınız, o sizi neden men ederse onu terk ediniz. Allah’a karşı gelmekten sakınınız. Muhakkak ki Allah’ın cezası pek çetindir.” (Haşr, 59/7)

Mutlak, “kayıtsız” demektir, zıddı “mukayyed”dir. 

"Peygambere mutlak ittiba" denilince, onun getirdiği bütün emirlere, yasaklara inanmak, onun yolunda hiçbir sapma göstermeksizin yürümek anlaşılır. Bu kaide bütün peygamberler ve bütün semavi kitaplar için aynen geçerlidir. Asırlara göre şeriatın değişmesi bu hükme zıt değildir. Her ümmet kendi peygamberinin getirdiği hükümlere, emir ve yasaklara mutlak mânada inanacak ve tümüne uymaya çalışacaktır. Daha sonra başka bir peygamber, ayrı bir şeriatla geldiğinde, bu defa onun emirlerine mutlak manada itaat edilecektir.

3. "İşte enbiyaların manevi kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mucizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor." İzah eder misiniz?

Bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi, esas olarak iki maddede toplanır:

Birisi, kullara Allah’ı tanıtmak, iman hakikatlerini bildirmek.

Diğeri ise, insanın Allah’a karşı yapması gereken vazifeleri öğretmek ve tatbik ettirmek.

Mucize göstermenin de asıl hedefi Allah’a imanın kalplere yerleştirilmesidir. Nitekim bu yolla birçok insan iman etmiş ve peygamberine tabi olmuştur. Bunun yanında mucizelere sihir diyerek küfründe inat edenler de çıkmıştır. 

Mucizelerin bir diğer hikmeti, “onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşvik”tir. Ancak bu gaye, imanın telkini ve İslam’ın tebliği yanında ikinci derecede kalır. Öte yandan, bu gaye, beşerin havas kısmı olan ilim adamlarına hitap eder, avamın bu hikmetten ders alarak bir şeyler yapma imkânları söz konusu değildir.

“Fen ve sanat-ı beşeriyenin nihayet hududu”nun mucizelerle çizilmiş olmasına gelince, bugün tıp konusunda harika gelişmeler olmuştur, ama henüz ölünün diriltilmesi konusunda ne bir çalışma ne de bir iddia söz konusudur. 

Sondajla su çıkarılması, asa ile su çıkarmaya, hele parmaklardan su akma mucizesine asla yetişemez.  

Bugün, radyo ve televizyonla seslerin ve görüntülerin nakli yapılabilmektedir, ancak şahısların bizzat nakli henüz hayal âleminde canlandırılmakta, maddenin enerjiye, daha sonra enerjinin maddeye dönüştürülmesiyle cisimlerin de uzak mesafelerden celp edilebileceği düşünülerek bazı çalışmalar yapılmaktadır. Ancak, ortada henüz müşahhas bir netice yoktur.

4. Yirminci Söz'de, her bir mucizenin aynı zamanda ilmi gelişmelere yol gösteren en son hududu çizdiği şeklinde izahlar yapılıyor. Peki, Peygamberimiz Efendimizin parmaklarından su akması mucizesini, bu manada nasıl değerlendirebiliriz?

Peygamber Efendimizin (sav.) mucizeleri diğer peygamberlerin mucizelerinden çok daha ileridir. Onların ne naziri ne de taklidi asla mümkün değildir. Bu da Resulullah Efendimizin (sav.) Allah katındaki değerinin ne kadar üstün olduğunu ortaya koyuyor.

 Üstad Hazretleri bu hakikate şöyle işaret ediyor:

"Hazret-i Musa Aleyhisselâmın taştan on iki yerde çeşme gibi su akıtması, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın on parmağından on musluk suyun akmasının derecesine çıkamaz. Çünkü taştan su akması mümkündür; âdiyat içinde naziri bulunur. Fakat et ve kemikten âb-ı kevser gibi suyun kesretle akmasının naziri, âdiyat içinde yoktur."(1)

Bu ifadelerden Peygamber Efendimizin (sav.) mucizelerin diğer peygamberlerin mucizeleri gibi fennî keşiflere bir numune olmadığı hükmüne varılabilir. Yani Peygamber Efendimizin (sav.) mucizelerinin öyle bir hususiyeti var ki, diğer mucizelerden daha ulvidir ve taklidi kabil değildir. Mesela, İsa’nın (as.) hastalıklarla alakalı mucizeleri, Hz. Musa’nın (as.) suyla alakalı mucizeleri gibi diğer peygamberlerin (a.s.) gösterdiği harikalar Cenab-ı Hakk'ın âdet kanunlarına muvafık olup, insanlarca da taklidi mümkündür.

Habib-i Kibriya Efendimizde (sav.) ise; “parmaklarından suyun akması, ağaçların yürümesi” gibi mucizeler Cenab-ı Hakk'ın sünnetullah kanunlarının rağmına olarak nasip olmuştur ve taklidi asla mümkün değildir.

Bu farklılık Resul-i Kibriya'nın (sav.) Allah indindeki makamının ne derece âli olduğunu gösterir ve diğer peygamberlerden daha üstün olduğunu ispat eder.

1) bk. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, Sekizinci İşaret.



5. Hz. İdris terzilerin piridir. Onun mucizatı da terzilik nevinden midir?

Peygamberler (aleyhimüsselam) insanlığın manevi rehberleri olduğu gibi, maddi terakkinin ilk misallerinin de pişdarlarıdırlar. Allah Teâlâ bazı medeniyet harikalarını onların eliyle insanlığa hediye etmiştir. Bundan dolayı demirciler Hz. Davud’u, gemiciler Hz. Nuh’u, terziler Hz. İdris’i ve saatçiler de Hz. Yusuf’u (aleyhimüsselam) ustabaşı kabul ederler.

Aynı iş, farklı iki zaman diliminde yapıldığında, birinde mucize veya keramet iken, diğer zaman diliminde alelade bir iş olarak kabul edilebilir. Mesela, iki asır önce, bir insanın görüntüsü, yani temessülü, uzak bir diyarda başka insanlara görünmesi, büyük bir keramet iken, şimdilerde televizyon vasıtasıyla alelade, sıradan bir iş olmuştur.

Aynen öyle de Hz. İdris’in (as) elbise dikmesi de zamanın şartlarıyla mukayese edildiğinde harika bir durumdur.



6. "Evet, mucizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve sanat-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor..." İzah eder misiniz, mucizeler bilimsel olarak gerçekleşebilir mi?

Bir kişiye ilaç verip ağrılarını dindirmek normal sayılırken; bir işaret ya da nazar ile o kimsenin ağrılarını dindirmek peygamber ise mucize, evliya ise keramet olur.

Hz. Musa’nın (as) asasını taşa vurması ile suyun çıkması mucize iken, bu fiili alet ve edevatlar ile yapmak sıradan bir durumdur.

Mucizeler Allah’ın resullerini teyit eden birer alamettirler. Bu alametler ancak peygamberlere hastır. Bu ciheti ile mu’cizelerin taklidi kabil değildir.

Lakin alet ve edevatlar ile mucizelerin benzerlerine ulaşmak imkân dâhilindedir. Hazret-i Musa’nın (as) asası yerine, santrifüj aleti kullanılarak su çıkarılabilir. Bu, mucizeye ulaşmak manasına gelmez.

Hazret-i İsa (as) mübarek eli ile körü iyi ederken, şimdi lazer ve tıbbi aletler ile aynı neticeye ulaşılabilir.

Mucizeler hem ulaşılması mümkün olmayan fevkalade hallerdir, hem de insanlara ilham ve numune olan birer misaldirler.



7. "Mucizât-ı enbiyayı zikretmesiyle fen ve sanat-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor,.. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gayeye sevk ediyor." Buna göre, insanlar fen sahasında çok ileri giderek canlı bir şey yapabilirler mi?

İnsanlar ilim ve fende ne kadar ilerleseler de asla mucize derecesine ulaşamazlar. Mucizeler insanlara sadece bir ilham kaynağıdırlar. Yoksa ulaşılması mümkün olan bir hedef değildirler.

İnsanoğlu asla canlı bir varlık yaratamaz ya da yapamaz. Bu hususa şu ayet işaret etmekte:

"Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de." (Hac, 22/73)



8. "Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin aynasıdır." cümlesini açıklar mısınız?

"Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının ayinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvalinin ayinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz..." (Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam)

Geçmiş zaman; bir tohum mahzenine benzetilmiştir. Bu tohumlar istikbal tarlasına ekilecektir. Yani, mazide yaşamış ve insanlığa başta peygamberler olmak üzere bütün önder kişilerin mucize ve buluşları, mazinin tecrübeleri ve bilgi birikimleri istikbaldeki yeni hedefler için kullanılacaktır. Hedefe ulaşılması için teşebbüste bulunulduğunda, artık mazinin hayattar tohumları hazır zamanda tarlaya ve verime dönüşmüş demektir.

Mesela, peygamberlerin gösterdikleri mucizelerin hepsi, istikbalde insanlığa faydalı olacak birer medeniyet harikalarına birer tohum şeklindedir. Hz. Âdem (a.s)'ın bütün esmaya vakıf olması, istikbalde insanlığın bütün ilim ve fenlere vakıf olmasına bir tohum halindedir. Hz. Süleyman'ın (a.s) iki aylık mesafeyi bir günde uçması, istikbalde havada insanları taşıyan bütün medeniyet araçlarına bir tohum şeklinde yorumlanabilir ve hakeza...

Ve bu hazır zamanda, o tohumların açılıp büyümesi için gerekli çalışmalar yapılır ve istenen neticeye ulaşılırsa, bu güzel netice mazinin aynası gibi olur. Yani mazideki düşünceler, çalışmalar, bilgi ve tecrübe birikimleri, elde edilen bu neticede seyredilirler.

Evet, şu zamanımızda her ne varsa, mazide bunun tohum hâlindeki vaziyetinin aklen tefekkür edebiliriz. Mesela, şimdinin bütün modern tekerlekleri, mazideki ilk tekerleğin vaziyetini hatıra getirir. Şimdiki bütün modern araçlar, mazinin gelişmemiş ve tohum hükmündeki araçlarını akla getirir...  



9. "Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın bir mucizesi olarak teshir-i havayı beyan eden: وَ لِسُلَيْمنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ" ayetinin meali hakkında bilgi verir misiniz?

“Rüzgârı da Süleyman'ın emrine verdik ki, sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alırdı.” (Sebe', 34/12)



10. "Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi katetmiştir." Süleyman Aleyhisselâm’ın başka mu’cizeleri var mıdır?

Kur’an-ı Kerim'de, Süleyman Aleyhisselâm’ın kuşların dillerini bildiği haber verilmektedir. Ayrıca, Sebe' suresi, 12. âyette şöyle buyrulmaktadır:

"Erimiş bakır ocağını da ona sel gibi akıttık. Cinlerden de Rabbinin izniyle onun önünde çalışanlar vardı."

11. "Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi katetmiştir." Bu mucize, fennin varabileceği nihai noktayı göstermesi açısından nasıl değerlendirilebilir?

İki aylık mesafeyi daha kısa zamanda kateden uçakların, füzelerin keşfedilmesi, bu mucizeyi aşmak demek değildir. Zira Süleyman aleyhiselamın mucizesinde doğrudan uçma söz konusudur. İnsanlar, değil iki aylık mesafeyi, henüz on metrelik mesafeyi bile havada katedememişlerdir. Bugün itibariyle, dünyada uzun atlama rekoru 8.95 metredir.


12. "Süleyman'ın, Belkıs'ın tahtını iki aylık mesafeden getirtmesi,.." ifadesindeki iki aylık mesafe ne kadardır? Bu mucizenin nihayet hududu çizmesini nasıl anlamalıyız?

O zamanın şartlarında kervan ve develer ile iki ay süren mesafe, şimdi araba ve uçak gibi vasıtalar ile iki-üç saat gibi kısa bir süreye inmiştir. Belkıs'ın tahtı ve krallığı Etiyopya'nın Aksum kentindedir. Kudüs ile Etiyopya arası o zamanın şartlarında ancak iki ayda gidilebilir bir uzaklıktadır. Kudüs Orta Doğu'da Etiyopya ise Doğu Afrika’dadır.

Bu mucizenin son sınırı çizmesi ve ulaşılamaz olmasının sebebi, eşyanın aslı ile getirilmesindedir. Günümüzde televizyon ve radyolar vasıtası ile eşyanın sadece ses ve görüntüsü getirilebiliyor, aslını getirme noktasında teknoloji şu anda aciz bir durumdadır.

Göz açıp kapama anında, binlerce kilometre öteden getirilen tahtın hızına, bugünün en modern ulaşım vasıtaları bile yetişemiyor. Bir uçak Kudüs’ten Etiyopya'ya ancak bir-iki saatte varabilir. Hâlbuki taht, "tarfetül ayn"da, yani göz açıp kapama kısalığında getirilmiştir.

13. "Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim." Buradaki "heva-i nefsini terk ettiği için" ne demektir?

Sebe’ suresinde şöyle buyurulur:

“Rüzgârı da Süleyman'ın emrine verdik ki, sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alırdı.” (Sebe', 34/12)

Üstat Hazretleri bu ayetin mealini kaydettikten sonra ayetteki işari manayı şöyle ifade eder:

“İşte, bunda işaret ediyor ki beşere yol açıktır ki havada böyle bir mesafeyi katetsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.”(1)

Süleyman aleyisselam bir peygamber olarak nefsinin boş arzularına hiç tabi olmamış, daima Allah namına hareket etmiş ve insanları irşat görevini aralıksız devam ettirmiştir.

Cenab-ı Hak da ona mükafaat olarak rüzgârı onun emrine vermiş, çok uzak mesafelere kısa zamanda gitmesini ihsan etmiştir.

Sâd suresinde haber verildiği gibi, Hz. Süleyman (a.s.) hem savaşta istifade etmek hem de daha başka gayeler için atlar hazırlanmasını ve eğitilmesini emretmişti, bazen de bu işe bizzat nezaret ediyordu. “Ben bunları nefsimin haz duyması için değil, Allah’ın dinini güçlendirmeye vesile olmalarından dolayı seviyorum.” demişti.

Hz. Süleyman (as) nefis ve hevasını tam manasıyla terk ettiği için, ona hem nebilik hem de meliklik bahşedilmiştir. Yoksa atların sevgisini terk ettiği için bu mucizeler verilmiş değildir. Zaten bir peygamberin bir şeye gönlünü kaptırması, onların ismet ve masumiyet sıfatı ile bağdaşmaz.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



14. "Ey insan! Bir abdim, hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp..." Bu gibi keşiflere niçin ekseriyetle ecnebiler vesile oluyorlar? Bu başarıları, onlara Allah indinde bir makbuliyet kazandırır mı?

Müslümanların dünyaya ilim öğretme faaliyetleri Endülüs’te başlamış, Selçuklu ve Osmanlı'da çok daha ilerlemiş ve bu devirlerde bilhassa sanat sahasında büyük harikalar ortaya konulmuştur. On dokuzuncu asrın sonu ve yirminci asrın başlarının Osmanlı’nın gerileme ve yıkılma dönemi olması ve yine bu dönemde ilim ve teknikte Avrupa ve Amerika’nın çok yol almaları, bu sahanın sanki ecnebilere mahsus imiş gibi anlaşılmasına yol açmıştır. İnşallah Üstadımızın istikbalde onları geçeceğimiz konusundaki müjdesi tahakkuk edecek ve bizden sonraki nesiller artık böyle bir soru ile karşılaşmayacaklardır.

“Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır.”(1)

müjdesi bütün sahalarda tahakkuk edecektir. Konunun diğer yönü Lemeat’ta çok güzel ortaya konmuştur. Oradan sadece bir kaide nakledelim:

“Hak olan bir vesile  batıl vesileye galiptir; dolayısıyla bir hak bir batıla mağluptur.”(2)

Maddi terakkinin ve fennî keşiflerin en önemli vesilesi, bu konuda gerekli şartlara tam riâyet etmek ve gayret göstermektir. Buna riayet edenler, ister müslim, ister gayrimüslim olsunlar başarıya ulaşırlar. Ziraatta, gerekli şartları kim yerine getirirse onun bol mahsul alması gibi, fen ve teknikte de gerekli şartları hazırlayanlar başarıya ulaşırlar. Mazide bunu biz yapmış ve dünyaya hâkim olmuştuk, daha sonra ise sebeplere teşebbüste gayrimüslimler daha ileri gittiler ve bize galip geldiler.

Allah indinde makbuliyet meselesine gelince, bu da yine aynı Lemaat’ta aynı konu içinde işlenmiş ve şu gerçeğe önemle dikkat çekilmiştir: 

Cenâb-ı Hakk’ın iki ayrı sıfattan gelen iki ayrı şeriatı, yani iki ayrı kanunlar manzumesi vardır ve bunların her birine itaat edenler mükâfat görürler, isyan edenler de cezalarını çekerler.

Bunlardan birisi, irade sıfatından gelen tekvinî şeriattır, yani kâinatta hüküm süren kanunlar ve bu dünya hayatında başarıya ulaşmak için uyulması gereken esaslardır. Bunlara uyan kişi, hangi dine mensup olursa olsun, bu dünyada karşılığını görür. Meyve almanın yolu meyve ağacı dikmektir. Bu kanuna uyanlar meyvelere kavuşurlar. 

Diğeri ise, kelam sıfatından gelen şeriattır, yani Kur’an hükümleridir. İman ve salih amel işleyenler bu şeriata uymalarının mükâfatını ahirette cennet ve ebedî saadet olarak bulurlar. Küfür ve isyan yolunu tutanlar ise ceza görürler. Elbette ki, ideal olan, her iki şeriata da tam uymak, hem dünyada hem de ahirette saadete ermektir.

Ecnebiler kâinatta hüküm süren ve yanlış olarak tabiat kanunları da denilen tekvinî şeriata riâyet etmelerinin karşılığını alıyorlar. Bu da bir çeşit makbuliyettir. Ancak, makbuliyeti “rıza” manasında anladığımızda Allah katında makbul kul, yani onun razı olduğu ve cennetiyle taltif edeceği kul, ancak ona iman ve emirlerine itaat eden kuldur.

Dipnotlar:

1) bk. Sünuhat, Rüyada Bir Hitabe.

2) bk. Sözler, Lemeât.



15. "Nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz." İzah eder misiniz?

"Mesela, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ  ayeti, 'Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi katetmiştir.' der."

"Cenâb-ı Hak, şu ayetin lisanıyla manen diyor: 'Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.' ”(1) 

"Rüzgârı da Süleyman'a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi." (Sebe', 34/12)

İkinci cümlede kâinata konulmuş kaidelere riayet ederseniz, yani hava unsuruna potansiyel olarak konulmuş gizli nimetleri çalışma ve gayret etme ile keşfedebilirseniz, siz de kısa bir zamanda uzak diyarlara ulaşabilirsiniz, denilmektedir.

Nitekim insanlık uçak, tren, gemi, araba gibi vasıtalar ile uzak mesafelere kısa zamanda ulaşma imkânına kavuşmuştur. Belki ileride daha da hızlı ulaşım vasıtaları da keşfedilecektir. Jet uçaklarının sesten iki kat hızlı uçması buna güzel bir misaldir.

Bu paragraftaki mesaj, insanlığın çalışmakla ve tekvinî şeriata riayet etmekle neler yapabileceğini ifade etmektir. İbadet ve ihlâs ayrı bir meseledir. Dünya nimetleri çalışma ve tekvinî şeriata riayet etme ile elde edilirken, uhrevî nimetler ve rıza-yı İlahi de ibadet ve ihlâs ile elde edilir.

1) bk. Mektubat, Yirminci Söz, İkinci Makam.



16. "Madem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asa veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker." Cenab-ı Hak, Musa Aleyhisselam’ın su ile alakalı mucizesini nazara verirken neden onu "itimad eden bir abdim" diye tavsif ediyor?

İtimat kelimesi, “Allah’a tam bir teslimiyet içinde onun emirlerini tereddüt etmeksizin yerine getirmek” manasında kullanılmıştır. Bu kelimenin Hz. Musa'nın (as.) hayatında hususi bir yeri vardır. Asasını taşa vurması emredildiğinde, “Bununla su çıkmanın ne alakası var.” gibi bir tereddüde kapılmadığı gibi, hakkı tebliğ için Firavun’a gittiklerinde de kısa süren bir endişeden sonra, Allah’a teslim ve tevekkül ile ölümü göze alarak o vazifeyi de yerine getirmiş, keza sihirbazların göz kamaştıran sihirleri karşısında da ve Firavun’un kendilerini takiplerinde de hep bu itimad ve teslim üzere olmuştur. 

“Kavânin-i rahmet” ifadesi, insanın âdetullah kanunlarına riayet ettiği takdirde, umulmadık rahmetlere ereceğini ve beklenmedik neticelere ulaşacağını ders verir.

Bu kanunlar sayılamayacak kadar çoktur. Konumuzla alakalı olarak bir iki kanundan söz edelim:

Küçük şeylerden büyük şeyleri yaratmak âdetullahtandır. Bu kanunun, çekirdeklerden ağaçları çıkarmak, yumurtalardan kuşları yaratmak gibi sayısız misalleri vardır. Burada bize düşen, kendi vazifemizi hassasiyetle yerine getirmek, o teşebbüsümüzden beklediğimiz büyük neticeyi ise Allah’ın inayetinden beklemek, bu hususta teslim ve tevekkül ile onun rahmetine, kudretine itimat etmektir.

Bir başka kanun tedric kanunudur. Bu dünyada lahi tasarruflar, çoğu zaman, tedric kanunuyla, kademeli olarak icra edilir. Bu kanuna uymak ve aceleci olmamak da bize düşen bir başka vazifedir.

İnsanları musibet ve hastalıklarla imtihan etmek ve onları böylece günahlarından temizleyip manen terakki ettirmek de ayrı bir kanundur. Bu konuda yine sebeplere teşebbüs ettikten sonra neticeyi sabır ve tevekkül ile beklemek de bizim için ayrı bir vazifedir.

Kendi his ve kanaatimize zıt düşen, beklentilerimizde bizi hayal kırıklığına uğratan hadiseler karşısında Nur Külliyatında geçen; “Tedbîri ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.” tavsiyesine aynen uymak durumundayız.



17. "Ondan daha ileri, nihayât ve gayât-ı hududunu çizmiştir..." Musa Aleyhisselâmın mucizâtına işaret eden ayet, terakkiyatın “gayat-ı hududunu” nasıl çiziyor?

Sondaj teknikleri ne kadar ileri giderse gitsin, bir asayı taşa vurarak su çıkarma noktasına varamaz.

Bu yönüyle bu ayet sondaj tekniğinin de nihayet hududunu çizmiş olur.



18. "Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın mucizesine dair olan, وَاُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتَى بِاِذْنِ اللّهِ " ayetinin izahını yapar mısınız?

“Allah'ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” (Âl-i İmrân, 3/49)

Bütün mucizeler gibi bu üç mucize de insanların imana gelmeleri yahut şüphe, tereddüt ve vesveselerinin giderilip imanlarının kuvvetlenmesi için gösterilmişti. Hastaların iyileşmesi tıbbi bir müdahale ve tedavi tarzında değil, dua ile gerçekleşmiştir. Bu da ölülerin diriltilmesi gibi bir mucizedir.

İsa aleyhisselâmın ölüleri diriltme mucizesinin dört kere gerçekleştiği haber verilmiştir. Bunlar: 

1. Hazreti İsa’nın kendi dostudur. Vefatından üç gün sonra haberi oldu, dua etti, Cenab-ı Hak ihya buyurdu.

2. İhtiyar bir kadının oğludur. Sal üzerinde kabre giderken Hazreti İsa’nın duasıyla bi’iznillah hayat buldu.

3. Bir kızdır. Vefatından bir gün sonra dirildi. Bunlar ihya olduktan sonra dünyada yaşadılar. Mal ve evlat sahibi oldular.

4. Hazreti Nuh’un oğlu Sam’dır. Çünkü Yahudiler: “Bu üç kişinin vefatları yakındır, bunlar yeni ölmüşlerdi, ihtimal ki onları kan tutmuştur da ölmemişlerdir.” dediler. Bunun üzerine Hazreti İsa’nın duasıyla Hazreti Nuh’un oğlu Sam dirildi. Vefat edeli dört bin sene olmuştu. Kabrinden kalkıp, Hazreti İsa’nın hak peygamber olduğuna şehadet getirdi ve ona iman etmelerini tavsiye etti. Rivayetlere göre o hemen geri öldü. Ölmeden önce Hazreti İsa’ya: “Ya Nebiyyallah! Allah’a dua et de bana ölüm acısını bir daha tattırmasın.” diye yalvarmış, Hazreti İsa da dua etmiş ve Sam uykuya yatar gibi ruhunu teslim etmiştir.(1)

1) bk. Hulasatü’l-Beyan tefsiri. Kadı Beyzâvî ve Hazin tefsirlerinden naklen, Savî Alâ tefsîr-i Celâleyn Al-i İmran, 49. ayetin tefsiri.



19. "Kur'an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlak-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder." Kur’an’ın, beşeri teşvik ettiği İsa Aleyhisselâm’ın “ulvi ahlakı” nedir?

Burada özel bir davranışa işaretten çok, bir peygamberin genel ahlakı nazara verilmektedir. Nitekim bu kaide bütün peygamberler için geçerlidir.

"Ahlak-ı ulvi" ifadesi, genel bir ifadedir ve bütün peygamberler için bu ifade kullanılabilir. Ancak cümlenin devamında ise, maddi ilimlerden tıp ilmine bir teşvik vardır...



20. "Ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür." cümlesini açıklar mısınız?

İnsanlık âlemi, bilhassa Yirminci asrın başlangıcından bu yana, ilim ve teknolojide baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir. Bunun daha da hız kazanarak devam edeceği şüphesizdir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bu hususa şöyle dikkat çeker:

"Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir."(1)

Bu sözlerin bundan yaklaşık yetmiş yıl önce söylendiği ve bugünkü yaşanan ilim ve fennî inkişafların hangi noktaya geldiği dikkate alınırsa, yukarıdaki tespitin ne kadar isabetli olduğu kolayca anlaşılır.

Şimdi burada Yirminci Söz'de geçen ve sadece tıp ilminin maddi sınırını tayin eden bir ifade üzerinde duralım. İfade, Hz. İsa (as)'ın tıp konusundaki bir mucizesini tefsir etmektedir:

"Kur'ân, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de şu elindeki sanat-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu ayet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyleyse, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür..."(2)

Bu çok veciz ifadede tıp ilminin varacağı nokta açısından iki mühim sınır çizilmiş. Birincisi: "İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir." ifadesi. İkincisi ise; "Hatta ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür." ifadesinde saklı.

Birinci ifadeye göre tıp ilmi öyle bir noktaya gelecek ki, başta kanser olmak üzere günümüzün birçok müzmin hastalıklarına çare bulunacaktır. Bugün tıp ilminin dünyada en hızlı ilerleyen ilim dallarından biri olduğu ve her gün yeni ilaçlarla birçok hastalığa çare bulunduğu göz önüne alınırsa, Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu tespitin ne derece isabetli ve geçerli olduğunu anlamak zor olmaz.

Fakat tıp ilminin ne derece ilerleyeceğini, nereye kadar gideceğini gösteren asıl ifade, "Hatta ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür." ifadesidir.

"Muvakkat" kelimesinde açık bir sınır gözükmüyor. Yani ne kadar "muvakkat?" Bir dakika mı? Bir saat mi? Bir gün mü? On yıl mı?..

Bugün için bakarsak, ölmesi kesin olan bir kalp ya da böbrek hastasına organ nakli yapılarak, hastanın üç beş yıl daha yaşaması temin edilebiliyor. Demek ki günümüzde "muvakkat" kelimesinin karşılığı beş on yıl gibi bir rakam. Fakat yeni ortaya çıkan gelişmelerle bu sürenin çok daha uzun olacağı gözüküyor. İnsanın gen haritasının keşfedilmesi, kolonlama, her gün yeni ilaçların bulunması gibi keşifler buna en açık delildir. İşte bu yeni keşifler "ölüme muvakkat bir hayat rengi vermenin" süresini daha fazla arttıracak gelişmelerdir.

Ek bilgi için tıklayınız:

Hz. İsa'nın Tıp İlmine Rehberliği (VİDEO)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.

2) bk. a.g.e.



21. Allah için dünyayı terk edene, maddi ve manevi dertlerin ilacı nevinden bir nimet bahşedilmesi, İsa Aleyhisselâm’a mı mahsustur? Yoksa genel bir kaide olarak düşünülebilir mi?

Dünyayı terk konusunda Mesnevi-i Nuriye’de şu ifade geçer:

“Dört şey için dünyayı kesben değil kalben terk etmek lazımdır. …”(1)

Dünyayı kalben terk etmek, Allah’a yaklaşmanın ve ebedî saadet için daha çok çalışmanın temel şartıdır.

Bütün kamil zatlar, Halık’ın rızasına nail olmanın şartını “halka, yani mahlukat âlemine gönül bağlamamak” şeklinde tespit etmişlerdir. Şu var ki, manen terakki eden kimselere dünyanın da hizmet ettiği şu hadis-i kudsi ile sabittir:

“Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et. Sana hizmet edeni de hizmetinde çalıştır (istihdam et).”(2)

Manevî dertlerin deva bulmasına vesile olacak kişilerin manen sıhhatli olmaları şart ise de maddi dertlerin tedavisinde durum farklıdır. Bu sahada ihtisas yapmış hekimler, manevi âlemleri ne halde olursa olsun, Şâfi isminin tecellisine vesile olabilirler. Onların manevi durumları ve makamları bu tedavi için gerekli şart değildir. Maddi dertlerin tedavisi için çalışan bir kimsenin manen hasta olması, istenmeyen, ama misalleri çok olan bir vakıadır.

Dipnotlar:

1) bk. Mesnevii Nuriye, Habbe.
2) bk. Ebu Nuaym, el-Hilye, 3/194.



22. "Ölmüş gibi hastalara şifa verilmesi" tabiri, hastaların tamamen ölmediğini hatıra getiriyor. O zaman ölüleri diriltmek nasıl oluyor?

Söz konusu ayet-i kerimede   “... Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir...” (Âl-i İmran, 3/49) buyurulması da gösteriyor ki, bu diriltme, hastaları iyileştirmenin çok ötesinde hakiki bir diriltmedir. Çamurdan kuşu hayata kavuşturan bir kudret, elbette ölüleri de diriltir.

Zaten, ayet-i kerimede “Allah’ın izniyle” kaydının konulması da bunun, Hz. İsa’nın (as.) kendi kuvvetiyle değil, ilahi kudret ve inayetle tahakkuk ettiğini açıkça gösteriyor.

"Ölmüş gibi hastalara şifa verilmesi" ifadesi, Hz. İsa’nın (as.) sadece ölüleri diriltmekle kalmayıp, alaca hastalığını da Allah’ın izniyle iyileştirdiğini ve hayatlarından ümit kesilmiş başka hastaların da hayata kavuşmalarına vesile olduğunu haber verir.

23. İsa Aleyhisselama verilen tıpla alakalı mucizeye insanları yaklaştırmak için, "hikmet eczahanesi" tabiri tercih edilmiştir. Bu ifadeyi açabilir misiniz?

Bilindiği gibi aklî ilimlere ilm-i hikmet de deniliyor. Bu cümlede geçen hikmet kelimesi, tıp sahasında gerekli bütün gayretin gösterilmesi hâlinde ölüyü diriltme noktasına varılamasa bile, çok yaklaşılabileceğini haber vermektedir.

"Her derde deva yaratması" Allah’ın hikmetinin ve rahmetinin muktezası olduğu gibi, bu devanın bulunması için gayret gösterilmesi de yine hikmetin gereğidir.



24. "وَاُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتَى بِاِذْنِ اللّهِ İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu ayet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor." İzah eder misiniz?

Nihai hudut, ölülerin dirilmesidir. Mucize, bu hududu çizmiştir. Tıp ilmi bu noktaya varamaz, ancak önceki şıkta da ifade ettiğimiz gibi, bu son hududa oldukça yaklaşabilir.

“Ölüme de muvakkat bir hayat rengi verilebilmesi” ifadesi, beşerin ulaşabileceği bu en son noktayı beyan etmektedir.



25. "Hazret-i Davud Aleyhisselâm hakkında ... Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında ... Âyetleri işaret ediyorlar." İzah eder misiniz?

Âyetlerin mealleri:

“Demiri onun için yumuşattık.” (Sebe', 34/10) 

“Ona ilim ve hikmet ile hakkı ve batılı açıkça ayırt eden bir ifade gücü verdik.” (Sâd, 38/20)

“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” (Sebe', 34/12) ayet-i kerimesi Süleyman Aleyhisselâm’ın diğer bir mucizesini haber vermektedir. 

Ayetin tamamının meali şöyledir:

“Süleyman’ın emrine de sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık yol) olan rüzgârı verdik. Erimiş bakır ocağını da ona sel gibi akıttık. Cinlerden de Rabbinin izniyle onun önünde çalışanlar vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden çıkarsa, ona alevli ateş azabını tattırırız.”

Erimiş bakırın sel gibi aktığını haber veren cümleden bir sonraki cümlede “Cinlerden de Rabbinin izniyle onun önünde çalışanlar vardı.” buyurulması, Süleyman aleyhisselâmın bu bakırı inşaat ve sair işlerde kullandığına ve bu işlerde bir kısım cinleri de çalıştırdığına işaret etmektedir.

Bu işlerin neler olduğu konusunda kesin bir bilgi verilmemekte, sadece bir tefsirde, arkeolojik araştırmalar neticesinde Fenikeli ustaların Süleyman aleyhisselâm için inşa ettikleri bir limanda bakır dökümhanesinin ortaya çıktığı belirtilmektedir...



26. Davud aleyhisselâma verilen hikmete mazhar olabilmek için "evamir-i teklifiyeye itaat" şartı nazara veriliyor. Bu hususu nasıl anlamalıyız?

“Evamir-i teklifiyeye itaat” denilince, Cenab-ı Hakk’ın kullarına teklif ettiği bütün emir ve yasaklar anlaşılır. Davud aleyhisselâm bir peygamber olarak ilahi emirlere tam itaat etmiş, bu konuda çok hassas davranmış, ibadetlerini en mükemmel şekilde yapmış ve bunun neticesi olarak da kendisine harika ihsanlarda bulunulmuştur. Bu konunun Miraç Risalesinde geçen şu ifadeyle yakın alâkası olduğunu düşünüyoruz: 

“Mi'rac ise, velayet-i Ahmediyenin (a.s.m.) kerâmet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risâlet mertebesine inkılâb etmiş.”(1) 

Yâni Peygamber Efendimiz (asm.) kulluk vazifelerini o kadar mükemmel yerine getirmişti ki, ondaki bu en ileri kulluk şuuru ve bu velayet hâli miraç mucizesini netice vermişti. 

İşte kitap sahibi bir büyük peygamber olarak Davut aleyhisselâmın da ilahi emirlere itaatteki hassasiyeti ve mükemmeliyeti ondan böyle büyük bir mucizenin zuhur etmesine sebep olmuştu.

Öte yandan, demiri yumuşatması bir mucize olmakla birlikte, bu mucize ile kendisine verilen imkânı kullanarak gömlek şeklinde zırhlar imal etmiş, bu konuda kendisine hususi bir kabiliyet verilmişti.

"Şanım hakkı için biz Davud'a tarafımızdan bir fazilet vermiştik. 'Ey dağlar! Onunla beraber tesbihte bulunun.' (dedik). Kuşlara da (böyle emrettik). Ve onun için demiri yumuşattık." (Sebe’, 34/10)

Bu ayette insanların kendi maişetlerini temin etmek üzere sanat öğrenmelerine bir teşvik de vardır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Allah’ın peygamberi Dâvûd da kendi el emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyû, 15)

1) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz.



27. Davud Aleyhisselâmın "lisanındaki hikmet" ne demektir?

Burada hikmet kelimesi “faydalı ilim” manasında olup, Davud aleyhisselâmın insanlara bildirdiği bütün hakikatleri ve tebliğ ettiği bütün ilahi hükümleri içine alır.



28. "Ve eline de öyle bir sanat verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir..." cümlesinin geçtiği yeri açar mısınız?

"Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki her şeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatini gösteriyor ve eline de öyle bir sanat verdim ki elinde bal mumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz o hikmet ve o sanat size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz."(1)

Cenab-ı Hak, her peygamberini mucizeler ile teyit ve takviye ediyor, ta ki onların insanlar içinde imtiyazı ve üstünlüğü anlaşılsın ve Allah ile insanlar arasında birer elçi oldukları bilinsin.

Allah Hz. Davud’a (as) da mucize olarak çıplak eli ile demiri yoğurup işlemeyi vermiştir. Tarihte demiri işleme ve insanların hizmetine sunma Hz. Davud’un (as) bu mucizesi ile olmuştur. Bu yüzden demircilerin piri Davud (as) kabul edilir.

Tabiatiyle demirin ilk işlenmesinden sonra insanlık ortak aklı ve gayreti ile bunu geliştirmiş ileri noktalara taşımıştır. Artık demir ve madenlerin işlenmesi ve insanlığın hizmetine sunulması bir sektör haline gelmiştir ve bu sektörün piri de Davud (as)’dır. Davud (as) bir mucize eseri olarak demiri eli ile işlerken, şimdi insanlık potalar ve gelişmiş teknolojiler ile işlemektedir.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



29. "Evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o sanat, size de verilebilir; mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz." ne demektir?

İnsanların davranışlarını düzene sokmak için, Allah'ın kelam sıfatından gelen Kur’an'daki kanunlara "Evamir-i teşriiye" denir. Kâinattaki nizam ve intizamın sağlanması için de Allah'ın kudretinin tecellisi olan ve "Sünnetullah" tabir edilen kanunlara da "Evamir-i tekviniye" denir; yer çekimi, sudaki kaldırma, ateşteki yakma, insan gözündeki görme kanunu gibi...

İlim adamlarının yaptığı bütün çalışmalar ve keşifler, bu tekvinî kanunlardan hareket edilerek ortaya çıkmıştır. Kuştaki kanunlar taklit edilerek uçaklar yapıldığı gibi, suyun kaldırma kanunu taklit edilerek de gemiler yapılmıştır.

İşte bu risalede ele alınan ayetlerin teşviki ile insanların kâinattaki bu kanunları bulmak sureti ile maddi olarak da terakki edebilecekleri ifade edilmektedir. Kim bu kanunlara itaat ederse dünyasını mamur eder ve güzelleştirir. İster mümin olsun ister kâfir fark etmez.

30. "Ayette nühas, 'kıtr' ile tabir edilmiş." Ayette nühasın "kıtır" ile tabir edilmesinin bir hususiyeti var mıdır?

Kıtr, kelimesi sadece bakır değil, demir ve sair bütün madenlerin cevherleri için de kullanılır.



31. Neml suresi 39 ve 40. ayetlerinin meali ile Belkıs kavmi ve taht-ı Belkıs hakkında bilgi verir misiniz? Tahtı getiren şahıs kimdir?

“Cinlerden bir ifrit, ‘Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var.’ dedi. Kitaptan ilmi olan kimse ise, ‘Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getirebilirim.’ dedi. (Süleyman) onu (Melikenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, ‘Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye, beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbin müstağnidir (şükre ihtiyacı olmayan), çok kerem sahibidir.”(Neml, 27/39-40)

"Hem mesela, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkıs'ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, 'Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim.'"(1)

Süleyman aleyhisselam zamanında Yemen’de Sebe isimli bir kavim yaşıyordu. Bunların hükümdarı, Belkıs adında bir kadın idi. Bu kavim Güneş'e tapıyordu. Hüdhüd kuşu bu durumu Hz. Süleyman’a (as.) haber verdi. Hz. Süleyman bir mektup yazarak Belkıs’ı hidayete davet etti. O ise önce bir hediye göndererek Hz. Süleyman’ı kendince tecrübe yolunu tuttu. Eğer hediyeyi kabul etmezse peygamber olabileceğine ihtimal verecekti. Süleyman aleyhisselam hediyeyi getiren heyete,

 “Siz beni mal ile desteklemek (ve böylece etkilemek) mi istiyorsunuz? Oysa Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır.” (Neml, 27/36) 

diyerek hediyeleri reddetti.  

Sonra Belkıs, Süleyman aleyhisselamla görüşmek (bir kavle göre de harp etmek) üzere yola çıktı.

Süleyman aleyhisselam, Belkıs gelmeden önce onun tahtının celbedilmesini istedi. Bunun üzerine  ayet-i kerimede haber verildiği gibi, “Cinlerden bir alim, ‘Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var.’ dedi. Kitaptan ilmi olan kimse ise, ‘Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getirebilirim.’ dedi.”

"Müfessirler, bu işi yapan kişinin Hz. Süleyman’ın (as) adamlarından biri olduğunu söylerler. Ancak bu kişinin kim olduğu hakkında değişik şeyler söylenmiştir. İbn Mes’ud (r.a) bunun Hızır (a.s) olduğunu söylemiştir."(2)

"İbn Abbas’ın meşhur görüşüne göre ise, bu kişi, Hz. Süleyman’ın (as) vezirlerinden Asaf b. Berhıya’dır ki, sadık ve doğru bir kişiliğe sahiptir."(3)

"Müfessirlerin ekseriyeti bu isim üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu zat, dua edildiği zaman Allah’ın mutlaka kabul edeceği 'İsm-i A’zam' duasını biliyordu. Hz. Süleyman’ın (as.) bir mu’cizesi olarak veziri böyle bir keramet göstermiştir. Aradaki mesafenin ise, iki aylık bir mesafe olduğu kaydedilmektedir."(4)

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.
2) bk. Şibli, Cinlerin Esrarı, s. 65.
3) bk. Elmalılı, Hak Dini, VI, 143.
4) bk. Alûsî, Ruhu’l-Meani, X, 203.



32. Süleyman Aleyhisselâm’ın "lisan-ı ismet"le istemesine karşılık, insanların da "lisan-ı istidat"la taleplerinden söz edilmektedir. Bunları mukayeseli bir şekilde açabilir misiniz?

Bilindiği gibi, ismet sıfatı “günah işlemekten çok uzak bir yaratılışa sahip olmak” demektir ve bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Sair insanlar, nefsin isteklerine karşı çıkarak yahut şeytanın vesveseleriyle mücadele ederek günah işlememeye çalışırlar. Allah’ın seçkin kulları ve peygamber varisi büyük zatlar da bu mücadeleden her defasında muzaffer çıkarak, hiç günah işlemeden yaşamış olabilirler. Şu var ki, onlar ismet sıfatıyla değil, Hafîz isminin tecellisiyle günahlardan korunurlar. 

İşte ismet sıfatına sahip kıldığı böyle seçilmiş bir kulun isteğini Allah kabul eder ve ondan mucizeler sudûr eder.

Diğer kullar ise, medeniyet harikalarını keşfetme konusunda gerekli sebeplere teşebbüs etmek ve böylece Allah’ın inayetini beklemek durumundadırlar. İnsanda, peygamber mucizeleriyle sergilenen harikaların benzerini yapma ve onlara yaklaşma istidadı vardır.

Âdem aleyhisselâma bütün esmanın talim edilmesi bunun en açık bir delilidir. Üstad Hazretlerinin de belirttiği gibi, bu talim bütün ulumun talimi manasınadır. İnsanlar gayretleriyle, telahuk-u efkâr ile yardımlaşma ile bu ileri noktalara yaklaşabilir ve yanaşabilirler.



33. "Demek taht-ı Belkıs Yemen'de iken, Şam'da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir." Bu konu hakkında ilmî bir izah yapabilir misiniz?

Bu konuda "Bilim Teknik Dergisi"nde yayınlanan bir yazıyı aynen aktarıyoruz:

"Bir mekânda bulunan eşyanın başka bir mekânda sureten hazırlanmasına örnek televizyon görüntüleridir. Stüdyoda bulunan eşya veya insanların görüntüleri (resim ve ses) ışık enerjisine dönüştürülüp elektromanyetik dalgalara (radyo dalgaları) bindirilerek alıcılara (televizyon) gönderilir. Alınan elektromanyetik sinyallerin tekrar alıcıda resim ve ses olarak görüntülenir." 

"Nesnelerin veya maddelerin de bir yerden diğer bir yere ışınlanması için fizik yasalarının engel sayılamayacağını belirten ilim adamları çalışmalarını sürdürmektedirler. Araştırmacılar, bu yöntemin geçerli olup olmadığını anlamak üzere deneyler yapıyorlar. Ancak, araştırmacıların ışınlamaya çalıştıkları, insanlar ya da başka nesneler, hattâ atomlar bile değil, ışık parçacıkları. Bu yeni yöntemin geliştirilebilmesi için araştırmacıların önünde daha aşılacak çok yol var. İnsanın bir yerden ışınlanıp diğer bir yerde aynen hâzır hâle getirilmesi kütle olarak belki mümkün olabilir, fakat elde edilecek kütlenin o orijinal insan olması ve ona benzemesi de ayrıca büyük önem arz etmektedir." 

"Eşyanın uzaktan aynen veya sûreten hâzırlanması ve getirilmesinin, elektromanyetik alan jeneratörleri vasıtasıyla nesnenin etrafında bir elektromanyetik alan oluşturularak mümkün olup olmayacağı üzerinde de bilim insanları çalışmışlardır. Bunun en büyük örneği, Philadelphiya deneyidir. Bu deneyde, elektronik kamuflajı gerçekleştirmeye çalışan bilim adamları koca bir gemiyi, mürettebatı ile birlikte ışınlamış ve sonra da geri getirmişlerdir. Fakat, bu deneyin sonucunda, gemi personelinde istenmeyen etkiler meydana gelmiş ve bundan dolayı bu tür deneylere de ara verilmiştir."

(bk. Bilim Teknik Dergisi, Eylül 1998)



34. Belkıs’ın tahtının Şam’da aynen veya sureten hazır bulunduğu ifade edilmektedir. Acaba mucize olan veya kastedilen bunlardan hangisidir?

Her iki hâlde de mucize değil, keramet söz konusudur. Çünkü bu nakil işini gerçekleştiren Süleyman aleyhisselâm değil, onun raiyetinden, vezirlerinden birisidir. Bir görüşe göre de Hazret-i Hızır’dır. Ve bu celp, ilim ile olmuştur.



35. "Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvâri, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız." Asrımızda adaletle hükmetmeye yardımcı ne gibi imkânlar ve teknolojik gelişmeler ortaya konulmuştur?

Asrımızda bu konuda büyük mesafeler katedilmiştir. Bundan sonra da hayal edemeyeceğimiz yeni gelişmeler olabilir. Zira eskiye göre bütün haberleşme kanalları açık haldedir...

Bugün her vatandaş, birkaç saniye içinde e-posta yoluyla bütün idarecilere ulaşabilme imkânına sahiptir. Hem idareciler hem de idare edilenler, birbirleriyle doğrudan irtibata geçebilirler. Arzu ve şikâyetlerini, internet, e-mail vb. elektronik haberleşme vasıtalarıyla birbirlerine iletebilirler. Sonuca yönelik hızlı ve kararlı adımlar atabilirler.

Adaletle hükmetmenin bir diğer yönü de suçluların tespiti ile alakalıdır. Bugün artık göz retinası, parmak izi, saç teli, DNA testi suçlunun tespiti ve adil yargılama açısından son derece geniş imkânlar ortaya koymuştur. Kriminal laboratuvarlarda suç ya da suçluya müteallik her türlü güvenilir tespit yapılabilmektedir.



36. "Her bir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini..." İzah eder misiniz?

Hz. Âdem’in yaratılışını Cenab-ı Hak meleklere haber verirken “Ben yerde bir halife yaratacağım.” buyurmakla, insan nevinin tümünde bu hasletin olduğunu ders vermiş oluyor. Yani, insan yeryüzünde birtakım işleri Allah namına, onun koyduğu kanunları, esasları tatbik etmek suretiyle icra etmektedir; ekip, biçmekte, emrine verilen hayvanlara bakmakta, onları korumakta ve hastalıklarının tedavisine çalışmaktadır.

Öte yandan, halife olması haysiyetiyle yeryüzündeki diğer sakinlerde tasarruf etmektedir. Hayvanların birçoğunu emrinde çalıştırmakta, sütlerinden, güçlerinden, yumurtalarından, ballarından istifade etmektedir. Gerektiğinde de onlardan helal kısmını kesip yiyebilmektedir.



37. "Maddeten erişemezse de ehl-i velayet misillü, manen erişebilir." Bu hususiyetlere, maddeten olmasa da manen erişilebilmesi ne demektir?

Maddeten erişmek, fen ve teknikte ilerlemek suretiyle erişmek demektir. Telefon, radyo, televizyon, internet gibi teknoloji vasıtalarıyla yahut hızlı tren, uçak, gemi gibi seyahat vasıtalarıyla zemin yüzünün her tarafına ulaşmak, maddeten ulaşmaktır.

Velayet yoluyla, kerametle, tayy-ı mekân suretiyle ulaşmak ise manen ulaşmaktır.



38. "Vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz." İzah eder misiniz?

Ayet-i kerimenin meali:

“Yeryüzünü size boyun eğdiren (emrinize veren) odur. Şu hâlde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah'ın verdiği rızıktan yiyin. Dönüş ancak onadır.” (Mülk, 67/15)

Arzın halifesi olan insana, yeryüzündeki bütün canlı ve cansız varlıklar hizmet ettikleri gibi, yeryüzünün kendisi de ona boyun eğmiş, onun emrine girmiştir. Ayette geçen menakib kelimesi “omuzlar” demektir ve lügatte “yollar” olarak da geçmektedir.

“Yerin omuzlarında gezme” ifadesi, hem onun insana hizmet etmesinin bir ifadesidir hem de işari manada dünyanın döndüğünü de hatırlatmaktadır. Omuz kelimesi, yürüyen canlılar için bilhassa insan için kullanılır. Demek ki, yerküresi kendi yoluna devam ederken insan da onun omuzlarında yürümekte ve işlerini görmektedir. 

İnsan maddeten küçüklüğü cihetiyle sanki arzın omuzlarında yürüyen karıncalar kadar kalmakta, bununla birlikte, halife olması yönüyle de arzı kendine hizmet ettirmektedir.

İşte, bizi arza halife olacak şekilde terbiye eden Rabbimiz, arzı da bize boyun eğecek, işlerimizi görecek şekilde terbiye etmiştir. O halde, bu rahmetli ve haşmetli rububiyet karşısında insan da vazife-i ubudiyetini unutmamalı, kul olduğunu bilerek ilahi emirlere harfiyen riayet etmeli ve ona hizmet ettirilen bu varlık âlemine bakıp Allah’a şükretmelidir. Bu vazifeyi unutmamak şartıyla, dünya nimetlerinden daha fazla faydalanmak için çalışması kulluğa aykırı düşmez. Aksine, peygamber mucizeleriyle buna bir teşvik de vardır.

Süleyman aleyhisselâm bütün mülkünde adaleti temin etmek için, mülkünün her tarafını tarassut etmeyi   istediği gibi, insan da kendi çapında, benzer imkânlardan faydalanabilir. O (as.) hem padişah hem peygamber olduğu gibi, her mümin de hem dünya işlerinde çok ileri gidebilir hem de kulluğunu en iyi şekilde yerine getirmeye çalışabilir. Esas vazifesinin kulluk olduğunu unutmamak şartıyla, dünya nimetlerinden de en ileri seviyede faydalanabilir.

39. Süleyman Aleyhsisselâm’a cinlerin ve şeytanların musâhhar edilmesi gibi; Allah’ın "emirlerine musâhhar" olunduğunda o kullara da bu imkânın verileceği ifade ediliyor. Bunu nasıl anlamalıyız?

Süleyman Aleyhsisselâm bir peygamber olarak böyle bir ihsana mazhar olduğu gibi, peygamber varisi büyük zevatın da benzeri tecellilere mazhariyetleri mümkündür. Peygamberlerin mucizelerine karşılık, bu zatlar da keramet yoluyla hem inanan hem de inanmayan cinleri (şeytanları) kendilerine hizmet ettirebilmişlerdir.



40. "Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir." Hz. Ali ifrit istedikten sonra verilmiş mi? Şerir olan cin, nasıl korumak için hizmet eder?

"Asi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik." (Sâd, 37/38)

"Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik..." (Enbiyâ, 21/82)

"Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir."

"Cenâb-ı Hak, manen şu ayetin lisan-ı remziyle der ki: 'Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hatta cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.'"(1) 

Bu ayetlerden şeytanların bile ehl-i iman ve salaha itaat edebileceklerini anlıyoruz. Elbette, Hazret-i Ali (ra) gibi manevi bir kahramana da ifritlerin boyun eğip hizmet edebilirler ve etmişler.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



41. Şeytanların insana musahhar olabileceği hakikatını nasıl anlamalıyız?

Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, “Her insanın meleklerden ve cinlerden bir yoldaşı bulunduğu”(1) bildirilmiştir. Cabir’den nakledilen bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Yanlarında kocaları bulunmayan kadınları ziyaret etmeyin. Çünkü şeytan, herhangi birinizin damarlarında, kan nasıl akıyorsa o şekilde dolaşmaktadır.”

Bunun üzerine ashab: “Seninde mi?” diye sordular. Hz. Peygamber (asm):

“Benim de fakat Allah, şeytana karşı bana yardım etti de o bana teslim oldu (veya Müslüman oldu)buyurmuştur.(2)

Bu hadisten de yola çıkarak şöyle denilebilir: Allah'a hakkıyla teslim olan ve hevasından vazgeçmeyi başaran bir kişiye kendi şeytanı bir şey yapamaz. Böyle bir insan, nefsini temizlediği için şeytanı ona tesir edemez.

Bunların teslim ve musahhar olmaları, Müslüman olmaları manasına gelmez; sadece karşıdaki güce karşı koyamadıklarını anlayıp boyun eğmeleri manasına gelir.

"Hem mesela, yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu ayetler, مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ  * وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلوُنَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ   ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir."

"Cenâb-ı Hak, manen şu ayetin lisan-ı remziyle der ki: 'Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hatta cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.'"

"İşte, beşerin, sanat ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispiritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu ayet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazen kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır."(3)

Dipnotlar:

1) bk. Müslim, Münafikîn, 69.
2) bk. Tirmizi, Rada, 17/1172; A. H. Müsned, III, 309; Darimi, Sünen, II/320, Rikak, 66.
3) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



42. "İşte, beşerin, sanat ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalade hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi..." Sanat ve fenden tezahür eden hassasiyetle, ne demektir, izah eder misiniz?

"İspirtizma", ruh çağırma; ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübelerdir. Ruh çağırma hadisesinin kaynağı din değil, felsefedir.

Kendilerini ölmüş bir insanın ruhu şeklinde takdim eden, ruh çağırma celsesinin misafiri, gerçekten o kişinin ruhu olmayıp, ya habis ruhlardan veya şeytana yardım eden cinlerden biridir. Celseye gelen meçhul misafir, gerçek dışı beyanlarla hem oradakilerin hem de onlardan duyacak saf kişilerin inancına zarar verebilir.

Parapsikoloji, duyular-dışı algılama, psikokinezi, ölümden sonra hayat gibi konularla alakalı paranormal hadiselerin; tecrübî usul yoluyla, çok disiplinli bir mütalaasıdır.

Parapsikoloji parapsikologlar tarafından, telepati, durugörü gibi paranormal kabiliyetleri, psikokinezi fenomenini ve diğer çeşitli psişik fenomenleri (hadiseleri) konu alan bir araştırma alanı olarak görülür.

“Sanat ve fenden tezahür eden hassasiyet” ifadesini bu manada değerlendirebiliriz.



43. "İşte beşerin, sanat ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalade hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma,.." diye başlayan paragrafı izah eder misiniz?

İspirtizmanın temeli, ruhların ölmediği ve onlarla temas kurulabileceği inancına dayanır.

Bu konuda Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinde geçen şu bilgileri nakletmekle yetineceğiz: 

"Gaipten haber vermeyle ilgili birçok yöntemden biri olan ruh çağırma (necromancy), ölen kimselerin ruhlarını büyü yoluyla çağırarak onlarla ilişki kurma metodudur. Ölen kimselerle bu şekilde haberleşmeye çalışmanın başlıca amacı bilinmeyen sebeplerin açığa çıkarılmasını sağlama veya olayların gelecekteki seyrini öğrenme isteğine dayanır. Ruhu çağrılan kişinin ölüm sebebi de araştırılan hususlar arasındadır."

"Ruh çağırma, ölümden sonraki hayatın varlığına ve ölen kimselerin yaşayanların işleriyle ilgilenmeye devam ettikleri gibi geleceğin bilgisine de sahip olduklarına inanmayı gerekli kılar. Bu yönüyle ruh çağırma karmaşık cenaze törenleriyle, cenaze töreni sonrası geleneklerle ve atalara tapınma ile ilişkilendirilmiştir. Ölülerin ruhlarını büyü yoluyla çağırma uygulaması ile sınırlı olan ruh çağırmada spiritüalizm (spiritizma) veya ruhçuluktan farklı olarak aracılar yoluyla haberleşme olmadığı gibi şamanların ruh seyahatlerine ilişkin tecrübelerinin aksine ölülerin ruhlarıyla karşılaşma, hayaletlerin görüntüleri veya rüyada haberleşme de yoktur. Ortaçağ’larda ruh çağırma 'büyü' manasında kullanılmaya başlanmış, çoğunlukla büyü, sihir ve büyücülüğe benzer kabul edilmiştir."(1)

Bu konuda Nur Risalelerinde şu değerlendirmeye yer verilir:

"Bu mesele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için, ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok suistimalâta menşe' olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas olmadığından, ervâh-ı habise ve şeytana yardım eden cinnîlerin, bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslamiyete zarar vermek ihtimali var. Çünkü maneviyat namına hakaik-ı İslamiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervah-ı habise iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip, belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip İslamiyetin esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler."(2)

Ruhlarla temas kurmak mümkündür. Ancak, onları celbetme, kendi huzuruna getirme meselesi müminlerin, hele büyük zatların ve peygamberlerin ruhları için kesinlikle söz konusu olmaz. İspirtizma yoluyla temas kurulan ve zararlı işlerde istihdam edilen ruhaniler, cinlerin inanmayan kesimidir. Bunlar bir hayli yalan haberler vermekle insanları aldatmak ve inançlarında şüpheye düşürmek için çalışırlar.

Cinlerin ömrü insanlardan çok daha uzundur. Bu sebeple bir cin, mesela üç yüz sene önceki bir haberi doğru olarak haber verdiğinde, o haberi ispirtizma yoluyla alan kişide bir itimat hasıl olur. Sonra o cinni, bu itimattan istifade ederek, birçok yanlış ve yalan haberlerle o adamı doğru yoldan saptırabilir. 

İspirtizma yoluyla ancak hayattaki cinnilerden haber alınabilir. Çünkü inanmayan cinniler berzah âleminde azap görmektedirler. Onları da teshir etmek ve müminlerin ruhlarıyla da temas kurmak, ancak manen terakki ederek velayet makamına çıkmakla mümkün olur. Bu ise kâmil insanlar için söz konusu olabilir.

İnanmayıp kabir azabı çeken ruhlarla ispirtizmacılar temas kuramayacakları gibi, mümin ruhlara da yanaşamazlar, yanaşsalar bile bu âlî ruhlar onların oyuncağı olmazlar.

Dipnotlar:

1) bk. TDV İslam Ansiklopedisi, md. "Ruh Çağırma"., C. 35., s. 201. 
2) bk. Emirdağ Lahikası-II, 94. Mektup.



44. "Kendine emvat namını veren cinler" ifadesini nasıl anlamalıyız; bunlar kimlerdir, özellikleri nelerdir?

Emvat, kelime olarak ölüler, meyyitler manasına geliyor; buradaki ıstılahi manası "ölen iyi veya kötü insanların iyi ya da kötü ruhları" demektir. Yaşayan insanlar bu ruhlar ile irtibat kurabiliyor. Yani birtakım makbul olmayan medyum insanlar, ölmüş insanların ruhları ile irtibat kurmaya çalışıyorlar ki buna eski adı ile celb-i ervah, yeni adı ile ruh çağırma deniliyor.

Emvat, ölmüş insanların ruhları manasına gelse de bazen cinler de bu ölmüş insanların ruhları kılığına girip, ruh çağıran insanları aldatabiliyorlar. Bu sebeple emvatın şumulüne hain ve aldatıcı cinler de girebilirler.

Risalelerde bu konu ile alakalı olarak verilen bazı açık beyanatlar konuyu daha iyi anlamamıza vesile olmaktadır. Şöyle ki;

1. Cinleri ve ifritleri kullanmak mümkündür. Bunu başta Süleyman (a.s) olmak üzere bazı peygamberler ve evliyalar yapmıştır. Fakat bazı medyumlar da bunları istihdam edelim derken cinlere maskara oluyorlar.

"Cenâb-ı Hak, manen şu ayetin lisan-ı remziyle der ki: 'Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hatta cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.'"

"İşte, beşerin, sanat ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalade hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu ayet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazen kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır."(1)

2. Bu şarlatan medyumların habis ve kötü cinleri ve ifritleri, bazen kendilerini peygamber veya veli bir zatın yüksek ruhu gibi gösterebilir ve İslamiyet’e zarar verebilecek sözler sarf edebilirler.

“Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşreple meşgul edip hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için, bazı şahıslar ispritizma denilen, ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi, hattâ bazı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi, eski zamanda 'kâhinlik' denilen, şimdi de 'medyumluk' namı verilen bu mesele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar."

"Halbuki, bu mesele felsefeden ve ecnebîden geldiği için, ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok su-i istimalâta menşe olmakla beraber, içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas olmadığından, ervah-ı habîse ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesileyle, hem onunla meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünkü, mâneviyat namına hakaik-i İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervah-ı habise iken, kendilerini ervah-ı tayyibe zannettirip, belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip, İslâmiyetin esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikati tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler."(2)

3. Ervah-ı tayyibe denilen yüksek ruhlu insanlar diye zannedilen kişilerden şeriata muhalif ifadeler varsa, bunlar yalan yanlış konuşan cinlerdir, diye bilinmelidir.

"Rüya-yı sadıkada ervah-ı habîse ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-iervahta, ervah-ı habîse, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp, Sünnet-i Seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve Sünnet-i Seniyeye muhalifise, tam delildir ki, o konuşan ervâh-ı tayyibe değildir. Mü’min ve müslüman cinnî de değildir. ervah-ı habîsedir; bu şekilde taklit ediyor." (3)

Dipnotlar:

1) bk. Yirminci Söz, İkinci Makam, Mukaddime.

2) bk. Emirdağ Lâhikası-II, 94. Mektup.

3) bk. Yirminci Söz, İkinci Makam, Mukaddime.



45. "Belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir." ifadesiyle cinlerin teshir edilebileceği ifade edilmiştir. Bu tılsımatla kastedilen nedir?

"İşte, beşerin, sanat ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalade hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu ayet en nihayet hududunu çiziyor ve en faydalı suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazen kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır."(1)

Buradaki tılsım, Kur’an’ın manevi terbiyesi sayesinde insanda hasıl olan manevi kuvvettir. Allah’a iman, ibadet ve itaat ile dost olan birisine, Allah her şeyi hizmetçi ve dost kılar, demektir.

İnsan ancak sağlam bir iman ve salih amel sayesinde cinlere efendi olabilir. Kişinin imanı zayıf ve ibadeti yoksa, onlara oyuncak ve maskara olur. Büyük âlimlerin ve evliyanın, manevi kuvvetleri ile cinleri emri ve itaati altına alıp onları istihdam etmeleri, tarihte meşhur ve çokça vuku bulmuştur. Sıradan insanların böyle şeylere tevessül etmeleri çok tehlikelidir.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



46. Süleyman Aleyhisselâm’ın "ifritler"inden maksat nedir? Onların "celb ve teshiri" ne manaya gelmektedir? Metinde geçen ayet-i kerimeleri kısaca açıklar mısınız?

"Âsi olan şeytanları ise zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik." (Sâd, 38/38)

İfritler, cinlerin en zararlı ve kabiliyetçe en kuvvetli grubudur. Tabiri caizse, insanlarda olduğu gibi cinlerde de lider kişiler vardır ve bunların inanmayan kısmına "ifrit" denilmektedir. Süleyman aleyhisselâmın, ifritleri celb ve teshir etmesi, bütün cin tâifelerini kendi emrinde çalıştırabilmesi demektir. Ayet-i kerimede bunların zincirlere bağlandıkları kaydedilmekle Süleyman aleyhisselâmın emrinde ister istemez çalıştıkları, yanlış iş yapmalarına fırsat ve imkân verilmediği anlatılmış oluyor.

Diğer ayet-i kerimede bunların Süleyman aleyhisselâmın emriyle dalgıçlık yaptıkları, denizden mücevherler çıkardıkları, ayrıca ustalık da yaptıkları haber veriliyor. Tefsirlerde, bu usta cinlere birçok binalar yaptırıldığı kaydediliyor.

"Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik." (Enbiya, 21/82)



47. Vahiy sadece peygamberlere geldiği halde, nasıl oluyor da Hz. Meryem’e Cebrail vasıtasıyla vahiy geliyor?

Beşer ötesi bir bilgi türü olan vahiy, Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlerine emir ve yasaklarını bildirmesidir. Bir mekânla mukayyed olan insana, zaman ve mekândan münezzeh olan Zât-ı Zülcelâl’den vahyin gelmesi ve bunun kelime ve ibare olarak temessül etmesi, çok büyük bir hadisedir.

Kelime olarak vahiy, “Birisine süratle işarette bulunmak” manasındadır. Bu işarette bir gizlilik, bir kapalılık söz konusudur. Üçüncü şahıslar bu işarete muhatab olamaz.

Istılah olarak ise vahiy, “Allah’ın, irade ettiği bilgileri resûllerine kelam, söz ve mana olarak bildirmesi” Allah ile Peygamberi arasında, mahiyetini ancak Allah’ın ve peygamberinin bilebileceği bir irtibat vasıtasıdır.”

Kur’an ayetlerine baktığımızda, Cenab-ı Hakk’ın:

1. Semaya, 2. Arza, 3. Meleklere 4. Arıya, 5. Hz. Musa’nın annesine, 6. Havarîlere, 7. Peygamberlere vahyettiğini görürüz...

Karşımıza çıkan bu tablo bize, Allah’ın bütün yaratıklarıyla, onların kabiliyetine göre konuştuğunu, mesajını bildirdiğini gösterir.

1. Allah’ın semaya vahyettiğini bildiren ayet, ilk yaratılış safhasından bahseden ve Allah’ın emriyle sema ve arzın yokluktan vücud sahasına çıkmalarını bildiren ayetin hemen peşine gelmiştir:

“...Allah her semaya vazifesini vahyetti...”(Fussilet, 41/12) mealindeki bu ayet, her bir semada yürürlükte bulunan kanunlara işaret etmekte ve orada bulunan sema ehline, taat ve ibadetle alakalı ilahi emri bildirmektedir.

2. Allah’ın arza vahyettiğini bildiren ayet, dünyanın kıyamette şiddetli bir sarsılışla sarsılıp, içindeki ağırlıkları çıkarıp attığında; Allah’ın emriyle, üstünde ne olup bittiğini söylemesiyle alakalıdır. Bu söyleyişin hikmeti, “Çünkü Rabbin ona konuşmasını vahyetmiştir.” (Zilzal, 99/5) şeklinde açıklanır. Buradaki vahiyse, emir ve izin manasındadır.

3. Allah’ın meleklere olan vahyi, Bedir savaşıyla alakalı ayetler içinde geçer:

“Hani, Rabbin meleklere, 'Ben sizinle beraberim. Haydi, iman edenlere sebat ilham edin. Ben kafirlerin kalplerine korku salacağım.' diye vahyediyordu.” (Enfal, 8/12).

Görüldüğü gibi buradaki vahiy bir emir manası taşımaktadır.

4. Allah’ın arı gibi küçük bir hayvana vahyetmesi gerçekten düşündürücü bir husustur. Alakalı ayet şöyledir:

“Rabbin bal arısına ‘Dağlardan, ağaçlardan insanların yaptıkları çardaklardan evler edin. Sonra, her çiçekten ye de Rabbinin yolunda inkıyad ile git.’ diye vahyetti...” (Nahl, 16/68-69).

Buradaki vahiy, ilham mânâsı taşımakta olup, arının, değişmeyen fıtrî yaratılışına işaret etmektedir.

5. Allah’ın Hz. Musa’nın annesine olan vahyi, onun şiddetli endişe ve sıkıntı halinde iken olmuştur. Şöyle ki:

Oğlunun, öldürülmesinden korkan ve üzülen Musa’nın annesine, Cenab-ı Hak şu teselli dolu mesajı gönderir:

“Onu emzir. Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.” (Kasas, 28/7)

Buradaki vahiy, teselli verici bir ilham manası  taşımaktadır.

6. Havariler, Hz. İsa’ya (as) hayatında tabi olan arkadaşlarıdır. Bunlar da

“Hani havarilere ‘Bana ve Resulüme iman edin.’ diye vahyetmiştim...” (Mâide, 5/111) 

ayetinin ifade ettiği gibi, ilahi mesaja muhatab olmuşlardır. Burada da vahiy, ilham manasında kullanılmıştır.

Yere ve göğe, yerin ve göğün sakinlerine vahyedildiğini bildiren Kur’an ayetleri, bizlere engin bir tefekkür ufku açmakta ve canlı-cansız bütün varlıkların Allah’tan gelen talimatla hareket ettiğini göstermektedir. Bir uzay aracının yerden gelen direktiflere göre yönlendirilmesi gibi, her şey Allah’ın rububiyet arşından gelen emirlerle yönlendirilmektedir. Bunun cansız varlıklara, hayvanlara, meleklere, gelen “kevnî  vahiy” olarak görebiliriz. Bunların hepsi hiçbir isyanları olmadan ilahi program çerçevesinde hareket etmektedirler.

48. "Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü,.." Muhyiddin-i Arabî gibi zevatın ruhlarla irtibatı hakkında bilgi verir misiniz?

"Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar." (Sözler, Yirminci söz, İkinci Makam, Mukaddime)

Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar, berzah âlemine göçmüş ruhlarla, hatta peygamberlerle görüşebildikleri gibi, cin taifesiyle de görüşebilir ve o cinnîleri emirlerinde çalıştırabilirler. Böyle bir tasarruf yetkisini bu asırda iman ehli herkesten beklemek yanlış olur. Müstesna zatlar bu asırda da bulunabilir, berzah âlemiyle ve cin taifesiyle ancak onlar temas kurabilirler.

Mümtaz şahsiyetler istisna edilirse, bu asırda, ruhlarla temas kurmak pek mümkün görülmediğinden, bu konuya fazla ehemmiyet vermeyip, takva yolunda ilerlemeye çalışmak gerekir.

Hazret-i Geylani’nin mübarek ruhu ile irtibat kurmanın yolu ise, manen terakki edip nuraniyet kazanarak, onun makamını ziyaret etmek ile olur. Yoksa adi bir masaya oturup, onu masaya davet etmeye teşebbüs etmek edepsizliktir.

Celaleddin-i Suyutî Hazretleri uyanık halde iken Peygamber Efendimiz (asm) ile çoğu kere görüşmüş(1), onunla manevi âlemde hadislerin senedini tahkik etmiştir. Hakiki celb-i ervah budur.

(1) bk. Sözler, Yirmi Yedinci Söz'ün Zeyli.



49. "Sanat ve fünûn-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar." "Funûn-u hafiye" ne demektir? Kur’an sanatın ve funûn-u hafiyenin nihai hududunu nasıl çizmektedir?

Konunun baş kısmında ispirtizmanın bir “sanat ve fen” olduğu ifade edilmişti. Bu sanat ve fen için burada “funûn-u hafiye” ifadesi kullanılmakla, diğer sanatlardan ve fen ilimlerinden farklı bir saha olduğuna işaret edilmiş oluyor.

Bu konuda nihai hudut, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm gibi şeytanları ve onların en inatçı ve kuvvetli kesimi olan ifritleri bile emrinde çalıştırmaktır. Bu nihai hududa ispirtizma ile ulaşmak mümkün değildir, ancak büyük velilerde keramet yoluyla olabilir.



50. "Hazret-i Davud Aleyhisselâm'ın mucizelerine dair اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ delâlet ediyor." Ayetin mealini vererek kısa bir izahını yapar mısınız?

“Biz, dağları onun emrine vermiştik; akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” (Sâd, 38/18)

Ayette geçen ve "akşam sabah" diye tercüme edilen vakitlerden birincisi, Güneş'in batmasından yatsı namazı vaktine kadar olan süredir, “sabah” diye tercüme edilen işrak vakti ise, Güneş'in her tarafa ışık saçtığı zaman olup, bazı tefsirlerde kuşluk vakti olarak beyan edilmiştir.

Davud peygamberin sesi çok güzeldi. Onun tesbihine dağlar iştirak ettiği gibi, her taraftan ona teveccüh ederek toplanan kuşlar da onunla birlikte Allah’ı tesbih ederlerdi.

Yine tefsir âlimlerimizin beyan ettikleri gibi; dağların kendilerine has tesbihleri sabah ve akşama münhasır değildir, süreklidir. Davud aleyhisselâmın tesbihlerine mukabelede bulundukları bu iki vakitte, onun bir mucizesi olarak, ayrı bir tesbih yaptıkları, yani onun tesbihini aynen tekrar ettikleri anlaşılmaktadır.

51. "Hazret-i Davud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı." Sesin mağarada ve dağda yankılanması fiziki bir hadisedir. Davud Aleyhisselâm’ın dağları hakiki olarak konuşturması ve tesbihat yaptırması ne demektir?

Metinde, dağların hakiki olarak konuşturulduğu bildiriliyor. Sesin mağarada ve dağda yankı yapması ise bir misal olarak veriliyor. Yani, mademki dağ yankı yoluyla da olsa konuşabiliyor, öyleyse bu fiziki hususiyet bir çekirdek olarak kabul edilirse, Cenab-ı Hak onu sümbüllendirebilir, onun bu hususiyetini inkişaf ettirebilir ve hakiki olarak konuşturup Davud Aleyhisselâm’ın tesbihlerine iştirak ettirebilir.

Dağların yankı yoluyla konuşması bir mecazdır. Yankı, dağa çarpan ses dalgalarının tekrar geri dönmesidir. Hakiki olarak konuşmada ise yankı söz konusu olmayıp, bir mucize olarak dağlar Davud aleyhisselamın tesbihlerini ve zikirlerini tekrar etmektedirler.

Bunun misalleri Peygamber Efendimizin (asm.) mucizelerinde de görülmüştür; ağacın ve kurdun konuşmaları gibi. Bu mucizelerde ağaç ve kurt hakiki olarak konuştukları gibi, Davud aleyhisselâmın zikirlerine karşılık veren, o zikirleri aynen tekrar eden dağlar da hakiki olarak konuşmuşlardır.



52. Her bir dağın bir şahs-ı manevisinin olduğu ne manaya geliyor? O şahs-ı manevinin o dağa göre birer tespih ve ibadetinin olması ne demektir?

Bir şirketin yüz tane ortağı olduğunu düşünelim. Bu şahısların her birinin ayrı bir kimliği, şirketteki vazifelerine göre aldıkları ayrı bir unvanı olduğu gibi, şirketin de özel bir ismi vardır. Bu özel isim, şahs-ı manevi olan şirketi temsil etmektedir.

Buna benzer bir şekilde, o dağdaki her bir çiçeğin, her bir ağacın kendine mahsus bir tespihi olduğu gibi, bu tespihlerin tümünü temsil eden ve o dağın tümüne müekkel olan meleğin de bir tespihi vardır. İşte bu tespih, dağın şahs-ı manevisinin tesbihidir. Bir hadis-i şerifin izahından da anlaşılacağı gibi, o dağa müekkel meleğin, dağdaki çiçekler ve ağaçlar adedince başları, onların yaprak ve meyveleri sayısınca dilleri vardır.



53. "عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ* وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhimesselâm'a, kuşlar envaının lisanlarını,.." Buradaki ayetler hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Metindeki birinci ayetin meali:

"Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin, dedik. Demiri de onun için yumuşattık." (Sebe', 34/10) 

Ayet-i kerimede önce, “Andolsun ki, biz Davud’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk.” buyurarak, onun diğer insanlara bir peygamber ve rehber olarak gönderildiğine dikkat çekildikten sonra, dağların ve kuşların onunla beraber tesbih ettikleri, demirin de ateşte eritilmesine gerek kalmadan, onun elinde dilediği şekle sokulabildiği haber verilir.

Hz. Davud (as.) “Beytülmaldan bir şey almaya muhtaç olmaksızın kendi emeğiyle geçineceği bir yol ihsan etmesini” Allah’tan istemişti. Cenab-ı Hak da ona demirden zırh yapma sanatını ihsan etmiş; bu sanatı icra edebilmesi için de demiri bal mumu gibi kolayca yumuşatma ve dilediği şekle sokabilme mucizesine mazhar kılmıştır.

Tefsir âlimleri, zırhın korunma için olduğuna ve zırh yapmanın kılıç yapmaktan daha hayırlı olduğuna da bilhassa dikkat çekerler.

Metindeki ikinci âyet:

 “Bize kuşların dili öğretildi.” (Neml, 27/16)

Konunun devamında şu ayet-i kerimeye de yer verilir:

“Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik.” (Sâd, 38/19)

Âlimlerimiz, bu ayetlerde dağların ve kuşların zikredilmesini şöyle tefsir ederler:

"Dağlar cansız varlıkları, kuşlar da canlıları temsil ederler. Hazret-i Davud’a (as.) sadece dağlar ve kuşlar değil, başka varlıklar ve canlılar da hizmet etmişlerdir."



54. "Çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faydalı bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir." İzah eder misiniz?

Burada sığırcık kuşunun dilinden maksat, onları ilmi olarak inceleyip davranışlarını ve kâinatın ekosistemine olan hizmetini keşfedip istihdam etmek manasındadır. Yoksa iki insanın konuşması tarzında bir konuşma değildir.

Kâinatta hiçbir mahluk abes olarak yaratılmamıştır; hepsinin kâinatın umumi dengesinde ve ahenginde bir hizmeti, bir faydası vardır.

Kuşun dili, kuşun hayatında çizdiği hikmetli tavır ve davranışlardır. İnsanlık bu hikmetli tavır ve davranışları müşahede edip, bir ilim hâline getirip, insanlığın hizmetine takdim edebilir.

Nasılki koyun, keçi, inek gibi mübarek hayvanlar insanlığa hizmet ediyorsa, aynı şekilde kuşların ve sair hayvanların da insanlara hizmet edebilecek yönleri vardır.



55. İnsanları bu mucizenin hakikatine yaklaştırmak için "mahlukatın dizginleri elinde olan Allah'a ram olma" şartı getirilmektedir. Burada geçen "ram olma"yı nasıl anlamalıyız?

“Ram olma” denilince, öncelikle ilahi emirleri harfiyen yerine getirmek ve yasaklardan da hassasiyetle sakınmak akla gelir. Böyle bir kul, terakki yolculuğunda, kâinattaki zikirlere önce fikren muhatap olur, her varlığın kendi vazifesini en iyi şekilde yerine getirmekle yaptığı ibadeti hayranlıkla seyreder. 

Manen terakki ettikçe, bu zikir ve tesbihleri bir derece hissetme noktasına ulaşır.

Sevgili ve seçilmiş kullar, kendi zikir ve tesbihlerini yaparken, diğer varlıkların tesbihlerini de kalben müşahede etmekle manevi bir zevk âlemine girerler.

Konunun devamındaki şu ifadeler, ram olmanın ne demek olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“…. dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebâtâttan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin;…”(1)

Öte yandan, tekvinî şeriata riayet ederek ilmî araştırmalar yapıp hayvanların hislerine bir derece vakıf olmak, onlarla bir bakıma temas kurup bazı faydalı işlerde çalıştırmak da bir yönüyle hayvanların insana ram olması manasına gelir. Bu tekvinî şeriata uyan kimse, Müslim olsun gayrimüslim olsun, çalışmasının mükâfatını görür; bu bilgileri dünya işlerinde daha ileri hedeflere ulaşmak için kullanabilir. Ancak, iman olmadığı taktirde bu gayretleriyle bu dünyada kalbî ve ruhi zevklerden faydalanamadığı gibi, ahiretine de bir sermaye göndermiş olmaz. 

Bu gibi buluşlar o gibi kimselere, arza halife olma noktasında da fazla bir şeref kazandırmaz. Halifenin, ahaliye ters düşmemesi gerekir. Arzdaki her varlık Allah’a itaat ederken, bir ilim adamı isyan üzere yaşıyorsa, o varlıklara halife, efendi ve reis olamaz. Sadece onlardan istifade etmekle kalır.

İncelediği varlıkların Allah’ın eserleri olduğunu bilen bir ilim adamı ise, yaptığı çalışmalarla marifet noktasında dereceler alır, Allah’a olan muhabbeti de gittikçe artar.

Üstad Hazretlerinin bir misalini konumuza tatbik edelim:

Mana olarak arz ediyorum.

Bir padişahın sana gönderdiği bir elmada iki çeşit lezzet vardır. Birisi elmanın kendi tadı ve lezzeti, diğeri ise “iltifat-ı şahane” lezzeti…

Demek ki, bir elmayı yerken nefsimiz onun tadından bir lezzet aldığı gibi, kalp ve ruhumuz da ondaki İlâhî sanatları tefekkür etmekle ve o meyvenin ilahi bir ihsan olduğunu düşünmekle manev lezzetler alır.

Kuşların seslerini de bu manada dinleyebilsek, sadece onların seslerinden kulak yoluyla aldığımız cüz’î zevk ve lezzetle yetinmeyiz; o kuşu ve sesini yaratan, bize de onun güzel sesinden hoşlanacak bir ruh ihsan eden Rabbimize şükür ve hamdederiz. Böylece, o sesten aldığımız zevk de ayrı bir mana kazanır.

“Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin.” cümlesinde ders verildiği gibi, o nağmeleri dinlemekten hem zevk duyarız, hem de istidadımızı manevi kemal yönünde kullanarak bu sahada şevk ile yol alırız.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



56. "Manasız bir eğlence hükmünde olan fonograf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel,.." Devamı ile birlikte açıklar mısınız?

"Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvi bir eğlence-i masumaneye çalış ki dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin. Ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin. Ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acayibü’l-mahlukat mahiyetini göstersin. Ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin."(1)

Kuşların peşine takılıp ibadetlerini unutan, namazları terk eden bir adam için, bu meşgale bizatihi haram olmayabilir, ama asıl vazifeyi unutturuyor ve farzların işlenmesine bir mâni teşkil ediyorsa, neticeleri itibarı ile haram sınıfına girmiş demektir.

Üstad Hazretlerinin bu ifadeleri aslında muazzam bir hastalığa işaret ediyor. İnsanların ekseriyetini gaflete itip, asıl vazifesi olan ubudiyeti unutturan şeyler, bunun gibi malayani eğlencelerdir aslında. Horoz dövüştürmek, köpek peşinde koşmak, güvercin beslemek hastalığından servetini heba eden nice insanlar var. Güvercin besleme hastalığından hırsızlığa alışan insanlar bile vardır.

Allah bizleri, yaratılış gayemizi ve ahireti unutturan böyle gafletli meşguliyetlerden muhafaza etsin. (Âmin)

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



57. "Hem mesela, Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın bir mucizesi hakkında olan قُلْنَا يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى اِبْرَاهِيمَ ayetinde..." İbrahim Aleyhisselâm’ın mucizesi ile alakalı olan ayet hakkında bilgi verir misiniz?

"Biz: 'Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selametli ol.' dedik." (Enbiya, 21/69)

Hazret-i İbrahim (as.), babasını ve kavminin diğer insanlarını putperestlikten vazgeçirmek için çalışmıştı.

Kavmi bir bayram günü kırlara çıktıklarında Hz. İbrahim(as) onlara katılmadı. O sırada on altı yaşında olduğu söylenmektedir. Herkes şehri terk edince puthaneye gitti ve büyük put hariç bütün putları kırdı ve baltayı da büyük putun boynuna astı.

Kavmi, bayramdan döndüklerinde putlarının kırıldığını görünce bunu Hz. İbrahim’in (as) yaptığını tahmin ettiler ve kendisini sorguya çektiler. O ise, putları büyük putun kırmış olabileceğini söyledi. Kavmi, cansız bir putun bu işi yapamayacağını söylerlerse, onlara gittikleri yolun ne kadar batıl olduğunu anlatmak için böyle yapmıştı. Bu surenin 62 ve 63. üncü ayetlerinde bu hadise şöyle haber verilir:

"(Hz. İbrahim’i huzura getirdikleri zaman ona şöyle) dediler: 'Sen mi bunu ilahlarımıza yaptın, ey İbrahim?' İbrahim, 'Belki bu işi onların en büyüğü yapmıştır, eğer konuşabiliyorlarsa, onlara sorun.' dedi." 

"Sonunda Nemrut ve avanesi onu ateşe atarak öldürmeye karar verdiler. Ateş yakıldı, Nemrut da İbrahim’in (asm) ölümünü seyretmek üzere yüksek bir yerde tahtını kurdu."

"Atıldığı ateş ise, Cenâb-ı Hakk’ın 'Ey ateş, İbrahim için serin ve selâmetli ol.' emrine itaat ederek onu yakmadı." (Enbiya, 21/62, 63)



58. "Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor." Ateşin, körü körüne hareket etmemesi ne demektir? Yani ateş ayrı, yakıcılığı ayrı bir özellik midir?

Burada geçen "körü körüne" ifadesi, bildiğimiz ateşin kendisine temas eden her şeyi, ne olduğuna bakmadan ve bir fark gözetmeden yaktığı manasını ifade ediyor. Faydalı ve zararlı birçok eserin bulunduğu bir kütüphanede yangın çıksa, ateş bütün kitapları, konularına bakmaksızın yakar tüketir.

İbrahim aleyhisselâmın atıldığı ateşin, kendisine atılan o peygamber namzedini yakmaması gösteriyor ki, onun yakması da yakmaması da körü körüne değildir. Allah’ın emriyle başka şeyleri yakan o ateş, yine Rabbinin emriyle Hz. İbrahim’i yakmamıştır.

Bu hadise bir yönüyle de Allah’ın, dilediğinde, tabiatları değiştirebildiğini de ders veriyor. Ateşin tabiatında yakmak vardır, ama Allah’ın emriyle bu tabiat değiştirilmiştir.

"Biz: 'Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selametli ol.' dedik." (Enbiya, 21/69)

 Ateşe “Sön!” emri verilmemiş, aksine, ateş olarak kalmakla birlikte yakmaması, bununla da kalmayıp serin ve salim olarak Hz. İbrahim’i misafir etmesi emredilmiştir. “Selamen” lafzı, bu manayı ders vermektedir.



59. "Nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder." Nâr-ı beyza nedir?

"Nâr-ı beyza"nın cehennemdeki Zemherir azabı olabilir.

Kadızade Ahmed Efendi buyuruyor ki:

"Cehennemde bir yere Zemherir denir, yani, soğuk cehennemdir. Soğukluğu pek şiddetlidir. Bir an dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk bir sıcak, sonra soğuk sonra sıcak cehenneme atılarak, azap yapılacaktır."(1)

Cehennemde çok soğuk Zemherir azapları bulunduğu, Kimya-i Saadet ve Dürret-ül-Fahire kitabında da yazılıdır.

Buhari, Müslim, İbni Mace ve diğer hadis kitaplarında, yazın sıcaklığının sıcak cehennemin nefesinden, kışın soğukluğunun da (zemherir) cehennemin nefesinden olduğu bildiriliyor.(2)

Dipnotlar:

1) bk. Amentü Şerhi.
2) bk. Buharî, Mevâkît: 9, Müslim, Mesâcid: 185-187; Tirmizî, Cehennem: 9.



60. Cehennemin, "Ateşin bütün derecatına ve envaına şamil olması" ne demektir?

“Dünya ahiretin mezrasıdır (tarlasıdır).”(1)

 hadis-i şerifine bir izah olmak üzere Nur Külliyatı'nda şöyle  bir ifade geçer:

“İman bir manevi Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevi bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”(2)

Buna göre cennet imanın meyvesi; cehennem ise küfrün meyvesidir. Bu iki menzildeki dereceler ise işlenen iyi ve kötü amellere göredir.

İşlenen günahların mertebelerine göre, cehennemde çok farklı azap dereceleri olacaktır; “derecât” kelimesi bize bu dersi verir. Öte yandan, işlenen günahların çeşitliliğine göre de farklı azaplar çekilecektir. Zulüm, haksızlık, haram yemek, içki içmek, kumar oynamak, yalan söylemek, gıybet etmek gibi kötü işlerin her birisi için farklı bir azap vardır; envâ’ (neviler, türler) kelimesi de bu dersi vermektedir.

Dipnotlar:

1) bk. Aclûnî, Keşfu'l- Hafa, I, 412
2) bk. Sözler, İkinci Söz.



61. Cehennem ateşini söndürecek iki özelikten biri "iman" (manevi madde), diğeri "İslamiyet" (zırh) olarak ifade ediliyor. İkisi arasındaki farkı ve benzetmelerin hikmetini açıklar mısınız?

İmanın altı rüknü ve İslam'ın beş şartı dinimizin temelidir. Bunlardan doğan birçok alt şubeler de vardır. Mesela, ahirete imanın içerisinde kabir azabına, dirilişe, hesaba, şefaate, sırata, havz-ı kevsere inanmak da bulunur. İşte imanı, bütün esasları ve şubeleriyle kalbin kabul etmesi kişiyi cehenneme girmekten muhafaza ettiği gibi, imanın lazımı olan salih amelleri işlemek de onu cehennemden koruyan bir zırh vazifesi görür.

“...Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar...” (Ankebût, 29/45)

ayetinde bildirildiği gibi, namaz bütün kötülüklere karşı çok kuvvetli bir zırh vazifesi görür. Bilindiği gibi ibâdetler, “bedenî ve mali” olmak üzere ikiye ayrılır. Namaz; bütün bedenî ibâdetleri, zekât ise bütün mali ibadetleri temsil eder. Bunun içindir ki birçok ayette bu iki ibadet birlikte zikredilir.

“Namaz dinin direğidir.” (Tirmizi, İman 8; Acluni, Keşfu'l-Hafa, II/31)

hadis-i şerifinde olduğu gibi, namaz tek başına zikredildiğinde ise, bütün ibadetleri temsil eder.

Manevi madde ve zırh teşbihlerinin her ikisinde de müşterek nokta, mümini azaptan korumalarıdır.



62. Beşerin bulduğu "ateşe dayanıklı madde" hakkında bilgi alabilir miyiz?

Konunun uzmanı bir ilim adamından aldığımız cevabı aşağıda takdim ediyoruz:

“Bu tür maddelere örnek olarak zirkonyum battaniye, amyant (veya asbest) ve itfaiyecilerin giydiği ateşe dayanıklı nomex kumaşları verilebilir." 

"Zirkonyum battaniyeler 1.100 santigrad dereceye kadar yanmaz ve içindeki malzemeyi ateşten korur. Amyant veya asbest, ısı ve elektriği iletmediği gibi, kimyasal maddelere karşı da dayanıklıdır. Bu madde ısıya dayanıklıdır, fakat hamlaç alevinde eriyebilir."

"İtfaiyecilerin giydiği NOMEX KUMAŞI: Nomex (Meta – ARAMİD) ve KEVLER (Para – ARAMİD) gibi iki maddenin değişik nisbetlerde karışımından elde edilir. Bu elbiseler ateşten gelen ısı ve ışık radyasyonunu da yansıttıklarından, itfaiyecileri bu şekilde ateşten korurlar.”



63. "Şu ayet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvi, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor." İzah eder misiniz?

"İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu ayet ise ona mukabil bak ne kadar ulvi, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak حَنٖيفًا مُسْلِمًا‌ tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor."(1)

Bu ifadede nasıl ateşe dayanıklı elbiseleri, dünyanın teknik tezgâhında dokumak mümkünse, cehennemin ateşine dayanıklı, yani cehennem ateşinden kurtaracak elbiseler de ancak peygamberlerin manevi tezgâhında dokunur, denilmiş oluyor. 

Evet, insanı cehennemden kurtaracak, ancak din ve iman elbisesidir ki, bunun dokunduğu tek tezgâh "hanef" kökünden gelen İslam ve Müslümanlık elbisesidir. Hazret-i Âdem (as) ile başlayıp Peygamber Efendimiz (asm) ile son bulan peygamberlik müessesesinin umumi ve müşterek iki isminden birisi Hanif, diğeri ise Müslümanlıktır. Üstad Hazretlerinin burada "Hanîfen Müslimen tezgâhı" demesi, bu müşterek noktaya ve manaya işaret içindir.

(1) bk. Sözler, Yirminci Söz İkinci Makam.



64. "Hanifen müslimen tezgâhında dokunacak bir hulle" ne manaya gelmektedir?

İbrahim (as)'ın kavmi, gök cisimlerine ve onların yeryüzündeki temsilî manasını taşıyan putlara tapmaktaydı. Kavmini putperestlikten vazgeçirmek üzere, önce yıldız, sonra Ay, sonra da Güneş için “Bu mu benim Rabbim?!.” manasında “Rabbim budur.” dedikten sonra, Güneş'in de battığını görünce kavmine şöyle hitap etmişti:

“Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuklarınız şeylerden uzağım. Ben Hanîf olarak (Allah’ı bir bilen ve hakka yönelen biri olarak) yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim." (En’âm, 78,79)

Hanîf kelimesi, İslam’dan önceki dönemlerde, tevhid inancına sahip olmanın sembolü olmuştur. 

Allah’ın birliği hakikatini kalplerde yerleştirmek için çalışan, yalnız ona güvenen ve ona tevekkül eden İbrahim aleyhisselâmı ateş yakmadığı gibi, yani onun imanı ve ubudiyeti onu ateşten koruduğu gibi, biz de iman ve salih amel üzere bir hayat sürdüğümüzde o ateş, inşallah, bizlere de dokunmayacak, imanımız ve ibadetimiz bizim için bir zırh olacaktır...



65. "وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın dava-yı hilafet-i kübrada mucize-i kübrası, talim-i esmadır." Bu ayetin tamamının mealini verir misiniz?

“Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları (onların delalet ettikleri âlemleri, eşyayı) meleklere gösterip: 'Haydi davanızda doğru iseniz, bana şunları isimleriyle haber verin!' buyurdu.” (Bakara, 2/31)



66. "Divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselam" ifadesini izah eder misiniz?

“Divan-ı nübüvvetin fatihası” peygamberlik kurumunun, meclisinin ve kurulunun ilki ve başlangıcı anlamına geliyor. Divan kelime olarak meclis, kurul gibi anlamlara geliyor. Divan-ı nübüvvet de peygamberler cemaati veya peygamberler meclisi anlamına geliyor. 

Fatiha zaten ilki, açılışı, başlangıcı gibi anlamlara geliyor. Hz. Âdem (a.s) hem ilk insan hem de ilk peygamber olması nedeni ile divan-ı nübüvvetin fatihası ve başlangıcı oluyor.



67. Bütün peygamberlerin mucizelerinin tamamına Âdem aleyhisselâmın "talim-i esması" nasıl işaret ediyor? Ayrıca, "talim-i esma mucizesi"nin umum kemalât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve ileri hedeflerine sarahate yakın işaret etmesinin izahı?

Bilindiği gibi Cenâb-ı Hakk’ın isimleri; fiilî isimler ve zatî isimler olmak üzere ikiye ayrılır. 

Hayy (hayat sahibi) ismi zâtî bir isim, Muhyi (hayat verici) ise fiilî bir isimdir, yani ihya fiiliyle bu isim tecelli eder. 

Ehad, Kadîm, Bâki, Ferd, Nur gibi birçok isim zatî isim; Hâlık, Rezzâk, Şâfi, Müzeyyin, Mûsâvvir gibi birçok isim ise fiilî isimdir. 

Üstad Hazretleri İşaratü'l-İ’caz’da “mucizenin vasıtasız Allah'ın fiili olduğu”nu beyan ediyor. Buna göre her bir mucizede de Allah’ın bir yahut birkaç fiilî ismi birlikte tecelli eder.

Bütün mucizeler Hz. Âdem’e (as.) talim edilen esmanın tecellileri olmaları cihetiyle, “talim-i esma”, hem kâinatta tezahür eden isimlere hem de mucizelerle tecelli eden isimlere işaret etmektedir.

“Talim-i esma mu’cizesinin umum kemalât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine işaret etmesine” gelince, bu ifadeyi Hazret-i Âdem’e (as.) bütün ilimlerin ve fenlerin son hâliyle öğretildiği şeklinde anlamamız aklen mümkün görülmediğinden, konuyu şu şekilde değerlendirmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz:

“Hakiki hakaik-i eşya esma-i İlahiyedir.” Buna göre, Hazret-i Âdem’e (as.) bütün esmanın talim edilmesi, bütün fennî ilimlerin dayandıkları isimlerin de öğretilmesi demektir. Cenâb-ı Hak bir ağacın, bir yumurtanın, bir çekirdeğin eliyle kudret mucizeleri sergilediği gibi, onun tekvinî şeriatına tam uyarak gayret gösteren insanların eliyle de nice isimlerinin harika tecellilerini sergileyebilir. Buna göre, gerek bu âlemde sergilenen kudret mucizelerine, gerek peygamberlerin eliyle gösterilen mucizelere yaklaşmak ve onlarda tecelli eden isimlerden daha ziyade feyiz almak için, insanoğlu hem manevi kemâlat hem de maddî terakki noktasında elinden gelen bütün gayreti göstermelidir.

“Kemalât ve terakkiyât-ı beşeriye” ifadesi maddi ve manevi her türlü ilerlemeyi ihtiva etmekle birlikte, genel olarak “kemalat” kelimesi iman, marifet ve muhabbet gibi manevi sahalarda kemâle ermeyi hatırlatır. “Terakki” kelimesi ise, ilim ve fen yoluyla ortaya konulan harikalara işaret eder. Her iki sahadaki ilerlemeler de ilahi isimlere ayna olma noktasında mertebeler kat’ etmekle mümkün olur.

İman, ibadet, güzel ahlak ve muhabbetle mazhar olunacak esma-i ilahiye başka, çeşitli ilim dallarında terakki etmekle mazhar olunacak isimler ise daha başkadır.



68. Âdem (as)’ın evladı ve istidadının varisi olan insanların mertebe-i emanet-i kübrâda bütün mahlukata karşı rüçhaniyet ve liyakatlerinin gösterilmesi bütün esmayı "taallüm" etmeleriyle irtibatlandırılıyor. Bu hususu nasıl anlamalıyız?

Emanetle alakalı ayet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Evet, biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeğe yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi; o cidden çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 33/72)

Bediüzzaman Hazretleri, Onuncu Söz'ün On Birinci Hakikati’nde "İnsana öyle bir istidat verip yer ile gökler tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayı tahammül edip …" buyurmakla, göklerin yerin ve dağların yüklenemedikleri bir yükü insanın yüklenmesini, "onun istidanın buna uygun olduğu" şeklinde nazara vermekte; böylece sözü edilen büyük varlıkların emaneti yüklenmekten çekinmelerini de onların istidatlarının buna yetmeyeceği şeklinde açıklamış olmaktadır. 

Emanetin bu varlıklara arz edilişinin mahiyetini bilemiyoruz. Ancak, burada bizim için alınacak en mühim ders, insan mahiyetinin ve istidadının göklerden geçtiğini bilmek ve o ehemmiyetli sermayeyi yerinde kullanarak, israf ve zayi etmemektir.

İnsan, kendi kuvvetini vahid-i kıyasi olarak kullanıp Allah’ın kudretini bildiği gibi, iradesiyle onun iradesini, görmesiyle onun görme sıfatını, bilebilmektedir. On Birinci Söz’de insanın “sıfat ve şuûn-u İlâhiyenin bir mikyası” olduğu beyan edilir. İşte bu yüksek ve cami’ istidadı dolayısıyla, insana bütün esma talim edilmiş ve mahlukatı tanımak, vazifelerini anlamak gibi ilimler ve fenler ona ihsan edilmiştir.

69. Âdem Aleyhisselam için "talim", insanlar için ise, "taallüm" tabirlerinin kullanılmasının hikmeti nedir?

“Talim”; ilim öğretmek, ilim sahibi kılmak demektir. Burada, talim-i esmanın ilahi bir ihsan olduğu manası öne çıkmaktadır.

“Taallüm”de ise; ilim tahsil etmek, iradesini bu konuya teksif etmek, âlim olmak için gayret göstermek esastır. Yani, birincisinde “öğretme”, ikincisinde ise “öğrenme” manası hâkimdir. 

Ayrıca, “taallüm” kelimesi, karşılıklı müzakere ile ilim tahsil etme manasına geldiğinden, ilmin insanların müşterek gayretleriyle terakki ettiğine de bir işaret vardır.



70. Bütün mahlukatın insanlara musahhar olabilmesi için; "İnsanların ileri atılması ve Allah’ın birer ismine yapışması" şartı getirilmiştir. İzah eder misiniz?

Bilindiği gibi, insan henüz yaratılmadan önce bu kâinat ve içindeki eşya ona hizmet için gerekli özelliklerle ve kabiliyetlerle donatılmıştı. Güneş'in ışık, arının bal, ağacın meyve vermesi, arza halife olarak yaratılacak o müstakbel misafir içindi.

Bütün insanların hizmetine verilen umumi nimetler yanında, bazı nimetlerden istifade edilebilmesi de insanın çalışmasına bırakılmıştı. İşte, “Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.” cümlesinde bunlar konu edilmiştir. Bu imkânlara kavuşmak, bu sanatlara sahip olmak ve bu nimetlerden istifade etmek için insanın çalışıp gayret göstermesi gerekmektedir. Ulaşılmak istenilen hedeflerin her biri, bir ilahi ismin tecellisiyle tahakkuk edecek ve insan da bu şerefe, ancak çalışmakla ve gerekli sebeplere tam riayet etmekle ulaşacaktır.

Mesela, insan bitkiler âlemindeki şifa özelliklerini araştırmakla Şâfi ismine yapışmış olur ve maksadına ulaşır. İnsanı tanımayan ve hastalıklarını bilmeyen bitkilerden şifa beklemez, şifayı ancak Allah’tan bilir, ama tembelce oturmayıp ileri atılır ve gerekli çalışmaları yapar.

Daha fazla mahsul elde etmek üzere ziraat konusunda araştırmalar yapan bir kimse de Rezzâk isminin tecellisine talip olmuş demektir. Bu isme yapışır, rızkı ancak Allah’tan bilerek onun kanunlarına riayet eder ve onun askerleri olan topraktan, sudan, güneşten de gerekli yardımları görmekle hedefine ulaşır.



71. "Maddi terakkiyatın içerisinde manevi bir sukut” olmaması için ilim adamları nasıl bir yol takip etmelidirler; esas gayeleri ne olmalıdır?

Kâinata ve içindeki eşyaya ve sebeplere mana-yı ismiyle bakan, yani onları müstakil ve yetkili varlıklar olarak vehmeden bir kimse, maddi yönde ne kadar terakki ederse etsin, sadece nefsini ve enaniyetini kabartmış olur ve Karun gibi yaptıklarını kendi hünerine ve ilmine vermekle manen sukut eder.

Kâinat kitabını Allah’ın eseri, ondaki kanunları da yine onun kanunu bilerek araştırma yapan kimsenin ilmi, her gün biraz daha inkişaf eder, hayreti durmadan artar. Bu mana-yı harfiyle bakış sonucu, Allah’ın sanatına, hikmetine ve rahmetine gittikçe daha çok hayran olur, imanı ziyadeleşir.

On İkinci Söz’deki Kur’an misaliyle çok güzel nazara verildiği gibi, bu kâinat kitabını Allah’ın ilim ve hikmetinin bir aynası olarak incelemeyen kimsenin hâli, elindeki Kur’anın ilahi ferman olduğundan gafil olarak, ondaki harflerin özellikleri ve yazıldıkları maddelerin karakterleri hakkında eser veren kişinin hâline benzer. Bu kimse, o Kur’anın manasına hiç yanaşmadan sadece harflerin maddi özellikleriyle alakadar olmakla, ilmini değil cehlini artırmış olur. Böyle kimseler, maddi yönden birtakım kazançlara sahip olabilseler bile, manevi yönden sukut, yani düşüş hâlindedirler.



72. "Fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dürbünüyle, kalbinizle Rabb’inize bakasınız." Fenlerle, esma-i ilahiyye daha mı iyi anlaşılmaktadır?


Allah’ın isim ve sıfatlarının talimi hususunda, eşyanın derinlemesine bilinmesi şart değildir. Bir çiçeğin göze görünen kısmı da Allah’ın isimleri hakkında insana bir fikir verebilir. Yoksa "Sadece fennî malumat ile o isim okunur." demek hata olur. Hatta Kur’an, eşyadan bahsederken herkesin anlayabileceği zahir fayda ve hikmetlerinden bahseder.

Mesela, Güneş'ten bahsederken lamba ve soba tabirleri ile bahseder, kimyevi yapısından bahsetmez. Bütün insanlar Güneş'in lamba ve soba yönünü bilir, ama kimyevi yapısını bilmez.

İmana dair konularda, fennî malumatın tesiri o kadar da değiştirici ve dönüştürücü değildir. Üstad bu manaya şöyle işaret ediyor:

"Mesail iki kısımdır."

"Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lazımdır."

"Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez."

"Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserisi, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î yahut def'î gibi olur. Bu ise, ağlebi maneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. Lâkin, eğer çendan telâhuku efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir."(1)

1) bk. Muhakemat, Birinci Makale

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın ve her bir fennin bir hakikat-ı âliyesi vardır ki, o hakikat bir ism-i ilahiyeye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan..." İzah eder misiniz?

Üstad Hazretleri bu ifadelerinde, her bir fen ilminin Allah’ın bir isminin tecellisi olduğunu ve o isme dayandığını söylüyor. Öyle ise fen ilimlerinin en büyük vazifesi ve hedefi, dayandığı ismin hakikatini ilan edip neşretmektir.

"Mesela, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir."

"Mesela, tıp bir fendir hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıp kemalâtını bulur, hakikat olur."

"Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakk’ın (cc) ism-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar."

"İşte sana üç misal, sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et."(1)

Burada zikredilen üç misal, meseleyi gayet güzel bir şekilde izah etmektedir.

İşte her bir fen böyle bir isim ile neticelenip kemal buluyor ve bulabilir.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



2. "Her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor... Yoksa yarım yamalak bir surette, nakıs bir gölgedir." İzah eder misiniz, gölge olmasını nasıl anlamalıyız?

Kâinatta ne varsa, esma-i ilahiyeye ayinedir. Çünkü “Hakiki hakaik-i eşya, esma-i ilahiyedir.” Yani her mahlukun mahiyeti ve hakikati bir isme dayanır. İşte fenler de bu hakikate mazhar olduklarından dolayı, onların da nokta-i müntehası, esma-i ilahiyedir. Şayet o fenle ilgilenen kişiler, o fennin gözü ve gözlüğü ile o esmayı okuyabilmişlerse, o zaman o fen kemalini bulmuş olur.

Yoksa o fen ve sanat, o esmanın gizlenmesini ve görünmemesini sağlayan bir perde ve gölge olur. Mesela tıp ilmi "Şafi" isminin mazharıdır. O fennin kemali, Şafi isminin mazharı olmakla meydana çıkar. Şayet bu fenden Şafi ismine ulaşılamıyorsa, o zaman tıp ilmi ayna olmaz; gölge ve perde olmuş olur.



3. "İşte sana üç misal... Sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et." Fenlerin hakikatinden maksat nedir? Misalleri daha iyi anlamamız için metinde zikredilen fenlerle onların dayandıkları esma-i İlahiye arasındaki münasebeti biraz açıklar mısınız?

"Bir Nükte-i Mühimme ve Bir Sırr-ı Ehemm"

"Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi 'talim-i esma' unvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latîf bir remz-i ulvi var ki:

"Her bir kemalin her bir ilmin her bir terakkiyatın her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o sanat kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir."

"Mesela, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir."

"Mesela, tıp bir fendir hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıp kemalâtını bulur, hakikat olur."

"Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakk’ın (cc) ism-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar."

"İşte sana üç misal, sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et."(1)

Nurlarda eşyanın hakikatlerinin esma-i ilâhîyeye dayandığı ifade ediliyor. Ene bahsinde insandaki sıfatların ve şuunatın, vahid-i kıyasî olarak, pek çok esma ve sıfat-ı ilâhîyenin bilinmesine yardım ettiği misalleriyle açıklanıyor. O risaleden aldığımız dersle şöyle söyleyebiliriz:

Fenlerin hakikatinin esma-i ilahiye olduğunu anlamamızın da ölçüleri, -tabiri caizse- numuneleri insanın mahiyetinde bulunuyor. Mesela, bir âlimin yazdığı çeşitli eserlere baktığımızda, bunların tümünün onun ilminden aktığını, o manevi kemalin bu eserlerle kendini gösterdiğini ve okuyucuların istifadesine sunulduğunu görürüz. O hâlde, bütün eserlerin görünen şekilleri “suretler” olarak kabul edilirse, bu suretlerin “hakikati” o zatın ilim sıfatı ve âlim ismidir.

Bitkiler âlemini inceleyen bir botanikçinin bu konuda edindiği bütün bilgiler, o varlıklarda kendini gösteren ilahi ilme dayanmaktadır. O bitkiler bir ilim ve hikmetle yaratılmışlar da onları incelemek ve anlamakla o zat o sahanın âlimi olmuştur. O hâlde, o botanikçideki ilmin hakikati ilk bakışta o zatın ilim sıfatına bakar, onun tezahürüdür. Bir perde daha ileri gittiğimizde, o varlıklarda kendini gösteren ilmin Allah’ın ilim sıfatından ve Âlim isminden geldiğini anlarız.

Buna göre bütün fennî ilimler ilahi isimlerin farklı varlıklardaki ayrı tecellilerinin incelenmesiyle ortaya çıkmışlardır ve hepsinin hakikati konularına göre Âlim, Hakîm, Nâzım, Müdebbir, Rezzâk, Şâfi gibi esma-i ilahiyeden birine yahut birkaçına dayanır.

İnsanın istidadında bir camiiyet vardır. Bu istidattan pek çok kabiliyetler ve o kabiliyetlerin icra edilmeleriyle de “pek çok kemalât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârik-ı sun'iye” ortaya çıkmıştır.  

Bunların her birinin de yine pek çok alt şubeleri vardır. Mesela, ilmî kemalat denilince, birbirinden farklı ilimler sayısınca ayrı kemaller akla gelir. Dinî ilimlerin, tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi çeşitlerinin her birinin ayrı kemal dereceleri olduğu gibi, fennî ilimlerin de fizik, kimya, biyoloji, astronomi, jeoloji, botanik, zooloji gibi birbirinden ayrı nice dalları vardır. Ve bunların her birinin de yine alt şubeleri bulunur ve her şubenin, kendine göre, farklı bir kemali vardır.

Fennî terakkilerin her birinde ayrı bir kemal sergilenir. Mesela, mükemmel bir saat ile mükemmel bir bilgisayarda ve mükemmel bir uçakta görülen kemaller birbirinden farklıdır.

İşte ancak birkaç misal verebildiğimiz bu kadar farklı ilimler, fenler ve sanatlar, hep insan istidadından doğmaktadır ve onun meyveleridirler. Bunların her biri de ayrı bir fiil, ayrı bir kemal yahut ayrı bir güzellik oldukları için ayrı esmanın insan istidadındaki tezahürleridirler.

Talim-i esma unvanıyla bunların tümünün istinat ettikleri ilahi isimlerin Hazret-i Âdem’e (as.) öğretildiği ifade edilmiştir.

Hendesenin ism-i Adl ve Mukaddir’e dayanması:

Nur Külliyatı'nda Adl isminin iki ayrı manası nazara verilir. Birisi; ihkak-ı hak, yani her hak sahibine hakkını vermek, diğeri ise; zalimleri cezalandırmak. Bütün varlıklar, kendilerine lazım olan bütün özellikleri eksiksiz taşımalarıyla ihkak-ı hakkın sonsuz misallerini sergilerler.

Misal olarak, insanın simasına bakalım:

Bu simanın hakkı iki göz, iki kulak vs. dir. Bu organların şekilleri, yerleri, özellikleri, büyüklükleri hep insan simasına uygundur. Bu mana Adl ismini gösterdiği gibi Mukaddir ismini de gösterir. Yani, her organın mevcut şekli, yeri, büyüklüğü öylece takdir edilmiş ve Mukaddir ismine bir ayna olmuştur.

Hendese ilminde de Adl isminin birinci manası kendini açıkça göstermektedir. Bir mühendis, binasını kurarken her şeyi hassas bir ölçü ile en uygun yerine ve gerekli bütün özellikleri ona yerleştirerek tanzim eder. Binanın temel hesapları büyük bir hassasiyetle yapılır. O hesaplarla takdir edilen miktarda demir kullanılır. Odaların büyüklükleri, icra ettikleri vazifeye göre takdir edilir. Her odaya hakkı verilir. Mutfakla misafir odasının yüz ölçümü aynı olmaz. Odanın yüksekliği, pencere sayısı, kalorifer peteklerin sayısı hep adaletle, yani ince ölçülerle takdir edilir ve yerine konulur.  

Tıbbın Şâfî ismine dayanması:

Hangi hastalığın nasıl tedavi edileceğini bilmek, bir yönüyle ilim, bir yönüyle de sanattır. Bilginin yerinde kullanılması ayrı bir sanat olarak düşünülebileceği gibi, tıbbın cerrahi müdahale yapılan dalları zaten başlı başına çok büyük birer sanattırlar.

Dünyadaki enerji kaynaklarını, maden ocaklarını ortaya çıkarmak gibi, şifa kaynaklarını bulmak da ayrı bir ilim ve sanattır. Kâinat eczanesinden dertlere derman arayan kişi, Şâfi isminin hazinesine müracaat etmiş demektir. Elde ettiği hayırlı neticeleri Allah’ın ihsanı bilmekle hem gerçek ilmi elde etmiş olur, hem de Şâfi isminden feyz alır. Beşerin şifa gibi en büyük bir ihtiyacını bu şuurla yerine getirmeye çalışmak, hastaları bu anlayışla tedavi etmek, o kişi için büyük bir sadaka olur.

Hakikat-ı mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşyanın Hakîm ismine dayanması:

Günümüz literatürde, eşyanın hikmetlerini konu alan müstakil bir ilim dalı olmamakla birlikte, bunun alt dallarından biri olarak Nurlarda nazara verilen “fenn-i hikmetü’l-aza”nın karşılığı “anatomi” ilmidir. Demek ki, organların hakikatlerini, vazifelerini, faydalarını konu alan bir ilim dalı olduğu gibi, bitkilerdeki hikmetleri konu alan botanik ilmi, yer altı dünyasının hikmetlerini araştıran jeoloji ilmi gibi birçok fennî ilimler burada, genel mânasıyla “hikmetü’l-eşya” olarak nazara verilmiş oluyor.

Bu ilimlerin hepsi Allah’ın Hakîm isminin eşyadaki tecellilerini nazara vermekle büyük birer marifet ve tefekkür hazinesi olurlar. Bu ruhtan uzak kalındığında ise “faydalı ilim” olmaktan çıkarlar. Hurafe yollu ifadeler sergilenir yahut bütün bu harikaların tabii olarak kendiliğinden meydana geldiği iddia edilerek tabiatperestliğe kapı açılır.

Mesela, dünyanın Güneş'ten kopmasını, yaklaşık yüz elli milyon kilometre uzaklaştıktan sonra soğumaya ve Güneş etrafında dönmeye başlamasını, bu soğumuş ateşin ilahi bir terbiyeden geçmekle tam zıddı bir mahiyete bürünerek denizlere, karalara dönüşmesini ve atmosferle kaplanmasını böylece bitkilerin, hayvanların ve en sonunda da insanların yaşamasına elverişli bir hâle getirilmesini tesadüfe ve tabiata isnat etmek, hurafeden başka bir şey değildir.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



4. "Kur'an-ı Hakîm, beşerî, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı..." Kur’an’ın işaret ettiği mucizata karşı, fennin çok geri kaldığı nazara verilmektedir. Bu konuda bir iki misal alabilir miyiz?

Üstad Hazretlerinin, “sinekle tayyareyi mukayese” misalini hatırlayalım ve uçağın sineğe yetişebilmesi için neler gerektiğini şöyle bir düşünelim:

Gören uçak, işiten uçak, seven ve korkan uçak, bütün aksamı aldığı yakıtla kademeli olarak yenilenen uçak, kendinden yavru uçakların ürediği uçak, uyuyan ve uyanan uçak, çok kısa sürede birbirinden çok farklı manevralar yapan uçak… 

Daha böyle nice özellikleri taşıması gereken bir uçak, insanın aklına değil hayaline bile gelmez. Aynı misali, az farkla, balıklarla gemilerin mukayesesinde de kullanabiliriz.

İnsanoğlu şeker pancarından şeker yapmak için muhteşem fabrikalar kurup, nice mühendisler ve işçiler çalıştırırken, arılar çiçekten bal yaparlar.

İnsan, ne kadar güçlü ampuller yapsa, Güneş'in yanında hepsi sönük kalırlar. Bazen, sokak lambalarının sabah saatlerinde de yanmaya devam ettiği olur. Henüz Güneş doğmamış, ama ortalık aydınlanmaya başlamıştır. Güneş'ten gelen bu kadar bir ışıkta bile sokak lambalarının yandığı belli olmaz.

Burada bir noktanın ehemmiyetle nazara alınması gerekiyor:

Bütün hayır Allah’tandır. Bütün güzellikler, kemaller hep onun esma tecellilerindendir. Bunları dilerse sebepsiz olarak sergiler, dilerse cansız varlıklar eliyle, dilerse hayvanlar âleminde, dilerse insan aklına verdiği o üstün istidatla sergiler.

Cenab-ı Hakk'ın sebepsiz olarak yarattığı mucizeler, sebepler eliyle yarattıklarından sanatça çok daha ileridir. Bununla birlikte, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle insanoğlu, mesela baldan daha faydalı ve mükemmel bir gıda yapmayı başarsa, o da yine sebepler eliyle ihsan edilen bir ilahi sanat olur. Ancak, kıyametin yaklaşmasına rağmen böyle bir bal henüz yapılamamıştır...



5. "Hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mucizeleri onun dava-yı risaletine bir tek mucize hükmünde olan enbiyanın serveri..." Efendimizin nübüvvet ve mucizâtının diğer peygamber-i izamdan daha üstün ve mükemmel olmasının misallerle izahı nasıl?

Hazret-i İsa (as) gibi kitap sahibi bir büyük peygamberin, Peygamber Efendimize (asm.) ümmet olmak istemesi, onun (asm.) manevi makamının bizim idrakimize sığmayacak kadar yüce olduğunun en açık bir delilidir.

Bütün peygamberler ilaha emirleri belli bir zamanda ve belli bir kavme tebliğ etmek için gönderildikleri hâlde, Peygamber Efendimiz (asm.) bütün kavimlere ve kıyamete kadar gelecek bütün insanlara resul olarak gönderilmiştir.

Onun (asm.) bin kadar mucizeye mazhar olması, Hak katındaki makbuliyetinin ve vazifesinin büyüklüğünün ayrı bir delilidir. Dört büyük peygamberden biri olan Hz. Musa (as.) dokuz mucizeye sahipti. Bunlardan birisi asa ile taşa vurduğunda su çıkması idi. Üstad Hazretleri bu büyük mucizenin Peygamber Efendimizin (asm.) parmaklarından su akması mucizesine yetişemeyeceğini beyan ediyor. 

Öte yandan, diğer peygamberler insanları Tevrat, Zebur, İncil ve suhuflarla irşad ederken, Peygamber Efendimiz (asm.) bu vazifeyi en son ve en büyük ilhi ferman olan Kur’an-ı Kerim ile yapmıştır. Kur’an'ın diğer kitaplara olan üstünlüğü, bir yönüyle de Resul-i Ekrem Efendimizin (asm.) sair peygamberlere olan üstünlüğünün delilidir.



6. "Hazret-i Âdem’e icmalen talim olunan bütün esmanın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı" ne demektir?

Cenab-ı Hak Âdem aleyhisselamı bütün esmasına mazhar kıldı. Ve ona hem insanda hem de bütün alemde tecelli eden isimleri icmalen bildirdi. Mahlukatın isimleri yanında mahiyetlerini, sıfatlarını, yaratılış hikmetlerini ve böyle daha nice ilahi sırrı o ilk peygamberine ana hatlarıyla ders verdi. Bu çekirdek bilgiler onun neslinden gelen bilim adamları ve kâmil insanlarca belli bir derecede tafsil edildi. Her bilim adamı kendi sahasındaki ilahi hikmetleri bir derece bildiği gibi, her kâmil velide de bir veya daha fazla esmâ diğer müminlerden daha fazla tecelli etti. İşte Hazreti Âdem’e (as.) icmalen talim olunan bu esmâya Peygamber Efendimiz (asm.) bütün mertebeleriyle ve tafsilatıyla mazhar oldu. Bir ağaç, çekirdeğin tafsili olduğu gibi, Resulullah Efendimize (asm.) talim olunan esmâ hakikatleri ve marifet meyveleri de Âdem aleyhisselama talim olunanın tafsilidir, yani bu talim o talimden çok ileri bir derecededir.

“Hem mesela, hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-yı risaletine bir tek mucize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı ve  Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (aleyhissalâtü Vesselâm)...”(1)

Eşyanın isimlerini yahut fizikî özelliklerini bilmekten daha önemli olan bir ilim vardır: O da o eşyada tecelli eden ilâhî isimleri bilmek, eserde sanatı okumak, nimette ihsan ve ikramı görmek ve onlardan ilâhî isimlere intikal etmektir.

Ahir Zaman Peygamberi (asm) bütün isimlere en kâmil mânâda mazhar olmuş, “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!”(Alâk, 96/1) emriyle bütün eşyayı, Allah’ın isimlerinin tecelligâhı olarak en kâmil manada okumuş ve iman, marifet, muhabbet, takva ve salih amelde en yüksek mertebelere çıktığı gibi tefekkür, hayret, tesbih ve hamd gibi ulvî vazifeleri de en ileri seviyesiyle icraya muvaffak olmuştur.

Hazreti Âdem (a.s) da şüphesiz ilahi isimleri peygambere yakışacak bir şekilde talim etmiştir. Ama Peygamber Efendimiz (asm) ism-i azama mazhar olduğu için, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını en azami en geniş ve en tafsilatlı bir makamda tefekkür edip, ona göre bir feyze mazhar olmuştur.

Üstadımız bu inceliğe şu şekilde işaret ediyor:

“Hem İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir ayette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir...”(2)

“O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir.” (Bakara, 2/253)

Ayette de ifade edildiği gibi, Hazreti Âdem (a.s)’ın o çok yüksek ve parlak talim-i esma makamı Peygamber Efendimiz (a.s.m)'in talim-i esma makamına kıyasla icmali kalıyor. Yani Hz. Âdem (a.s.)'ın çekirdek hükmündeki marifet boyutuna karşılık, Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.m)'ın marifeti, o çekirdeğin çiçek açıp meyve veren bir ağaç hükmünde bir mahiyet taşır.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.

2) bk. age., Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal.



7. İsrâ suresi, 88. ayet-i kerimesinin mealini verip "en parlak i’caz veçhesi olarak Kur’anın belağatının nazara verilmesi"ni izah eder misiniz?

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هذَا الْقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

Bu ayet-i kerime İsrâ suresi, 88. ayetidir ve meali şöyledir:

“De ki: And olsun, eğer bu Kur'an'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.”   

Üstad Hazretleri Kur’an’ın kırk vecihle mucize olduğunu Yirmi Beşinci Söz’de misallerle açıklamış ve ispat etmiştir. Burada o vecihlerden dördüne dikkat  çekilmiştir: Beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belagat, maanisindeki camiiyet, üsluplarındaki ulviyet ve halavet.

“Şu mu'cize-i ebediyenin vücuh-u  i'câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor.” ifadesinde  “en zahir vecih” olarak Kur’ânın belagatı nazara verilmiş oluyor.

Kur’an'ın nazil olduğu dönemde Araplar arasında şiir ve belagata çok rağbet ediliyordu. Kur’an’a karşı çıkanlardan, Kur’an'ın belagatına karşı bir nazire getirmeleri istenmişti. Bunun mümkün olmadığını anlayınca harp yolunu tercih ettiler.

“Câhız’ın dediği gibi, 'Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular.'”(1)   

Nur Külliyatı'ndan Mektubat’ta bu konu şöyle nazara veriliyor:

"Kur’an-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve der idi ki:

Şu Kur’an’ın Muhammedü’l-Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız ve gösteriniz.

Haydi bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmi olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun.

Haydi bunu da getiremiyorsunuz; bir tek zat olmasın, bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin.

Haydi bununla da yapamayacaksınız; eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp Kur’an’ın nazirini gösteriniz, yapınız.

Haydi bunu da yapamıyorsunuz; Kur’an’ın mecmuuna olmasın da yalnız on suresinin nazirini getiriniz.

Haydi on suresine mukabil hakiki doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkip ediniz. Yalnız nazmına ve belâgatına nazire olsun getiriniz.

Haydi bunu da yapamıyorsunuz, bir tek suresinin nazirini getiriniz.

Haydi sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun nazirini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düşecektir!

İşte sekiz tabakada, ilzam suretinde, Kur’an-ı Hakîm yirmi üç senede değil belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. "(2)

Dipnotlar:

1) bk. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, On Sekizinci İşaret.

1) bk. age.



8. "Netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümek" ne demektir?

Her varlığın yaratılış sebebi olduğu gibi, kainatın çekirdeği, meyvesi ve kalbi mesabesinde olan insanların da elbette mühim vazifeleri vardır. İradesiz varlıklar yaratılış gayelerine bilmeyerek veya iradesiz yürüdükleri gibi, insan da bu gayesi doğrultusunda yürümek zorundadır. İşte insan bu yaratılış gaye ve vazifelerine bilerek yürümek durumundadır. 

Kur'an'ın vazifesi Nur Külliyatı'nda şöylece hülasa edilmektedir:

"...  Kur'ân'ın vazife-i asliyesi daire-i Rubûbiyetin kemalât ve şuûnâtını ve daire-i ubudiyetin vezâif ve ahvâlini talim etmektir."(1)

Kur’anın vazifesi olarak ifade edilen bu iki madde, aynı zamanda insanın da iki önemli vazifesidir. Bu vazifeler iman ve amel-i salihtir. İnsan, imanın altı rüknüne inanmak ve salih ameli bütün şubeleriyle işlemekle hakiki insan olur ve Üstadımızın ifadesiyle "cennete layık bir kıymet alır."

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



9. "Sair enbiya aleyhimüsselâmın mucizatları, birer havârık-ı sanata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâmın mucizesi ise, esasat-ı sanat ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemalâtının fihristesini bir suret-i icmalîde..." İzah eder misiniz?

Peygamberlerin nübüvvetini ispat için göstermiş oldukları mucizelerin bir yönü ve bir hikmeti de sanat harikalarına ve fennin son sınırına bir işaret ve bir teşviktir.

Fen ilimleri insanlığın kolektif aklının bir mahsulüdür. Kâinatta tekâmül kanunu olmasından dolayı her şey basitten mükemmele doğru gelişip büyüyor. Bilhassa maddi ilimler tamamen tekâmül kanuna tabidir. Maddi ilimler bir bina gibidir, her devrin insanları bu binaya bir tuğla koymuştur; bu tuğlalar üst üste birikince fen ve ilim bugünkü seviyesine yükselmiştir.

Maddi ilimlerin ilk temelleri peygamberlerin mucizeleridir. Her bir keşif ve fennî buluş bir peygamberin mucizesine dayanır.

Demir ilk olarak Hazret-i Davud’un (as) eli ile yoğrulmuştur. Bu hem bir ilk hem de en son noktasıdır. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, hiç kimse demiri eliyle yoğuramaz, o noktaya ulaşamaz. Bu bir mucizedir, ancak peygamber işidir. İnsanlar ancak birtakım teknik vasıtaları kullanarak veya fabrikalar kurarak demiri işleyebiliyorlar. Bu mucize insanlığa birtakım âlât-edevatla demirin yoğrulabileceğine çeşitli sahalarda kullanılacağına bir ilham kaynağı olmuştur.  Saat, Hz. Yusuf’un (as) bir mucizesi olarak ortaya çıkmış, insanlar onu daha da geliştirmişlerdir. Aynı şekilde, terzilik İdris (as), gemicilik de Hz. Nuh (as) vasıtası ile insanlığa hediye edilmiştir.

Fen ve teknoloji geliştikçe, insanlar bu sanat harikalarını daha da geliştirmiş, işleyip tekemmül ettirmişlerdir. Bu sebepten dolayı maddi ilimler bir devrin veya bir medeniyetin değil, bütün insanlığın ortak mahsulüdür. Batı medeniyeti son asırda bu maddi ilimlerde hızlı bir şekilde terakki etti diye bu ilimleri ona hamletmek doğru olmaz. Geçmişte maddi terakki İslam âleminin elinde idi, sonra Batı’nın eline geçti. İnşallah İslâm âlemi maddeten de terakki ederek Avrupa’yı geçecek ve

“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”(1)

müjdesi tahakkuk edecektir. Nitekim bunun emareleri görünmektedir.

1) bk. Sünuhat.



10. "Mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye (asm) olan Kur’an-ı Mu'cizü’l-Beyan" ifadesini biraz açıklar mısınız?

Üstadımız bu ifade ile Habib-i Kibriya Efendimizin (asm.) en büyük mu’cizesinin iman ve Kur’an hakikatlerini beşere ders vermek olduğunu beyan etmiş oluyor. İnsanlık âlemi bu hakikatlerden mahrum kalmakla küfre, şirke, dalalete ve zulme düşmüş, “mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur’ân-ı Mu'cizü’l-Beyan’a” iman etmekle hidayete, tevhide ve adalete kavuşmuştur.



11. "…talim-i esmanın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulum ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saâdatı vazıhan gösteriyor." İzah eder misiniz?

Kur’an-ı Kerim Hazret-i Peygamber’in (asm) elindeki en büyük mu,’cizedir.  Allah’ın bütün isim ve sıfatları bu son İlahî Kitap'ta en mükemmel şekilde ders verilmiş, tafsilatlı bir şekilde izah edilmiştir.

Kur’an ayrıca insanlığa her hususta olduğu gibi fen ve diğer ilimlerde de güzel bir rehber oluyor. Kur’an ilim ve fenlerin mufassal kısmına belki girmiyor, ama onları nasıl elde edeceğimizi ve nasıl istifade edeceğimizi güzel usullerle bize ders veriyor.



12. "Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulum ve kemalâtla yetişmektir." İzah eder misiniz?

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Terbiye “bir şeyi ilk noktasından itibaren tekâmül ettirerek son noktasına ulaştırmak” şeklinde tarif ediliyor; çekirdeği ağaç, nutfeyi insan yapmak gibi.

Bütün âlemlerin her birinde bu terbiye fiili bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha suresini okurken, âlemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluyoruz.

"Daire-i rububiyet" denilince, Cenab-ı Hakk’ın zatı, şuûnatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri anlaşılır. Allah, kendini insanlara, en büyük lütuf olarak, en mükemmel manada Kur’an ile anlatmıştır.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

ayetindeki “ibadet” lafzını, müfessirlerimiz “marifet” olarak izah ederler. Marifet, yani Allah’ı tanıma, ona hakkıyla iman etme ve bu iman şuuruyla ömür sürme.

İlahi marifet dersini en ileri seviyesiyle Kur’an vermiştir. Bu mücerret bir dava değildir. İlk nazil oluşundaki tazelik ve berraklığıyla Kur’an da ortadadır, tahrif olmuş semavi kitaplar ve beşerî nazariyeler de. Aradaki sonsuz farkı görebilmek için ince bir basiret gerekmiyor. Sadece insaflı bir bakış kâfidir.

Gelelim Kur’an’ın ikinci maksadına:

“Daire-i ubudiyyetin vezaif ve ahvâlini tâlim...”

İnsan, Rabbine nasıl kulluk edecektir? Ona nasıl ve ne şekilde ibadet edecek ve bir kul olarak hayatını nasıl düzenleyecektir?

İnsan, nimetin şükrü iktiza ettiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifesini yerine getirsin. İnsan, bu kâinatı dolduran ilahi mu’cizelerin tefekkür ve hayret gerektirdiğini bilecektir ki, tesbih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etme şuuruna erecektir ki, zekât ve sadaka verme yolunu tutsun. Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Soru cümlesi, bize şu hadis-i kudsiyi hatırlatır:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim de mahlûkatı yarattım.” (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132) 

Bilinmeye muhabbetten, öncelikle, Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini bizzat müşahede etmek istemesi anlaşılır. Buna âlimlerimiz ilm-i zuhur diyorlar. Yani Allah, Güneşi yaratmadan da Güneşi ve güneş yaratmayı biliyordu; onu yaratmakla güneşi ilm-i zuhurla bildi.

İkinci olarak, “müştak seyircilerin, mütefekkir dellalların müşahedisiyle müşahade etmek istemesi” maddesi geliyor. Bu vazifeyi melekler, insanlar ve cinler yapıyorlar. Hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar da Allah’ı tesbih etmekte ve onu kendi kabiliyetleri nisbetinde bilmektedirler, ancak tefekkür, temaşa, takdir, hayret, tekbir gibi manalardan bu varlıklar çok uzaktırlar. Bu vazifeleri en mükemmel şekilde insan gördüğü için, Üstad Hazretleri insanın yaratılışı hakkında “kâinatın yaratılışının maksad-ı âlâsı” olarak söz etmektedir.

İnsanın bu vazifeyi yerine getirmesi kâinatla birlikte, yani onun yardımıyla oluyor. “Tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniye” ifadesi bize bu dersi verir. Tezahür-ü rububiyet, Allah’ın, Rab ismini tecelli ettirmekle, terbiye ediciliğini göstermesi, ilim dairesindeki bir varlığı zahire çıkarması, başka varlıkların da temaşasına ve tefekkürüne açması demektir. Bu terbiye, öncelikle, kâinatta kendini göstermiştir. Yani, önce bu kâinat insan meyvesi verecek şekilde terbiye görmüş, daha sonra insan o kâinata muhatab olacak ve ondan istifade edip onu temaşa edecek bir fıtratta yaratılmıştır.

Ubudiyet, kulluk demektir ve manası ibadetten daha şümullüdür. Yani, ubudiyet insanın bir kul olarak yapması gereken her şeyi içine alır. Bunların yapılması da bir nevi ibadettir, ancak ibadet denilince öncelikle akla gelen mana, Allah’ın emrettiği vazifeleri yerine getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmaktır. 

Rububiyete karşı küllî ubudiyetle mukabeleyi birkaç misalle izah etmeye çalışalım:

Semayı yıldızlarla süslemek, o büyük cirimleri gayet muntazam olarak çalıştırmak, semayı direksiz durdurmak rububiyetin haşmetli bir tecellisidir. Buna karşı insanın ubudiyet vazifesi, bu muhteşem tabloyu hayretle tefekkür etmektir.

Rububiyetin bir başka tecellisi, suyu, toprağı ve diğer unsurları bir araya getirerek onlardan bir meyve ağacı yapmak ve onu meyve verecek şekilde planlamak, şifrelemek, terbiye etmektir. Buna karşı insanın ubûdiyet vazifesi ise, o şuursuz, ilimsiz ve merhamet nedir bilmeyen ağaçlardan süzülen meyveleri tefekkürle yemek ve Allah’a şükür ve hamd etmektir.

Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler âlemini de. Ve biz, Güneş'in ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak şekilde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kısacası, hikmetle yaratmak rububiyet, bu hikmet ve faydaları düşünmek ubudiyettir. Rahmetle yaratmak rububiyet, bu rahmete şükür ve minnettarlıkla mukabele etmek ubûdiyettir. Hastalıkları, ölümü takdir etmek rububiyet, bunlara karşı sabır ve rıza ile mukabele etmek ubûdiyettir.

Allah’ın izzet tecellilerine karşı zilletini bilmek, onun zenginliğini gösteren nimetlere karşı fakrını idrak etmek ubudiyettir. Misaller çoğaltılabilir...

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet-i külliye içindir. Ubudiyet görevini küllî olarak yapabilmesi için insana bambaşka bir istidat verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri, hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkânına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürünü daha da küllîleştirir.

Bütün ilahi isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir. Nur Küllîyatı'nda, “İyyakena’büdü” (Biz ancak sana ibadet ederiz) ayetinin tefsiri yapılırken, ayet-i kerimede niçin "ben" değil de "biz" denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki, insan, bütün varlık âlemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan, küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün unsurlarını şuurlu farz etseniz, en küllî tefekkürü meyveler yaparlar. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için, o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil ve tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar, kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve bilhassa Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir (asm).

13. Ahir zamanda her şeyin ilme ve fenne döküleceği, belâğatın merğub bir meta olması konularını izah eder misiniz?

"Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: 'Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.' "

"Hem o Kur’ân-ı Mu'cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâgat-ı Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: 'Ulum ve fünûnun en parlağı olan belagat ve cezâlet, bütün envâıyla ahir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hatta insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını cezâlet-i beyandan ve en mukavemet-suz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır."(1)

Ubudiyet görevleri içinde farzlardan sonra en ileri mertebeyi tefekkür alır. Peygamber Efendimiz (asm),

"Allah'ın nimetlerini düşünün, fakat Allah'ın zatında düşünmeyin.” (bk. Mecmau'z-Zevaid, 1/81);

"Allah'ın yaratıklarını düşünün, Allah'ın zatını düşünmeyin, çünkü siz onun kadrini / büyüklüğünü takdir edemezsiniz." (Gazali, İhya, 4/423-424)

buyurarak, Allah'ın zatını düşünmenin doğru olmayacağını, onun eserlerini tefekkür etmenin ise en büyük bir nafile ibadet olduğunu bildirmiştir.

İşte burada fenlerin vazifesi ve ehemmiyeti kendini gösteriyor. Kâinatı Allah’ın eseri olarak incelemek, ondaki mucize sanatları, hikmet ve rahmet tecellilerini ortaya koymak büyük bir ibadettir. İnsan, kendisine verilen o üstün mahiyetiyle iman ve ibadet vazifesini en ileri bir derecede yerine getirdiği gibi, yine o mükemmel istidadını yerinde kullanarak kâinattaki ilim ve hikmet cilvelerini bilmek, anlamak, anlatmak ve onlardan istifadeyi sağlamak noktasında da büyük bir vazife yapmaktadır. Ahir zamanda bu vazifenin büyük rağbet kazanacağı, böylece fennin ve teknolojinin büyük mesafeler katedeceği bu cümlelerle haber veriliyor. Ayrıca hükmün de ilmin eline geçeceği belirtiliyor.

Nitekim ilim ve fen sahasında ileri giden milletler, teknoloji mahsullerini başkalarına çok pahalıya satıyorlar, onların petrol ve sair tabii imkânlarını böylece kendilerine hizmet ettiriyorlar. Öte yandan, aynı ilim ve teknolojiyi silah sanayiinde de kullanıyor ve başkalarına bu noktada üstünlük sağlıyorlar. Dünyadaki bitmek tükenmek bilmez kavgalarda her iki tarafa da silah satmak suretiyle, hem kendi ekonomilerini güçlendiriyorlar hem de rakiplerinin imkânlarını silahlara yönlendirmekle onları zayıflatıyor ve kendilerine muhtaç hâle getiriyorlar.

İlmî üstünlük, dünya hâkimiyetinde birinci derecede ehemmiyetli olmakla birlikte, bu imkânları en güzel şekilde değerlendirmek de diplomasiyle mümkün oluyor. Maksadını en güzel şekilde anlatma, muhataplarıyla çok yönlü münasebetler kurma ve pazar imkânları tesis etme meselesi, bu zamanda, ilimden hemen sonraki ehemmiyetli mevkiine oturmuş bulunuyor.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



14. "Nev-i beşer ahir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir." İzah eder misiniz?

Üstad bilimin giderek etkinliğinin artacağına, istikbalin bilgi çağı olacağına inanmakta ve bütün vurgusunu bu istikamette yapmaktadır.

Kâinatı Allah’ın eseri olarak incelemek, ondaki mucize sanatları, hikmet ve rahmet tecellilerini ortaya koymak büyük bir ibadettir. İnsan, kendisine verilen o üstün mahiyetiyle iman ve ibadet görevini en ileri bir derecede yerine getirdiği gibi, yine o mükemmel istidadını yerinde kullanarak kâinattaki ilim ve hikmet cilvelerini bilmek, anlamak, anlatmak ve onlardan istifadeyi sağlamak noktasında da büyük bir vazife yapmaktadır. Ahir zamanda bu görevin büyük rağbet kazanacağı, böylece fennin ve teknolojinin büyük mesafeler katedeceği bu cümlelerle haber veriliyor. Ayrıca hükmün de ilmin eline geçeceği belirtiliyor.

Nitekim bugün bu gerçeği yaşamaktayız. İlim ve fen sahasında ileri giden milletler, teknoloji ürünlerini başkalarına çok pahalıya satıyorlar, onların petrol ve sair tabii imkanlarını böylece kendilerine hizmet ettiriyorlar. Öte yandan, aynı ilim ve teknolojiyi silah sanayisinde de kullanıyor ve başkalarına bu noktada üstünlük sağlıyorlar. Dünyadaki bitmek tükenmek bilmez kavgalarda her iki tarafa da silah satmak suretiyle; hem kendi ekonomilerini güçlendiriyor, hem de rakiplerinin imkânlarını silahlara yönlendirmekle onları zayıflatıyor ve kendilerine muhtaç hâle getiriyorlar.

İlmi üstünlük, dünya hâkimiyetinde birinci derecede önemli olmakla birlikte, bu imkânları en güzel şekilde değerlendirmek de diplomasiyle mümkün oluyor. Maksadını en güzel şekilde anlatma, muhataplarıyla çok yönlü münasebetler kurma ve pazar imkânları tesis etme meselesi, bu zamanda, ilimden hemen sonraki önemli mevkiine oturmuş bulunuyor.

İşte bu durumun Kur'an'ın bir hakimiyet dönemini de hazırladığını Üstad Hazretleri şöyle ifade eder: 

"Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek."(1)

1) bk. Hutbe-i Şamiye.



15. "Kur’anın ekser ayetleri, her biri birer hazine-i kemalâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır." İzah eder misiniz?

Üstad Hazretleri, bu suale de cevap olmak üzere, haşiyede “otuz üç aded Sözlerin, otuz üç aded Mektubların, otuz bir Lem'aların ve on üç Şuaların; yüz yirmi basamaklı bir merdiven” olduğunu beyan ediyor. 

Her risale, o risalenin başına konulan ayet-i kerimedeki kemalat hazinesinin bir anahtarı gibidir. Mesela, Altıncı Söz ve o Söz’ün başında yer alan,

“Muhakkak, Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

mealindeki ayet-i kerimenin ilim ve irfan definesinin bir anahtarıdır.

Bir diğer misal: İslam âlimleri, “...Allah kimseye vüsunden (güç yetirebileceğinden) fazla teklif yapmaz...” (Bakara, 2/286) Mealindeki âyet-i kerîmeyi çok farklı cihetleriyle ele almışlar ve kendi sahalarında çok ehemmiyetli hükümler çıkarmışlardır. Mesela, fıkıh âlimleri bu ayetten “fakirlerin zekât vermekle mükellef olmadıkları, bir azası noksan olanın abdest alırken o azayı yıkamaktan mesul tutulmayacağı, keza su bulunmayan yerde teyemmümün caiz olduğu” gibi bir hayli hüküm çıkarmışlardır.

Öte yandan, aynı ayet-i kerîmeden kelam âlimleri, insan aklının da bir nefis olduğu, onun da gücü yetmeyeceği şeylerden mesul olmayacağı hükmünü çıkarmışlar ve kişinin iman konusunda aklının vüsati kadar mesul ve mükellef olacağını hükme bağlamışlardır. “Bir kişi kuytu bir yerde yaşamış ve Kur’an'ın nazil olduğunu, Peygamber Efendimizin (asm) geldiğini hiç duymamışsa, bu adam bu iman rükünlerinden mesul olmaz, ancak aklı ve vicdanı bulunduğu için kendisinin ve onu kuşatan kâinatın bir yaratıcısı olduğunu bilmesi gerekir.” demişlerdir.

Bu konuda daha birçok hükümler çıkarmışlardır. Böylece bu ayet-i kerime onlar için bir ilim definesi ve bir kemâlat hazinesi olmuştur.



16. "Otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir." Bu sayılar toplanınca 110 ediyor, izah eder misiniz?

Risale-i Nur'daki geçen sayılar, genelde kişiden kaynaklı olarak izafidir ve zamanla değişen değerlerdir.

Risale sayısı, zamanla yazılan eserlerle değişmiştir. Mesela bazı yerlerde 100, 110, 119, 120, 130 gibi sayılar verilmiştir.

"Risale-i Nur adlı harika telifatının bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza baliğ olmuştur."(1)

"Çünkü bir hizmet ki, yüz yirmi risale o hizmetin tercümanları olmuş ve o hizmetle koca Avrupa feylesoflarına meydan okuyup esasları zîr ü zeber edilmiş."(2)

Bunanla birlikte Üstad Hazretleri 130 sayısına birçok yerde ifade etmiştir. Genel risale sayısının en son olarak 130 civarında olduğunu söyleyebiliriz.

"Risale-i Nur'un yüz otuz parçaları meydandadır..."(3)

Her bir risalenin bir basamak olduğunu biliyoruz.

"Yani her bir Risale bir ecza dolabı ve o risalelerdeki 'nokta, nükte, işaret, reşha, pencere, basamak, hakikat, mevkıf ve meseleler' diye verilen isimler, o çok muhtaç olduğumuz ilaç kavanozlarıdır."(4)

Haşiyedeki bilgide ise; 120 sayısı verilmiş. Bu sayıya takılmamak gerekir. Çünkü Yirminci Söz Birinci Makam 1930'da telif edilirken, İkinci Makamı 1926'da telif edilmiştir. Bu tarihten sonra yazılan risaleler vardır. Ayrıca haşiyenin ne zaman yazıldığı da tam belli değildir.

Bununla birlikte sayılan risaleler hangisidir veya hangileri tekrar sayılmış onu da bilmiyoruz. Ayrıca telif edilmeyen veya Osmanlıcada olup, Latincede olmayan risaleler var. Belki de bundan veya başka sebepten dolayı, Şualar 15 şua olduğu halde 13 denilmiş ve 33 lem'a olduğu halde 31 Lem'a denilmiş.

Ayrıca haşiyedeki ifade ile tüm kitap kastedilmiş de olabilir. Yani 33 Mektub demek ile tüm Mektubat kitabını ve 31 Lem'a demek ile o zaman yazılan ile Lem'alar kitabını kastetmiş olabilir. O zaman kanaatimizce şu yorumu yapabiliriz. Şöyle ki;

Otuz Üçüncü Mektub, aynı zamanda Otuz Üçüncü Söz olduğu halde, 33 Söz ve 33 Mektub dediği için tekrar sayılmış. O zaman aynı risale, iki basamak olabilir. Buna binaen,

Sözler'de Lemeat risalesi var. Ayrıca Otuz İkinci Mektub ve Otuz İkinci Lem'a, Lemeat risalesidir. Haşiyede 31 lem'a dediği için Lemeatı, bir veya iki defa sayabiliriz.

Otuz Üçüncü Lem'a Mesnevi-i Nuriye'deki eski eserlerdir. Ayrıca Lem'alar kitabında, Üçünçü Şua olan Münacaat risalesi var.

Mektubat'ın sonunda Hakikat Çekirdekleri vardır. Bu da sayılmış olabilir. Hatta Yirmi Yedinci Mektub Lahikalar olduğu için dört kitab kadar genişlemiştir.

Yirmi Dokuzuncu Lem'anın İkinci Babı, Şualar kitabının sonunda tekrar yazılmış. Onu da tekrar müstakil bir basamak sayabiliriz.

Sözler kitabının sonunda konferans risalesi vardır.

Dört kitabın dört fihristini, dört risale olarak sayarsak 120 basamak olmuş olabilir.

Ayrıca bazen bir risale, birçok kısımlara ayrılır. Bu tarz risaleler çok vardır. Mesela Otuzuncu Söz zerre ve ene diye iki maksattan yani iki risaleden / bölümden oluşur. Her birini müstakil bir risale yani bir basamak sayarsak sayı yine değişecektir. Nitekim Yirmi Sekizinci Mektub ve Yirmi Dokuzuncu Mektub sekiz ve dokuz bölümden oluşur. Her bir kısmı bir risaledir. Mesela İkinci Kısmı Ramazan Risalesidir. Sekizinci Kısmı Rumuzat-ı Semaniye risalesidir ki müstakil bir kitap olarak basılmıştır.

Sonuç olarak yukarıda dediğimiz gibi konu izafi olduğu için tamamen kasıt ve niyete bağlıdır.

Bununla birlikte eserlerin sayısı şöyle tesbit edilebilir:

Sözler: Lemeat ile birlikte 34 risale Sözler'de mevcuttur. 

Mektubat: On Dördüncü ve Yirmi Beşinci Mektuplar telif edilmemiş, Otuz Birinci Mektub Lem'alardır, Otuz İkinci Mektub Lemeat olduğu için orada sayılmıştır, Otuz Üçüncü Mektub, Otuz Üçüncü Söz olduğu için bir risale olarak orada sayılmıştır. Yirmi Yedinci Mektub, 4 adet Lahika kitabından, Yirmi Sekizinci Mektub 8 risaleden, Yirmi Dokuzuncu Mektub ise 9 risaleden oluşur. Böylece 46 adet risale Mektubat'ta mevcuttur.

Lem'alar: Beşinci Lem'a telif edilmemiştir, Altıncı Lem'a Yirmi Dokuzuncu Lem'aya dahil edilmiştir. On Beşinci Lem'a fihrist risalesidir. Yirmi Yedinci Lem'a Tarihçe-i Hayata dahil edilmiştir. Otuz Birinci Lem'a On Dördüncü Şua'dır. Otuz İkinci Lem'a Lemeat olup Sözler'de sayılmıştır. Otuz Üçüncü Lem'a Münacat risalesidir ve Şualarda da mevcuttur. Böylece Lem'alar'da 26 risale mevcuttur. 

Şualar: 15 risale mevcuttur. Bu da toplamda 121 risale eder.

Ayrıca Eski Said dediğimiz dönemde telif edilen ve Yeni Said döneminde yazılan risalelere doğrudan bağlı olmayan eserlere baktığımızda, 

Mesnevi-i Nuriye: Her bir risslenin zeyillerini aynı risaleye ait kabul ettiğimizde, toplam 8 risale mevcuttur. 

Asar-ı Bediiyye: Üstad'ın ilk eserleri olan bu kitapta 11 adet risale vardır. 

Muhakemat: Bunu da bir kitap olarak kabul ettiğimizde toplamda 141 adet eser olur. 

Netice: Üstadımızın bu risale sayılarını söylenen zamana göre ve bazı kitapların -mesela Yirmi Yedinci, Yirmi Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Mektuplar gibi- bir adet mi veya içindeki risale kadar mı sayılacağı konusu farklılık arz ettiğinden risale sayıları farklı çıkmaktadır. Sadece Mektubat'taki bu alt risaleleri bile bir risale olarak saydığımızda 123 adet risale telif edilmiş olur. 

Dipnotlar:

1) bk. Barla Lahikası, 133. Mektup.

2) bk. Şualar, On Dördüncü Şua.

3) bk. age. 

4) bk. Fihrist Risalesi, s. 211.



17. "Madem enbiyaya dair olan ayetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor..." Nasıl anlamalıyız, Hz. Yusuf’un icat ettiği saat nerede, şimdiki dijital saatler nerede?

Hz. Yusuf’un (as) saatini kıymetli ve mucize kılan şey, saatin kendisi değil, zamanın şartlarıdır. Zira o zamanda tekâmül kanununun gereği olarak, insanların yaşayışı ve teknik imkânları basit ve iptidai idi. O zamanda ve o şartlarda o saati yapmak mucizedir. Belki şimdiki basit bir saat, Hz. Yusuf’un (as) saatinden çok daha üstündür; ama şimdi teknik imkânlar gelişmiş ve saat konusunda çok yol katedilmiştir.

Peygamberlerin mucize eseri ortaya koydukları sanatlar, bir temel, bir esas olup, daha sonraki insanlar o temel üstüne birer tuğla koyarak peyder pey geliştirmişlerdir. 

Bizler Hz. Yusuf’un (as) yaptığı saatin veya benzer mucizelerin mahiyetini ve ne hal üzerinde olduklarını bilemiyoruz. Şimdiki saatlerin ve sanatların pek fevkinde bir saat ve sanat da olabilir.



18. "Her bir ayetin müteaddid manalara delaleti muhakkaktır, belki müttefekun-aleyhtir." Buradaki "müttefekun-aleyh" ne demektir?


Burada “müttefekun-aleyh” olan yani üzerinde ittifak edilmiş bulunan konu “her bir ayetin müteaddid manalara delalet” ettiğidir.

Demek ki, tefsir âlimlerimiz her bir ayetin sarih manasından başka birçok manalara daha delalet ettiğinde birleşmişlerdir. Üstad Hazretleri, mucizât-ı enbiya hakkındaki ayetlerin de sarih manaları yanında “sanat ve fünûn-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delalet ve teşvik” ettiklerini ifade etmiştir.


İki mühim suale karşı iki mühim cevap Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Madem Kur’an, beşer için nazil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remiz ile hafi bir ima ile hafif bir işaretle, zayıf bir ihtar ile iktifa ediyor?" Bu suali biraz açıklar mısınız?

Soruda şu mesele dile getiriliyor:

“Kur’an-ı Kerim insanlar için nazil olduğuna göre, niçin insanların nazarında çok önemli olan medeniyet harikalarını açık olarak nazara vermiyor da sadece  onlara dair gizli işaretlerle, imalarla iktifa ediyor. O harikaların keşfedilecekleri açıkça haber verseydi daha iyi olmaz mıydı?"



2. "Kur’an’ın vazife-i asliyyesi, daire-i rububiyetin kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir." cümlesini izah eder misiniz

"Daire-i rububiyet" denilince, Cenâb-ı Hakk’ın zatı, şuunatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri anlaşılır. Allah, kendini insanlara, en büyük lütuf olarak, en mükemmel mânâda Kur’ân ile anlatmıştır.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

ayetindeki “ibadet” lafzını, müfessirlerimiz “mârifet” olarak izah ederler. Mârifet, yani Allah’ı tanıma, ona hakkıyla iman etme ve bu iman şuuruyla ömür sürme.

Şimdi düşünelim; Allah’ı nasıl tanımalıyız ki sonumuz nara, yani ateşe çıkmasın. Bu sorunun cevabını Kur’an’dan başka nerede bulabiliriz? İlahi mârifet dersini en ileri seviyesiyle Kur’ân vermiştir. Bu mücerret bir dava değildir. İlk nazil oluşundaki tazelik ve berraklığıyla Kur’ân da ortadadır, tahrif olmuş semavi kitaplar ve beşerî nazariyeler de.

Aradaki sonsuz farkı görebilmek için ince bir basiret gerekmiyor. Sadece insaflı bir bakış kâfidir.

Gelelim Kur’ân’ın ikinci maksadına:

“Daire-i ubudiyyetin vezaif ve ahvâlini tâlim...”

İnsan, Rabbine nasıl kulluk edecektir? Ona nasıl ve ne şekilde ibadet edecek ve bir kul olarak hayatını nasıl düzenleyecektir?

Kur’ân-ı Kerim’de ve Allah Resûlünün (asm.) sünnetinde hayatın her safhasına ait düsturlar mevcuttur. Resûlullah Efendimizin (asm.) her sözü, her hâli ve her fiili kaydedilmiş bulunuyor. Bir başka peygamber için bunu söylemek mümkün değil.

İnsan başıboş olamayacağına ve önünde ya ebedî saadet ya da sonsuz azap bulunduğuna göre, vicdanı bozulmamış ve doğru düşünme yeteneğini kaybetmemiş her insan, hayatına yön verecek bir ilahi ferman ve yine her hâlini taklit edebileceği bir örnek şahsiyet arayacaktır.

Bu arayışını ön yargısız yaptığı takdirde, Kur’ân’ı bulacak ve Hz. Muhammed’e (asm.) kavuşacaktır. Kur’ân-ı Kerim, insanlık âlemine feyiz akıtmağa başladığı Asr-ı saadet'te, yirmi üç sene gibi kısa bir zaman diliminde, yüz yirmi dört bin sahabe yetiştirmiştir. Her biri bir hidayet yıldızı olan bu müstesna insanlar hep onun meyveleridir.



3. Ubudiyet-i külliye ile vazifeli olan insanların, bu maksat ve gayeleri içerisinde medeniyet harikalarının pek fazla yer işgal etmeyeceği nazara verilirken, sanki bunlar kıymetsiz bir faaliyetmiş gibi anlaşılabiliyor. Bunu biraz açar mısınız?

Ubudiyet, çok geniş bir mefhumdur. İnsanın “iman etmesi, ibadet yapması, günahlardan sakınması, nimetlere şükür ve ilahi eserleri tefekkür etmesi”, kısacası, kulluk şuuruyla yaşaması onun ubudiyeti olduğu gibi, her varlığın da kendine verilen vazifeyi aksatmadan ve en güzel şekilde yerine getirmesi ubudiyetin ayrı bir boyutudur. Üstad Hazretleri “vezaif-i eşya suretinde ubudiyetleri var.” buyurmakla bu dersi vermektedir.

İnsanın iman, muhabbet, ibadet, tevhid, teslim, tevekkül gibi ubudiyetlerine hiçbir varlık yetişemez. İnsanın bir de kendisine ihsan edilen aklını yerinde kullanmakla ortaya koyduğu harika eserler var. Bunlar da bir yönüyle aklın meyveleridir. Bu ikinci grupta hayvanların büyük çoğunluğu insandan daha mükemmel eserler ortaya koyabilmektedirler.

İnsanların ortaya koydukları eserler eğer “daire-i ubudiyetten haklarını isteseler” ifadesini, “medeniyet harikaları” olarak anlıyoruz. Ne insanın yaptığı uçak, sanat yönüyle kuşlara kavuşabilir, ne denizaltıları balıklara yetişebilir, ne de ürettiği şeker, bal ile mukayese edilebilir.

Burada maksat medeniyet harikalarını küçümsemek değil, insan eliyle ortaya konulan bu eserlerin çok daha mükemmelini Cenâb-ı Hakk’ın sair mahlukatında sergilediğine dikkat çekilerek, hem insana bu konuda enaniyete kapılmaması, hem de onun kemalinin bu sanat eserlerinde değil imanında, marifetinde, ibadetinde aranması gerektiği ders veriliyor.



4. Kur’an’da medeniyet harikalarının sarahaten zikredilmesinin, teklife uygun olmadığı ispat ediliyor. Ancak mucizât-ı enbiya ve ona mümasil fevkalade hadiselere rağmen inat ve küfürlerini devam ettiren çok ehl-i dalalet var. Bu konuda ne dersiniz?

Ay’ın ikiye ayrılması, ağaçların konuşması gibi mucizeleri gördükleri halde iman etmeyenlerin küfürleri ya inatlarındandır veya dünya saltanatından vazgeçememelerinden dolayıdır. Bunlar, genellikle, zengin, idareci ve amir kesimindendir.

Bunların dışında kalan büyük ekseriyetin küfürleri ise cehaletten kaynaklandığı için, onun izalesiyle imana gelebilmektedirler.



5. " اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَو اجْتَمَعُوا لَهُ ilâ âhir... ayeti sizi susturur." Bu ayet-i kerime hakkında bilgi verir misiniz?

“...Sizin Allah'ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” (Hac, 22/73)

Bu ayet-i kerimede öncelikle putperest müşrikler muhatap alınmışlar, onların taptıkları bütün putlar bir araya gelseler bir tek sinek bile yaratamayacakları ders verilmiştir. Ayetin devamında,

“Hattâ sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de.” buyrulmuştur.

“Sinek o putlardan bir şey kapsa” ifadesine şöyle bir izah getiriliyor:

Müşrikler putlarına güzel kokular sürer ve onları bal ile sıvarlardı. Bir sinek o baldan bir şey kapsa, o put bunu geri almaktan âcizdir. Nerede kaldı ki sinek yaratabilsin. Sinek de âciz, put da. (Veya put da âciz, ondan medet bekleyen putperest de.)

Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Yedinci Penceredeki şu ifadeler bu ayetin tefsiri gibidir: 

“Mesela, büyük bir sebep zannedilen Güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek ona denilse, 'Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?' Elbette diyecek ki: 'Hâlıkımın ihsanı ile dükkânımda ziyâ, renkler, hararet çok. Fakat, sineğin vücûdunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dâhilindedir.'"

Burada Güneş'in dili ile okuyucuya çok önemli bir mesaj veriliyor:

Hayatı olmayan nasıl hayat verebilir, görmeyen nasıl olur da göz yapabilir, işitmeyen işitmekten ne anlar ki bu sıfatı bir canlıya taksın.

Bu ifadeler Güneşe tapanlar için hakikate giden büyük bir yol açıyor. Hayatsız Güneş elbette size hayat veremez. Keza, mabut ittihaz edilen, tabiat, madde, kuvvet gibi şeyler de bu noktada Güneş'ten farksızdırlar. Hiçbirinde hayat bulunmaz. Bunların tümü bir araya gelseler bile kâinatta bulunmayan hayat sıfatını insana ve diğer canlılara takamazlar. Öyleyse, ancak Allah’ın Muhyi (hayat verici) isminin hazinesinde bulunan bu büyük cevheri başka şeylerde aramayınız.

Bu misal, diğer bütün esma için de aynen düşünülebilir:

Kerîm ancak Allah’tır, ne Güneş'te ne Ay'da ne de bir başka sebepte ikram etme duygusu bulunmaz.

Şâfi ancak Allah’tır; bunların hiçbiri ne hastalığı bilir, ne şifayı ne de şifa vermeyi.

Azîz ancak Allah’tır; onun emriyle hareket eden, gök de yer de onların içindekiler de hep zillet içindedirler. Herkes ve bütün eşya, ancak Allah’ın ihsan ettiği kadar bir izzete sahiptirler; tıpkı, meleklerin ancak Allah’ın bildirdiği kadar bilmeleri gibi.

Kahhâr ve Cebbâr da yine ancak odur. Bu sıfatlar da ne semada bulunur ne de yerde.

6. "Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir." İzah eder misiniz?

Dünya, ahirete hazırlanmamız için inşa edilmiş kısacık bir konaklama yeridir. Bu kısa konaklamada ne kadar ibadet ve kulluk yaparsak, ahiretimizi o nisbette inşa ve ihya etmiş oluruz.

Yani şu kısacık dünya hayatında ne kadar Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirirsek, o nisbette ahiret hayatımızı kurtarmış ve “cennete layık bir kıymet” almış oluruz.

"Dünya ahiretin tarlasıdır." (Aclûnî, Keşfu’l- Hafa, I/412) Bu dünya hayatında ne ekersek ahirette onu biçeriz. Onun için kıymetli vaktimizi dünyanın boş işlerinde değil, ahireti kazanmak için harcamalıyız...



7. "Muhterem sanatkârlar ve mülhem keşşaflar" kimlerdir? Bu kimselere "hassas zatlar" denilmesini nasıl anlamalıyız?

“Lakin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-i ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem sanatkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa...”(1)

ifadesinde mühim kayıtlar getiriliyor. İlim adamlarının ve keşşafların insanların menfaati, beşer hayatının refahı için çalışmaları teşvik ediliyor. İşte bu şartı  taşıyan ilim adamları muhteremdirler, hürmete layıktırlar. Sadece şahsi menfaati için ve şöhret kazanmak için çalışan kimselerin de ilimlerine ve sanatlarına hürmet ederiz, ama onlar şahsiyet olarak muhterem değildirler. Çünkü bu bayağı ve aşağı sıfatlar hürmeti gerektirmez.

“Elbette ekalliyet teşkil eden” ifadesini iki şekilde anlayabiliriz: Birisi, bu gibi ilim adamlarının toplumda az bulunmaları, herkesin sanatkâr ve keşşaf olamaması. Diğer mana ise, bu sanatkâr ve keşşaflar arasında, Üstad'ın saydığı üstün vasıflara sahip olanların azınlıkta kaldıkları.

"Hassas zatlar" ifadesi, üzerinde çalıştığı konuda büyük bir ihtimam gösteren, çok dikkatli ve hassas davranan, gelişigüzel iş yapmayan kimseler manasına gelir. Bu sıfatlar da yine hürmete layıktır.

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



8. "Din bir imtihandır. Teklif-i İlahi bir tecrübedir. Ta, ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın..." ifadesini açar mısınız?

İmtihan; kelime olarak deneme, tecrübe etme, bir şeyin hakikatini anlamak için çok dikkatle düşünme gibi manalara geliyor.

Şayet imtihan olmaz ise, iyi ile kötü ayrışmaz, eşit bir durumda kalırlar. Eğitimde imtihan; çalışkan talebe ile tembel talebenin temyiz ve tefriki için yapılır.

Din de bir imtihandır. Dinin imtihanı ise; iyi insan ile kötü insanı, hayırlı insan ile şerli insanı, kâfir insan ile mü’min insanı ayrıştırır ve ayıklar.

Her insan cennet ve cehennemi gözleri ile görüp iman etmiş olsa idi, iman etmemeleri ve ibadeti terk etmeleri mümkün olmazdı. Bu durumda da imtihanın bir manası kalmazdı. Demek ki amelin kıymeti, gayba iman etmekten geliyor.

"Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Ta, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, ta elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin."(1)

1) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.



9. Kur’an’ın istikbalin zulümatında kalmış harikaları daha güzel görüp gösterdiği ifade ediliyor. Hâlbuki bunların işaret ve remizlerle haber verildikleri daha önce beyan edilmişti. İzah eder misiniz?

Görmek ve bilmek başka, bildirmek ve anlatmak daha başkadır. İnsanların bu dünyaya gönderiliş gayesi medeniyet harikalarını bulmak yahut öğrenmek değil, kâinatı yaratan ve ondan insan meyvesi süzen Rabbü’l-Âlemine iman etmek ve onun rızası istikametinde bir ömür geçirmektir.

Kur’an-ı Kerim, insanların iman etmelerine vesile olacak hadisatı defalarca nazara verdiği hâlde, zamanın şartları icabı onların akıllarına sığışmayacak ve onları şüpheye düşürecek meseleleri sarih olarak zikretmemiş, sadece ima ile işaret ile remz ile iktifa etmiştir. Hikmete ve rahmete en muvafık ve en güzel yol bu olduğundan, Kur’an-ı Kerim bu yolu takip etmiştir.



10. Yirminci Söz, İkinci Makam, İki mühim suale karşı iki mühim cevap bölümünün sonundaki duaların ve Arabî ibarelerin meallerini verir misiniz?


اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَاۤ اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَوَفِّقْنَاۤ لِخِذْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَزَمَانٍ 
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَاۤ اَوْ اَخْطَاْنَا

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ وَكَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَرَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِِّ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّاتِهِ وَعَلَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَاْلاَوْلِيَاۤءِ وَالصَّالِحِينَ - اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَاَزْكٰى سَلاَمٍ وَاَنْمٰى بَرَكاَتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ اْلقُرْاٰنِ وَاٰياَتِهِ وَحُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَمَعَانِيهِ وَاِشَارَاتِهِ وَرُمُوزِهِ وَدَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَالْطُفْ بِنَا يَاۤ اِلٰـهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَاۤ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ - وَالْحَمْدُ للّٰهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ اٰمِينَ

"Allah’ım! Bize Kur'an'ın sırlarını anlamayı nasip et ve her an ve zamanda ona hizmet etmeye bizi muvaffak kıl."

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” (Bakara, 2/32) 

“Ey Rabbimiz, unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi mesul tutma (muaheze etme.)” (Bakara, 2/286) 

“Allah’ım, ümmî peygamber, elçin, peygamberin ve kulun olan Efendimiz ve dostumuz Muhammed'e, onun âline, ashâbına, hanımlarına, nesline; peygamberlere ve resûllere, kendine manen yaklaştırdığın meleklere, dostlarına ve salih insanlara salât, selâm, bereket ve kerem ihsan eyle. En üstün salât, en bol selâm, en büyük bereketler Kur'an'ın sureleri, ayetleri, harfleri, kelimeleri, manaları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince (onlar üzerine olsun). Ey İlâhımız, ey Hâlıkımız, ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Bu salâvâtlardan her birisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, bize lütufta bulun." 

"Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.” Âmin.